Tefsir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tefsir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Temmuz 2021 Perşembe

TEFSİR / İşari Tefsirde "Yorum-Algı" Problemi ve Pratik Sonuçları Üzerine / Sayfa: 335 - 351

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 335 - 351
TEFSİR
İşari Tefsirde
"Yorum-Algı" Problemi ve
Pratik Sonuçları Üzerine
Yunus Emre GÖRDÜK *


     Malum olduğu üzere tefsir, genel anlamda Kur’ân âyetlerini açıklama ve yorumlama faaliyetidir. (1) Bir açıdan, söz konusu açıklama faaliyeti esnasında işin içine giren dolaylı her bir unsur zamanla tefsir cümlesinden sayılmıştır. Daha spesifik ikinci bir perspektifle tefsir faaliyeti, âyetlerin nüzûl ettiği zaman ve mekânda ne anlama geldiğini, muhataplarına ne ifade ettiğini ve onlar tarafından nasıl anlaşıldığını tespit etme ameliyesiyle sınırlı bir alandır. Zira Allah’ın Kur’ân’da kastettiği mâna, yorumcunun zihnine veya kalbine doğan mâna değil, ilk muhatapların idrakine yansıyan mânadır. Bu aslî ve tarihî mânanın ne olduğu da ancak nakil ve rivâyet yoluyla bilinebilir. Yani tefsir, merviyyâtın sıhhat ve sağlamlığı nisbetinde nesnel ve objektiftir. (2) Bu sebeple hakiki tefsir, Allah ve Resûlü’nün beyânı ile yapılandır; rivâyete muhtaçtır ve tevkîfidir. (3) Bu meyanda, erken dönem İslam ilim geleneğinde ulemanın, Kur’ân âyetlerinin şerh ve izahlarında temel bir ayrıma gittikleri görülmektedir. Söz konusu ayrıma göre, sahâbeye ait görüş ve yorumlar “tefsir”, sonraki kuşaklara ait görüş ve yorumlar ise “te’vîl” diye nitelendirilmiştir. Bu kategorik ayrıma göre tefsir, “Allah bu âyette şu mânayı kastetti.” demekle eşdeğerdir. Çünkü sahâbîler, Hz. Peygamber’le birlikte vahyin nüzûl ortamına tanıklık etmişler ve bu tanıklık sayesinde âyetlerin ne zaman, nerede, kim ve ne hakkında nâzil olduğu bilgisini edinmişlerdir. Dolayısıyla âlimlerin Kur’ân âyetleriyle ilgili görüş ve yorumlarının tamamı, doğruluk ve yanlışlık ihtimaline açık olması hasebiyle “te’vîl” kategorisine dâhildir. (4)
     Tefsir ve te’vîl kelimeleri zaman içinde birbirlerinin yerine kullanılmış (5) olsalar da ikisi arasında şu farkların olduğuna dikkat çekilmiştir: Tefsirde kesinlik, te’vîlde ihtimaller söz konusudur. Tefsir lafızlarda, te’vil ise mânada olur. Tefsir rivâyetle, te’vîl ise dirâyetle ilgilidir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
* Doç. Dr., Balıkesir Ü. İlahiyat Fak. Temel İslam Bilimleri Böl. Tefsir ABD.
1) Detaylı bilgi için bkz. Birışık, Abdülhamit, “Tefsir”, DİA, Ankara 2011, XL, 281-290.
2) Öztürk, Mustafa, Tefsirin Halleri, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2013, s. 12.
3) Cerrahoğlu, İsmail, Tefsîr Tarihi, Fecr Yayınları, Ankara 2010, s. 20.
4) Öztürk, Tefsirin Halleri, s. 11-12.
5) Örneğin İbn Kuteybe (v. 276/889) ve Taberî (v. 310/922) telif ettikleri eserlere “tefsîr” değil “te’vîl” demişlerdir, ancak onların kullandığı bu kelimenin tefsirin müteradifi olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. (Bkz.ez-Zürkânî, Muhammed Abdülazîm, Menâhilü’l-İrfan, Darü’l-Hadîs, Kahire 2001, II, 5; Yavuz, Yusuf Şevki, “Te’vîl”, DİA, 2012, XLI, 27.) Mâturîdî (v. 333/944) ise kendi eserine “te’vîl” derken bunu “tefsir”den ayırmıştır. (Bkz. Karataş, Ali, İmam Mâturîdî-Kur’ân’ı Kur’ân’la Te’vîl, Yesevî Yayıncılık, İstanbul 2014, s. 83-102.)
~~~~ * ~~~~

     Tefsir Kur’ân âyetlerini anlama ve mânalarını açıklama demektir; bu merhalede rivâyet unsurları kullanılır. Te’vîl ise, âyetlerdeki kapalılık ve müşkili giderme, âyeti doğru anlama, âyetten bir takım hükümler, incelikler, hakikatler, işâretler çıkarma demektir; bu merhalede ise dirâyet devreye girer.
     Tefsirde sadece bir vecih vardır, te’vîl ise çok vecihleri içerir. Tefsir, lafzın taşıdığı zâhirî mânayı, te’vîl ise bâtınî mânayı beyan eder. Te’vîlde Allah’ı şahit göstermek yoktur. Zira te’vîl eden, “Allah, bununla şu mânayı kastetmiştir.” dememektedir. (1)
     Çizmeye çalıştığımız bu çerçeve zımnında, “Âyetlerle ilgili işârî açıklamalar yapmanın tefsir ilminde yeri nedir?” sorusuna verilecek iki farklı cevap bulunmaktadır. Kur’ân âyetlerine dair çeşitli izah, te’vîl ve yorum çabalarının genel anlamda “tefsir” cümlesinden addedildiği bakış açısına göre, işârî açıklamalar da tefsirin şümulüne girecektir. Ancak tefsir-te’vîl ayrımında belirtildiği üzere eğer “tefsir”, Allah’ın muradına dair bir kesinlik ifade edecekse bu tür işârî izahların tefsir sayılması mümkün görünmemektedir. Nitekim müfessirin işârî yöntemle yaptığı izahlar kendi sübjektif anlayışından ve okuduğu ayet/ler/in ona hissettirdiği bir takım duygu, düşünce, kanaat ve kıyaslardan ibarettir. Ayrıca bu tür izahlar, orijinal/otantik anlamı tespit etme hedefine yönelik de değildir. Haddizâtında bu açıdan bakılınca tefsir çeşitlerinden sayılan “bilimsel tefsir”, “sosyolojik tefsir”, “edebî tefsir” gibi dirayet tefsiri çatısı altında yer verilen alt dalların da tefsirden ziyâde te’vîl/yorum diye anılmasının daha uygun olacağı görülmektedir. Nitekim bu tür çalışmaları oluşturan izahlar cümlesinin de ilk nüzûl ortamındaki murad-ı ilâhîyi yansıtma çabasından ziyade müfessirlerin kendi zamanlarının ruhu ve vizyonuyla Kur’ân’a yönelmelerinin birer sonucu olduğu izahtan vârestedir.
     Meselenin ana hatları bu şekilde belirlendiği zaman, tefsir tarihi ve usûlü ile ilgili Türkçe eserlerde “işârî tefsir” (2) Arapça kaynaklarda ise اإلشاري التفسير" (3)" veya التفسير الصوفي” (4)  şeklinde tanımlanan izah yönteminin “tefsir”den ziyade “te’vîl/yorum” olarak tarif edilmesinin daha uygun olduğu anlaşılmaktadır. Zira bu tür izahlar, kat’î metinler olan Kur’ân âyetlerindeki bir takım işâretlere dayandırılan zannî yorumlardan ibârettir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bkz. Karataş, İmam Mâturîdî, s. 80-82.
2) Bkz. Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, s. 432-452; Ateş, Süleyman, İşârî Tefsir Okulu, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1998;Demirci, Muhsin, Tefsir Tarihi, İFAV, İstanbul 2006, s. 210-220; a. mlf., Tefsir Terimleri Sözlüğü, İFAV, İstanbul 2011, s. 136-137; Polat, Fethi Ahmet, “Dirayet Ağırlıklı Tefsirler”, Tefsir El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara 2015, s. 204-206; Gördük, Tarihsel ve Metodolojik Açıdan İşârî Tefsir.
3) Bkz. ez-Zürkânî, Menâhil, II, 11, 68, 78-84; ez-Zehebî, Muhammed Hüseyin, et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, Mektebetü Vehbe, Kâhire trz., I, 256-305; Subhî es-Sâlih, Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, Dâru’l-İlm, Beyrut 2000,s. 296; Mennâ‘ b. Halîl el-Kattân, Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, Mektebetü’l-Maârif, Riyad 2000, s. 367-369, 406; el-Cürmî, İbrahim Muhammed, Mu‘cemu Ulûmi’l-Kur’ân, Dârü’l-Kalem, Dımaşk 2001, s. 98-99.
4) ez-Zehebî, et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, II, 251-261; Münî‘ b. Abdülhalim el-Mahmud, Menâhicü’lMüfessirîn, Dârü’l-Kütübi’l-Mısrî, Kâhire 2000, s. 33-37, 267; Ebû Abdillah Ğânim b. Kudûrî, Muhâdarât fî ‘Ulûmi’l-Kur’ân, Dâru Ammâr, Amman 2003, s. 206-207; er-Rûmî, Fehd b. Abdirrahman b. Süleyman, İtticâhâtu’t-Tefsîr fî’l-Karni’r-Râbî‘ Aşer, Riyâsetu İdârâti’l-Buhûsi’l-İlmiyye, Suudi Arabistan 1986, I, 366-368.
~~~~ * ~~~~

     Murad-ı ilâhîyi değil, muhatabın sübjektif dünyasını; hissettiği bazı duygu, düşünce ve yorumları ifade etmektedir. (1) Bununla birlikte, nasıl isimlendirilmesi gerektiği konusundaki teknik detayın ötesinde işârî tefsir erbabının, yaptıkları faaliyeti nasıl tarif ettikleri önem arz etmektedir.
     Genel kabule göre “İşârî tefsir/yorum”, kalbe doğan ilham ve sezgi ışığında âyetlerin izah edilmesi faaliyetinden ibarettir. (2) O halde bu tür yorumlar elbette ki katiyet ifade eden ve bağlayıcı özelliği olan yorumlar değildir. Zira kat’î ve bağlayıcı hükümlerin sarîh, açık ve herkesçe anlaşılır olması, Kur’ân’ın hikmetli bir Kitap (3) oluşunun gereğidir. (4) O halde âyeti, zâhir anlamı dışında bazı mânalar (işâretler) hamlederek açıklayan müfessir, zâhir anlamı inkâr etmediği gibi kendi sübjektif yorumunun mutlak doğru olduğu iddiasında da değildir (olmamalıdır). (5) Durum genel itibariyle böyle olduğu halde, zahir anlamın yanı sıra işârî anlamın varsayılması; hem “Bir lafzın neden iki anlamı olsun?” şeklindeki itirazı hem de işârî tefsir erbabı olan zevâtın, âyetlerin zâhirî/sarîh anlamlarını inkâr ettikleri şeklindeki bir ithamı beraberinde getirmiştir. Yani yapılan bir takım işârî yorumlar, muhataplarında doğrudan veya dolaylı algı sorunlarına yol açmıştır.
     Tebliğde iki başlık altında iki ana eksene temas edilecektir. Bunların ilki “Kur’ân âyetlerinin işârî anlamı olabilir mi?”, ikincisi ise “İşârî tefsir/yorum zâhir anlamın inkârını gerektirir mi?” şeklindeki sorulara cevap niteliğinde olacaktır.

     I) Kur’ân Âyetlerinin İşârî Anlamı Olabilir mi?
     “Bir âyetin bir tek anlamı olur, birden fazla anlamı olmaz!” veyahut “Zâhir anlam yanında bâtınî (6) /işârî anlamlar olamaz!” şeklindeki itirazın, kendi içinde mantıksal bir bütünlüğü bulunmaktadır. Bunu şöyle özetlemek mümkündür:
     Allah Kur’ân’ı hidayet rehberi olarak göndermiştir. Sahâbe, kendilerine tebliğ edilen vahyi genel itibariyle anlamış, anlayamadıkları noktalarda ise yine onun mübelliği olan Hz. Peygamber’in açıklamalarıyla aydınlanmıştır. Sahâbenin öğrencileri olan tâbiûn ile de Kur’ân tefsirine dair çeşitli rivâyetler sonraki nesillere aktarılmış, bu arada âyetlerin ne ifade ettiği tefsir sahasında telif edilen binlerce eserle günümüze kadar ulaşmıştır. (7) Şimdi, Allah kelâmı olan bir âyete, kişi eğer kendi sübjektif tecrübesine göre çeşitli anlamlar yüklerse, âyete bir nevi “istediği şeyi söyletmiş” olacaktır. Bu ise kabul edilebilir değildir. Öte yandan eğer bir âyetin, farklı okuyuculara farklı şeyler söylediği var sayılırsa, bu o âyetin aslında net hiç bir şey söylemediği anlamına gelecektir. Net konuşmayan bir vahiy metninin hidayet rehberi olabilmesi ise mümkün değildir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Gördük, Tarihsel ve Metodolojik Açıdan İşârî Tefsir, s. 40.
2) Bkz. Ateş, İşârî Tefsir Okulu, s. 19-20; Gördük, Tarihsel ve Metodolojik Açıdan İşârî Tefsir, s. 38-42.
3) Yûnus, 10/1; Lokman, 31/2; Yâsin, 36/2.
4) Gördük, Tarihsel ve Metodolojik Açıdan İşârî Tefsir, s. 40.
5) Bkz. Gördük, Tarihsel ve Metodolojik Açıdan İşârî Tefsir, s. 39-40, 67-70.
6) Burada kullandığımız “bâtınî”, kelime anlamı itibariyledir ve “zâhirî olmayan” anlamındadır; Bâtınî grupların İslam Şeriatı’nı tahribe yönelik yapmış oldukları yorumlar kastedilmemektedir.
7) Detaylı bilgi için bkz.ez-Zehebî, et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, I, 27-258;Cerrahoğlu, Tefsîr Tarihi, s. 37- 198. 
~~~~ * ~~~~

     Söz konusu itirazlar, Kur’ân’a gerçekten de istediği şeyi söyletmeye çalışanlar için gayet yerinde ve doğrudur. Örneğin, Kur’ân’da geçen bütün olumsuz cümleleri/hitapları ilk üç halifeyle veya Emevîler ve Hâricîlerle ilişkilendiren bazı Şîî müelliflerin, bunu ilham ve sezgi ile değil siyasi mülahazalarla ve görmek istediklerini görmeye çalışarak yaptıkları apaçıktır. (1) Keza zâhir anlamı inkâr ederek; “Kur’ân’ın zâhirî cahiller içindir, biz onun bâtınıyla muhatabız” düşüncesinde olan bâtınî grupların sapkınlığında şüphe yoktur. (2) Bununla birlikte itikadî ve amelî düzeyde Kur’ân-Sünnet çizgisinden ayrılmayan sûfî müfessirlerde ise durum farklıdır. Bu müfessirlerin telif ettikleri işârî tefsirler zaviyesinden bakıldığı zaman söz konusu itirazlara şu şekilde yaklaşmanın mümkün olduğu görülmektedir:
     İşârî tefsir yapan müellifler, bir âyetin sarahaten anlaşılması gereken birden fazla anlamı olduğunu iddia etmemişlerdir. Zira böyle bir iddia, kendi fehmettikleri anlamın aslında daha önce de anlaşılması gerektiği ama Hz. Peygamber ve sahâbe dahil hiç kimse tarafından anlaşılamadığı sonucunu doğuracaktır. Oysaki genel itibariyle işârî tefsir erbabının böyle bir iddiada bulunduklarını söylemek mümkün değildir. Eserlerinde, bu zannı destekler mahiyette somut beyanlara da rastlanmamaktadır. O halde meselenin aslını biraz daha açmaya çalışmalıyız.
     İlâhî vahiy Hz. Peygamber’e Cebrâil aracılığıyla ve onun kullandığı dil olan Arapça ile intikal etmiştir. Muhakkak ki onun anlamını en iyi bilen, vahyi gönderen Rabbimizdir. Söz konusu vahyi insanlara tebliğ eden Hz. Peygamber’in de onu dosdoğru anladığı ve anlattığında şüphe yoktur. Hz. Peygamber’in tebliğinden sonra ise başta sahâbe olmak üzere Müslüman nesiller Kur’ân’la baş başa kalmıştır. Dolayısıyla ilâhî murad önce insânî bir öğe ve araç olan “dil” (Arapça) aracılığıyla kırılmaya uğrar. Kur’ân mesajı olarak tecelli eden İlâhî kelâm dünyada yani bu içkinlik alanında bir aşkınlık formatı ve özü taşımaktadır. Daha sonra, dil aracılığıyla zaten dönüşmüş bir irade olan “metin”, dünya koşulları ve gereklilikleri karşısında yorumlanarak ikinci kırılmaya uğramıştır. (3) Kanaatimizce bahsi geçen ikinci kırılmanın da iki boyutundan söz etmek mümkündür. İlâhî kelâm beşer seviyesine Kur’ân mesajı şeklinde “nüzûl” ederek insanı muhatap aldığında, öncelikli olarak Hz. Peygamber’in zihninde (fehm); onun insanlara tebliğ etmesiyle de (ifhâm) sahâbenin zihninde kırılmaya maruz kalmıştır. Vâkıa söz konusu kırılma durumu bir noksanlık değil aksine semavî mesajın, insanı muhatap alan yapısı gereğidir. Ayrıca bu kırılmanın ilk boyutu olan Hz. Peygamber’in fehmi ilâhî teminat altında olduğu için yanlış anlamadan mahfuzken, onun dışındaki insanlar için böyle bir teminat ve kesinlik yoktur. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Detaylı bilgi için bkz. ez-Zehebî, et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, II, 5-173; Goldziher, Ignaz, Mezâhibu’tTefsîri’l-İslamî, Mısır 1955, s. 306; Ateş, “İmamiyye Şîasının Tefsir Anlayışı”, AÜİFD, 1975, c: XX, ss. 147-172; Cerrahoğlu, Tefsîr Tarihi, s. 315-383; Gördük, Tarihsel ve Metodolojik Açıdan İşârî Tefsir, s. 203-205.
2) Detaylı bilgi için bkz. ez-Zehebî, et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, II, 174-206; Cerrahoğlu, Tefsîr Tarihi, s. 297-315; Gördük, Tarihsel ve Metodolojik Açıdan İşârî Tefsir, s. 211-226.
3) Kılıç, “Tefsir Nasıl Bir İlimdir”, Tefsir Nasıl Bir İlimdir, Ensar Neşriyat, İstanbul 2011, s. 74.
~~~~ * ~~~~

     Bu durumda Kur’ân’ın ahkâm itibariyle yanlış anlaşılmaması için mübelliğ olan Hz. Peygamber’in rehberliğine ihtiyaç vardır. Ancak bildiğimiz odur ki Hz. Peygamber’den menkul, Kur’ân’ın baştan sona yapılmış bir tefsiri bulunmamaktadır. (1) Aslında bu durum bir bakıma şu anlama da gelmektedir: Hz. Peygamber bir yandan şer’î mükellefiyet içeren akidevî ve fıkhî ahkâma dair noktaları eksiksiz bir şekilde açıklarken, öte yandan müminlerin zihinlerini durağan/statik bir karaktere mahkûm etmemek için tefekküre açık büyük bir alan bırakmıştır.
     Esâsen Kur’ân’ın içeriğine göz atıldığında ilâhî muradın da bu yönde olduğu hissedilmektedir. Nitekim insanları tefekkür ve teemmüle sevk eden yüzlerce ayet bulunmaktadır. Somutlaştırmak gerekirse, “Bakmazlar mı?” diyerek sırasıyla deve, gökyüzü, dağlar ve yeryüzünden Allah’ın sanatı ve kudreti bağlamında bahseden (2) âyetlerin her insana aynı şeyi çağrıştırması ve aynı kodlarla anlaşılması nasıl mümkün olabilir? Ortak payda Allah’ın sanatının ve kudretinin eşsizliğini idrâk olduktan sonra, her muhatabın bireysel idrâk düzeyi ve yaşadığı çağın ona kattığı bakış açısıyla ayrı bir fehim kabiliyetine sahip olması son derece normal değil midir? Dolayısıyla Hz. Peygamber, ahkâma dair olsun olmasın baştan sona bütün âyetleri “Bu budur” tarzında net ve kesin ifadelerle açıklamış olsaydı, muhtemelen sonraki nesiller bu izahâtın üzerine hiçbir şey ekleyemeyecek, eklemek isteyenler de dinin, en azından sünnetin dışına çıkma ithamıyla karşılaşacaktı.
     Şu halde, aslında sarahaten (dilsel açıdan) “bir şey” söyleyen âyetlerin, her zihinde farklı çağrışımlar yapmasının, değişik şeyler düşündürmesinin, çeşitli tefekkür kapılarını açmasının mümkün ve vaki olduğu çok açıktır. Bundan dolayıdır ki, Kur’ân’ın nüzûlünden asırlar sonra yapılan bazı işârî yorumlar, ilgili âyetlerin o asra ve yorumu yapan kişiye bakan birer hisse-i fehmi durumundadır. Eğer Kur’ân’ın muhatabı olan bir kimsenin, bir âyetle ilgili, İslam Şeriatı’nın sınırlarını çiğnemeyecek şekilde makul bir “yorumu” yani fehmi varsa; bunun, o muhatabın yaşadığı asra ve sadece kendine mahsus (sübjektif) bir Kur’ânî fehim sayılması neden imkânsız olsun? Bu gerçeğe rağmen, “tefsîr” diye isimlendirilen bu salt insânî etkinliğin “ilâhî dilemenin ta kendisi” olarak yansıtılması, aşkınlığın çarpıtılması ve -paradoksal bir durum tüketilmesi olacaktır. (3)
     Bu çerçevede, İslam hudûdunu (akâid ve ahkâm) çiğnememek şartıyla yorum yapan birine, “Sen âyetten böyle bir ders çıkaramazsın! Böyle yorumlamaya hakkın yok!” demenin    doğru olmayacağı anlaşılmaktadır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bkz. Yıldırım, Suat, Peygamberimiz’in Kur’an’ı Tefsiri, Kayıhan Yayınları, İstanbul 1998, s. 45-71.
2) Ğâşiye, 88/17-20.
3) Kılıç, “Tefsir Nasıl Bir İlimdir”, s. 74.
~~~~ * ~~~~

     Zira “yorum” sadece kendisidir, daha fazlası; yani “nass” değildir. (1) Böyle bir itiraz, bireyin Kur’ân’a “muhatap” olma hakkını elinden almak ve basit ifadesiyle, “Hayır efendim, filan âyeti okurken aklına/kalbine bu mâna gelmiş olamaz, yalan söylüyorsun!” veya “Yanlış gelmiş, düzelt!” şeklinde, tekelci ve buyurgan bir tavrı netice verecektir. Oysaki Kur’ân’ın, ismet sıfatına sahip mübelliği olan Hz. Peygamber’in dışındaki her fert, yaptığı yorumda hataya düşme riski açısından teorikte aynı düzeydedir. Bu durumda, açıktan veya zımnen “Ben mutlak doğruyu söylüyorum, benim dışımdaki herkes yanlış yorumluyor” şeklindeki iddiaların, dolaylı olarak “Ben de kendi çapımda (!) bir peygamberim” demekten farkının ne olduğunu sormak durumundayız.
     Meseleye böyle bir perspektifle yaklaşıldığında İşârî tefsir/yorumun meşrûiyet sınırları da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Yapılan yorum genel anlamda İslam Şeriatı ve Kur’ân çerçevesi içinde kalmalı, müfessir yaptığı yorumun murad-ı ilâhî değil kendi sübjektif anlayışı olduğunu bilmeli, dolayısıyla kendi yorumlarını başkalarına da tasdik ettirmeye çalışmamalıdır. Bu zaviyeden bakıldığında Sehl et-Tüsterî’den (v. 283/897), el-Kuşeyrî’ye (v. 465/1073); İbn Arabî’den (v. 638/1239) Nahcivânî’ye (v. 920/1515); Bursevî’den (v. 1127/1715) İbn Acîbe (v. 1224/1809) ve Âlûsî’ye (v. 1270/1854) kadar işârî tefsir erbabının genel itibariyle gayr-ı meşru bir yola girmekle itham edilmesi mümkün görünmemektedir.
     Yukarıda zikredilen isimler arasında, bazı eserlerinde Firavun’un iman ettiğine, cehennem azabının sonsuz olmadığına dair ifadeleri bulunan; kula ma’bûdiyyet ve mahlûka hâlıkiyyet sıfatı izâfe etmekle suçlanan İbn Arabî en fazla tenkide uğrayan hatta kimi âlimlerce tekfir edilen bir sûfîdir. (2) Onun hakkında birçok İslam âlimi gibi ifrat ve tefritten uzak orta bir yolu tercih eden Ömer Nasuhi Bilmen’in şu ifadeleri ise son derece dikkat çekicidir:
     Muhyiddin-i Arabî’nin dini adaba riâyet ettiğini, güzel itikad ve amel sahibi olduğunu gösterir binlerce yazıları vardır. Hatta kendisi, en son eseri olup gayet muteber ve meşhur bulunan ve kendisine aidiyetinde hiç şüphe edilmeyen Futûhât-ı Mekkiyye’sinin mukaddimesinde kendi itikadını uzun uzadıya tasrih eder ki Ehl-i Sünnet mezhebine muvafıktır. Yine Fütûhât’ının 62. Babında der ki: “Günahkarlar dört taifedir, hepsi de cehennemliktir, oradan çıkamayacaklardır. Bunlar Allah-u Tealâ’ya karşı tekebbür gösteren kimselerdir, kendileri için rubûbiyet iddiasında bulunan Firavun ve emsali gibi. Nemrud ile gayrileri de böyledir.” Hazret-i Şeyh’in bu sözleri Fusûs’undaki sözlere tamamen muhalif, dînî esaslara muvafıktır. Bununla beraber bu sözler gösteriyor ki Şeyh-i Ekber, Firavun’un imanına mu’tekîd değildir bilakis onun küfrüne kânîdir. Kezalik cehennem azabının müebbediyetine kâil, mahlukatın rubûbiyet ve hâlıkıyyet sıfatını hâiz olamayacağına mu’tekîddir. Kezalik Şeyh-i Ekber’in âsârından istidlâl ediyoruz ki, kendisi bihakkın âlim, mütefekkir, kuvve-i hafızaya malik bir zâttır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Kılıç, “Tefsir Nasıl Bir İlimdir”, s. 75. Detaylı bilgi için bkz. a. mlf., Seferler Arefesindeyim Hep, Gelenek Yayıncılık, İstanbul 2004, s. 13-27.
2) Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük Tefsir Tarihi Tabakatu’l-Müfessirîn, Ravza Yayınları, İstanbul 2008, II, 508 (Geniş bilgi için bkz. II, 503-517).
~~~~ * ~~~~

     O halde denilebilir ki, böyle bir zâttan mütenakız lakırdıların zuhuru beklenilemez. Binâenaleyh Fütûhât’taki sözleri esas olarak kabul edilmelidir. Bunlara muhalif olarak Fusûs’ta veya sair eserlerinde görülen sözler ise ya muvakkat bir şuhûd halinin hatâ-alud birer semeresidir, yahud başkaları tarafından li-maksadin yazılıp bu büyük zâta nisbet edilmiştir. (1)
     Netice itibariyle Kur’ân’a muhatap olan kişi, yapmış olduğu işârî yorumla; kendi akıl, idrâk, manevî tecrübe ve tefekkür seviyesine göre yakaladığı/hissettiği mânayı ortaya koymuş olur. Yoksa Şâri’in belli bir âyetle, herkesin anlaması gereken ikinci bir anlamı kastettiğini ancak diğer insanlar üzerindeki fazileti gereği sadece kendisinin o manayı fehmettiğini iddia etmez. Zira böyle bir iddia, Kur’ân’ı tebliğ eden Hz. Peygamber’in bile devre dışına çıkarılması demektir. Daha önemlisi Allah’ın murad ettiği mânayı bu kimsenin haricinde hiçbir ferdin anlayamadığı sonucuna götürür ki bunun hidayet rehberi olan bir “Kitab”la bağdaştırılabilmesi imkânsızdır.
     Öyle anlaşılıyor ki el-Gazâlî (v. 505/1111), er-Râzî (v. 606/1209) gibi âyetlerin anlam tabakaları bulunduğunu belirten bilginlerin ortaya koymuş oldukları düşünceler de aynı minvaldedir ve bu çerçeve ile sınırlıdır. (2) Zira bu düşüncede olan bilginler, bir Müslümanın İslam Şeriatı’na zıt olmayan ve Kur’ân bütünlüğünü çiğnemeyen tefsir ve yorumlarını, Kur’ân’ın ifham ettiği anlam bütünlüğünden ayrı görmemişlerdir. Bu durum Kur’ân’ın, özünde kesinlikle tekçi monist bir anlam dünyasını değil, müteaddit ve de çok değişik bir mâna potansiyelini kapsadığı gerçeğiyle de yakından ilgilidir. (3) Daha önce de belirtildiği gibi her fert, İlâhî özellik taşıyan kelâma, ontolojik yapısı gereği beşerî his, duygu, düşünce, algı ve birikimi ile muhatap olmaktadır. Kalbe gelen Rahmanî ve şeytânî düşüncelerin varlığını da hesaba kattığımızda4 , sâlih bir kulun kendine has fehminin Kur’ân sofrasının haricinde tutulmaması, esasen onun ezelî ve ilâhî kelâm olma mahiyetine daha uygun düşmektedir. Şu kayıtla ki bahsedilen anlam tabakaları, bizim haricimizde mevcut (aşkın/objektif/âfâki) olan elfâz-ı Kur’âniye’de değil, ferdin kendi iç dünyasında (içkin/sübjektif/enfüsi) var olan Kur’ân telakkisi ile ilgilidir. Dolayısıyla başkalarının zevk edemediği ferdî/enfüsî idrâk boyutu, yegâne sahibine mahsustur. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, I, 514.
2) Bkz. İmam Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Dâru’l-Marife, Beyrut tsz., I, 280-288, 293; er-Râzî, Fahrüddîn, Mefâtîhu’l-Gayb, Dâru İhyai’t-Türâsi’l-Arabî,Beyrut 1998, I, 21-23; II, 348; XII, 528; Öztürk, “Tefsirde Fahreddin er-Râzi”, İslam Düşüncesinin Dönüşüm Çağında Fahreddin er-Râzî, İSAM Yayınları, İstanbul 2013, s. 282-286; 340-342; Okumuş, Mesut, “Gazali’nin Kur’an Anlayışı ve Çok Boyutlu Tefsir Telakkisi Üzerine”, Diyanet İlmi Dergi, c: XLVII, s: 3, ss. 27-44.
3) Kılıç, “Nesnellik Öznellik Arasında Yorum”, İslâmî Araştırmalar, 1996, c: IX, sy: 1-2-3-4, s. 109 (Detaylı bilgi için bkz. s. 103-114).
4) Bkz. Bakara, 2/268; Meryem, 19/96; Hacc, 22/52-53; Fussilet, 41/36; Muhammed, 47/25; Mücâdile, 58/10; Haşr, 59/16; Şems, 91/8. [Abdullah İbn Mes‘ûd’dan mervî bir hadîs şöyledir: “Resûlullah (sas): ‘Âdemoğlunda bir lümme-i şeytaniye bir de lümme-i melekiye vardır. Lümme-i şeytaniyeden, kötülüklerin yapılması ve hakkın yalanlanmasına; lümme-i melekiyeden ise hayrın işlenmesi ve hakkın tasdik edilmesine dair telkinler alır. O halde kim içinden hayra dâir bir telkin hissederse bilsin ki o Allah’tandır ve Allah’a hamdetsin. Aynı şekilde kim de şer işlemeye dâir bir telkin hissederse bilsin ki o şeytandandır ve kovulmuş şeytandan Allah’a sığınsın.’ buyurdu ve daha sonra ‘ م ُُْر ُمُ ْ ا ُن يَ ِعُدُُُم الفَ ْق َر َويَأ ال َّشْيطَ ْح َشا ِء ِالفَ ب : Şeytan size fakirliği vaat eder ve hayasızlığı emreder…’ (Bakara, 2/268) âyetini okudu.” Bkz. Tirmizî, Tefsîrü’l-Kur’ân, 3 (hadîs no: 2988).]
~~~~ * ~~~~

     Bu idrâk ışığında yapılan yorum akaid ve fıkhî ahkâm noktasında “Şeriata aykırı olmama” şartı ile mukayyettir. Bu kaydın dışına çıkan anlayışlar şüphesiz ki Rahmanî değil şeytanîdir. Şer’î mükellefiyet noktasında ne sahibini ne de başka birini bağlayıcı değildir ve olamaz.

     II) İşârî Tefsir/Yorum Zâhir Anlamın İnkârını Gerektirir mi?
     Tebliğin ikinci ana meselesini, daha net ifade etmek gerekirse “İşârî tefsir/yorum erbabı âyetlerin zâhirî ve sarih anlamlarını inkâr etmişler midir?” sorusu oluşturmaktadır. Şüphesiz ki bu zannın en büyük sebeplerinden biri, işârî yorum konusunda ifrat edip haddi aşan (özellikle Şîa ve Gulat-ı Şîa’ya mensup) müelliflerdir. Özellikle Bâtınî grupların İslam Şeriatı’nı tahrip edici açıklamalarını Kur’ân yorumu/tefsiri cümlesinden saymak mümkün değilse de yöntem itibariyle benzer bir alanda kesiştikleri için bu yorumlar, bir bakıma sûfîlerle özdeşleşen işârî yorumların da hedef tahtasına yerleştirilmesinde en etkili âmil olmuştur. Buna bağlı olarak bazı araştırmacıların işârî tefsir/yoruma, Bâtınî fırkaların yaptıkları akıl almaz ve İslam Şeriatı’yla hiçbir şekilde uzlaşmaz yorumlarını da katarak hepsini toptan reddetme tavrına girdikleri ve dolayısıyla başlıktaki soruyu “evet” şeklinde cevapladıkları görülmektedir. Oysaki Bâtınî fırkalar ne derece ifrat içindeyse, başta sûfîler olmak üzere bütün işârî tefsir ehlini, tabiri caizse “sapık bâtınîler” çuvalına doldurma gayreti de o ölçüde bir tefrit içermektedir. Burada belirtilen hususları somutlaştırmak için eserlerinde işârî/tasavvufî tefsir yöntemini kullanan bazı meşhur müelliflerin yaklaşımlarına değinmemiz yerinde olacaktır.

     a) Sehl et-Tüsterî (v. 283/897)
     et-Tüsterî, sûfî alimleri ve büyükleri arasında sayılan bir zattır. (1) Tek cilt halinde basılan kısa tefsirinde, gerekli gördüğü yerlerde işârî yorumlar yapan müellifin Kur’ân’ı baştan sona ne klasik tarzda ne de işârî yöntemle tefsir ettiği görülmektedir. Sûrelerin bazı âyetleri üzerinde durur. Âyetlerin de bütününü değil sadece tasavvufla ilgisini kurduğu kelimelerini açıklar. (2) Genel üslubundan, müellifin klasik tefsire vâkıf olduğu, âyetlerin ne anlam ifade ettiğini sarahatleri üzere bildiği, bununla birlikte bazı kavramları tasavvufî bir bakışla izah ettiği ve kalbine gelen bazı işaretleri de kaydettiği anlaşılmaktadır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, I, 356.
2) Bkz. Ateş, İşârî Tefsir Okulu, s. 66.
~~~~ * ~~~~

     et-Tüsterî tefsirinde, örneğin Şems Sûresi’nin sadece dört âyeti işârî yaklaşımla yorumlanmış (1) ; Beyyine Sûresi tefsirinde “ihlas” ve “haşyet” kavramları tasavvufî açıdan açıklanmış (2) ; Nasr Sûresi tefsirinde, âyetlerin zâhirî anlamları üzerinde durulmuş, son âyetiyle ilgili, “Nefis dünyayı arzular çünkü ondandır. Ruh da ahireti arzular çünkü o da ondandır. O halde sen ahirete hazırlanarak nefsine karşı, ruhuna yardım et. Ona ahiretin kapısını tesbihle aç...” şeklinde bir işârî yorum yapılmış (3) ;
     Tebbet ve İhlas Sûreleri tefsir edilirken ise işârî hiçbir yorum yapılmaksızın tamamen zahirî anlam üzerinde durulmuştur. (4)

     b) el-Kuşeyrî (v. 465/1073)
     el-Kuşeyrî tefsir, hadîs, fıkıh, usûl-i fıkıh, tasavvuf, şiir ve edebiyat gibi alanlarda derin nüfûz sahibi olan alimlerdendir. Letâifu’l-İşârât adlı tefsiri sûfî tefsirlerin en önemlilerindendir. (5) Müellifin Kur’ân’ı baştan sona tefsir ettiği, eserin tümünde zâhirî tefsire vâkıf olduğunu hissettirdiği, bununla birlikte izahlarında işârî/tasavvufî yaklaşımı da kullandığı görülmektedir. Hatta tefsirin umumu gözden geçirildiği zaman klasik izahların işârî/tasavvufî izahlardan çok daha fazla olduğu görülmektedir. Tefsirin belki de en ilginç özelliği, her sûre başındaki besmelenin o sûrenin mahiyetine göre farklı bir açıdan tefsir edilmiş olmasıdır. (6) Sûre başlarında geçen mukatta‘a harfleri işârî yaklaşımla açıklayan müellif, Ehl-i Sünnet çizgisinde olduğunu da satır aralarında belirgin bir şekilde ortaya koymaktadır. Bahsi geçen hususları kapsayıcı bir örnek olarak, Sâd Sûresi’nin başından ilk üç âyetin tefsirine bakılabilir. (7)

     c) İbn Arabî (v. 638/1239)
     İbn Arabî hem tefsire ait ilimlere layıkıyla vâkıf hem de tasavvuf ilminde bihakkın mütehassıstır. Kehf Sûresi’ne kadar altmış ciltten oluşan “et-Tefsîrü’ş-Şerîf” ve sekiz cilt halinde telif ettiği “et-Tefsîrü’s-Sağîr” adlı iki tefsirinden bahsediliyorsa da (8) bunlar maalesef elimize ulaşmamıştır. Onun ismiyle basılan iki ciltlik tefsir, esasen Abdürrezzak el-Kâşânî’ye (v. 736/1335) aittir. Bilmen’in ifadesiyle “tefsirden ziyade bir te’vil mecmuası” olan eser (9) her nasılsa İbn Arabî’ye nisbet edilmiştir. (10) 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) et-Tüsterî, Sehl b. Abdillah, Tefsirü’t-Tüsterî, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2002, s. 195
2) et-Tüsterî, Tefsirü’t-Tüsterî, s. 201.
3) et-Tüsterî, Tefsirü’t-Tüsterî, s. 208.
4) et-Tüsterî, Tefsirü’t-Tüsterî, s. 209.
5) Geniş bilgi için bkz. Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, I, 421-425.
6) Bu konuda geniş bilgi için bkz. Akpınar, Ali, “İşârî Tefsir ve Kuşeyrî’nin Besmele Tefsiri”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 2002, sayı 9, s. 53-92.
7) el-Kuşeyrî, Abdülkerim b. Havâzin Ebû’l-Kâsım, Letâifü’l-İşârât, el-Hey’etü’l-Mısriyyetü’l-Âmmetü li’l-Kitab, Mısır 1981, III, 245.
8) Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, II, 505, 516.
9) Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, II, 505.
10) Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, II, 608.
~~~~ * ~~~~

     Tefsirdeki genel anlayışa göre, Hz. Mûsa “kalp”, ona tebliğinde yardım eden Hz. Hârun “akıl”, Firavun ise “nefis” olarak yorumlanmıştır. (1) Âyetlerin sarih anlamları, Hz. Mûsa’nın tebliğ serüveni ve Firavun ile yaşadığı ibret dolu hadiselerin tarihî gerçekliği inkâr edilmediği müddetçe, ilgili âyetlerin, insanın enfüsî âlemindeki kalp-nefis mücadelesine de işâret ettiğinin söylenmesi, müellifin sübjektif bir kanaati çerçevesinde şeriata ve akla aykırı görünmemektedir. (2) Zaten müellif Kâşânî, bu eserine tefsir değil “te’vîl” demiş ve esasın zâhir mâna olduğunu ifade etmiştir.” (3) Örneğin Fîl Sûresi tefsirinde, ilk başta hadisenin vukuu ile ilgili zâhirî tefsir bilgileri verilmiş daha sonra يق ِ لتَّ ْطب َ “ َو أ َّما أ" (4) " denilerek işârî tefsire geçilmiştir. Bu da zâhirî mânanın inkâr edilmediğinin bâriz delillerinden biridir. (5)

     d) Nimetullah Nahcivânî (v. 920/1515 )
     Genç yaşlarından itibaren zahir ilimleri tahsil eden Nahcivânî daha sonra tasavvuf terbiyesi almıştır. Bilmen’in ifadesiyle, “Eserlerinden müteşerri‘, manevî füyuzâta nâil, nezîh ahlâk ile muttasıf, muktedir bir zât olduğu anlaşılmaktadır”. Nahcivânî, tefsirinde, önce klasik tefsirlerdeki gibi âyetlerin sarih anlamları üzerinde durmuş daha sonra çeşitli işârî vecihlerine değinmiştir. (6) Esasen bu üslup bile sûfîlerin tefsire genel yaklaşımlarını ve âyetlerin zâhirî anlamlarını asla inkâr etmediklerini gösterir niteliktedir. Nahcivânî her sûreyi bitirdikten sonra “سورة خاتمة “şeklinde bir عليك ايها السالك الخائف” (7)"; altında başlık (8) “عليك ايها المتوجإ الى هللا” ,“عليك ايها الطالب لطريق الحق” , (9) gibi farklı hitaplarla başlayarak, o sûreden alınması gereken mesajın ne olduğunu, oldukça uzun cümleler kullanarak ortaya koymaktadır. Müellif tasavvufî unsurlarla yoğurarak verdiği mesajlarında, ilgili sûrenin genel muhtevasına da atıflar yapmaktadır. Örnek olarak Nûh Sûresi’nin hatimesi incelenebilir. (10)

     e) İsmail Hakkı Bursevî (v. 1127/1715)
     Bursevî’nin telif ettiği Rûhu’l-Beyân, pek çok tefsirde bulunmayan malumatı ihtiva etmektedir. Âyetlerin manaları bakımından usulü dairesinde yazılmış bir tefsir olduğu gibi aynı zamanda bir mev‘ize külliyatı görünümündedir. Tefsirle doğrudan ilgili olmayan hikayeler, ibretli olaylar, Arapça-Farsça beyitler ve işârî yorumlar içeren eserde Te’vîlât-ı Necmiyye’den ve sair tasavvufî eserlerden iktibaslar bulunmaktadır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bkz. İbnü’l-Arabî, Muhyiddîn, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Kerîm, Dâru’l-Yakazati’l-Arabî, Beyrut 1967, I, 46, 50, 706, 766; II, 43, 172-173, 180-181, 229-230.
2) Bkz. Gördük, Tarihsel ve Metodolojik Açıdan İşârî Tefsir, s. 56.
3) Ateş, Süleyman, İşârî Tefsîr Okulu, s. 206.
4) Bkz. İbnü’l-Arabî, Tefsîr, II, 855.
5) Bkz. İbnü’l-Arabî, Tefsîr, II, 417; Gördük, İşârî Tefsir, s. 56.
6) Bkz. Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, II, 628-629.
7) Bkz. en-Nahcivânî, Ni’metullah b. Mahmûd, el-Fevâtihu’l-İlâhiyye ve’l-Mefâtihu’l-Gaybiyye, Dâru Rükâbî, Mısır 1999, II, 531.
8) Nahcivânî, el-Fevâtihu’l-İlâhiyye, II, 532.
9) Nahcivânî, el-Fevâtihu’l-İlâhiyye, II, 533.
10) Nahcivânî, el-Fevâtihu’l-İlâhiyye, II, 449-450.
~~~~ * ~~~~

     Bilmen’in dikkat çektiği üzere, bu tefsirde bir kısım zayıf haberler ve asılsız hikayelere yer verilmemiş olsa, kendi alanında emsalsiz bir eser özelliği gösterir ve çeşitli tenkitlere hedef olmaktan da kurtulurdu. (1) Bursevî’nin, Kâfirûn Sûresi’nin sarih tefsirini klasik yöntemle yaptıktan sonra, bir ikindi namazı esnasında okuduğu bu sûrenin feyzinden kendi kalbine vürûd eden işârî mânayı kaydettiği bölüm, onun tefsire yaklaşımına tipik bir örnektir. (2)

     f) İbn Acîbe (v. 1224/1809)
     İbn Acîbe el-Bahru’l-Medîd adlı tefsirinde, öncelikle sarih anlamı esas alarak klasik usulle izahlarını yapmaktadır. Dolayısıyla tefsirin hâkim karakteri bu eksendedir. (3) Müellif, söz konusu ettiği bölümden çıkardığı işaret/ler/i, “اإلشارة “lafzıyla belirterek beyan eder. “İşaret” diye nitelenen bu görüşler uzun sûrelerde aralara serpiştirilmiş şekilde, kısa sûrelerde ise sûre sonlarında bulunmaktadır. Birçok klasik ve tasavvufî tefsire atıflar yapılan tefsirin en dikkat çekici özelliği, el-Kuşeyrî’nin izahlarına altı yüze yakın atfın yapılmış olmasıdır. İbn Acîbe’nin İhlas Sûresi tefsiri ve bu bölümün sonuna kaydettiği “işaret”, tefsirin genel karakteristiğini yansıtan güzel bir örnektir. (4)

     g) Âlûsî (v. 1270/1854)
     Rûhu’l-Meânî’nin müellifi Âlûsî,ilim ehli bir aileye mensuptur. Pek çok âlimden istifadeyle İslamî ilimleri tahsil etmiş, Nakşibendi tarikatının büyük mürşitlerinden olan Mevlâna Halid-i Bağdadî’den (v. 1242/1827) ve zamanının sair sûfîlerinden tasavvuf ilmini almıştır. Tefsirinde rivâyet ve dirâyet yöntemleriyle birlikte işârî/tasavvufî yorumlara da yer vermiş olan Âlûsî; Zemahşerî, Beydavî, Ebû Hayyan gibi müfessirlerden istifade ettiği gibi İbn Arabî’nin Fütûhât’ı gibi tasavvufî eserlerden de faydalanmıştır. (5) Âlûsî’nin Rûhu’l-Meânî’sini işârî tefsire örnek olarak zikreden Subhi es-Sâlih (v. 1407/1986), bu tefsirin zâhirî mânayı ifade ettikten sonra, rumuz ve işâretler yoluyla çıkarılan gizli birtakım anlamları ortaya koyduğunu belirtir. (6) Müellifin, eserinde yer verdiği işârî yorumlara örnek olarak Yâsin Sûresi tefsirinin son kısmı gözden geçirilebilir. (7)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bkz. Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, II, 712-714.
2) Bkz. Bursevî, İsmail Hakkı, Rûhu’l-Beyân, Dâru’l-Fikr, Beyrut tsz., X, 527-528.
3) Söz konusu tefsirle ilgili doktora çalışması yapan Mahmut Ay’ın tespitine göre, eserde zâhirî yorumlarla ilgili kısım işârî yorumlara ait bölümden üç-dört kat daha fazla yer tutmaktadır. Geniş bilgi için bkz. Ay, Mahmut, Kur’ân’ın Tasavvufî Yorumu -İbn Acîbe’nin el-Bahru’l-Medîd Adlı Tefsiri-, İnsan Yay., İstanbul 2011,s. 142-162.
4) Bkz. İbn Acîbe, Ebu’l-Abbas Ahmed el-Fâsî, el-Bahru’l-Medîd fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Mecîd, Kâhire 1997, VII, 372-373.
5) Bkz. Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, II, 743-751
6) Subhî es-Sâlih, Mebâhis,s. 296.
7) el-Âlûsî, Şihâbuddin Mahmud, Rûhu’l-Meânî fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Azîm ve’s-Seb‘i’l-Mesânî, Dâru’lKütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1993, XII, 61.
~~~~ * ~~~~

     Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz:
     Tefsir-te’vîl ayrımı bağlamında, eğer “tefsir” kavramı net bir şekilde “ilâhî murada delâlet eden açıklama” olarak anlaşılacaksa; bahsi geçen işârî açıklamaların “tefsir” değil “te’vîl” veya “yorum” diye isimlendirilmesinin daha isabetli olacağı anlaşılmaktadır. Ancak bu çerçeve biraz daha genişletildiğinde elimizdeki tefsirlerin ne kadarına tefsir denebileceği konusunun bile tartışmaya açık olduğu görülmektedir. Dolayısıyla tefsir ve te’vîl ayrımı teorikte belli bir yere oturuyorsa da pratik tefsir faaliyeti ve bu faaliyet sonucu ortaya çıkan eserler/tefsirler açısından meselenin o kadar net olmadığı belirtilmelidir.
     İşârî tefsir erbabının düşünce tarzları ve genel hatlarıyla tefsire yaklaşımları göz önüne alındığında, müelliflerin kendi yorumlarıyla âyetlerin sarih anlamlarını inkâr etmedikleri net bir şekilde görülmektedir. Nitekim onlar önce sarih/zâhirî tefsiri yapmış daha sonra işârî yorumları kaydetmişlerdir. Keza bu müfessirlerin, ortaya koydukları işâretlerin aslında herkes tarafından anlaşılması gerektiği ancak sadece kendilerinin anladıkları şeklinde bir iddiaları da bulunmamaktadır. Bununla birlikte âyetlere muhatap olurken kalplerine doğan bir takım mânaları, çoğunlukla tasavvufî öğelerle yoğurarak ifade etmeleriyle oluşan izahlar cümlesi “işârî tefsir” adıyla anılagelmiştir. Bu izahat, âyetlerin lafzen ihtivâ ettiği anlamlar olmaktan ziyade özel bir manevî deneyim sonucu muhatabın zihninde ortaya çıkan sübjektif mânalardır. Dolayısıyla kişiye özel bir anlayış başkalarına hüccet teşkil etmeyeceği gibi aynı şekilde fehmetmediklerinden ötürü başkaları sorumlu da tutulamaz. Son tahlilde ilmî açıdan bu tür yorumları ne kesinlikle tasdik ne de kesinlikle reddedici bir tavır geliştirmek hiç kimsenin üzerine vecibe değildir. İslam Şeriatı’nın genel çerçevesine aykırı ve tahrifat kabilinden sapkın yorumların ise peşinen reddedilmesinin gerektiği izahtan varestedir.
     Kur’ân âyetlerinin, zâhir anlamları dışında ve kişiye özel duygusal/öznel/içkin/sübjektif bir takım işâretlerle yorumlanmasının; hem zâhir anlamın inkâr edildiği şeklinde bir yanlış algıya yol açtığı hem de “Bir âyetin zâhirî/sarîh anlamı dışında bâtınî/işârî anlamı olabilir mi?” şeklinde ikinci bir soru işaretini doğurduğu anlaşılmaktadır. Bu iki algı probleminin de esasen tarihsel süreç içerisinde yapılan sûiistimallerden doğduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Özellikle Gulat-ı Şîa’ya mensup bazı Bâtınî fırkalar, “Kur’ân’ın zâhiri cahil avam tabakası içindir, havas ise onun bâtını ile mükelleftir” şeklindeki yaklaşımla şer’î mükellefiyetleri alt üst eden her türlü keyfî sapkınlığı Kur’ân âyetlerine hamletmeye çalışmışlardır. Sûfîler ise klasik usulle tefsir yapmalarının yanı sıra okudukları âyetlerden kalplerine doğan bir takım anlamları da bazen başlığa lüzum görmeyerek bazen de “işâret”, “tatbîk” gibi -bunların aslında tefsir olmadığını ifade eden- başlıklar altında ifade etmişlerdir. Görüldüğü kadarıyla bu tür yorumların kesin doğrular olduğunu iddia etmedikleri gibi herkes tarafından kabul edilmesi gerektiği şeklinde bir yaklaşım içine de girmemişlerdir. Haddizâtında işârî/sûfî yorumların genel itibariyle şer’î ahkâma müdâhil herhangi bir unsur içermediği ve tasavvuf ehlinin kendi manevî dünyalarında yapmış oldukları tefekkür ve teemmülle ilgili olduğu görülmektedir. Neticede bunların sadece birer “yorum” olduğu “nas” olmadığı bilinmelidir. İşârî yorumları nas gibi algılamak ne kadar hatalıysa bu tür yorumların sahiplerini sorgusuz-suâlsiz dalâletle ve Kur’ân’ı tahrif etmekle itham etmek de o kadar yanlış ve aşırılık içeren bir tutum hüviyetindedir.
     Netice itibariyle işârî tefsir konusunda sıhhatli ve insaflı tahlil yapabilmenin yegâne çaresinin ön yargılardan ve İbn Arabî gibi mahdut tikel örneklerden hareket etmekten vazgeçilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Bunun yerine somut verilerden ve işârî tefsir erbabının genel itibariyle Kur’ân’a yaklaşımlarını yansıtacak tutarlı ve tümel örneklerden yola çıkmak hem ilmî objektiflik hem de insaflı olmak adına elzem görünmektedir. Öte yandan işârî açıklamalar yapan zevâtın bu açıklamalarla Allah’ın muradını değil kendi hissettikleri bir takım mânaları ifade ettikleri bilinmelidir. Dolayısıyla Kur’ân ve Sünnetin genel çerçevesine aykırılık içermeyen bu tür yorumlar, sahibine mahsus birer öznel yorum kategorisinde değerlendirilmelidir.

     Kaynakça
* Akpınar, Ali, “İşârî Tefsir ve Kuşeyrî’nin Besmele Tefsiri”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 2002, sayı 9, s. 53-92.
* el-Âlûsî, Şihâbuddin Mahmud b. Abdillah el-Hüseynî (v. 1270/1854), Rûhu’lMeânî fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Azîm ve’s-Seb‘i’l-Mesânî, I-XVI, thk.: Ali Abdülbârî ‘Atıyye, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1993.
* Ateş, Süleyman, İşârî Tefsîr Okulu, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1998.
* ----------, “İmamiyye Şîasının Tefsir Anlayışı”, AÜİFD (Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi), 1975, cilt: XX, ss. 147-172.
* Ay, Mahmut, Kur’ân’ın Tasavvufî Yorumu -İbn Acîbe’nin el-Bahru’l-Medîd Adlı Tefsiri-, İnsan Yayınları, İstanbul 2011.
* Bilmen, Ömer Nasuhi (v. 1971), Büyük Tefsir Tarihi Tabakatu’l-Müfessirîn, I-II, Ravza Yayınları, İstanbul 2008.
* Birışık, Abdülhamit, “Tefsir”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam ansiklopedisi (DİA), Ankara 2011, XL, 281-290.
* Bursevî, İsmail Hakkı b. Mustafâ el-İstanbûlî el-Hanefî el-Halvetî (v. 1127/1715), Rûhu’l-Beyân, I-X, Dâru’l-Fikr, Beyrut tsz.
* Cerrahoğlu, İsmail, Tefsîr Tarihi, Fecr Yayınları, Ankara 2010.
* el-Cürmî, İbrahim Muhammed, Mu‘cemu Ulûmi’l-Kur’ân, Dârü’l-Kalem, Dımaşk 2001.
* Demirci, Muhsin, Tefsir Tarihi, İFAV (Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları), İstanbul 2006.
* ----------Tefsir Terimleri Sözlüğü, İFAV (Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları), İstanbul 2011.
* Goldziher, Ignaz (v. 1921), Mezâhibu’t-Tefsîri’l-İslamî, trc.: Abdülhalim enNeccâr, Mısır 1955.
* Gördük, Yunus Emre, Tarihsel ve Metodolojik Açıdan İşârî Tefsir, İnsan Yayınları, İstanbul 2013.
* İbn Acîbe, Ebu’l-Abbas Ahmed b. Muhammed el-Mehdi el-Hasanî el-Encerî elFâsî es-Sûfî (v. 1224/1809), el-Bahru’l-Medîd fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Mecîd, I-V, thk.: Ahmed Abdullah el-Kureşî Ruslan, nşr.: Hasan Abbas Zeki, Kâhire 1997.
* İbnü’l-Arabî, Muhyiddîn, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Kerîm, Dâru’l-Yakazati’l-Arabî, III, Beyrut 1967.
* İmam Gazâlî, Ebû Hamîd Muhammed b. Muhammed (v. 505/ 1111),İhyâu Ulûmi’d-Dîn, I-IV, Dâru’l-Marife, Beyrut, tsz.
* Karataş, Ali, İmam Mâturîdî-Kur’ân’ı Kur’ân’la Te’vîl, Yesevî Yayıncılık, İstanbul 2014.
* Kılıç, Sadık, “Dil ve İnsanın Tarihselliği Bağlamında Dini Metin”, Kur’an ve Dil -Dilbilim ve Hermenötik- Sempozyumu, Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi (17-18 Mayıs 2001), Bakanlar Matbaası, Erzurum 2001, s. 95-105.
* ----------, “Tefsir Nasıl Bir İlimdir”, Tefsir Nasıl Bir İlimdir, Ensar Neşriyat, İstanbul 2011, ss. 58-75.
* ----------, “En İdeal Tefsir En Gerçekçi Tefsirdir”, I. Din Şûrası-Tebliğ ve Müzakereleri (1-5 Kasım 1993) (II), Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1995, s. 369-381.
* ----------, “Nesnellik Öznellik Arasında Yorum”, İslâmî Araştırmalar, 1996, cilt: IX, sayı: 1-2-3-4, s. 103-114.
* ----------, Seferler Arefesindeyim Hep, Gelenek Yayıncılık, İstanbul 2004.
* el-Kuşeyrî, Abdülkerim b. Hevâzin Ebû’l-Kâsım (v. 465/1073), Letâifü’l-İşârât, I-III, thk.: İbrahim Besyûnî, el-Hey’etü’l Mısriyyeti’l-Âmmeti li’l-Kitab, Mısır 1981.
* Mennâ‘ b. Halîl el-Kattân (v. 1420/1998), Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, Mektebetü’l-Maârif, Riyad 2000.
* Münî‘ b. Abdülhalim el-Mahmud, Menâhicü’l-Müfessirîn, Dârü’l-Kütübi’lMısrî, Kâhire 2000.
* en-Nahcivânî, Baba Ni’metullah b. Mahmûd (v. 920/1515), el-Fevâtihu’lİlâhiyye ve’l-Mefâtihu’l-Gaybiyye, I-II, Dâru Rükâbî, Mısır 1999.
* Okumuş, Mesut, “Gazali’nin Kur’an Anlayışı ve Çok Boyutlu Tefsir Telakkisi Üzerine”, Diyanet İlmi Dergi [Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi], 2011, cilt: XLVII, sayı: 3, s. 27-44.
* Öztürk, Mustafa, Tefsirin Halleri, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2013.
* ----------, “Tefsirde Fahreddin er-Râzî”, İslam Düşüncesinin Dönüşüm Çağında Fahreddin er-Râzî, Editör: Ömer Türker-Osman Demir, İSAM Yayınları, İstanbul 2013, ss. 279-346.
* Polat, Fethi Ahmet, “Dirayet Ağırlıklı Tefsirler”, Tefsir El Kitabı, Editör: Mehmet Akif Koç, Grafiker Yayınları, Ankara 2015, ss. 175-224.
* er-Rûmî, Fehd b. Abdirrahman b. Süleyman, İtticâhâtu’t-Tefsîr fî’l-Karni’rRâbî‘ Aşer, I-III, Riyâsetu İdârâti’l-Buhûsi’l-İlmiyyeti ve’l-İftâi ve’d-Da‘veti ve’l-İrşâd, Suudi Arabistan 1986.
* Subhî es-Sâlih (v. 1407/1986), Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, Dâru’l-İlm, Beyrut 2000.
* et-Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa es-Sevre (v. 209/825), el-Câmiu’s-Sahîh (Sünenü Tirmizî), I-V, Şirketü Mektebeti ve Matbaati Mustafa el-Bâbî’l-Halebî, Mısır 1975.
* et-Tüsterî, Sehl b. Abdillah (v. 283/897), Tefsirü’t-Tüsterî, thk.: Muhammed Basil Uyûn es-Sûd, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2002.
* Yavuz, Yusuf Şevki, “Te’vîl”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam ansiklopedisi (DİA), 2012, XLI, 27-28.
* Yıldırım, Suat, Peygamberimiz’in Kur’an’ı Tefsiri, Kayıhan Yayınları, İstanbul 1998.
* ez-Zehebî, Muhammed Hüseyin (v. 1398/1977), et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, I-II, Mektebetü Vehbe, Kâhire trz.
ez-Zerkeşî, Bedrüddin Muhammed b. Abdillah (v. 794/1392), el-Burhan fî Ulûmi’l-Kur’ân, I-IV, thk.: Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim, Dâru İhyai’l-Kütübi’lArabî, Beyrut/ Lübnan 1957. ez-Zürkânî, Muhammed Abdülazîm, Menâhilü’l-İrfan, I-II, thk.: Ahmed b. Ali, Darü’l-Hadîs, Kahire 2001.
 
bus

16 Haziran 2021 Çarşamba

YANLIŞ ALGILAR ve DOĞRU İSLÂM / Sayfa 179 - 192 / İSLÂM ve BATI / Sentetik Korkudan Terörize Edilmiş Gerçek Kıtal Ayetlerine: İslamofobi ve Medeniyet Problemi

 ULUSLARARASI SEMPOZYUM

YANLIŞ ALGILAR ve
DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa:  179 - 192
İSLÂM ve BATI
Sentetik Korkudan Terörize Edilmiş
Gerçek Kıtal Ayetlerine:
İslamofobi ve
Medeniyet Problemi
İbrahim Hakkı İMAMOĞLU*

    Özet
     İslamofobi iki yönlü bir gerçekliktir. Batı dünyasın ‘ötekiyle’ olan problemli ilişkisi ve başarısızlığı; Müslümanların tarihin ‘dışına’ itilmeleri ve medeniyeti kaybetmeleri. Bu iki problemli alan kesişme noktasında ‘islamafobi” ortaya çıkar. Son 150 yılda -modernite döneminde- batı akliyatı yaşadığımız tarihselliğin kurucu aktörleri olarak var iken, eşzamanlı olarak İslam aklı durmuş ve kurucu/üst fıkhını kaybetmiştir. İslamofobi yaşadığımız tarihselliğin kurucularının suni ve politik bir korkusu iken, üst fıkhını kaybetmiş Müslümanlara giydirilen şiddet elbisesi gibidir.
     Bugün İslam terörle eşleştirilerek her Müslümanın belinde bir bombayla masumları öldürebilir imajlanması batının bir tezadı gibi görünse de küresel işgal ve sömürge sahası oluşturma olarak değerlendirilebilir.
     Batının askeri ve teknolojik gücü kendisi gibi olmayanlara bazı mecburiyetler bırakmaktadır. Bu yönüyle İslam batının kendisi için ürettiği bir düşmanı olması hasebiyle bir kamuoyu oluşturma çabasıdır. Dolayısıyla Müslümanların kendileriyle ilgili algı ayarlarını bozan bir geri dönüşü de vardır. Böylesine tarihten uzaklaştırılmış Müslüman aklın özgüvensizliğiyle karşılık bulan sosyo politik birçok örneğiyle beslenen İslam-terör çok yönlü bir problem olarak karşımıza çıkar.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot:
* Yrd. Doç. Dr., Karabük Üni. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi.
~~~~ * ~~~~

     Anahtar kelimeler: İslamofobi, Cihat, Politik korku, Tefsir, Kurân

     Kavramsal Çerçeve
     Her kavramın temsil ettiği bir zihin dünyası vardır. Kavramlar düşünülürken temsil ettikleri ‘şeyin’ tarihinden ve zihin dünyasından beslenir. Başka bir ifadeyle dünyanın realitesini ifade etmekten daha ziyade geldiği toplumun önceliklerini ve ilgilerini ifade eder. (1) Kavramlar pür gerçekliği ifade etmekten öte kullanıldığı toplumun anlam yüklemesiyle ifade ettiği “şeyin” ismidir. Bu yönüyle toplumun değerlerini, kültürlerini, dünya görüşünü, inançlarını kavramlarda bulabiliriz. (2) Semantik açıdan bu durum islamofobi kavramı için de geçerlidir. İslamofobinin ortaya çıktığı unsurlarıyla ve anlam derinliğiyle anlaşılması mümkündür.
     İslamofobi, “islam” ve “phoby” (3) kelimelerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş bir kavramdır. Kısaca Türkçe karşılığı İslam ve Müslüman korkusu olarak tercüme edilebilecek bu kelimenin kavramsal olarak kullanımı, ilk olarak ne zaman kullanıldığı tartışmalı olsa da 11 Eylül ikiz kulelere saldırı düzenlenmesiyle anlam evrenimizde yerini almıştır. 11 Eylül saldırıları -her ne kadar yapanı belli olmasa da yeni bir sosyo-politik dönemin milat noktası olmuştur. Yeni politik dengelerle yeni kavramlar eşleştirilmiş ve yeni düşmanın isimlendirilmesi olarak bu kavram belirgin olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu kavram batının aklının yeni düşmanlara nasıl bir tavır alacağının göstergesi olmuştur. Tarihsel periyotta sürekli öteki olan İslam yeni dönemde yeniden tanımlanmıştır. Bu tanımlamaya göre gerek teolojik ve gerek sosyolojik terör üreten bir din olan İslam’a karşı batının -dolaysıyla tüm insanlığın!- kazanımlarını korumak gerekir. İslamofobi bu zihinsel refleksin kavramsal ifadesidir. Dolayısıyla islamofobi İslam terörün karşısında konumlandırılmıştır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) F. R. Palmer, Semantik, Kitabiyat, Ank. 2001, s. 35.
2) Hasan Yılmaz, Semantik Analiz Yönteminin Kurana Uygulanması, Kurav Yay., Bursa 2007, s. 41.
3) Phoby kelimesi Yunan mitolojisindeki “dehşet tanrısı” anlamına “phobos” tanrısına dayanmaktadır. Belli bir nesnenin, durumun veya etkinliğin yarattığı ve kişinin kendisi tarafından da yersiz veya aşırı kabul edilen usdışı, yoğun, inatçı bir korku. (Selçuk Budak, Psikoloji Sözlüğü, Bilim Sanat Yay., Ank. 2000, s. 304.)
~~~~ * ~~~~

     İslamofobi batının oluşturduğu sosyo-politik bir savunma biçimidir. Bu kavramın semantik alanında “Müslümanlardan nefret, kin, düşmanlık” “Müslümanlardan hoşlanmama, bir arada bulunmama” gibi anlamlar bulunmaktadır. Yine yakınsak anlam ilişkisinde “anti semitizm” “aşırı-sağ ve ırkçılık” ve “anti-İslamizm” gibi kavramlar bulunmaktadır. (1) Bu savunmanın karşılığının kendisini yukarıda biçimlendirdiği biraz evrimci bir tarihle insanlığın ulaştığı en büyük değerler bütününü korumak olduğunu görürüz.

     İslamofobinin Tarihsel Arka Planı
     Batının düşünce dünyasında İslam Orient/doğulu karmaşık kavramıyla karşılık bulur. Batı aklının İslam’a yaklaşımları oryantalisttik/orientalism bakışla geliştirilmiştir. İslam batının zorunlu olarak karşısında/zıddında bulunandır. Bu zorunlu karşıtlığın bilinmezliği ve karmaşıklığıyla İslam anlaşılmaya çalışılmıştır.
     İslamofobi kökleri çok eskiye dayanan oryantalisttik korkuların bir tezahürüdür. Başka bir anlatımla sosyolojik ve politik bir yönü olduğu kadar tarihi bir yönü vardır. Hıristiyanlığın ilk defa kendi coğrafyasında İslam’la karşılaşması Batı Avrupa kıyılarında “Endülüs” tecrübesi, Doğuda “Haçlı” seferleriyle olmuştur. Endülüs tecrübesi ortaçağını yaşayan Avrupalılara felsefi, ilmi, kültürel, sosyal alanlarda çok öğretici olmuştur. İspanya’daki Müslümanların 600 yıllık varlığı 1492 en son Benî Ahmer Devleti’nin tarafların antlaşmalarıyla İspanya kralına teslim olmasıyla sona ermiştir. Gırnata şehrinin teslim olmasından sonra “Müslüman kafirlere” verilen sözün geçerli olmadığı söylenerek şehir yağmalanmıştır. Kütüphanelerdeki 500 bin kitap yakılmış, erkekler öldürülmüş kadınlar ve çocuklar esir pazarlarında satılmıştır. (2)
     Daha sonra kurulan engizisyon mahkemelerinde “morisko” olarak adlandırılan Müslümanların ibadet etmeleri, Müslüman isimleri kullanmaları yasaklanmış; eğer yakalanan olursa işkenceyle öldürülmüştür. (3)
     Diğer taraftan Haçlı seferleri Müslüman dünyasıyla diğer bir karşılaşmadır. Batının kutsal Kudüs’ü fethetme iddiasıyla yapılan haçlı seferlerinin birisi hariç diğerleri başarıya ulaşmamıştır. Yenilgilerin ardından yapılan Büyük seferlerin gerçekleşebilmesi için dönemin papaları tarafından yapılan propagandalarda Müslümanlar insan dışı varlıklar olarak gösterilmiş ve olumsuz algı Hıristiyanlığın bilinçaltına yerleşmiştir. Haçlı seferlerinin en yoğun zamanlarında 200’ü aşkın savaş destanları kaleme alınmış, tüm Avrupa’da papazlar tarafından okunan ve halkı savaşa çağıran bu destanlarda Müslümanlar; Gaddar, barbar, zalim ahlaksız ve kötü insanlar olarak gösterilmiştir. (4)
     Batı dünyasının kolektif bilinçaltındaki olumsuz “Müslüman algısı”, tarihi süreç içinde olagelmiştir. Örneğin Avrupa medeniyetinde Hz. Muhammed kilisenin yüzyıllar boyunca ortaya koyduğu fikirlere başkaldırmış bir şahsiyettir. Klasik Hıristiyan  düşüncesi Hz. Muhammed Hıristiyanlığı öğrenmek için rahiplerin yanına gitmiş fakat öğrenememiş bir hıristiyandır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) M. A. Kirman, İslamofobinin Kökenleri, Journel Islamic Research 2010, s. 22.
2) İbrahim Halil Er, Cennet Doğuda Bir Yerdedir, Elips Yay., Ank. 2006, s. 48.
3) M. Özdemir, Endülüs Müslümanları I, TDV Yay., Ank. 1994, s. 113.
4) Bekir Karlığa, Din ve Medeniyet, Mahya yay., İst. t.y., s. 178. 
~~~~ * ~~~~

     Rönesans/aydınlanma dönemi edebiyatında Dante İlahi Komedya’sında Hz. Muhammed ve Hz. Ali’yi cehennemde bozguncuların alıkonulduğu sekizinci katına yerleştirmiştir. Yine Martin Luther İslam’ı ve Hz. Muhammed’i kötülemiş ve Hıristiyan âlemi için bir tehdit olduğunu söylemiştir. -Yaşadığı dönemde batının gözünde Müslümanlığı temsil eden başat imaj Türkler olmasında dolayı söylediği ağır sözler zaman zaman birbirine karışmaktadır.- “Kur’ân uzun süre Latinceye çevrilmedi, böylece Muhammed uzun zaman Hıristiyanlığa büyük zarar verdi. Muhammed Hıristiyan inancına düşmandır. Artık Hıristiyanlar gerçeği bileceklerdir. Muhammed’in kitabına, Kur’ân inanan Türklere insan bile denemez. Tanrı kötülüklerden dolayı bize karşı kötü şeyler düşünmektedir. Tanrının öfkesi bizim üzerimize Türkleri kırbaç olarak kullandırıyor. Türkler Tanrının kırbacı ve Hıristiyanlığın günahlarının cezasıdır. Eğer Türkler ceza vermeyecek olursa, tanrı bizzat kendisi bize ceza verecektir. O sebeple Hıristiyalar hem türke karşı savaşmalı hem de günahlarına tövbe etmelidir. Fakat Papa nasıl Deccal’in kendisi ise, Türk de gerçek şeytandır. Muhammed yalancı bir ruha sahip olduğundan ve şeytan da Kur’ân’ıyla ruhları öldürdüğünden onun da yola koyulup kılıcını alarak bedenleri öldürmek için saldırması gerekiyordu ve böylece Türk inancı vaazlarla ve mucizelerle değil bilakis kılıç ve katliamla ilerledi. (1) Burada Müslümanların askeri, sosyal, kültürel ve ilmi açıdan dünyanın merkezinde olmaları ve Avrupa’nın ortalarına kadar ilerlemeleri motivasyonunu belirtmek gerekir. (2)
     Yaşanan bu islamofobik korkuyu tarihi süreçte Batının sömürü serüveniyle birlikte düşünmek gerekir. Avrupa ve ABD’nin küresel güç olmalarının bir motivasyonu, kapitalist sistemin gereği olarak çok üretmek ve bunları üretemeyenlere satmasıdır. Üretilen için ham madde ve üretilmiş için bir Pazar kapitalizm için gereklidir. Global güç olmak aslında bugününün tarihselliğinde bu demektir. Dünyadaki güç dengeleri şuan için güçlünün güçsüzü askeri ve ekonomik pasif pazara dönüştürme denkleminde tezahür etmektedir. Hammadde ve enerji sahaları üzerinde yaşanan çatışmaların sebebi yenidünya sisteminin varlığını devam ettirme çabasıdır. Enerji sahaları üzerinde olmayan coğrafyalarda yaşanan savaşlara kayıtsız kalınarak devamına göz yumulmaktadır. Yaşanan savaşların önemli bir kısmı Afrika’da ve İslam coğrafyasında olmaktadır. Yapılan savaşlar insan ve hakları için değil kirli emeller için yapılmaktadır. Bu durum insanlığın hafızasında bir cinnet halidir. Buradan şu sonuca ulaşmak mümkündür. Bu toplumlar arası durum İslamofobi’nin beslendiği bir acımasız çatışma halini almaktadır. Aktörleri açısından İslamofobi İslam(î) bir tepki değil, çatışmaların ve savaşların doğurduğu şiddet sarmalında kalmışlığın bir tepkisidir.  İslam’dan korkmayı tetikleyecek (İslamofobi) saldırıların hepsinde kendi coğrafyalarında şiddete maruz kalmış insanların olduğu görülecektir. Şiddetin olduğu her yerde kendi türünden bir tepki olması kaçınılmaz bir gerçektir. Bu yönüyle islamofobiyi Avrupa’nın ve Amerika’nın “beyaz adamı” üretmiştir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) S. Çınar, Martin Luther ve Luterah Kiliseleri, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı, (Yayımlanmamış Doktara Tezi) Ank. 2004, s. 100.
2) İbrahim H. İmamoğlu, Günümüz Dünya Sorunları (İnançsal Sorunlar), Pagem Akademi, 2016 Ank., s. 440.
~~~~ * ~~~~

     Güncel Sosyo-Politik Durumun Yansıması Olarak İslamofobi
     İslamofobiyi, batı aklının politik bir aynası olarak görmek gerekir. Soğuk savaş döneminde öteki “kominizim” iken 1990’lı yıllarda -komünizmin yıkılmasıyla birlikteİslam olmuştur. İnsanlığın modernite tecrübesinden bu yana son 150-200 yıldan bu yana tarih dışı bırakılan Müslümanlar iki kutuplu kaldıracın batının diğer tarafında yer almıştır. Said Edward “islam, batının zorunlu olarak ötekisidir.” demişti. Tarih boyunca batının bilinçaltında düşman olan islam, selefi yorumuyla birlikte diğer kutup olarak konumlandırılmıştır. (1) İslam terörizm tarihten uzaklaştırılan islam aklının öteki olabilme yeteneği kabiliyeti yok iken mecburen sahaya itilmesinin bir ifadesidir. Yaşadığımız tarihselliğin kurucuları tarafından yetersiz bir öteki, manipüle edilmesi açısından bir kolaylıktır. İstediği gibi üzerinden imajlayabileceği ve mesaj verebileceği bir öteki olarak karşımıza çıkar, islam. Ne demek istediğim ABD dışişleri bakanlığının yayınladığı terörist örgütlerin listesi olmuştur.
     1980 yılında ABD’de dışişleri bakanlığının yayınladığı terör listesinde hiçbir dini grup yokken 1994 yılında 49 terörist grubun 16’sı dini kökenlidir. Bu liste batının bir düşman olarak İslam’ı terörle birlikte seçtiğinin bir göstergesidir. 1979-1989 yılları arasında Afganistan’da komünizme karşı savaşan mücahitler “kutsal savaşın cihatçıları” olarak ABD tarafından ilan edilmiş ve desteklenmişti. (2)
     Batının -kendi demokrasilerine karşı olduğu ileri sürülen tehditler farklı renklere büründürülerek sunmakta olan- korku rengi kırmızı yeşil veya sarı olarak değişmektedir. (3) 1990’lara kadar batının korku rengi kırmızı yani kominizimdir. Sonrasında yeşile yani islam-terörizmine dönüşmüştür. Bu yönüyle 11 Eylül saldırısı artık rengin değişme eşiği olarak etmek gerekir. Bu saldırılar üzerine dönemin ABD başkanı George W. Bush’un “artık yeni bir haçlı savaşına başlıyoruz. Terörizme karşı bu haçlı savaşı bir zaman alacaktır.” (4) demesi ABD için korkunun renginin değiştiğinin ve kutsal savaşın habercisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu korku bilerek üretilmiş olarak, kitleleri yönlendirmek ve büyük kitlesel öfke patlamalarıyla “ötekine” karşı bir olmayı motive etmek üzere karşımıza çıkar. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Çift kutupluluk hâdis olan için iltizam bizatihi zorunludur. Çünkü eşyada her şey zıddıyla kaimdir. Bunun tek istisnası kadiri mutlak olan Allah’tır.
2) İngmar Karlsson, İslam ve Avrupa, cem yay., İst. 2004,s. 51.
3) Karlsson, İslam ve Avrupa, s. 36.
4) İlk açıklama yapıldığında bunun bir dil sürçmesi olduğu ileri sürülmüş ve bir anlam verilememişti. Fakat sonraki süreç bu sözün temsil ettiği aklın bir kanaati olduğunu ve çok bilinçli söylenmiş bir söz olduğunu ortaya koymuştur. http://www.hurriyet.com.tr/bushtan-hacli-seferi-yakistirmasi-16285 (8.9. 2016)
~~~~ * ~~~~

     Yaşadığımız tarihselliğin kurucu değerlerinin bir başka coğrafyası olan Avrupa’da yukarıda çizilmeye çalışılan resimden pek farklı bir sonuç yoktur. Avrupa yine kendi korkularının esiri olarak bir zihin tutulması yaşamaktadır. Almanya’da yapılan bir araştırmaya göre İslam’ı bir din olarak değil, ötekine yaşam hakkı vermeyen bir “izm” olarak görenlerin oranı ¾’tür. Yani her dört kişiden üçü İslam’ı olumsuzlayarak Avrupa’nın değerleriyle örtüşmediğini ifade etmişlerdir. Kendilerini sol partili olarak tanıtanların %40’ının İslam’a karşı düşüncede oldukları ortaya çıkmış, Yahudilik, Budizm, Hinduizm gibi dinlere daha pozitif olduklarını ifade ederlerken, İslam’a karşı aynı hoşgörüyü beslemediklerini söylemişlerdir. (1)
     İslamofobinin bir güncel dinamiği Avrupa içinde azınlık olarak bulunan Müslüman nüfustur. Demografik yapının hızla değişmesi islamofobiyi tetikleyen bir unsurdur. 2005 yılı itibarıyla Müslüman olmayan nüfus %3,5 oranında azalmıştır. 2015 itibarıyla Avrupa kıtasında Müslüman nüfusu 50 milyon üzerindedir. Yani bu durum İskandinav Protestanlardan daha fazla olduğu anlamına gelmektedir. Avrupa kıtasında Fransa ve İngiltere başta olmak üzere kadın başına çocuk sayısı 1’in altındadır. Müslümanların doğurganlıkları diğerlerine göre 3 kat daha fazladır. 2050 yılında Avrupa kıtasının 3’te 1’i Müslüman olması öngörülmektedir. Bu sayısal değerler batıyı keskinleştirmekte ve islamofobiyi bir başka yönden korkuyla bütünleştirmektedir. Böylesine demografik yapıyı değiştirecek agresiflikte artan bir “öteki” korkuyu da beraberinde getirmektedir. Bununla birlikte bu kütlenin ekonomik siyasal kültürel olarak etkisini artırması batı için islam korkusunu daha da artırmaktadır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot:
~~~~ * ~~~~

     Almanya 1933 büyük ekonomik krizinden etkilenmiş ve yaklaşık 6 milyon Alman’ı işsiz bırakmıştır. Erkekler Alman sokaklarında incinmiş ve hırpalanmış bir halde dolaşırken Adolf Hitler şansölye olarak gücü ele aldığında muazzam bir Nazi hareketini ortaya çıkarmıştır. Almanya’nın üzerine çöken bu keder için Yahudileri kullanmıştır. Almanya’nın büyük savaşı – I. Dünya savaşı- Yahudiler yüzünden kaybettiklerini söylemiş, yapılan Versailler Anlaşmasıyla birlikte ortaya çıkan hiper enflasyonun Almanya’nın işini bitirmek için Yahudiler tarafından planladı propagandasını yaymıştır. Bunun oluşturduğu psikolojik ortamda otobüslerde restoranlarda trenlerde banklarda Yahudiler kendileri için ayrılmış yerlerde oturmalıydılar. 1935 yılında Nurumberg Kanunları kabul edilince Almanya’da yaşayan Yahudiler vatandaş olma haklarını kaybettiler. 2. Dünya savaşında da Nazi rejimi 6 milyon Yahudi’yi sistematik olarak yok ettiler. (1)
     Buna benzer bir hikaye de 2000’li yıllarda yaşanan finansal krizde yaşanmıştır. ABD’de emlak kredi sisteminin çökmesiyle Amerika hükümeti borç batağındaki bankaları kurtardı. Korkunç miktarlarda borç -yaklaşık 1 trilyon doların- ABD ekonomisini derinden sarstı. 2009’da işsizlik oranı 10,1’e çıktı. Böyle bir zeminde yaşanan toplumsal marjinalleşme ve kutuplaşma ülkedeki Müslümanların düşman ilan edilmesiyle sonuçlandı. Toplumsal endişe politik bir malzeme olarak kullanıldı. 2010 yılında yapılan bir ankette ABD’de yaşayanların sadece %37’lik kısmı Müslümanlar hakkında olumlu kanaat bildirdi. Ülkedeki Müslüman terörist algı giderek daha da güçlendirildi. (2)
     İslamofobi batının tarih boyunca getirdiği korkularından gerek korkanın tutumu açısından gerekse korkulan şey açısından farklılık göstermektedir. Modern dönemlere kadar islam korkusu tek yönlüdür. Karşıda bir “düşmanla” ilgili içerideki kamuoyuna menfi propaganda yapılırken, modern zamanların islamofobik tutumları çok yönlüdür. İslam’la ve Müslümanlarla kendi coğrafyasında mücadele edilerek, islam terörize edilmiş islam terör imajlamasıyla, gerek içeride gerekse dışarıda bir korku olarak pompalanmıştır. İslamofobi -Müslümanlarla birlikte İslam’ın bir şiddet dini olduğu algısı- Batı’nın iç kamuoyunda kendini koruma refleksini harekete geçirmek; dünyada dış kamuoyunda uluslararası ilişkilerde aşağılamak için kullanılmaktadır. Bu uluslararası dengeler açısından BM’de “5’in dünyadan büyük olmasıyla” ilgili durumdur. Dünyadaki nüfusun 1/3’ü Müslüman olmasına rağmen tek temsilcisinin olmaması büyük bir problemdir. Tarihin içinde olan ve şuan tarihselliğimizin kurucu aklı, dünyayı gelişmiş, geri kalmış ve gelişmekte olan ülkeler olarak yarı kast sistemine benzer kategorize etmekte ve ekonomik, tüketim alışkanlığı, üretim ve teknoloji olarak kendini en üste konumlandırmaktadır. Bu global kast sisteminde beklenen herkesin kendi liginde kalması ama daima en üsteki Avrupa’ya ve ABD’ye hayranlıkla bakmasıdır. Afrika sömürülmüş bir kıtadır öyle kalmalıdır. Afrika ülkesinde ileri demokrasi, bilişim sektöründe, sanayide büyük bir atılım, ekonomik verilerin iyi olması ezber bozan bir durumdur ve hayali bile kabili mümkün değildir. Bu ezberi bozma ihtimali olan tek bir gerçeklik vardır. O da islam… islam hala dünyada adaletsizliğe, haksızlığa, zulme karşı durma potansiyeli olan tek gerçekliktir. Bu yönüyle İslam’ın manipüle edilmesi son derece önemlidir. İslamafobinin düşünülmesi gereken bir yönü de budur. Boko Haram, DAEŞ, el-Kaide vb. terör gruplar İslam’ın ve Müslümanların insanlık vicdanına dair söz söyleme gücünü kırmaya matuf bir tarafı vardır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Nathan Lean, İslamofobi Endüstrisi, DİB Yay., Ank. 2015, s. 37.
2) Lean, İslamofobi Endüstrisi, s. 40. 
~~~~ * ~~~~

     İslamofobinin neye karşılık geldiğini bulabilmek için terör kavramıyla birlikte düşünülmesi gerekir. Birçok terör olayında kendilerini Müslüman olarak tanıtanlar yer  almaktadır. Terör ve İslam o kadar birbirine yakın hale gelmiştir ki, iki parçalı bir bütün gibidir. Müslümanların zihin dünyalarında terörün beslendiği veya imajlandığı zihinsel kısa devrelerin olduğu bir gerçektir. Savaş ayetlerin yorumlanması bu kısa devrelerden birisidir. Bu sorun alanının merkezinde Kur’ân’daki ayetleri ve kavramları yorumlanma yanlışlığı vardır. “Cihat” ve “savaş” kavramlarını aynı anlam düzeyine indirgenerek İslam'ın savaş dini olduğu gibi bir sonuca ulaşılmaktadır. Oysa cihat kavramı en yalın anlamıyla “gayret etmek, çabalamaktır.” Terim olarak “İslam’ın öğrenilip, yaşanmaya çalışılması, doğruyu anlatıp, yanlıştan sakın(dır)maktır.” Bu tanımlama (1) bir kenara bırakıldığında cihat eşittir savaş türünden indirgemeci bir anlayış ortaya çıkmaktadır.
     Muhammed Âbid el-Câbirî’nin: “Herkes kendi kültürünü sırtında taşır” ifadesinden hareketle insan içinde bulunduğu unsurlarla kendini var eder. Geçmişi, eğitimi, sosyal ve dini durumuna göre tepkiler verir. Eylemlerinde ve kararlarında varoluşundaki bu unsurlardan beslenir. Terörist ve terör arasında böyle sosyo-psikolojik bir ilişki söz konusuyken din sadece masum insanlar öldürülürken kullanılan tanrının boyasıdır. Temel motivasyon olan din, terör söyleminin ve eylemlerinin kutsal boyayla boyanması ve taraftarların koşulsuz teslim olmasıdır. Eğer bir insan terörize olmuşsa varoluşundaki sosyal, din, kültür unsurlarını kullanır. İslam’ın yerine başka bir din olsaydı, bu dinin argümanlarını kullanarak terör eylemini yine de gerçekleştirecektir. Önemli olan insanın şiddet sarmalından ve terörden uzak tutulmasıdır.
     Bu anlamıyla DAEŞ (2) ve diğer terör örgütlerinin İslam’la görüntü dışında hiçbir ilgisi yoktur. Lokal politik hesaplaşmalar için İslam’ın ve Kur’ân’ın kullanıldığı bir örgütlenme çeşididir. Uluslararası güç dengelerinin bölgesel bir etki alanı oluşturması için ortaya çıkardığı bir yapıdır. Medeniliğin ve bir arada yaşama hukukunun olmadığı kendisinden olmayanı “tekfir etmek/dinden çıkmış saymak” bir tür İslam’ın “cahiliye dönemine” ait bir anlayış olarak kabul etmek gerekir. Bu anlayış Kur’ân’la çarpık iletişimin bir sonucu olarak anlamak gerekir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Hz. Peygamberin hadisi “Mücahid nefsiyle cihad edendir” bu bağlamda değerlendirilmesi gereken bir hadistir.
2) ABD’de yapılan bir çalışmaya göre 2014 verilerine göre terör saldırıları geçen yıllara göre %35; bu saldırılarda ölenleri sayısı %81 artış göstermiştir. DAEŞ’e 90 ülkeden 16 bin savaşçının gelmesiyle, örgüte katılım büyük bir artış göstermiştir.
~~~~ * ~~~~

     Bu türlü İslam’ın selefiye anlayışından türemiş şiddetin kendi coğrafyasında ötekiyle yaşam tecrübeyi olmayan bölgelerde yayıldığını görmek gerekir. İdeolojik islam ve oluştuğu coğrafya birbirinden ayrılamaz bir bütündür. Bu bağlamda Osmanlı dönemi ilk milliyetçilik hareketleri merkezden uzak yerlerde ortaya çıktığı gibi, klasik modern dönemde bir düşünce reaksiyonu ve siyasi isyan hareketi bugün ideolojik bir İslam hareketi olarak evrimleşmiştir. Dünyada birçok bölgede yaşanan Selefi hareketler (1) bir arada yaşamının kültürünün olmadığı “ötekiyle” iletişim kurulamadığı coğrafyalarda çıkmıştır. İslam terör eşleşmesinin tüm örgütlerinin -el-Kaide, DAEŞ, Boko Haram- hem kültür olarak kapalı hem de coğrafik olarak dünyadan tecrit edilmiş topraklardan türemiştir.
     Oysa İslam kendini medeniyetle ifade eder. Medeniyet İslam'ı anlamada bir üst fıkhı/akıldır. İslam’ın temel ilkeleri yapılan bir binaya, yola, beşeri münasebetlere, güzel ahlaka, bilgiye ve estetiğe dönüşüyorsa bir İslam Medeniyetinden söz edilebilir. İslam bir “sulh/barış” dinidir. Kur’ân, haksız yere bir cana kıymayı, tüm insanlığı öldürmekle eş sayar. (2) Bugün İslam dünyasının en büyük eksikliği bu üst fıkhın/medeniyetin olmamasıdır. Medeniyet d-y-n kökünden gelir ve din, şehir anlamında Medine ve medeniyet aynı kökten gelen kavramlardır. Medeniyetin özünde din vardır. Bu yönüyle İslam medeniyetinin kökünde vahiy vardır. Kur’an’ın kendi döneminde insani sahasında ürettiği her şeye Kur’an kendinden bir şeyler katar. Bu dönüşüm sürecinde her ne kadar Kuran’ın ayetleri bir metin olarak yoksa da amaç ve ruh olarak hep vahiy vardır. İnsaneşya, insan- aşkın varlık, insan- insan irtibatında nasıl ve nedenselliğini Kur’an’ın kurduğu üst fıkıhla tefsir edilir. Medeniyet Kur’an’ın en rafine tefsiridir. Nazil olduğu dönemden bugüne kadar Müslümanların tüm yapıp ettikleri ortaya koydukları -esasata dair- değerler Kur’an’ın ilkelerinin kendi tarihselliğinde bir forma kavuşmasıdır. Bir yönüyle aynı paydada buluşan insanlara ortak değerler verir. Bu bağlamda cihat -eğer düşmanla savaşmaksa- gaza anlayışıyla karşılık bulmaktadır. Gaza anlayışını en iyi anlatan, Çanakkale’de verilen savaştır. Düşmanının bile saygısını kazanmış bir muamele ve tutumlar bütünüdür. Bununla ilgili birçok savaş hikayesi herkesin malumudur.

     Kıtal Ayetleri (Ayatu’s-Suyuf)
     Kıtal ayetlerini birkaç anlam çerçevesiyle birlikte incelemek gerekir. Ayetlerin sure içindeki metin bütünlüğü içinde değerlendirmek, ayetlerin sure bütünlüğü içinde değerlendirmek, ayetleri kuran bütünlüğü içinde değerlendirmek, ayetleri İslam’ın bütünlüğü içinde değerlendirmek. Bu bağlamlar Kur’an’ın bir metin olarak doğru anlaşılmasının sağlaması gibidir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Selef(iyye) tarihini üç döneme ayırmak mümkündür. İlk dönem icmal devri. Bu dönem islamın yeni karşılaştığı kadim bilgilere karşı koyma dönemi. İkinci dönem sistematize olduğu oldu tasil dönemi. İbn-i Teymiyye ile başlayan selefi düşüncenin sistematize olduğu dönem. Üçüncü dönem, sosoyolojik selefilik. İslam akliyatının Moderniteyle ilk hesaplaşmaya başladığı ve özgüven parçalanması yaşadığı dönem. Bu dönem Selefi hakaretinden kasıt, islamın elde ettiği 1400 yıllık büyük kültür ve medeniyet birikimini, islamın anlaşılmasındaki bir “engel” olarak görüp, vahyin kendisini inşa ettiği ortamı coğrafyayı, zaman ve mekan boyutların yeniden yaşama olarak tanımlamak mümkündür. İslamın asıl kaynaklarıyla kendi otantikliği içerisinde yeniden vahye ve sünnete dönmeyi projelendiren zihin dünyasının adı olarak görmek mümkündür. (bkz. http://www.akademikortadogu.com/belge/ortadogu14makale/birol_akgun_gokhan_bozbas.pdf (10.09. 2016)
2) Mâide Suresi 5/32
~~~~ * ~~~~

     Kıtal ayetleri İslam’ın iman müdafaası ve sabır dönemi olarak kabul edebileceğimiz Mekke döneminde değil, muamelat hukuk gibi kurumsal konuların işlendiği Medine dönemine karşılık gelir. Bu dönemde “ötekinin” daha net ayrıştığı Mekkeli müşrikler ve Medineli Yahudilere karşı fiili olarak savaşma “savaşa/kıtale” izninin verildiği ayetlere denir. Bakara suresi 190.-193. ayetler, Tevbe suresi 5.- 36. ayetleri klasik kaynaklarda aynı grupta değerlendirilmiştir. Ayetlerin tümü Hudeybiye musalahasından sonraki gelişen olaylara karşılık gelir. Bu olaylar ve birbirini takip eden ayetler kendi anlam ilişkisinin dışına çıkmaya izin vermemektedir. Yukarıda bahsettiğimiz Kur’an’ı anlamada doğru anlamayı gerektiren bağlamlar açısından baktığımızda ayetlerin Hudeybeyi musahalası sonrası nasıl bir tutum içinde olunması gerekir sorusuna ilişkin esbab-ı nüzulü olan Tevbe suresinin bir parçasıdır. Tevbe suresi 5. ayet özelinde ayetin öncesi Haram aylar çıktığında gibi şart cümlesi söz konusudur. Başlangıç kısmı bu ayetteki “bulduğunuz yerde öldürün” kısmını bağlar ve ayetin mutlak olarak ele alınmasını engeller. Sure bütünlüğü içinde değerlendirdiğimizde Tevbe suresinin ilk on beş ayet ismini de aldığı konu üzerine nazil olmuş ayetlerin ifade ettiği vakıanın, olay-vahiy ilişkisi çerçevesinde bir parçası durumundadır. Ayetlerin inmesine sebep olan olayla ilgili birçok hem vahiy ortamını ifade eden rivayetler, hem de sebebi nüzul rivayetleri söz konusudur. Kur’an’ın bütünlüğü içinde Tevbe suresi 5. Ayetiyle birlikte düşünmemizi gerektirecek ayetler vardır. İlgili sonraki ayetlere bakıldığında “müşrikler sizinle komşuluk yapmak isterse, onlara izin verin.” mealinde ayet de kıtalin mutlak olarak değerlendirilmesine bir bariyerdir. İslam’ın bütünlüğü içindeki ilkeleri bu ayetin yine yanlış anlaşılmasına engeldir.
     Kur’ân’ın kendini inşa ettiği dönem -başka bir ifadeyle fiziğini oluşturduğu dönemde- en önemli önceliği nazil olduğu olay ve olguları “hukuk” altına almak olmuştur. Mekke’de ve Medine’de kendi döneminde kadın erkek ilişkilerinde, aile içi tutumlarında, boşanma, nikah, cihat vd. birçok alanlarda ilkesel hukuk uygulamaları getirmiştir. Dolaysıyla Kur’ân bir alana müdahale ettiğinde birinci hedef kitle nezdindeHz. Peygamber ve ashabına- de facto bir probleme çözümü hukuk çerçevesinde üretmiştir.1 Kuran’ı kendi tarihiyle birlikte okuduğumuzda kendini zaman, mekân, olay ve tarih gibi tarihsel boyutlarıyla inşa etmiştir. Bu inşa sürecindeki en önemli unsur hukuktur. Bu cihat için de geçerli olan bir üst değerdir. Cahili dönemdeki savaş ve düşmana yapılan muameleyi vahiy reddetmiştir.2 Kıtal ayetlerinin getirdiği esas savaş hukukudur. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Örneğin 4 kadınla evlenilmesi ayeti cahiliye döneminde 4’ten fazla kadınla evlenmenin yasaklanmasına karşılık gelir. Nisa suresi 3. Ayet, dört kadınla nikâhlanma konusundaki en üst sınırı belirler ve zımnen “poligamik bir evlilikte daha fazla evlenemezsiniz” buyurur. (Aysel Zeynep Tozduman, İslam’da Kadın Hakları, Seha Neşriyat, İst. 1991, s. 23; Mustafa Öztürk, Cahiliyeden İslamiyete Kadın, Ankara Okulu, Ank. 2016, s. 40.)
2) Bedevi örfte kazanılan savaşta karşı tarafın ölülerine cesetlerine her türlü muamele ve işkence meşu ve olağandı. Bunun en tipik örneği Hendek Savaşı sonrası Ebu Süfya’nın kızı Hint Hz. Hamza’nın cesedini savaş meydanında Vahşi’ye açtırmış ve ciğerini çıkarttırıp dişlemiştir. Yine aynı savaşta intikam duygularıyla Müslüman şehitlerin cesetlerine her türlü eziyeti göstermişlerdir. Cahili kadınları çeşitli uzuvları kopararak onlardan kolyeler yaptıkları siyer kaynaklarından mervidir. 
~~~~ * ~~~~

     Tefsir kaynaklarında kıtal ayetlerinin altında birçok Savaş hukukuyla ilgili birçok rivayet mervidir. Bu hadislerde düşman tarafında masumlara zarar verilmemesi, ürünlerinin yakılmaması, din adamlarının öldürülmemesi gibi savaş hukukuyla ilgili birçok ilke belirtilmiştir. (1)
     Cihat savaşmak gibi konuları içeren ayetlere bakıldığında iki unsura müdahale edildiği görülecektir. Cihadı amaç olarak ulvileştirmek cihadın asabiyet, kabilecilik vb. amaçlar için değil en ulvi olan Allah rızası/îlâ-i kelimetullah için yapmak ve savaşı zulmün zıddı olarak konumlanan hukuk içinde yapmaktır. Bütün savaşla ilgili ayetleri okuduğumuzda bu iki unsurun inşa edildiğini görürüz.
     Bir başka yönden kıtal ayetlerinin tefsirleri incelendiğinde iki tarafı olduğu görülecektir.
1. Ayetlerin tarihsel boyutta olayların akışının incelendiği esbab-ı nüzul rivayetleri çerçevesi; 2. Ayetlerin kendi tarihselliğinden çıkarılıp bugüne “mutlaklaştırarak” taşındığı çerçevesi.
     Bakara Suresi’ndeki 190-193. ayetlerle Tevbe Suresi 5. ayetleri Taberi’den (v.310) rivayetle Medine’de ilk nazil olan savaş ayetleridir. (2) Medine’deki Müslümanların birincil düşmanları olan Mekkeli müşriklere karşı savaşa izin veren ilk ayetlerdir. Kıtal ayetlerini kendi tarihinde okuduğumuzda bu ayetler Hudeybiye musalahasıyla birlikte nazil olmuştur. Hac için gelen rasulullah ve ashap Hudeybiye’de kurbanlarını kesmişler ve geri dönmüşler, ertesi sene kaza umresine niyet edip yola çıktıklarında Kureyş’in bir kötülük yapmasından ve onları Mescid-i Haram’a sokmamalarından korkmuşlardır. Buna rağmen haram aylarda ve mescidi haram civarında savaşmaktan imtina etmişlerdir. Hemen arkasından ayet nazil olmuştur. (3) Bakara suresi 190. ayetine sebebi nüzulü bu çerçevededir. Bir başka ifadeyle bu ayetin kendi tarihi -vakıa – vahiy ilişkisi- Hudeybiye anlaşmasıyla başlayan ve gelişen süreçtir. Daha sonraki süreçte Tevbe suresi 5. ve 36. ayetle birlikte Mescid-i Haram’ın çevresinde savaşmak yasaklanmıştır. Bu yasakla birlikte Kur’an’ın birinci hedefi olan ashabın Mekkeli Müşriklere karşı nasıl davranması gerektiği bildirilmiş ve nihayete erdirilirmiştir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bkz. Ebu’l-Fidâ İsmail b. Ömer İbn-i Kesîr, Daru’l-Taybe, t.y., y.y., c. I, s. 524; Müslim, Kitabu’l-Cihâd ve’s-Sîr, h. No. 1731.
2) Bu konuda Mekkeli Müşriklerle savaşa izin veren ilk ayetin Hacc Suresi 39 olduğuna dair Hz. Ebu Bekir’den bir rivayet de bulunmaktadır. Kendileriyle savaşan müşriklerle savaşmayı savaşmayanlarla savaşmamayı, dolaysıyla bu ayelerin savunma halini ifade ettiğini, atak duruma Tevbe suresi 5. Ayetle birlikte başlandığını ifade eder rivayetler de söz konusudur. (Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmiu’lBeyân an Tevîl-i Ayi’l-Kurân, Mektebe İbn-i Teymiye, Kâhire yy, III/562; İbn-i Kesir, et-Tefsîr, c. I, s. 524.) 3 Ebu İshâk Ahmet es-Salebî, el-Keşf ve’l-Beyân, Daru Turasil Arabî, Beyrut 2002, II/88.
~~~~ * ~~~~

      Kıtal ayetlerine bakıldığında şiddet yanlısı/bedevi Müslümanların litarel okumayla birlikte “İslam’ın dışındaki herkesin öldürülmesi” gibi sığ ve bir o kadar tehlikeli sonuçlara götürdüğü görülecektir. Dolaysıyla ayetlerin kendini inşa ettiği fiziğini -olay zaman mekânı- yok saymak ayetlerin bugün doğru okunması ve “muradullahı” doğru anlamak açısından önemlidir. Buradan şu noktaya gelmek gerekir: Kendi anlam bağlamından kopartılan ayetler her türlü anlam anarşizmine açık hale gelir.
     Selefiye ve oluşturmaya çalıştığı şiddet iklimiyle şiddet üreten Kuran okuması birbiriyle örtüşmektedir. Selefi yorum ayetleri tüm tarihsel bağlamlarından soyutlayarak lafzı hiçbir yoruma açmamak anlamına gelir. Bu yorum kıtal ayetlerini tarih üstü okumalarıyla literal bir mutlaklaştırmaya götürdüğünü ifade etmek gerekir. Hangi selefilik tartışmasına girmeksizin selefiyenin teolojik boyutu, İslam aklının moderniteyle hesaplaşması ve beraberinde getirdiği özgüven, coğrafya ve bilinç parçalanması neticesinde ortaya çıkmıştır. İslam klasik dönemde/modernite öncesinde kendinden zuhur eden problemler ve çözümleriyle ilgilenirken modernite döneminde sürekli dışarıdan gelen problemlere cevap aramıştır. Bu bağlamda asla dönüş ve tecdit iddiasıyla başlamış daha sonra evrimleşerek şu anda kıtal ayetlerini -şiddet kuşatmasında olan İslam coğrafyasında- sığ politik hedeflerine ulaşmak için malzeme olarak kullanmaktadır.

     Sonuç
     İslam-terör bir endüstridir. Terörizm global sistemin ürettiği bir durumdur ve iç dış emperyalist hesaplar için de bitmesini istememektedir. Dinsel görülen birçok terörist eylemin arkasında politik, sosyolojik, ekonomik saikler bulunmaktadır.
     İslamofobi, bugünün tarihselliğinin kurucu aklının ürettiği sentetik bir korkudur. Bu korkunun, batının zorunlu olarak karşısında yer alan islam dünyası için “bir kelebek etkisi” yaptığını söylemek gerekir. Bu etki sosyo-politik, sosyo-kültürel bağlamlarda İslam’ın terörize edilmesi ve İslam terörün imajlanması şeklinde kendini gösterir. Ama en büyük etki İslam fobinin sosyo-teolojik İslam akliyatında karşılık bulmasıdır. İnsanlığa adalet, zulme karşı durma gibi değerler vermişken İslamın kendi coğrafyasının din adına zulüm, kan, göz yaşı ve cinayetler üretmesi -her ne kadar politika, uluslararası ilişkiler, sömürü tarihi bağlamında sebepler barındırsa da- İslam’ın zihinsel kısa devre yapmasıdır.
     İslam akliyatının karanlık bir dönemden geçtiğini ve -bu dönemde vahyin kolektif akılla yapılmış tefsiri olan- medeniyet inşa edememe problemi yaşadığını görmek elzemdir. Karşılaşılan bu sistematik hata “ötekiyle” olan ilişkilerde, kıtal ayetlerini yorumlamada, vahyin ruhunu anlamada karşımıza çıkmaktadır. Tüm bunlara öldürücü bir nefes üfleyen İslam’ın selefi yorumu, bugünün tarihselliğinde İslam’ın sığ ve şiddete en yakın yorumudur. Bu bedevi/çöl anlayış tam olarak islam medeniyetinin karşısında durmaktadır. Bugün Kur’an’ın anlaşılmasında bir sorun yaşandığı muhakkaktır. Ancak bu yanlış anlama iddia edildiği gibi Müslüman aklının yetersizliğinden değil, Kur’an’ın en rafine yorumu olan medeniyetin yeniden kurulmasına imkân verilememesinden kaynaklanmaktadır.

     Kaynakça:
     BUDAK, Selçuk, Psikoloji Sözlüğü, Bilim Sanat Yay., Ank. 2000.
     ÇINAR, S., Martin Luther ve Luterah Kiliseleri, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı, (Yayımlanmamış Doktora Tezi) Ank. 2004.
     ER, İbrahim Halil, Cennet Doğuda Bir Yerdedir, Elips Yay., Ank. 2006.
     İMAMOĞLU, İbrahim H., Günümüz Dünya Sorunları (İnançsal Sorunlar), Pagem Akademi, 2016 Ank.
     KARLIĞA, Bekir, Din ve Medeniyet, Mahya yay., İst. t.y., 
     KARLSSON, İngmar, İslam ve Avrupa, cem yay., İst. 2004.
     KİRMAN, M. A., İslam fobinin Kökenleri, Jurnal İslami Research 2010, s. 22.
     LEAN, Nathan, İslamofobi Endüstrisi, DİB Yay., Ank. 2015.
     MÜSLİM, Ebu’l-Hüseyin İbn-i Haccâc, Sahih-i Müslim, Dâru Taybe, Riyad 2006.
     ÖZDEMİR, Mehmet, Endülüs Müslümanları I, TDV Yay., Ank. 1994.
     ÖZTÜRK, Mustafa, Cahiliyeden İslamiyet’e Kadın, Ankara Okulu, Ank. 2016.
     PALMER, F.R. Semantik, Kitabiyat, Ank. 2001.
     es-SALEBÎ, Ebu İshâk Ahmet, el-Keşf ve’l-Beyân, Daru Turasil Arabî, Beyrut 2002.
     et-TABERÎ, Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l-Beyân an Tevîl-i Ayi’l-Kurân, Mektebe İbn-i Teymiye, Kâhire yy.
     TOZDUMAN, Aysel Zeynep, İslam’da Kadın Hakları, Seha Neşriyat, İst. 1991.
     YILMAZ, Hasan, Semantik Analiz Yönteminin Kurana Uygulanması, Kurav Yay., Bursa 2007.
 

02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...