9 Eylül 2021 Perşembe

FELSEFE ve DİN BİLİMLERİ / Düşünce - Eylem İlişkisi Açısından Din Algısı Üzerine Felsefi Bir Değerlendirme / Sayfa 634 - 640

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve
DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 634 - 640
FELSEFE ve DİN BİLİMLERİ
Düşünce / Eylem İlişkisi Açısından
Din Algısı Üzerine
Felsefi Bir Değerlendirme
Tuncay İMAMOĞLU *
     Özet
     İnsan kavramlarla düşünen bir varlıktır. Kavram ise bir şeyin zihindeki tasavvuruna denir. Buna göre tasavvur nesne ya da şeylerin insan zihnindeki imajı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu da tasavvurun, aklın kurucu öznesi, bir başka ifadeyle düşüncenin ana rahmi olduğunu göstermektedir.
     Terim de, tasavvur edilen kavramın dil ile ifade edilmesidir. İnsan tasavvur ettiği şeyi dil ile ifade ettiği gibi, onu eylemlerinde de gösterir. Bu anlamda insanın sergilemiş olduğu eylemelerin, onun tasavvurlarıyla yakın bağlantısı vardır. O halde diyebiliriz ki, insan zihni doğru tasavvurlara yani doğru kavramlara sahipse sergilemiş olduğu eylemler doğru, yanlış tasavvurlara sahipse sergilemiş olduğu eylemler de yanlış olacaktır. “Yamuk bakan, yamuk görür” şeklindeki söylem bu durumu güzel bir şekilde ifade etmektedir. Bu yüzden Kur’an’ın insan düşüncesinde yaptığı ilk köklü devrim, onun tasavvurunu dönüştürmek olmuştur. Biz de bu tebliğimizde din algısı ve dinsel eylemlerin o dinle ilgili tasavvurlardan nasıl kaynaklandığını ve yanlış din anlayışlarının düzeltilmesine yönelik önerilerimizi sunmaya çalışacağız.
     Anahtar Kelimeler: Din, Algı, Düşünce, Eylem, Kavram.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot:
* Prof. Dr. Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Felsefesi Anabilim Dalı.
~~~~ * ~~~~

     İnsan yapıp-eden ve her daim aktif olan bir varlık olup, çeşitli hayat olayları ve kaygıları içinde bulunmaktadır. O yaşayabilmek için hayat olaylarında karşılaştığı durumlarla hesaplaşmak, onların içinden sıyrılıp çıkmak zorundadır. Bu da insanın aktif ve eylemde bulunan bir varlık olduğunun en temel göstergesidir. Ancak insanın eylemler gerçekleştirmesi onun değerleri duyan bir varlık olmasına dayanır. Eğer insan böyle bir varlık olmasaydı o zaman onun içinde bulunduğu durumlar, karşılaştığı olaylar arasında bocalaması, sallantıda kalması gerekirdi. Bu da insanın hayat karşısında, hayatın ürettiği problemlere cevap verememesine, şaşırıp kalmasına neden olurdu. Bunun içindir ki, her daim akış içinde bulunan insan hayatının eylemleri rastlantılara değil, yönü belli olan eylemlere, bunlar için gerekli olan kararlara dayanmaktadır. İnsan diğer canlılar gibi günü gününe yaşamaz. İnsanın hayatı, belli amaçların, hedeflerin ve planların gerçekleştirilmesine bağlıdır. Ancak insan, içinde bulunduğu hayat koşullarının hakkından rastgele eylemlerle gelemeyeceğinden, hayatın problemlerine cevap verebilecek eylemleri harekete geçirecek bir değer duygusuna da sahip olmak zorundadır.
     İşte insan bu değer duygusuna dayanarak, araç arayıp seçerek hareket etmekle isteklerini gerçekleştirebilmektedir. (1) İşte insanda var olan bu değer duygusu ona Rabbimiz tarafından verilmiş bir nimettir. İnsanda var olan bu değer duygusu onun kavramlarla düşünmesini gerekli kılmaktadır. Bu da demektir ki insan, eylemlerini sahip olduğu kavramlarla ortaya koymaktadır. Bilindiği gibi kavram, kavramak fiilinden gelip bir şeyin zihindeki tasavvuruna denir. Buna göre tasavvur nesne ya da şeylerin insan zihnindeki imajı olarak belirmektedir. Bu da tasavvurun, aklın kurucu öznesi, bir başka ifadeyle düşüncenin ana rahmi olduğunu göstermektedir. Terim de tasavvur edilen kavramın dil ile ifade edilmesidir. (2)
     Yani kavramlarla tasavvur ettiğimiz varlık alemi kendini dilde göstermekte (3), Heidegger’in ifadesiyle dil, varlığın meskeni olmaktadır (4). Dil ile ifade etme Kavramların eyleme dönüşmesi demektir. Ünlü filozof Hegel konuşmaların, insanlar arasındaki eylemler olduğunu söyler.
     Bu da insanın temelde iki eylemi olduğu anlamına gelir. Birincisi, kavramları dille ifade etme demek olan konuşma eylemi, ikincisi de bu kavramlara uygun olarak sergilediği yapıp etme eylemi. Yani insan tasavvur ettiği şeyi dil ile ifade etme eylemi yanında, onu yapıp etmelerinde de gösterir. Bu anlamda insanın sergilemiş olduğu eylemelerin, onun tasavvurlarıyla yakın bağlantısı vardır. O halde diyebiliriz ki, insan zihni doğru tasavvurlara yani doğru kavramlara sahipse sergilemiş olduğu eylemler doğru, yanlış tasavvurlara sahipse sergilemiş olduğu eylemler de yanlış olacaktır. “Konuyla ilgili olarak, Hz. Peygamber’in “ameller niyetlere göredir” hadisi de, tasavvur ile eylem arasındaki zorunlu ilişkinin varlığını göstermesi açısından son derece önemlidir.
 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Takiyettin Mengüşoğlu, İnsan Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1988, s.92, 97.
2) Ruhattin Yazoğlu, Tuncay İmamığlu, Klasik Mantık, Erzurum, 2015, s.24; Mustafa İslamoğlu, Kur’ani Hayat Yazıları, İstanbul, 2011, s.203.
3) Ruhattin Yazoğlu, “Dil-Kültür İlişkisi”, Muhafazakar Düşünce Dergisi, yıl.2, sayı. 5, Ankara, 2005, s.128.
4) Martin Heidegger, Özdeşlik ve Ayrım, çev. Necati Aça, Ankara, 1997, s.52.
~~~~ * ~~~~

      Verilen bu bilgilerin ışığında diyebiliriz ki, bilgilenme sürecinin başlangıç noktasını oluşturan tasavvur, insanın ölçme ve değerlendirmede kullandığı temel ilkelerin oluştuğu noktadır.  Bu yüzden Kur’an’ın insan düşüncesinde yaptığı ilk köklü devrim, onun tasavvurunu dönüştürmek olmuştur. Kur’an İnsanı inşa ederken işe onun kullandığı kavramlardan başlamış, insan hayatında bir özne, bir inşa edici görev üstlenmiştir. Kur’an’ın bu inşa hareketini dört aşamada gerçekleştirdiği görülmektedir: Kur’an kelime ve kavramlarıyla tasavvuru, önerme ve hükümleriyle aklı, Peygamber örnekleriyle kişiliği ve son olarak maksat ve ruhuyla da bütünüyle hayatı inşa etmiştir. (1)
     Burada şöyle bir yaklaşım tarzı sunmanın uygun olacağı kanaatindeyiz. Bilindiği gibi Kur’an’da Allah Hz Adem’e eşyanın isimlerini öğrettiğini beyan etmektedir. Bizim kanaatimize göre burada öğretilen eşyanın tamamının tek tek isimlerinden ziyade insanın varlık hakkında doğru tespitlerde bulunması ve eşyayı doğru tasavvur etmesidir. Eşyayı doğru tasavvur etme yeteneğini Yüce Rabbimizden öğrenen insan bununla kavramlar oluşturmuş ve bu kavramlara uygun eylemler sergilemiştir. Ancak zamanla bu doğru düşünce bozulunca bu bozuk tasavvuru düzeltmek için Rabbimiz peygamberler göndermiştir. Kanaatimizce gelen peygamberlerin yaptıkları zamanla yanlış yöne giden tasavvurları tekrar düzeltmek ve buna uygun eylemleri insanlara göstermektir.
     Nitekim Hz. Peygamber tebliğini yapmaya başlamadan önce Mekke toplumuna bakacak olursak, onların zihin dünyalarında Hz. İbrahim geleneğinden bazı unsurların var olduğunu ancak bu tasavvurların bozuk ve yanlış olmasından dolayı eylemlerinde de yanlışlıklar olduğunu görebiliriz. Örneğin İslam öncesi dönemde Kabe tavaf ediliyordu. Bu Hz. İbrahim geleneğinde var olan bir inançtı. Ancak tavaf yapılırken çıplak ve ıslık çalarak, el çırparak yapılıyordu. İşte Kur’an bu yanlış tasavvuru düzeltmiştir. Kabeyi tavaf aynen devam etmekle birlikte örtülü, el çırpmadan ve ıslık çalmadan yapılması sağlanmıştır. Yine putlara kurban kesiliyordu, Kur’an kurban kesme geleneğini aynen devam ettirmiş ancak bu konudaki yanlış tasavvuru ortadan kaldırmıştır. Kurbanın putlara değil Allah’a kesilmesi gerektiğini beyan etmiş, insanların zihin dünyalarındaki tasavvuru düzelterek eylemlerinde doğru yansımalarını öne çıkarmıştır.
     Kur’an’ın insan zihninde yaptığı köklü devrime çok daha güzel bir örnek Mekke toplumunun zihin dünyasında yaptığı dönüşümdür. Bilindiği gibi, Mekke toplumu Tanrı’nın varlığına inanmakla birlikte, Onun aşkın ve ulaşılmaz bir varlık olduğunu dolayısıyla O’nunla iletişim kurmanın yolunun aracı varlık yani putlar vasıtasıyla olabileceğini düşünüyordu. Mekke toplumunun zihin dünyasında var olan Tanrı tasavvuru O’nun insandan uzak ve aşkın bir varlık olduğu şeklinde idi. İşte Kur’an bu yanlış tanrı tasavvurundan işe başlamış, öncelikle Mekke toplumunun zihin dünyasında devrim yaparak onların inandıkları Tanrı tasavvurunu değiştirmiştir. Bu anlamda Kur’an’ın sunmuş olduğu Tanrı tasavvuru insana şah damarından çok daha yakın olan, onun yaptığı her türlü eylemden haberdar olan, kalbinde gizlediklerini bilen, dua ve yakarışlarına karşılık veren bir Tanrı tasavvurudur. Dolayısıyla Kur’an Mekki ayetleriyle önce insanların düşünce dünyasına müdahale ederek onların doğru tasavvurlara sahip olmasını sağlamıştır. Bu tasavvur inşasıyla doğru kavramları insan zihnine nakşeden Kur’an, ikinci aşamada bu kavramlarla oluşturduğu önermelerle insan aklına rehberlik ederek doğru sonuçlar çıkarmasına yardımcı olmuştur.
     Üçüncü aşamada ise Peygamber örnekliği ile insanın zihin dünyasında oluşturduğu bu kavram ve önermelerin eylemlerine yansımasını sağlamıştır. Medeni ayetlerin insanın ameli boyutuyla ilgili olması bunu göstermektedir. Bu aşamada insan sahip olduğu doğru kavramları eylem dünyasına yansıtmaya başlamıştır. Son aşamada ise tüm toplumsal hayatı dönüştürmüş ve sağlıklı bir toplum modeli ortaya koymuştur. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Mustafa İslamoğlu, a.g.e., s. 217.
~~~~ * ~~~~

     Dört aşamada gerçekleştirilen bu inşa faaliyetinde Kur’an insana dinamik bir uluhiyet anlayışı sağlamış, kazandırdığı bu anlayışla insanın da dinamik bir kişiliğe bürünmesini isteyerek, onu, tevekkül inancıyla çalışmaya teşvik etmiştir. Çünkü İslam’ın Allah’ı; çalışana emeğinin karşılığını adaletle veren, dualarını işitip icabet eden ilim ve irade sahibi aşkın bir güçtür. Kur’an insana böyle bir uluhiyet tasavvuru kazandırmakla onu, üzerine düşen tüm sorumlulukları yerine getiren, çalışan, eylemde bulunan ve tüm bunları yaptıktan sonra da Allah’a tevekkül eden bir aksiyon adamı olarak görmek istemektedir. Bunun içindir ki, bu doğru tasavvurla inşa edilmiş insanlar, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük fütuhatını yapmış, çok kısa bir zaman diliminde Doğuda Hindistan’a Batı’da İspanya’ya Kuzeyde ise Azerbaycan’a kadar uzanmışlardır. Müslümanların çalışma ve fedakarlıklarını motive eden bu büyük enerji, sahip oldukları doğru tasavvurdur.
     Onların oluşturduğu medeniyetin kurucu öznesi, temel dinamiği Kur’an olmuştur. Onların kendileri dışındaki toplumlara önderlik etmeleri ve o toplumları etkilemelerinin ana unsuru sahip oldukları tasavvur ve eylem ilişkisinin tutarlılığıdır. Ancak daha sonraki devirlerde Kur’an’ın inşa etmiş olduğu bu insanın yerini, tabiri caiz ise insanın inşa ettiği bir din almıştır. Yani fütuhat dönemlerinde kitabına uyulan bir din varken, sonraki dönemlerde kitabına uydurulan bir din tasavvuru inşa edilmiştir.
     Ünlü düşünür Erich Fromm’un ilginç bir tespitini burada paylaşmak istiyorum. Fromm derki, “her toplum kendine uygun karakteri yaratır” bu anlamada Fromm’a göre, İbrani ve Hıristiyan geleneklerinde peygamber dinlerinin temel konusu olan putperestlikle mücadele aynı zamanda narsizme karşı da bir mücadeledir. Putperestlikte insanın belli bir yanı mutlaklaştırılır ve bir puta dönüştürülür. İnsan daha sonra yabancılaşmış bir tarzda kendine tapmaya başlar. Önünde eğildiği, kutsadığı put, onun narsistçe tutkusunun nesnesidir. Halbuki der Fromm, tek tanrı görüşü narsizmin olumsuzlanmasıdır. Çünkü insan değil sadeece tanrı her yerde vardır ve her şeye kadirdir. Ancak tanımlanamaz ve anlatılamaz bir tanrı kavramının putperestliğin ve narsizmin olumsuzlanması olmasına karşın, Tanrı da zaman geçmeden tekrar bir put olmuş, insan narsistçe bir yoldan kendini tanrıyla özdeşleştirmiş ve böylece tanrı kavramının başlangıçtaki işlevinin tersine din de grup narsizminin bir dışa vurumu olmuştur. (1)
     Aynı şekilde tek tanrılı dinlerin ilk ortaya çıktıkları dönemlerde, onların sunmuş oldukları tanrı tasavvuru mükemmeldir. Ancak sonradan insanlar ya kendilerinde bulunan bir takım özellikleri Tanrıya atfederek onu antropomorfik bir varlığa dönüştürmüşler ya da onu tamamıyla aşkın, dünyadan bütünüyle bağımsız addederek kendilerinden uzaklaştırmışlardır. Bu şekilde tek tanrılı dinlerin uluhiyet anlayışları bozulmuş, bu bozuk tanrı tasavvurları da insanların eylemlerinde yansımasını bulmuştur.
     İşte İslam dünyasının eski ihtişamını kaybettiği sonraki dönemlerde durum buna benzemektedir. Kitabına uyulan bir din değil kitabına uydurulan bir din. Çünkü yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, İslam’da Allah çalışanın emeğinin karşılığını kat be kat veren bir mutlak varlık olarak sunulurken, sonraki anlayış adeta bu tasavvuru tersine çevirmiş, Allah çalışana emeğinin karşılığını adaletle veren olarak değil de, tembellik eden Müslümanın yerine sanki kendisi çalışan olarak düşünülmeye başlanmıştır. Böyle bir anlayış ise İslam dünyasının üzerine çökmüş en büyük felakettir.
     O halde bu gün yapılması gereken şey, insanların sahip oldukları tasavvurları tartışmadan, yaptıkları eylemleri ele almanın yetersizliğinin bilincinde olup, yanlış tasavvuru düzeltmeden eylemleri düzeltmeye kalkışmanın boşa harcanmış bir emek olduğunu bilip ona göre bir çaba içine girmektir.
    Örneğin, hayat ve ölüm, iyi ve kötü, adalet ve zulüm, kazanç ve kayıp, değerli ve değersiz, kalıcı ve geçici, tevekkül vb kavramlar, hayatı yönlendiren koordinatlar olduğu için bu koordinatların yanlış verilmesi, hayatı yanlış bir noktaya doğru götürecektir. Vahyin insan bilincini inşa etmeye dönük tüm çabası, insan hayatının koordinatlarını belirleyen bu kavramların içini doğru anlamlarla doldurmaktır. Nitekim, tasavvur atlanarak, eyleme yapılmış her düzeltme çabası sonuçsuz kalacaktır. Çünkü yanlış tasavvur ilk fırsatta aklı ve eylemi de kendisine uyduracak, düzeltilmiş eylemi, tekrar eski haline döndürecektir. (2) Örneğin İslam dünyasında ortaya çıkan yanlış tevekkül anlayışı, İslam’ın uluhiyet anlayışında paralel bir değişikliğin ortaya çıkmasına neden olmuş, tevekküle yanlış anlamlar yüklendiği için Müslümanlar, çalışmadan çalışanların gelebildiği seviyeye ulaşmayı, bilgili olmadan bilgili olanlarla eşit noktada olmayı ister hale gelmişlerdir. Böylece insanı çalışan olarak değil, Allah’ı, insanın yerine çalışan olarak düşünmeye başlamışlardır.
     Böyle olunca da kendisinin çalışmasına gayret etmesine gerek kalmamakta ve her işi Allah onun yerine yapmaktadır. Böyle bir uluhiyet ve tevekkül anlayışında ise insan Kur’an’ın muhatabı değil haşa sanki Kuran’ın muhatabı Allah’mış gibi bir algı ortaya çıkmakta Allah-insan ilişkisi ters çevrilmektedir. Oysa Allah’ın çalışmaya ihtiyacı olmamakla birlikte O her an yeni bir işte olduğunu söyleyerek insanların da çalışmasını istemektedir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Erich Fromm, Sevgi ve Şiddetin Kaynağı, çev. Selçuk Budak, Öteki Yayınevi, Ankara, 1995, s.89.
2) İslamoğlu, a.g.e., s.205-209.
~~~~ * ~~~~

     Pakistan’ın manevi kurucusu olan Muhammed İkbal Müslümanların dinamik uluhiyet ve dinamik insan anlayışlarını kaybetmelerini Yunan felsefesinin, özellikle de Platonun etkisine bağlamaktadır. İkbal’e göre Tanrı bu dünyayı yaratmış ve onunla bağlantısını devam ettirmektedir. Dolayısıyla Platon düşüncesinde Tanrı pasif bir konuma itilmiş, bu da dünyaya değer vermenin önemli olmadığı şeklinde bir tasavvurun ortaya çıkmasına neden olmuştur. (1) Platon’un “atı, akıl karanlığında kaybolmuş ve nalını vücut dağında bırakmıştır” diyen İkbal, onun varlık hengamesini inkar ettiğine ve görünmeyen dünyanın teorisyeni olduğuna işaret etmektedir. (2) Ona göre Platon’un ilk dönem düşünürler üzerinde bırakmış olduğu etki, Müslümanların gözlerini karartmış ve onların bu dünyaya yönelik faaliyetlerine darbe vurmuştur.
     Bilindiği gibi Platon, gerçek alemin ideler alemi olduğunu, bu dünyanın ise bir gölgeden ibaret bulunduğunu belirterek, önemli olanın ideler alemine yönelik faaliyette bulunmak olduğunu ifade etmiştir. Bu yaklaşım tarzı da görünen bu dünyayı ikinci plana itmiştir. Müslüman dünyaya bu etkinin olması Müslümanların da dünyayı öteleyerek, gerçek olanın ahiret olduğunu dolayısıyla onu kazanmanın daha yerinde olacağı şeklinde bir anlayışın yaygınlaşmasına neden olmuş, bu da Müslümanları geri bırakmıştır. Oysa Allah Kur’an’da bal arısından tutun da bir sineğe varıncaya kadar verdiği örneklerde bu dünyanın önemine vurgu yapmaktadır. Kur’an’ı Kerim gözle görülür, elle tutulur gerçeklere ağırlık veren bir ruh taşırken, Yunan felsefesi hayal ve faraziyelere dayanır ve gerçeklere göz yumar. Onun için der İkbal, bu tür çabalar eninde sonunda başarısız olmaya mahkumdur. Bu yüzden İkbal’e göre daha sonraki zamanlarda Yunan felsefesine karşı zihni ve ilmi bir isyan başlamış ve bu her alanda hissedilmiştir. (3)
     İslam dünyasında statikliğin oluşumuna ahiretin ebediliğini, dünyanın geçiciliğini vurgulayan ayetlerin, dünyanın tamamen önemsiz olduğu şeklinde yorumlanmasının payı da oldukça büyüktür. Böyle bir yorum, dünyanın terk edilmesi gerektiği gibi bir yanlış tasavvura yol açmış Müslümanları dünya karşısında pasif bir konuma getirmiştir. Oysa dünya ve ahiretin bir denge içinde var olduklarını, birinin bir diğeri için feda edilmesinin yanlış olacağı şeklindeki tasavvur daha önceki zamanlarda Müslümanların ortaya koydukları başarıda kendisini göstermektedir.
     Sonuç olarak diyebiliriz ki, tasavvurun insan eylemlerini belirlemede ana unsur olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, gerek İslam gerekse Batı dünyasında sosyal, siyasal ve ekonomik hayatın şekillenmesi sahip olunan tasavvurun bir sonucudur. İslam dünyasında başlangıçta var olan doğru tasavvurların ortaya çıkardığı olumlu durum, daha sonraki zamanlarda bu tasavvurların dönüştürülmesiyle olumsuz bir havaya bürünmüştür. Batı dünyasında ise Aydınlanma süreciyle birlikte akla çok farklı bir anlam yüklenmiş, daha önceki zamanlarda bir araç olarak tasavvur edilen akıl, amaç haline getirilmiştir. Aklın bu şekilde tasavvur edilmesi, bu kültürde var olan manevi her şeyi ortadan kaldırmış, seküler ve paragmatist bir dünya görüşünün ortaya çıkmasına neden olmuştur. Gerek İslam gerekse Batı dünyasında var olan bu anlayışın her ikisi de kanaatimize göre kaygı vericidir. İslam dünyasında bizce yanlış olan, kavramların yanlış içeriklerle doldurulması ve bunun sosyal hayatta çıkardığı olumsuz durumdur. Burada yapılması gereken şey, İslam dünyasındaki bu yanlış algılayış biçimini düzeltmek, kavramların anlamlarını yeniden gündeme almaktır. Batı düşüncesinde ise bu kavramları dışlama yerine onları yeniden gündeme almak ve doğru yaklaşımlarla onları yeniden ıslah etmektir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Muhammed İkbal’in dinamik Tanrı anlayışıyla ilgili bu düşünceler Batı düşüncesinin önemli bir siması olan Alfred North Whitehead’ın görüşleriyle benzerlik arz etmektedir. Bu konuyla ilgili bkz, Ruhattin Yazoğlu, “Süreç Teolojisinde Kötülük Sorunu”, EKEV Akademi Dergisi, yıl. 10, sayı.29, 2006, s.135 vd.
2) Muhammed İkbal, Benlik ve Toplum, Çev. Ali Yüksel, Eksen Yayıncılık, İstanbul, 1990, s.47.
3) Muhammed İkbal, İslamda Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu, çev.Ahmet Asrar, İstanbul, tarihsiz, s.176 vd. 
~~~~ * ~~~~
 
bus

Hiç yorum yok:

02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...