2 Aralık 2021 Perşembe

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ✿ Âl-i İmrân Suresi 92, 93, 94 ve 95. Ayet-i Kerimelerin Meal ve Tefsirleri

Âl-i İmrân Suresi
92, 93, 94 ve 95. Ayet-i Kerimelerin
Meal ve Tefsirleri

  • Âl-i İmrân Suresi 92. Ayet-i Kerimenin Meali:
     "Allah yolunda sevdiğiniz şeylerden harcamadıkça iyiliğe asla eremezsiniz. Ne harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir."
  • Âl-i İmrân Suresi 92. Ayet-i Kerimenin Tefsiri:
     “İyilik” diye çevirdiğimiz birr kelimesi ayrıca “erdemlilik, ihsan, çok iyi ve hayırlı” gibi anlamlara gelir. Kur’an terimi olarak birr, “kişiyi Allah’a yaklaştıran iman, ibadet ve ahlâk ile en doğru ve en güzel hayatı yaşamak” mânasına geldiği gibi (bk. Bakara 2/177) “Allah’ın rızâsı, rahmeti ve cenneti” şeklinde de yorumlanmıştır. Râzî bunu, “saygı ifade eden bütün davranışları, itaatleri ve insanı Allah’a yaklaştıran hayırlı işleri içine alan bir kelime” olarak değerlendirmiştir (V, 37). Kur’an-ı Kerîm’in en geniş kapsamlı kavramlarından olan birr, “Allah’a karşı saygılı olma” anlamına gelen takvâ kelimesiyle paralel ve ona yakın bir mâna ifade etmekte, günah anlamına gelen ism ve kötülük anlamına gelen fücûrun karşıtı olarak kullanılmaktadır (krş. Bakara 2/177; Mâide 5/2; İnfitâr 82/13-14). Birr ile takvâ arasındaki bu yakınlık Kur’an’da çeşitli vesilelerle ifade edilmiştir. Nitekim Bakara sûresinin 189. âyetinde birrin takvâ sahibi insana özgü bir fazilet olduğu bildirilerek, Mâide sûresinin 2. âyetinde de “Birr ve takvâ hususunda yardımlaşınız” buyurularak bu iki fazilet arasındaki yakınlık vurgulanmaktadır. Ancak bazı âlimler birri “bütün hayırların en tam şekli” takvâyı ise “bütün şerlerin terkedilmesi ve bir daha yapılmaması” şeklinde tanımlayarak bu iki terim arasındaki farka dikkat çekerken, bazıları bunları birbirini tamamlayan ahlâkî faziletler olarak değerlendirmişlerdir (bk. Ali Toksarı, “Birr”, DİA, VI, 205). Allah’ın rızâsına, cennetine lutuf ve inâyetine ulaşabilmenin şartlarından biri de kişinin sahip olduğu ve sevip bağlandığı nimetleri Allah yolunda kullanmasıdır. Kişi ancak bu takdirde iyiliğe, yani erdemliliğe, ihsan ve sevaba erer, cennete girmeye hak kazanır. Bu sebeple “iman dinin başlangıcı, iyilik (birr) de gayesi” olarak nitelendirilmiştir. Yine bazı âlimler bu konuda şöyle bir açıklama yapmışlardır: “Din iki esastan ibarettir: Allah’ı birlemek ve hayra ulaşma” (Elmalılı, II, 1146; birr hakkında bilgi için ayrıca bk. Bakara 2/177).
     Müfessirler kişinin sevdiği şeyleri “servet, mevki, ilim ve beden kuvveti gibi maddî ve mânevî imkânlar” şeklinde yorumlamışlardır. Âyet-i kerîme, sadaka veya Allah yolunda yapılan diğer harcamaların işe yarar, kıymetli şeylerden yapılmasının gereğine işaret etmekte, aksi takdirde yapılan harcamada hedeflenen gayeye ulaşılamayacağını bildirmektedir. Bu tür sosyal harcamalarda verilen şey, bireyin veya toplumun bir ihtiyacını karşılayacak ve onu sıkıntıdan kurtaracak mahiyette olmalıdır. Âyetten, insanın tiksinerek alabileceği şeyleri sadaka veya zekât olarak vermenin insanların hoşuna gitmediği gibi Allah’ın da hoşuna gitmeyeceği ve böyle bir harcamaya sevap verilmeyeceği anlaşılmaktadır. Nitekim bu durum Bakara sûresinin 177 ve 267. âyetlerinde açıkça ifade buyurulmuştur.
     Bu tür sosyal harcamalar, kişiyi cimrilik hastalığından kurtarır ve ona kendisini Allah ve insanlar katında yüceltecek cömertlik vasfını kazandırır. Sahâbîler buna çok önem vermiş ve en çok sevdikleri mallarını Allah yolunda harcamaktan geri durmamışlardır. Meselâ bu âyet indiği zaman ensarın en zengini olan Ebû Talha, Mescid-i Nebevî’nin karşısında bulunan en çok sevdiği Beyruhâ adındaki bahçesini Allah yolunda infak etmek istemiş, Hz. Peygamber bu davranışından dolayı onu överek “gerçekte kazandıran malın bu mal olduğu”nu belirttikten sonra ona bahçesini akrabaları arasında taksim etmesi tavsiyesinde bulunmuş; o da bu tavsiyeyi yerine getirmiştir (Buhârî, “Zekât”, 44). Hz. Ömer de en iyi malının Hayber’deki hissesi olduğunu söyleyerek onu Allah yolunda harcamak için ne yapması gerektiğini Hz. Peygamber’e sormuş, o da “Aslını tut, meyvesini sadaka ver” buyurmuştur. Bunun üzerine Hz. Ömer, geliri gereken yerlere harcanmak üzere o bağı vakfetmiştir (Buhârî, “Şürût”, 19). Bu tür davranışlar sahâbe döneminde çokça yaşanmıştır.
     Âyette aynı zamanda, gösteriş için bazı davranışlarda bulunmak suretiyle kendilerini dindar olarak tanıtmak isteyen yahudiler uyarılmakta, fazilet ve iyilik hakkındaki kanaatlerinin yanlış olduğu vurgulanmakta ve doğru olanın Allah’ı sevip O’nun emir ve yasaklarını her şeyden üstün tutarak yaşamak olduğu bildirilmektedir. Kişi herhangi bir şeyi Allah’tan daha çok seviyor ve onu Allah yolunda feda edemiyorsa onun iyiliğe ve erdemliliğe (birr) ulaşması mümkün değildir.

  • Âl-i İmrân Suresi 93. Ayet-i Kerimenin Meali:
     "Tevrat indirilmeden önce, İsrâil’in kendisine haram kıldıkları dışında, yiyeceklerin her türlüsü İsrâiloğulları’na helâl idi. De ki: “Doğru söylüyorsanız Tevrat’ı getirip okuyun!”
  • Âl-i İmrân Suresi 94. Ayet-i Kerimenin Meali:
     "Artık bundan sonra kim Allah hakkında yalan uydurursa işte onlar zalimlerin ta kendileridir."

  • Âl-i İmrân Suresi 92. ve 93 Ayet-i Kerimelerin Tefsiri:
     Hz. Ya‘kub’un diğer adı İsrâil’dir (İsrâil ve İsrâiloğulları hakkında bilgi için bk. Bakara 2/40). Tefsirlerdeki çeşitli rivayetlerden anlaşıldığına göre Ya‘kub aleyhisselâm ağır bir hastalığa yakalanınca doktorların tavsiyeleriyle veya kendi tecrübesi neticesinde deve etini ve sütünü kendisine yasaklamıştı. Daha sonra gelenler ise bunları büsbütün kendilerine haram saymışlardı. İşte âyette İsrâil’in kendi tercihiyle kendisine haram kıldığı bildirilen yiyecek bu olmalıdır (Elmalılı, II, 1148). İsrâiloğulları, Tevrat ininceye kadar Hz. İbrâhim’in şeriatıyla yaşıyorlardı ve yüce Allah bu şeriatta temiz yiyeceklerin hiçbirini haram kılmamıştı. Daha sonra yahudilerin, insanları Allah yolundan alıkoymaları ve birtakım haksızca ve edepsizce davranışları yüzünden –ceza olarak– birçok temiz yiyecek Tevrat’ta kendilerine haram kılınmıştır. Bu durum Kur’an-ı Kerîm’de anlatılınca (meselâ bk. Nisâ 4/160; En‘âm 6/146) yahudiler bunu reddetmişler ve bu âyetlerde haram kılındığı bildirilen yiyeceklerin, Hz. Mûsâ’dan önceki peygamberler zamanında da haram olduğunu iddia etmişlerdir. Oysa bu yiyecekleri Hz. Mûsâ’ya indirilmiş olan Tevrat haram kılmıştır. Bu âyetler yahudilerin söz konusu iddialarının asılsız olduğunu ortaya koymuştur (Şevkânî, I, 401-402).
     Muhammed Abduh âyeti daha farklı açıdan ele almaktadır. Ona göre âyette anlatılan İsrâil’den maksat Hz. Ya‘kub’un kendisi değil İsrâil halkıdır. Nitekim kendileri İsrâil ismini bu anlamda kullanırlar. Halkın bu yiyecekleri kendilerine haram kılmasından maksat da haram kılınmasına sebep olacak kötülükleri işlemiş olmalarıdır. Daha önce bütün yiyecekler İsrâiloğulları’na helâldi. Sonra işledikleri kötülüklerden dolayı yüce Allah İsrâiloğulları’nı cezalandırmak ve terbiye etmek için bazı temiz yiyecekleri Tevrat’ta onlara haram kıldı. Nitekim Nisâ sûresinin 160. âyetinde “Yahudilerin zulmü sebebiyle kendilerine daha önce helâl kılınmış bulunan temiz şeyleri onlara haram kıldık” buyurulmaktadır (Reşîd Rızâ, IV, 3).
     Allah geçmişte bazı kavimlerin işledikleri kötülükler sebebiyle ceza olarak veya insanları imtihan etmek maksadıyla daha önce helâl olan bazı şeyleri onlara haram kılmıştır. Bu cümleden olarak yahudilerin yaptıkları haksızlıklar, insanları Allah yolundan alıkoymaları, faiz ve benzeri konulardaki bazı yasakları çiğnemeleri yüzünden, önceden mubah olan bazı yiyecekler konusunda –onlara mahsus olmak üzere– bazı yasaklar konmuştur (bk. En ‘âm 6/146). Hz. Peygamber dönemindeki yahudiler, ilâhî kitaplar arasında neshin söz konusu olmadığını, dolayısıyla yiyeceklerle ilgili bu şekilde yeni bir yasaklamadan söz edilemeyeceğini ileri sürmüşler; böylece Hz. Peygamber’in de yalancı olduğunu ispatlamak istemişlerse de âyet son derece açık olup Tevrat’ı da şahit tutmaktadır. Nitekim bu yasaklarla ilgili Tevrat’taki âyetlerin üslûbundan da söz konusu yasakların Hz. Mûsâ zamanında başlatıldığı anlaşılmaktadır (bk. Levililer, 3/17; Tesniye, 14/7 vd.).
     Yahudiler iddialarında ısrar edince yüce Allah, “De ki: Doğru söylüyorsanız Tevrat’ı getirip okuyun!” buyurmuş, böylece onlar da susmak zorunda kalmışlardır. Çünkü Tevrat’ta bu yiyeceklerin önceki peygamberler zamanında haram kılındığına dair herhangi bir delil yoktur. Gerçeğin açıkça ortaya çıkmasına rağmen hâlâ bâtıl ve haksız bir iddiada inat eden yahudileri yüce Allah 94. âyette “Allah’a karşı iftiracılar ve zalimlerin kendileri” olarak nitelemiştir.

  • Âl-i İmrân Suresi 95. Ayet-i Kerimenin Meali:
     "De ki: “Allah doğruyu söylemiştir. Öyle ise, Hanîf olan İbrâhim’in dinine uyunuz. O müşriklerden değildi.”
  • Âl-i İmrân Suresi 95. Ayet-i Kerimenin Tefsiri:
     “Allah doğruyu söylemiştir” ifadesi, Kur’an’da anlatılanların Hz. Muhammed’in sözü olmayıp Allah kelâmı olduğuna ve yahudilerin yalan söylediklerine işaret eder. Çünkü birbirine zıt iki haberden biri doğru ise diğeri mutlaka yalandır. Dolayısıyla burada Allah’ın doğru söylediği bildirilince yahudilerin yalan söyledikleri kendiliğinden ortaya çıkmış olmaktadır.
     “İbrâhim’in dini” diye çevrilen “milletü İbrâhîm” tamlaması, Hz. İbrâhim’e bildirilmiş olan ve bütün peygamberler tarafından benimsenip tebliğ edilmiş bulunan ilâhî ve değişmez ilkeleri, mesajları, topyekün bir inanç sistemini ifade eder. Bu da Hz. Muhammed’in yeni bir din uydurmadığı, aksine ona vahyedilen Kur’an’ın bütün hak dinlerde var olduğu halde unutulmuş veya tahrif edilmiş bulunan evrensel ilkeleri içerdiği ve bu bakımdan onun geçmiş peygamberlerin bir devamı olduğu fikrini vurgular. Nitekim Bakara sûresinin 135. âyetinde müslümanlara hitap edilerek “Biz hanîf olan İbrâhim’in dinine uyarız” demeleri emredildiği gibi burada da “Hanîf olan İbrâhim’in dinine uyunuz” buyurularak, Hz. Muhammed’in getirdiği din ile Hz. İbrâhim’in getirdiği din arasında temelde bir fark bulunmadığı, bunların aynı ilâhî gerçekleri içerdiği belirtilmektedir (hanîf kelimesinin anlamı için bk. Bakara 2/135).
     “O, müşriklerden değildi” meâlindeki cümle ise Hz. İbrâhim’in Allah’tan başka hiçbir şeye tapmadığını, şirk kuşkusu taşıyan her türlü sapkın görüşten uzak, Allah’ın birliğine inanan ve yalnız O’na kulluk eden yüce bir peygamber olduğunu ifade etmekte, dolaylı olarak yahudilerin şirk sayılabilecek inançlar taşıdıklarına işaret etmektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 629-634



Hiç yorum yok:

02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...