akıl etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
akıl etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Eylül 2021 Pazartesi

FELSEFE ve DİN BİLİMLERİ / Gazali Örneğinde Felsefe-Din-Bilim İlişkilerindeki Bazı Yanlış Anlamalar / Sayfa 641 - 651

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve
DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 641 - 651
Gazali Örneğinde
Felsefe-Din-Bilim İlişkilerindeki
Bazı Yanlış Anlamalar
Abdullah KARTAL *

     Özet
     Gazali, İslam düşünce tarihi içerisinde inanç ile akıl arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğine dair belirleyici fikirler ileri sürmüş, önde gelen figürlerden birisidir. Onun görüşleri, İslam dininin felsefî ve bilimsel düşünce ile ilişkisi hakkında uzun zamandan beri devam eden bir çok tartışmanın merkezinde yer almaktadır. Bazılarınca onun bu görüşleri, aklın iki büyük mazharı olan felsefe ve bilim alanında İslam dünyasında yaşanan ve ne yazık ki hala yaşanmakta olan geri kalmışlığın önemli bir sebebi olarak değerlendirilmektedir.
     Bu bildiride, öncelikle, felsefe ve bilimdeki gerilemeyi Gazali'nin düşüncelerine bağlayan değerlendirmelerin içine düştüğü birtakım yanlışlar gösterilmeye çalışılmıştır. İkinci olarak da Gazal'inin filozofları eleştirmesindeki bazı hatalara dikkat çekilmiştir.

     Anahtar Kelimeler: İnanç, Akıl, Bilim, Yanlış Anlama, Gazali.

     Giriş
     Bilim ve felsefe, düşünen, merak eden ve sorgulayan bir varlık olarak insanın sahip olduğu aklı etkin bir biçimde kullanmasının iki muhteşem sonucudur. Akıl gücünü ve bu gücün bilim ile felsefeyi doğuracak şekilde kullanılmasını mümkün kılan analiz, sentez, muhakeme, karşılaştırma, çıkarım, soyutlama ve kavrama gibi bir çok zihinsel donanımı insana bahşeden ise onu en güzel biçimde yaratan (1) Allah'tır. Din yani İslam da Allah'ın koyduğu ve teşri ettiği sistem olduğuna göre, doğru anlaşılan din ile gerçeğe ulaşmayı amaçlayan bilim ve felsefe arasında temelde bir çatışmanın ortaya çıkmaması gerekir. Nitekim İslam'ın yüzyılları aşan bilim ve düşünce tarihi, din ile bilim ve felsefe arasında asırlar boyunca bir uzlaşı ve dayanışma yaşandığına, bunun sonucunda insanlığın kültürel mirası adına İslam coğrafyasında bilim ve felsefe alanında büyük başarılara imza atıldığına tanıklık etmektedir.
     Geçmiş parlak başarılarına rağmen günümüz İslam dünyasının entelektüel faaliyetinin modern bilim ve felsefeye katkısı hesaba katılmayacak kadar sınırlı bir düzeydedir. Son birkaç yüzyıldan beri bu katkı gittikçe azalmış ve bu noktaya varmıştır. Zira Hıristiyan Batı dünyasının yaklaşık 13. yüzyıldan itibaren başlayan ve 17. yüzyıldan itibaren bariz üstünlük sağlayan gelişmesine karşılık İslam dünyası düşünce ve bilimde duraklamış, ardından geride kalmaya başlamıştır. İslam dünyasının bu geri kalmışlığının sebepleri ve bundan nasıl kurtulabileceğinin yolları üzerinde birçok değerlendirme yapıla gelmiştir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
* Yrd. Doç. Dr. Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
1) Bkz. Secde Suresi 32/7; Tin Suresi 95/4.
~~~~ * ~~~~

     Bu çerçevede yapılan değerlendirmelerin bazılarında İslam dünyasında bilim dışı bir anlayışın yaygınlaşması ve felsefî düşüncenin ortadan kalmasının önemli bir sebebinin Gazali olduğu iddia edilir. (1) Onun özellikle Tehâfüt'ül Felâsife adlı eserinde İslam filozoflarına yönelttiği eleştiriler de delil olarak gösterilir. Amacım, İslam dünyasında bilim ve felsefenin gerilemesini Gazali'ye bağlayan Gazali karşıtlığının değerlendirmelerindeki bazı yanlışlıkları, temelde Tehâfüt'e başvurarak göstermektir. Bununla birlikte ölçüsüz Gazali taraftarlığının birkaç yanlışına da işaret dilecektir.

     A. Gazali Karşıtlığındaki Yanlış Anlamalar
     Cahilce ve bağnazlıkla filozoflara benzemek isteyerek görüşlerinde onları taklit eden, böylece akıllı ve zeki göründüğünü sanan ve bu saikle dinin, özelde İslam'ın felsefe ve bilimle bağdaşmadığını sananlara Gazal'inin yaptığı bir hatırlatmayla başlayalım. Gazali diyor ki onların kendilerine benzemek istedikleri büyük ve önde gelen filozoflar -ki kanımca Gazali bu büyük filozoflar sınıfına yalnızca Farabi ve İbni Sina gibi İslam filozoflarını değil, aynı zamanda Aristo, Eflatun ve Sokrat gibi antik Yunan filozoflarını da dahil etmektedir- dinleri inkar ettikleri iftirasından uzaktır. (2) Buradan da anlaşılıyor ki Gazali göre felsefeyle ilgilenmek, dini reddetmeyi zorunlu olarak doğurmaz.
     Gazali, Tehâfüt'ünde, filozofların asıl olarak metafizikle ilgili yanlış bulduğu görüşlerini 20 başlık altında inceleyerek eleştirir. Bunlardan 16 tanesi doğrudan metafizik ile ilgilidir ve kitabın İlahiyat(Metafizik) bölümünde ele alınmıştır. Bunları iki ana konu etrafında toplamak mümkündür:
     1. Âlemin ezelîliği ile ilgili tartışma.
     2. Allah'ın sıfatları ve buna dahil olarak Allah'ın eşyayı küllî tarzda bildiği ile ilgili tartışma.

     Geri kalan 4 tanesi ise fizik alanıyla da açık ilgisi bulunan metafizik konulardır. Bunlar da kitabın Tabiiyyat(TabiatBilimleri) bölümünde ele alınmıştır ve bunlar da iki ana konu etrafında toplanabilir:
     1. Nedensellik ve mucizelerle ilgili tartışma
     2. Dirilmenin bedensel mi ruhsal mı olduğu tartışması Bu nedenle Gazali'ye yöneltilen ithamlardaki yanlış anlamalar, metafizik tartışmalar ve tabiat bilimleriyle ilgili tartışmalar başlıkları altında yani felsefe ve bilim bağlamında ele alınacaktır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Cengiz Özakıncı, İslamda Bilimin Yükseliş ve Çöküşü, Otopsi yayınları, 18. Basım, İstanbul, 2014, s. 347 vd. Ayrıca krş: Oliver Leaman, Ortaçağ İslam Felsefesine Giriş, Çev: Turan Koç, Rey Yayıncılık, Kayseri, 1992, s. 21, 49 vd; Roger Arnaldez, "İslam'da Felsefî Düşünce Nasıl Kötürümleşti?", Çev: Ahmet Aslan, İslam Felsefesi Üzerine Edt: Ahmet Aslan, Vadi yayınları, 1999, Ankara, s. 60.
2) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, Çev: Mahmut Kaya, Hüseyin Sarıoğlu, Klasik Yayınları, 6. Basım, s.3. إي يتحقق أ ّن ه الء الذين يتشبإ بهم من زعماء الفالسفة و رؤسائهم براء ع ّما قذفوا بإ من جحد الشرائع وأنّهم م منون باهلل. 
~~~~ * ~~~~

     1. Metafizik Tartışmalar ile İlgili Yanlış Anlamalar
     Gazali, önceki filozofların ve onlarla birlikte İslam filozoflarının metafiziğe ilişkin görüşlerinin tutarsız ve çelişik olduğunu göstermek ister. (1) Fakat Gazali'nin bu çabasından felsefe karşıtlığı çıkarmak zorunlu değildir. Çünkü Gazalî'nin eleştirdiği bizzat felsefenin kendisi değil Aristocu metafiziktir.
     Gazali'ye göre metafizikte Aristo'yu takip eden İslam filozofları iddialarını ispatta zorlandıkları zaman şöyle bir yönteme başvurur ve derler ki: "Metafizik, keskin zeka sahiplerinin bile kolaylıkla ve hazırlıksız anlayamayacağı kadar karmaşık ve zor bir ilimdir. Metafizik ile ilgili söylediklerimizi anlayabilmek için öncelikle matematik ve mantık alanında yetkinleşmek gerekir."
     Böylece filozoflar, görüşlerini benimseyen takipçilerini de anlamadıkları meseleler karşısında şöyle düşünmeye sevk ettiler: "Filozofların bilgilerinin anlamadığımız bu meseleyle ilgili çözümü içerdiği muhakkaktır. Fakat biz mantık ve matematikte yeteri kadar derinleşmediğimiz için filozofların çözümlerinin anlayamıyoruz." Böylece filozoflar, Gazali'ye göre, mantık ve matematiğin kesinliğinden, bu kesinlikten gelen gücünden faydalanarak aslında kesin olmayan metafizik düşüncelerini de kesinmiş gibi sunuyorlar. Gazali, filozofların bu kurnaz taktiğini boşa çıkarmak ve metafizik düşüncelerinin hakikati yansıtmadığını göstermek için matematik ve mantık ile felsefeyi birbirinden ayırarak işe başlar.
     Ona göre matematiğin metafizikle doğrudan ve yakın bir ilişkisi yoktur. Filozofların yaptığı gibi, metafiziğin zor meselelerinin anlamak için matematiği bilmek gerektiğini iddia etmek, tıpkı tıp, gramer veya hadis öğrenmek için matematiği bilmek gerektiğini iddia etmek kadar anlamsızdır. Dolayısıyla matematik bilmemek veya onda uzmanlaşmamak metafiziği anlama konusunda, daha doğrusu filozofların metafizik düşüncelerindeki yanlışları anlama konusunda hiçbir şekilde bir dezavantaj teşkil etmez. (2)
     Mantığa gelince, mantığın gerekli olduğu ve sağlam sonuçlara ulaşabilmek için ilim erbabının mantığı bilmek zorunda olduğu konusunda Gazali filozoflarla hemfikirdir. Fakat onun filozofları eleştirisi tam da bu noktada başlar. Filozoflar, felsefî sistemleri gereği ulaştıkları metafizik sonuçların mantıksal zorunluluk taşıdığını iddia etmekteydiler. Buna mukabil Gazali, mantık terimlerini, onun çıkarım kalıplarını kullanarak ve mantıksal akıl yürütmenin hem şekil hem de içerik şartlarını gözeterek bir metafizik eleştirisine girişir. Böylece o, filozofların metafizik alanında elde ettikleri sonuçların burhanî nitelikte olmadığını, görüşlerinin tutarsızlık içerdiğini ve felsefenin mantığı kullanmak suretiyle kesin sonuçlara ulaşma hedefinin filozoflar için gerçekleşmediğini gözler önüne sermeye çalışır. (3)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 3-4.
2) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 10.
3) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 11.
~~~~ * ~~~~

     Bazılarının söylediği gibi burada ben, Gazali'nin filozofları kendi silahı ile vurduğu veya onları kendi yöntemleriyle alt ettiği tarzında ifadelere başvurmayacağım. Burada aslında olan şudur: Gazali, mantığı bir bilim ve yöntem olarak takdir eder, onun değerini teslim eder ve gerektiği gibi de kullanır fakat felsefeyi temelinden yıkmaya çalışmaz. Tersine o, farklı bir felsefe, "İslamî" bir felsefe inşa etmeye çalışır. Bunu da filozofların metafiziğini yani felsefe yapmanın bir biçimini eleştirerek yapar. Nitekim filozofların birbirini eleştirmesi felsefe tarihinde en sık tekrarlanan olaydır ve Gazalinin yaptığı da bundan farklı değildir.
     Gazali'nin sözünü ettiğimiz bu eleştirisini kelamcılar ile akidecilerin terimlerine başvurmadan yapacağını söylemesi (1) bu düşüncemizi desteklemektedir. Onun kelamcıların yöntemine başvurmamakla kastettiği şey, nasslara dayanmamaktır. Nitekim Gazali'nin filozoflara yönelttiği felsefî eleştirilerinde onların görüşlerinin yanlış olduğunu göstermek için ayet ve hadislerden güç almaya ihtiyaç duymadığını görüyoruz. Onun yerine onların tutarsızlıklarını göstererek iddialarını çürütme yolunu seçer. Onun bu tavrını âlemin ezelîliği ile ilgili tartışmayla örneklendirmek istiyorum.
     Gazali, filozofların âlemin ezelîliğine ilişkin ileri sürdükleri dört delili sıralar ve her birini ayrıntılı olarak inceler. Birinci delil, aynı zamanda Gazali'ye göre filozofların en güçlü ve en kafa karıştırıcı delili, ana hatlarıyla şöyledir:
     Ezelî olan Tanrı'dan, sonradan olanın yani sonradan olan âlemin sudûru imkansızdır. Çünkü âlem mevcut değilken onun var olmamasının nedeni, onun varlığını yokluğuna tercih edecek bir iradenin bulunmayışıdır. Böylece âlem, varlık alanına çıkmamış bir imkan olarak kalır. Bu durumda âlemin sonradan meydana gelmesi için irade sahibinin iradesinin yenilenmesi yani değişmesi gerekir. Oysa Allah'ın iradesinde ve Zât'ında bir yenilenme veya değişikliğin meydana gelmesi düşünülemez. Değişikliğin irade değil de kudrette olduğunu düşünmek de mümkün değildir. Zira bu durumda Allah'ın daha önce acizken sonradan kudretinin yetkinleştiğini düşünmek icap edecektir. Eğer ezelî olan Allah'ın niteliklerinde değişme ve gelişme meydana gelmesi imkansız ise o halde O'ndan ya hiçbir şey meydana gelemez ya da devamlı olarak yani başlangıçsız bir biçimde meydana gelir. Şu anda âlemin varlığı kesin olduğuna göre o halde âlemin sonradan meydana gelmiş olması imkansızdır.
     Ayrıca, âlemin sonradan meydana geldiğini kabul ettiğimizde onun "niçin var olduğu söylenen andan önce veya sonra değil de tam olarak o anda yaratıldığı" sorusuna cevap veremeyiz. Zira vereceğimiz her cevap Allah'ın bazı niteliklerinde değişme veya gelişme olduğu sonucunu doğuracaktır. Bu sonucu kabul etmek ise Ezelî Varlık için imkansızdır. Öyleyse âlem sonradan olma değil, ezelîdir. (2)
     Âlemin ezelîliği lehinde filozofların zikrettiği diğer üç delil üzerinde duramaya gerek olmadan, Gazali'nin birinci delile dair eleştirileri incelemek, onun felsefeye dönük tavrını anlamamız için yeterlidir. Zira onun Tehâfüt'te filozoflara yönelttiği bütün eleştiriler bu tarzdadır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 11. ينّيِواألصول مين ّ و نهجر فيإ ألفاظ المتكل
2) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 15-16.
~~~~ * ~~~~

     Gelelim Gazali'nin birinci delile yönelttiği eleştirilere: Gazali'ye göre âlemi yaratan ezelî iradenin yaratma nedeniyle değişmesi zorunlu değildir. Bu irade aynı kalarak ve hiç değişmeden âlemin belli bir zamanda ortaya çıkmasını, ondan önce var olmamaya devam etmesini ve yaratıldıktan sonra da varlığını sürdürmesini takdir etmiştir. Yani ezelî iradenin evrene taalluku, evrenin yaratılma öncesi, yaratılma anı ve yaratılma sonrası bütün evrelerini tek bir süreçte ve ezelî olarak irade etme şeklindedir. Böylece yaratma nedeniyle ilahî iradede bir değişikliğin meydana gelmesi gerekmez.
     Bu açıklamaya, diyor Gazali, şöyle bir itiraz tevcih edilebilir: Bu, geçersiz ve doğru olması imkansız bir açıklamadır. Çünkü sonradan olan şey ancak bir gerektiriciye ve sebebe bağlı olarak meydana gelir. Bir şeyin gerektiricisi ve sebebi olmaksızın meydana gelmesi imkansız olduğu gibi, varlığı için bütün şartlar bir araya gelmiş olan şeyin yani sebebi ve gerektiricisi eksiksiz mevcut olan bir şeyin meydana gelmesinin gecikmesi de imkansızdır. Daha açık bir dille söylersek, âlemin varlığının sebebi ve gerektiricisi olan ezelî irade, kudret ve ilim bir araya geldikten sonra âlemin varlığının gecikmesi imkansızdır. Bu nedenle âlem de onun gerektiricisi ve sebebi olan ilahî irade, ilahî kudret ve ilahî ilim gibi ezelîdir. (1)
     Bu muhtemel itiraza Gazali'nin verdiği yanıt şudur: Bir şeyin sonradan yaratılmasını ezelî iradeye bağlamanın imkansız olduğu bir akıl yürütmeyle mi yoksa aklî bir zorunlulukla mı bilinmektedir? Şayet bu bilginin, orta terime bağlı olarak gerçekleşen ve mantıkta kıyas adı verilen bir akıl yürütmeye dayandığı iddia ediliyorsa, bu kıyasın gösterilmesi gerekiyor. Oysa böyle bir kıyas gösterilebilmiş değildir. Yok eğer bu bilginin "bir şey kendisinden başka bir şeye özdeş olamaz" ilkesinde olduğu gibi aklî bir zorunluluğa dayandığı iddia ediliyorsa, o zaman aksini düşündüğümüzde, yani ezelî iradenin bir şeyi sonradan meydana getirebileceğini varsaydığımızda neden kendimizi bir çelişkinin içinde bulmayız. Zira aklî olarak zorunlu olan bir ilkeyi reddeden herkes düşüncede bir çelişkiye düştüğünü kolayca anlar. Burada aklî bir zorunluluk olmadığı içindir ki âlemin ezelî bir iradeyle yaratıldığına her çağda sayısız insan inanmaktadır. (2)
     Gazalî âlemin ezelîliği ile ilgili tartışmayı bu minvalde uzun uzun devam ettirir. Tehâfüt'te doğrudan metafizikle ilgili tartışmaların yapıldığı 16 başlık bulunmaktadır. Gazali'nin filozoflarla girdiği tüm bu tartışmalar boyunca kendi düşüncelerini ne kadar ispatlayabildiği veya filozofların görüşlerini çürütmede ne kadar başarılı olduğu, bu çalışmamızda birinci dereceden önem arz eden bir husus değildir. Burada asıl önemli olan Gazali'nin kullandığı mantıksal yöntem ve felsefenin kendisine karşı takındığı tavırdır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 17-19.
2) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 19.
~~~~ * ~~~~

     Yukarıdaki özet tartışmada görüldüğü gibi, Gazali'nin düşüncesinde, aklı kullanmanın etkin bir yolu olarak mantığın meşruiyeti ile ilgili bir belirsizlik yoktur. Felsefeye gelince, Gazali'nin karşı çıktığı şey felsefenin kendisi değil onun bir uygulama biçimi olan Aristocu metafiziktir. Bu metafiziği eleştirirken de Gazali, felsefenin özsel niteliği olan "yalnızca akla dayanarak iddialarını ispat etmeye çalışma" ilkesine filozofların bağlı kalmadığını veya bu konuda başarılı olmadığını göstermek istemiş fakat kendisi bu ilkeye sonuna kadar sadık kalmıştır. Bu nedenle de amacına ulaşmak için ayet ve hadislerin otoritesine sığınmamıştır. Böylece Gazali filozofların metafiziğini eleştirirken kendi metafiziğini inşa etmeye girişmiştir. Gazali'nin düşüncelerinin İslam inancına uygun olduğunu bu nedenle felsefe sayılamayacağını iddia etmek de yüzeysel bir değerlendirme olur. Zira Farabi ve İbn Sina da felsefî düşüncelerinin İslam inancıyla çeliştiğini düşünmemiş ve böyle bir ithamı kabul etmemiştir. Kaldi ki, bir düşüncenin felsefî olmasının ölçütü dinle ne kadar çeliştiği değil akla ne kadar uygun olduğudur.

     2. Tabiat Bilimleri ile İlgili Tartışmalardaki Yanlış Anlamalar
     Gazali, Tehâfüt'te, dinin ilkeleriyle çatışmayan ve dinin kabulleriyle zorunlu bir ilişkisi bulunmayan konuları tartışmaz ve filozofları tabiat bilimleri ile ilgili görüşlerinden dolayı reddetmez. Ayın ışığını güneşten aldığı, ay tutulmasının dünyanın güneş ile ay arasına girmesi sonucu meydana gelen doğal bir olay olduğu şeklindeki filozofların kabulleri buna örnek olarak verilebilir. (1) Ona göre bu tür olgusal verilere dayalı bilgilerin geçersiz olduğunu savunmak veya böyle bir çabaya girişmek dine karşı işlenmiş büyük bir suçtur ve dine büyük zarar verir. Çünkü bu astronomik gerçekler hiçbir şüpheye yer bırakmayan geometrik ve mantıksal kanıtlara dayanmaktadır. Bu nedenle bu tür gerçeklere muhalefet ederek dinin emretmediği bir gayretkeşlikle dine yardım etmeye kalkışan, Gazali'ye göre, ancak akılsız dost olabilir. Malumdur ki akılsız dost akıllı düşmandan daha zararlıdır. (2)
   Ayrıca filozofların astronomi ile ilgili bu bilimsel tavrı, "Güneş ve ay Allah'ın iki ayetidir. Kimsenin ölümü veya doğumu için tutulmazlar. Tutulduklarını gördüğünüzde Allah'ı zikredin ve namaz kılın." (3) hadisine dayanılarak da eleştirilemez. Çünkü bu hadis astronomi tarafından yapılan bilimsel açıklamayla çelişmek bir yana onu destekler. Zira hadiste tutulma olayının Allah'ın evrene koyduğu düzenin bir sonucu olduğu vurgulanmakta ve kimsenin ölümüyle ilişkilendirilemeyeceği belirtilmektedir. Tutulma anında namaz kılmanın emredilmesinde de anlaşılmayacak bir husus mevcut değildir. Zira bu tür doğal fakat dikkat çeken olaylar Allah'ın kudret, azamet ve ilmine daha çok işaret ettikleri için o esnada Allah'ı yüceltmenin emredilmesinin garip bir tarafı yoktur. Nitekim güneş batarken ve doğarken de namaz kılınmaktadır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 6.
2) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 7.
3) Buhari, Küsûf 1,2,4; Müslim, Küsûf 1.
~~~~ * ~~~~

     Eğer denilirse ki, bazı rivayetlerde hadisin sonunda "Fakat Allah bir şeye tecelli ederse o şey O'na boyun eğer." ilavesi mevcuttur. Bu da tutulmanın tecelli ile yani olağandışı bir şekilde Allah'ın doğrudan müdahalesiyle gerçekleştiğini göstermektedir. Gazal'inin bu itiraza verdiği cevap şudur: Bahsedilen son kısım sahih bile olsa bu durumda apaçık bilimsel gerçekler karşısında onları inkar ederek dine en büyük zararı vermek yerine, eğer varsa, bu ve benzeri nassları akla ve bilim gösterdiği gerçeklere göre tevil etmek ve yorumlamak gerekir. (1)
     Aslında burada yoruma bile gerek yoktur. Zira güneş ve ay tutulmalarının konulmuş belirli kanunlara göre düzenli olarak cereyan eden olaylar olduğunu kabul etmek, bu olayların ilahî tecelli sonucu meydana geldiği düşüncesine aykırı değildir. Evrendeki düzenin koyucusu ve koruyucusu Allah olduğuna göre her olayda zaten ilahî tecelli vardır. Güneşin düzenli doğuşunda Allah tecelli ettiği gibi tutulması da tecellinin bir sonucudur. Fakat bir yorum yapma zorunluluğu ortaya çıkarsa, dinin verilerini aklın ve bilimin ışığında yorumlamak gerektiğini söylemekle Gazali, aklın ve bilimin kesin verilerine duyduğu güveni açıkça belirtir.
     Gazali, âlemdeki tabiî işleyişin bilimsel araştırılması üzerinde dini bir problem olarak durmaz. Onun için önemli olan âlemin ezelîliği/yaratılmışlığı ve ilahî sıfatların niteliği ile ilgili tartışmalardır. Bunlar da bilimsel değil felsefî meselelerdir. Gazali açısından âlemin yaratılmış olduğu ve Allah'ın sıfatlarının sınırlandırılamayacağı tespit edildikten sonra evrenin küre biçiminde mi yoksa yayvan mı olduğu, göklerin kaç tabakadan ibaret olduğu ve hadiselerin hangi kanunlara tabi olarak cereyan ettiği, konunun özüne ilişmeyen ve bilimin alanına giren detaylardır. Burada dinin esaslarına aykırı bir husus yoktur. (2)
     Fakat bazı metafizik tartışmaların fizik evrenle daha açık ve yakın ilişkisi bulunmaktadır. Bu nedenle ilgili tartışmalar tabiat bilimlerine kadar uzanmaktadır. Bu tür tartışmalara Tehâfüt'teki en güzel örnek nedensellik ve mucizelerle ilgili olanıdır. Gazali, iktiran adını verdiği sebep ile sonuç arasındaki ilişkinin zorunlu olmadığını söyler ve filozofların bu ilişkide zorunluluk bulunduğunu kabul ederek bazı mucizeleri sembolik anlamlar yüklemek suretiyle reddetmelerini eleştirir.
     Bazı Gazali karşıtları, bu tutumuna dayanarak onu İslam dünyasında bilim ve teknolojideki duraklama hatta gerilemenin müsebbibi olarak gösterir. Oysa Gazali'nin filozofları bu şekilde eleştirmesinin bilim karşıtlığıyla hiçbir ilgisi yoktur. Onunla filozoflar arasında cereyan eden şey, son derece teknik düzeyde gerçekleşen felsefî bir tartışmadır. Bunu yakından görelim: Gazali'ye göre sebep ile sonuç birbirinden bağımsız iki farklı olaydır ve aralarında zorunlu bir ilişki yoktur. Bu nedenle birinin kabul edilmesi diğerinin kabul edilmesini, birinin reddi de diğerinin reddini gerektirmez. Başka bir ifadeyle sebebin varlığı sonucun da varlığını ya da sebebin yokluğu sonucun da yokluğunu zorunlu kılmaz.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Gazali, Tutarsızlığı Filozofların, 7-8. s, 
2) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 8. s.
~~~~ * ~~~~

     Örneğin su içmekle suya kanma, yemek yemeyle doyma, ateşe dokunmakla yanma, güneşin doğmasıyla aydınlık arasında veya boynun kesilmesiyle ölme arasında zorunlu bir bağ yoktur. Biri sebep diğeri sonuç olan bu olay çiftleri arasındaki tek bağlantı, bunların ilahî takdir gereği arka arkaya yaratılmalarıdır. Bu nedenle yemek yemeden de tokluğu veya boyun kesilmeden de ölümü yaratmak ya da boyun kesilse bile canlılığı devam ettirmek Allah'ın kudreti dahilindedir. Filozoflar ise bu tür varsayımların imkansız olduğunu çünkü sebep ile sonuç arasındaki ilişkinin zorunlu olduğunu söyler. Onlara göre bir şeyin meydana gelmesi için gerekli sebepler bir araya gelmişse sonucun ortaya çıkmaması mümkün değildir. (1)
     Gazali filozofların görüşlerini pamuğun yanması örneği üzerinden eleştirir. Ona göre ateş ile temas etmesine rağmen pamuğun yanmaması veya temas olmadan da yanması mümkündür. Çünkü pamukta siyahlığı yaratarak onu yakan, onun parçalanmasını sağlayan ve yakıp kül haline getiren Allah'tır. Ateş ise herhangi bir etkinliği olmayan cansız bir varlıktır. Filozoflar için pamuğu yakma işini yapanın ateş olduğunun tek delili, ateşe değen pamuğun yanmasını gözlemlemektir. Bu gözlem ise sadece pamuğun yanmasının ateşin temasıyla başladığını gösterir. Yanmanın ateşten dolayı olduğunu kesin bir biçimde gösteremez. Dolayısıyla sebebi ve sonucu, mesela ateşin pamuğa değmesi ve pamuğun yanmasını, biri diğerini gerektirmeden arka arkaya bizzat yaratanın Allah olduğunu düşünmekte mantıksal hiçbir engel yoktur. (2)
     Eğer denilirse ki: Bu görüş bazı çirkin imkansızlıkları kabul etmeye götürür. Çünkü sebep ile sonuç arasındaki zorunlu ilişki reddedilirse, örneğin birinin önünde yırtıcı hayvanların, alevli bir ateşin, yüksek dağların veya öldürmeye hazır düşmanların bulunduğunu fakat Allah onları görmeyi gözünde yaratmadığı için onları göremediğini mümkün saymak icap eder. Keza, evine kitap bırakıp çıkan birinin döndüğünde o kitabın aklı başında ve evi derleyip toplayan bir gence veya evin altını üstüne getirip etrafı kirleten bir ata dönüşmesini, eve bırakılan bir çocuğun köpeğe dönüşmesini ve buna benzer bir çok saçmalığı mümkün saymalıyız. (3)
     Yine eğer denilerse ki, günümüzde Gazali karşıtlarının söylediği gibi, sebepsonuç ilişkisindeki zorunluluk bu şekilde reddedildiğinde artık evrende bir düzen olduğunu kabul etme ve bilim yapma imkanı ortadan kalkar. Bu yüzden bu görüş bilimsel düşünceye vurulan büyük bir darbedir.
     Bu haksız eleştirilerin cevabını Gazali'nin şu açıklamalarında buluyoruz. Gazali der ki: evet bu tür ihtimallerin gerçekleşmesi teorik olarak mümkündür. Fakat Allah bu mümkünleri yaratmadığına (dikkat edelim yaratmayacağına değil yaratmadığına) dair bizde bir bilgi yaratmıştır. (4) Burada Gazali'nin önemle vurguladığı anahtar kavram bizde yaratılan bilgidir. Çünkü o tür olağanüstü ihtimalleri süregelen zaman içerisinde Allah'ın yaratmamış olması sayesinde evrende gözlemlenebilir bir düzen ortaya çıkmıştır ve bu düzene dair Allah bizde bir bilgi yaratmıştır. Açıktır ki bu bilgi ile kastedilen şey tabiat bilimleridir. Öyleyse Gazali'nin nedenselliğe ilişkin yorumunun bilimsel düşünceyi ve faaliyeti yok etmeye matuf olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Tersine Gazali'ye göre bilim Allah tarafından yaratılmıştır ve Allah'ın koyduğu evrensel düzeni anlamanın değerli bir yoludur. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 166.
2) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 167.
3) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 170.
4) Gazali, Tutarsızlığı Filozofların, s. 170 فإ ّن هللا تعالى خلق لنا علما بأ ّن هذه الممكنات لم يفعلها
~~~~ * ~~~~

     Nitekim Gazali'nin devam eden açıklamaları, konuyu daha da aydınlatmaktadır. O der ki, Allah fevkalade olayları gelişigüzel yaratırsa ilme karşı duyulan güven kalplerden silinir. Silinmesin diye de Allah, mümkün olmasına rağmen, bu tür olağanüstü halleri yerli yersiz yaratmaz.1 Bu nedenle çevremize bakarak doğada birçok düzenli hareket gördüğümüzde Allah, kudretinin ve ilminin sonsuzluğu hakkında bizde bir bilgi veya bilgiler meydana getirir. İşte bunlar, Allah'ın tabiatta devam ede gelen düzene göre yarattığı bilgilerdir2 yani farklı kollarıyla tabiat bilimleridir. Gazali böylece, doğa bilimlerini evrende koyduğu düzene göre yaratanın bizzat Allah olduğunu ve doğa bilimlerinin geçerliliğine duyduğumuz güvenin Allah'ın garantisi altında olduğunu söylemekle inanç ile bilim arasında güçlü bir korelasyon kurmaktadır.

     B. Gazali Taraftarlığındaki Bazı Yanlış Anlamalar
     Gazali'nin filozoflara yönelttiği eleştirilerle İslam dünyasında bilimsel ve felsefî zihniyetin gerilemesine neden olduğu iddiasının bir çok yanlış anlamayı içerdiği anlaşılmaktadır. Fakat ölçüsüz bir Gazali taraftarlığıyla, onun filozoflarla giriştiği tartışmada bütünüyle haklı olduğunu düşünmek de başka yanlışları içeriyor. Bu çerçevede Gazali'nin filozoflara dönük tutumundaki bazı hatalara da işaret etmek gerekiyor. Burada birkaç hatadan bahsetmek mümkündür:

     1. Filozofları tekfir etmesi:
     Gazali'nin filozofları küfre girmekle suçlaması çok ağır ve haksız bir ithamdır. Belki Gazali'nin bu tavrını, dinî lakaytlığın tehlikeli bir biçimde arttığı ve mantık ile felsefenin zararlı fikirlerin maskesi olarak kullanıldığı kendi zamanında ve kendi şartları içinde değerlendirmek, onun dinî duyarlılığını anlamak gerekir. Fakat İslam filozoflarının âlemin ezelî olduğunu, Allah'ın eşyayı küllî tarzda bildiğini düşünmeleri, sırf Aristocu metafiziğe sadık kalmanın ve bu uğurda İslam'ın inanç ilkelerinden taviz vermeyi göze almanın bir sonucu değildir. Tersine, böyle düşünmelerindeki temel kaygı Allah'ın mükemmelliğini teorik olarak korumaktır. Bu nedenle onları tekfir etmek düşüncede kolaycılığa kaçmaktır. Üstelik birini tekfir etmek dinî ve ilmî adaba da uygun düşmez. Çünkü iman kalp işidir ve gerçekten kimin iman ettiğini başka bir insanın bilmesi mümkün olmadığı gibi gerçekten kimin küfre düştüğünü de kesin olarak bilmek mümkün değildir. Kaldı ki birinin yanlış bir inanca saptığı ve bunu açıkça deklare ettiği için küfre düştüğü bilinse bile, her an kalbine muttali olunamadığı için bir süre sonra hatasını anlayıp tekrar iman etmediğinden emin olunamaz. Bu nedenle kişileri hedef almak yerine iman ile bağdaşmayan fikirler üzerinde durmak ve meseleye teorik olarak yaklaşmak ilim erbabına daha çok yakışan bir tavırdır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Gazali, Tutarsızlığı Filozoflarını, s. 171
2) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 171
~~~~ * ~~~~

     2. Bilimin değerini ve gerekliliğini ortaya koymada yetersiz kalması:
     Gazali'nin bilimin değeri ve gerekliliği ile ilgili değerlendirmeleri, dinî duyarlılığın arasında kaybolup gitmiştir. Bilimsel düşünce ve onu dindeki değeri hakkında yanlış yorumlara mahal bırakmayacak derecede teşviklerde bulunmuş olsaydı belki de İslam dünyasının günümüzdeki hali şimdikinden çok daha farklı olabilirdi. Fakat bu ihmali, veya daha doğru bir tespitle, ileri sürdüğü fikirlerinin, gelecekte, İslam düşünce tarihinde bilim karşıtlığına örnek olarak gösterileceğini tahmin edememiş olması, onu bilim karşıtı olarak suçlamak için yetersizdir.

     3. Felsefi düşünceyi açıkça teşvik etmemiş olması:
     İslam filozoflarını eleştirmek ve dinî düşünceyi savunmak için kaleme alınmış olsa da Tehâfüt'ül-Felâsife, İslam felsefesinin baş yapıtlarından biridir. Ne yazık ki Gazali'nin bu baş yapıtı, bir İslamî felsefe veya vahyî felsefenin doğmasına öncülük edememiştir. Onun felsefî yöntemini kullanan Tehâfüt dışında başka eserler kaleme alınmış olsaydı İslam felsefe literatürü büyük olasılıkla bugün çok daha zengin olacaktı. Fakat böyle bir sonucun doğmamasında Gazali'den daha fazla ondan sonra gelen düşünürlerin payının bulunduğunu düşünmek gerekir.

     4. Yaptığı eleştirilerde pratik ile teorik ayırımını net bir biçimde yapmamış olması:
     Onun düşüncesinde bu ayırımı yapmış olmamıza rağmen Gazali'nin kendisi açık bir biçimde böyle bir ayırım üzerinde durmaz. Örneğin teorik bir alan olarak felsefe ile onun bir uygulanma biçiminin temsilcisi olan İslam filozofları arasındaki ayırım oldukça kapalıdır. Aynı belirsizlik bilim ile bilginler arasındaki ayırımda da mevcuttur. Tabii ki bu son belirsizlikte Gazali'nin yaşadığı dönem ve ondan önceki dönemlerde çoğunlukla bilim adamlarının aynı zamanda filozof olmasının büyük payı vardır.

     Sonuç
     Felsefe ve bilim alanında İslam dünyasında ortaya çıkan ve 20. yüzyılda en üst seviyeye ulaşan gerilemeyi Gazali'nin düşünceleriyle ilişkilendirmek ve onu bu gerilemeden sorumlu tutmak ona karşı büyük bir haksızlık olur. Ayrıca bu ilişkilendirme, söz konusu gerilemenin askerî, siyasî sosyal, ekonomik ve tarihî nedenlerini gözetmediği için eksik bir değerlendirmedir. Gazali'nin nedensellikle ilgili yorumlarından bilim karşıtlığı çıkarmak asla mümkün değildir. Onun nedensellikle ilgili görüşleri, deneyimcilikle ve deneyimciliğin önemli temsilcisi David Hume'un düşünceleriyle kıyaslanabilir derecede felsefîdir ve bilimsel düşünceye uygundur. Onun İslam filozofları eleştirileri ise felsefenin kendisini değil Aristocu metafiziği hedef almaktadır ve felsefî yöntemin yalnızca akla dayanması özelliğine tamamen uygundur.
 
bus

30 Ağustos 2021 Pazartesi

TASAVVUF / Mutasavvıfların Kur’ânî Kavramlara Getirdiği Yorumlar Ve Alan Dışının Yarattığı Algı / Sayfa 588 - 614

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve
DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 588 - 614
TASAVVUF
Mutasavvıfların
Kur’ânî Kavramlara
Getirdiği Yorumlar Ve
Alan Dışının Yarattığı Algı
Ali TENİK *

     Giriş
     Tasavvuf ilmi, başta ilahiyat bilimleri olmak üzere birçok kesim tarafından anlayışı, konu ve kavramalara getirdiği açıklamalar ve bu çerçevede ortaya koyduğu hâl/eylem ile birçok eleştiri almaktadır. Bu eleştiriler bazılarınca tekfir derecesine kadar götürülmektedir. Acaba tasavvuf konusunda bu yanlış algı neden oluştu? Tasavvuf bu tenkitleri, eleştirileri hak ediyor mu? Eleştiri getirenler bu ilmi ne kadar tanıyor? Tasavvufun konuları ne kadar biliniyor? Tasavvufu tenkit edenler, tenkitlerini cehaletle mi, yoksa ilmi bir mesnede dayanarak mı yapıyorlar? Bu sorular benzeri birçok soru ve sorunla karşılaşılabilir.
     Alan dışının getirdiği bu tenkitler ilmi bir yaklaşımla değerlendirilmelidir. Bu çalışmada yapılmak istenen, tasavvufun nasıl bir ilim olduğu yine ilmi veriler ışığında açık bir şekilde ortaya koymaktır. Tasavvuf anlayışının ana konularının başında gelen ve alan dışı tarafından çok tartışılan ilim ve ledünnî ilmin ele alınmasının yanı sıra kalp ve akıl gibi temel kavramlara da izah getirilecektir. Tasavvufun diğer önemli konuları olan ve alan dışı tarafından bir türlü anlaşılamayan keşf, hikmet ve sabır gibi Kur’ânî kavramlara yine Kur’ân perspektifinde açıklamalar getirilecektir. Bu konulara getirilecek ilmî yaklaşım, her türlü eleştiri, hissi ya da psikolojik baskıların tamamen dışında ve herhangi bir savunma kompleksine girmeden, ilmi kaynaklar çerçevesinde değerlendirilecektir.
     Tasavvuf anlayışının temel kaynağı, Allah’ın muradı gereğince yaşayan ve hayatının her konusunda Allah’a bağlı olan bir Müslüman için en önemli bilgi kaynağı Kur’ân’dır. Fakat yine Kur’ân’ın verdiği bilgiye göre, Kur’ân, tek bilgi kaynağı değildir. Yine Allah’ın kitabında verdiği bilgiye göre, yaratılan her varlık/eşya/nesneye Allah kendi tecellîsiyle bilgisini işlemiştir. Allah’ın kitabının yanı sıra afâkta ve enfusta gösterdiği ayetlerin/işaretlerin her biri, insana farklı bir bilgiyi öğretmektedir. Bütün bu bilginin kaynağı da Allah’ın kendisidir. İnsanlar da, Allah’ın algı ve idrak olarak verdiği kalp ve akıl aracılığıyla kendileri için gerekli olan her tür bilgiye sahip olmaktadırlar. Yani Allah, insanı bilgiyi elde etme vasfıyla donatarak, “taştan su çıkarma” sözünde olduğu gibi, yaratılan her nenede/şeyde bilgilerini almalarını istemektedir. Yalnız Kur’ân, bazı araştırmacıların iddia ettiği gibi bilgi teorisi geliştirmemektedir. Fakat Allah, “bilgi teorisi” nin tam aksine her nesneye işlediği bilgi vasıtasıyla insanlardan eylemde/hâlde bulunmalarını dilemektedir. Ve Kur’ân asla İslâmî bir bilgi teorisi oluşturma anlayışı içerisinde de değildir. (1) Bu tür yorumlar ve araştırmaları neticesinde elde ettikleri verilerin iddiasıyla “İslâmî bir bilgi tasavvuru” ya da “Bilginin İslâmlaştırılması” gibi zorlama çabalardır. (2)

     1. Tasavvufî Bilgi ve Ledunnî Bilgi Algısı
     Tasavvuf, bilgiyi ve bilmeyi var olmanın ilkesi, insanı da bilginin ve bilmenin öznesi yaparak, insanın hayatını tümünü ilâhî bilgiyle şekillenmesini istemektedir. Bunun içindir ki, tasavvuf, kelâm ve fıkıh gibi ilahiyat ilimlerinin öngördüğü metodolojik ve tek düze Müslümanlık anlayışı yerine, ilâhî bilgiyle bütünleşmiş özgür bir bireyin yetişmesini gaye edinir. Tasavvufta bilgi, fıkıh ve kelâm gibi diğer ilahiyat bilimlerin konularında sahip olunan bilgi fazlalığı değildir. Tasavvufta hedeflenen hakikat; yaşanan ve olunan şeydir. Çünkü insanın kendini yeniden ihyası ya da var olması aslında bilme veya anlamanın ötesinde bir varoluştur. Bu yüzden tasavvufta Allah’ı bilmek ve tanımak, kişinin kendini Allah’ta yok/fenâ etmesiyle gerçekleşir. Tasavvufta insanın “mutlak ben” ortaya koyması “yok”luk bilgisiyle gerçekleşir. “Yok” olma bilgisi, yaşamsal ve varoluşsal bir bilgidir. Yani Allah’ı tanıma ve O’nda “yok” olmanın hakikatidir. Bu yokluk, varlık olarak tamamen silinmek değil, beşerî “ben” i hiçleyerek “bekâ” ile Allah’la yeniden dirilmektir. Bilgiyle elde edilen “mutlak ben” olmadan insanın “kişilik” kazanması mümkün değildir. Yani önemli olan insanın mahv/yok olma bilgisine sahip olmasıdır, yoksa nahv/gramer bilgisini edinmesi değildir. Eğer insan mahv bilgisine sahipse korkusuzca engin denizlere dalabilir. (3)
     Tasavvufun bilgi anlayışı agnostik/bilinmezcilik anlayışının tamamen ötesindedir. Zira Allah, her varlıkta, cihette ve zamandadır, kısacası yaşamsal alanın her yerindedir. Ve Allah’tan vahy ve nesne üzerinden, yani yaratılan bütün eşyaya tecellî/yansımayla mü’minin kalbine gelen her bilgi, en açık ve en güvenilir olan bilgidir. (4) Allah bilgisi, yağmurun semâdaki saf hali gibidir, o fitrî, berrak ve durudur. Hiçbir dış etkenden etkilenmemiştir. Beşerî düşünce ve fikirlerden etkilenen diğer ilimler, düştüğü toprağa göre farklı tat ve renklere bürünen yağmur suyu gibi saflığını, berreklığını kaybeder. (5) İlâhî olan ilim ise, Allah’tan kalbe geldiği için, bütün beşerî mizacın etkilerinden uzaktır. Bu bilgi, iddia edildiği gibi, tecrübî olması hasebiyle başkasına aktarılamayan bir bilgi değil, bizzat yaşanan ve bir ayna gibi diğer insanlara yansıtılan bir bilgidir. Tıpkı, “el-Mü’min” olan Allah’ın mü’minlere ayna olduğu gibi, (6) mü’min olan sûfî de, diğer insanlara hâliyle aynalık yapan kişidir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
* Yrd. Doç. Dr., Harran Üniv. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi.
1) Alparslan Açıkgenç, Bilgi Felsefesi, İnsan Yayınları, İstanbul 2011, s. 218-219.
2) Mevlüt Uyanık, İslâm Bilgi Felsefesinde Kalbın Anlaması-Gazzâlî Örneği, Araştırma Yayınları, Ankara 2005, s. 74.
3) Mevlânâ, Mesnevî, I, 2835-40.
4) William Chittich, Sufi Path, s. 148.
5) Mevlânâ, Mesnevî, V, 147-148.
6) Ebû Davûd, Edeb, 49; Tirmizî, Birr, 18.
~~~~ * ~~~~

     Tasavvuf, bilgide duyuların verileri üzerinde değil, Allah ile varlık arasındaki idrak anlayış bağı üzerinde durur. (1) Duyuların verilerinin kişiyi bilgiye ulaştırması mümkün değildir. Sûfîler, Allah ile varlık arasındaki ilâhî idrak bağı üzerine kurulan tecrübe/deneyim verilerine bilgilerini inşa ederler. Bu tecrübe kazanıldıktan sonra hiçbir unsur ilâhî bilginin akışını engelleyemez. (2) Vücûd, bütün organlarıyla Allah’ın ilminden besleniyorsa; akıldaki bilme, kalpteki oluş ve arayış da O’nun irâde ilmindendir. Eldeki tutma, ayaktaki yürüme, gözdeki görme ve kulaktaki duyma kabiliyetlerinin oluşması, O’nun ilim tecellîleriyle gerçekleşir. (3) Sûfîler, Allah için yerine getirilen her ibadeti ve Allah’ın her ismini bir ilim olarak görmüşlerdir. Bu yüzden bazı sûfîler, ifâ ettikleri Allah’ın her ilmine farklı isimler vermişlerdir. Bu ilimlerden bazıları şunlardır; vahdâniyet bilgisi, ta’zîm bilgisi, minnet bilgisi, kudret bilgisi, ezel bilgisi ve sırların bilgisi diye isimlendirmişlerdir. (4) Aynı şekilde sûfîler, vahdetin ilim olduğu görüşündedirler. Onlara göre vahdet, kalbin Allah’ın dışındaki güçlerin ilminden soyutlanmasıdır. (5)
     Öncelikle Allah, kitabı Kur’ân’da verdiği bilginin yanında yarattığı her nesneye tecellî ederek, bu iki yolla bütün varlık dünyasında insanın ilmini öğrenmesini dilemektedir. O, bu ilmi ölülere, yani kabirdekilere değil, diri olanlara/yaşayanlara göndererek ne kadar değerli olduğunu ortaya koymaktadır. (6) Allah, insanlardan ilk etapta hakkında bilgi sahibi olmadıkları şeylerin peşine düşmemelerini, bilgi edinme organları olan göz, kulak ve kalbin bundan sorumlu olacağını ifade ederek, insandan dikkatli hareket etmesini istemektedir. (7) Bu yüzden Kur’ân, Allah’ın ilmini apaçık bir şekilde ortaya koyan ilk kaynak ve kitaptır. Öylesine açık bir kitaptır ki, Allah, insanlar onunla düşünüp, öğüt alıp ve onda mevcut olan ilimle amel etsinler diye kolaylaştırmıştır. “O, ilim olarak insanın kalbine inmiştir.” (8) Allah bu vaadini de, aynı sûrede üç kez aynı ifadeyle tekrar ederek, hayati bir hatırlatmayı yapmaktadır. (9) Bu kitabın bütünü, Allah’ın “ümmü’l-kitâb”/ana kitabında mevcut olan ilmî/ hikmetî hakikatlerin tâ kendisidir. (10) Tasavvufun ilmini insanların düşüncesinde ve nakille almadığını açıkça Allah’ın kitabında ve kitabın rehberliğinde her eşyada aldığına dair Kur’ân’dan nasıl istifade ettiğine bakmak zorunludur.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Ehmedê Cizîrî, Şeyh Ehmedê (Melayê Cizîrî), Dîvân, haz. Ahmed b. Molla Muhammed ez-Zivingî, el‘İkdu’l-cevherî fî şerhi dîvânı’ş-Şeyh el-Cizîrî, Dımaşk 1987.
2) Aynı yer.
3) Ubeydullah Ahrâr, Fıkarât, çev. Abdulrahman Acer, Litera Yayıncılık, İstanbul 2016, s. 46.
4) Ebû Abdurrahman Sülemî, Tabakâtu’s-sûfiyye, thk. Nureddin Şeribe, Daru’l-kitâbu’l-nefis, Halep 1986, s. 431; Ehmedê Cizîrî, Dîvân, II, 124.
5) Ahrâr, age, s. 37.
6) Bk. Fatır, 35/22.
7) Bk. İsrâ, 17/36.
8) Bk. Bakara, 2/97; Şu’âra, 26/194.
9) Bk. Kamer, 54/17, 22, 40.
10) Bk. Zuhruf, 43/2, 3.
~~~~ * ~~~~

     a. Kur’ân’da Bilgi
     Allah, her şeye hâkim olan ve her konuda o konuyla ilgili hâkimiyetini ilimle/hikmetle ortaya koyan en iyi bilen Zât’tır. (1) İşte mü’min kişinin bilgisi de her şeye hâkim olan Allah’ın kendisine öğrettiğinden başkası değildir. (2) Allah, insanı ilgilendiren her konuda bilgi verirken, bilgi konusunda yanılmaz olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir. (3) Onun için Allah, hikmeti/ilmini ve hükmünü; insanlara bilmediklerini bildirmek, kendi ilkelerini belletmek ve öncekilerin yollarını göstermek için öğretiyor. (4) İnsanın da bu ilme ulaşması için, öncelikle bütün masîvaya kendini bir bütün kapatarak, kendinden hareket etmelidir. Hz. Ali’nin dediği gibi, “Devan/ilacın sendedir bilemezsin. Hastalığın sendedir göremezsin. Kendini küçük bir madde sanırsın fakat sende büyük bir âlem vardır. Sen, harfleriyle gizli olanın ortaya çıktığı kitâb-ı mübînsin.” Allah, insanla ilgili her şeyin anahtarını kitabında verirken, özellikle şu hayati uyarıyı da yapmaktadır; asla hakkında bilgi sahibi olmayan şeylerin peşine düşmemeyi, bundan bilgiyi ‘ayne’l-yakîn alan gözün ve her şeyin idrak merkezi olan kalbin sorumlu olacağını hatırlatmaktadır. (5) Bunda dolayı Allah, insanlardan bilgiyi yüklenip onunla kendilerine eziyet, ağırlık yapmamayı ve yüklendikleri bilgileri ezberleyerek insanlara satan değil, Allah’ın ilmiyle âmel/hâl ortaya koyanları övmektedir. (6)
     Allah, ayetlerinde hikmet/ilim olan Kur’ân’a yemin ederek, Kendinden insanlara verdiği bu ilme şükretmelerini istemektedir. (7) Bu yüzden Kur’ân, kendisinin insanlara gerçek/hakiki bilgiyi öğreten ve bu bilgiyle onlara kılavuzluk ettiğini ifade eden bir kitaptır. (8) Kur’ân, Allah’ın vaad ettiği her şeyin doğru olduğunu ve gerçekleşeceğini ifade ederek, mü’min insanın, bu ilme/hikmete gereği gibi sımsıkı sarılarak, onun aydınlık feyzinden, yol göstericiliğinden faydalanmasını istemektedir. (9) Eğer mü’min insan, kendisi için hayatın seyir rotasını çizenin Allah olduğunu bilirse ve bunu da bir hikmete/ilme göre ortaya koyması gerektiğinin bilincine varırsa, bütün bunların tümünün ilâhî hakikatlerin aslı, özü olduğunun farkına varacaktır. (10)
     Allah, insanlara her konuda kendi ilmince bir hâl/yaşam ortaya koymalarını ve yaşamlarını kendi ilminin dışındaki ilkelerle kesinlikle sürdürmemelerini istemektedir. (11) Yine Allah, kendi istikâmetinde yürüyen insanları her konuda bilgilendirmektedir. Hatta onların karakterleri hakkında bilgi vererek, birbirlerini iyi tanımalarını istemektedir. (12) Zira insan sevdiği, bağlandığı kişiyle karakter kazanır. Eğer insan bir taşı seviyorsa, kendisi taş değerindedir. Eğer bir insanı seviyorsa, insan değerindedir. Eğer bir hayvanı seviyorsa, hayvan değerindedir. Eğer Allah’ı seviyorsa, en yüce, en ulvî seviye ve değerdedir. Bu değerin ölçüsünü, kıyaslamasını yapmak beşer gücünün ötesindedir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bk. Yusûf, 12/100.
2) Bk. Bakara, 2/32; En’am, 6/18.
3) Bk. İbrahim, 14/4.
4) Bk. Nisa, 4/26.
5) Bk. İsrâ, 17/36.
6) Bk. Cuma’, 62/5.
7) Bk. Lokmân, 31/3, 31; Zuhruf, 43/63
8) Bk. Yunûs, 10/1.
9) Bk. Tevbe, 9/40.
10) Bk. Tevbe, 9/60.
11) Bk. Ahzâb, 33/ 1, 34; Sebe, 34/27.
12) Bk. Tevbe, 9/97. 
~~~~ * ~~~~

     Kur’ân’ın birçok ayetinde, Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla insanlara ulaştırdığı her hakikatin bir ilim olduğunu kesin bir şekilde vurgulanmaktadır. Yani Allah’tan insanlara peygamberler vasıtasıyla bildirilen bütün hakikatler, O’ndan gelen kesin bir ilimdir. (1) Ve bunların dışında başka bir gücün, kuvvetin, otoritenin dilekleriyle hayatın herhangi bir parçasını idame etmek, Allah’tan başkasını dost edinmek demektir. (2) Bu yüzden Allah’ın muradının dışındaki bilgiler tamamen temelsiz bilgilerdir. (3) Yani Allah’ın dışında gelen bilgilerin tümü zandır. Bu bilgilerin hiçbir geçerlilikleri yoktur. (4) Allah’tan peygamberlere gelen her vahy ya da bilgi ilimden başka bir şey değildir. (5) Bu nedenle Allah’tan gelen ilmin/bilginin dışında başkasının arzu ve isteklerine uymak hem kendine hem de Allah’ın dileklerine büyük bir zulümdür. Bunun içindir ki, insan için hiçbir konuda Allah’ın bilgisi dışındaki bir ilim kesinlikle kabul edilmemektedir. (6) Çünkü Allah ilmiyle yaratılan her şeyi öylesine ihata etmiştir ki, her yaratılan nesnede Allahın ilminden, bilgisinden, yani O’nun tecellîsinden başka bir şey görmek mümkün değildir. (7)
     Eğer insanlar, kendi nefsi isteklerinden dolayı Allah’tan gelen ilim sebebiyle anlaşmazsızlıklara düşüp, Allah’ın ilminden uzaklaşıp kendi mezhep ve meşrepleri doğrultusunda hareket edip, ihtiras ve taşkınlıklarda bulunurlarsa, bundan ötürü de onlar, Allah’ın ilmine düşman kesilirler. (8) Bu yüzden Allah’ın insanlara vahy ettiği her şey bir ilim/hikmete bağlıdır. Ve Allah, her yerde, her ân yaptığı ve açıkladığı şeyi ilim/hikmetle yapmaktadır. (9) O’nun dileklerinin dışında bir bilgiyle hayata yön vermek Allah’ın merhamet ve sevgisine perde çekmek demektir.(10)
     Kur’ân, Allah’ın insanlara her konuyu bilimle/ilimle öğrettiğini bildirmektedir. (11) Allah, insanın hayatını ilgilendiren tüm konularda her meseleyi ayetleriyle açıklamaktadır. Çünkü Allah, her şeyin iç yüzünü ilim/hikmet sahibi olması hasebiyle çok iyi bilmektedir. (12) Ve O, her konuda ilim/hikmetle karar vermektedir. (13) Bu yüzden Allah, nasıl her şeyi bilen mutlak ilim/hikmet sahibi ise, mü’min de sadece Allah ve Rasûlunu rehber edinerek ilim sahibi olmak zorundadır. (14)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bk. ‘Al-i İmrân, 3/61.
2) Bk. Bakara, 2/120
3) Bk. Necm, 53/23.
4) Bk. Necm, 53/28.
5) Bk. Meryem, 19/43.
6) Bk. Bakara, 2/145; Kehf, 18/107.
7) Bk. En’am, 6/80.
8) Bk. ‘Al-i İmrân, 3/19.
9) Bk. Fetih, 48/4.
10) Bk. Îsrâ, 17/39.
11) Bk. ‘Araf, 7/7
12) Bk. Nûr, 24/18.
13) Bk. Nûr, 24/58,59.
14) Bk. Neml, 27/6 ,9.
~~~~ * ~~~~

     Allah, her şeyi ilmî bir temele dayandırdığı gibi, insanlardan da herhangi bir konudaki itirazlarını bir bilgiye, bir delile dayandırarak cevap vermelerini istemektedir. (1) Yani Allah insanlardan yapmasını istediği her şeyi bilgiyle yerine getirmelerini ister. Aynı şekilde itiraz ve iddialarını da bir bilgiye dayandırmalarını şart koşmaktadır. (2) Bu yüzden herhangi bir bilgiye dayanmayan iddialar Allah tarafından kesinlikle kabul edilmemektedir. Yani Allah kendi ilminden sudûr etmeyen bir bilgiyi saçma ve zan ürünü olarak ifade etmektedir. (3) İşin aslı Allah, bütün insanlardan her konuda bir bilgiye ve ilme göre hareket etmelerini istemektedir. (4) İşte bütün bunlardan sonra şu gerçeğe ulaşılır; Allah her şeyi bir ilme göre yapmaktadır. Allah’ın bu ilmi de, yanındaki ana kitapta yazılıdır. Ve her şeyin bilgisi ve hâkimiyeti O’na aittir. (5)
     Allah’ın bilgisiyle donanıp, o bilgiyle yaşayan kimse, Allah dışındaki masîvadan hiçbir şekilde etkilenmez ve kirlenmez, aksine her şey kendisiyle temizlenerek aydınlanır. İşte bu insanlar, Allah’ın dileğini yerine getiren ilim sahipleridirler. Kendi arzularına göre âmel edenler ise cehâlet içinde bulunanlardır. (6) Tasavvuf, bilgiyi, Allah’ı tanıyıp bilmek ve O’nun ortaya koyduğu hakikati bilip ona göre yaşamak olarak tanımlar. Hakikati bilmek, Allah’ın Samed ve Rabûbiyyet sıfatlarını gereği gibi kavrayarak Allah’ın ilmine tam olarak kavuşamamanın gerçeğini idrak etmektir. Zira Allah bu vasfını şu şekilde ifade eder: “İnsanların ilmi O’nu ihata edemez (7) yalnız “O’nun diledikleri hariç, insanlar O’nun ilminden hiçbir şey ihâta edemezler.” (8) Zira O’nun ilmi sonsuzdur. Sonsuz bilgi sadece Allah’a ait olan bilgidir. (9) Allah, ilminin hiçbir şeyle kıyaslanamayacak olan enginliğini, bütün denizlerin mevcudiyetinin iki katı kadar mürekkep olsa bile bu ilmi kaleme alıp yazılamayacağını beyan eder. (10) Fakat bu engin, sınıra ve sayıya gelemeyen bilgiye rağmen insana çok az bir bilgi verilmiştir. (11) Yinede insan nankörlüğünü ortaya koyarak bu az bilgiyi, öğrenmekten ve yaşamaktan kaçmaktadır. Bu bilgiyi belli insanlara ve mercilere havale ederek, otoriter olarak gördüğü bu kiki ve yerlerin verdikleriyle yetinmeye çalışır.
     Bütün varlık âlemi Allah’ın yazısı, Kur’ân’da O’nun sözüdür. Bu ikisinin cem’inden Allah bilgisine ulaşılır. Bu iki hakikatin varlığa olan tecellîsini idrak eden Allah’ın ma’rifetini/bilgisini elde eder. Hz. Ali bu gerçeği şu şekilde ifade etmektedir; “ Muhakkak ki Allah insanlara kelamıyla tecellî etmektedir. Fakat onlar, bunu görmemektedirler.” Yine Hz. Ali, “Ben her ne görüyorsam, onunla Allah’ı görürüm” demektedir. Onun için yaratılan en küçük zerreden en devasa varlığa kadar her varlıkta Allah’ın mührü mevcuttur. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bk. En’am, 6/148.
2) Bk. Ahkâf, 46/4.
3) Bk. En’am, 6/148.
4) Bk. En’am, 6/140.
5) Bk. Fatır, 35/4, 11, 13..
6) Muhammed, 47/16.
7) Tahâ, 20/110.
8) Bakara, 2/255.
9) Ahkâf, 46/23.
10) Kehf, 18/109.
11) İsrâ, 17/85.
~~~~ * ~~~~

     Allah bunu insanlara şu ifadeyle hatırlatmaktadır: “Rabbinin izini/eserini görmez misin?” (1) Eğer insan, Allah’ı eşyada, evrende müşâhede ederse, varlık âleminde gerçek öğretmenin Allah olduğunu öğrenecektir. Yani Allah öğretmen, insan öğrenci, Kur’ân’da diğer yaratılan her şeyle birlikte ders kitabıdır. Çünkü Allah insanı yarattı ve ona beyanı öğretti. (2) Fakat insanların çoğu kelimelerin zâhir/genel-geçer anlamlarından öteye geçemedikleri için, Allah’ın her kelimesine yansıttığı ilmini idrak edemiyorlar. Bu yüzden Allah’ın ilmiyle beslenen insanların söz ve hâlleri, bu hali ortaya koyan zâhirilerin anlayamadığı bir hakikattir. Tabidir ki bunlar, Allah erenlerinin gönlünü yakıp ağızlarından çıkan “ene’l-Hakk” gibi sözleri “gayr-i dinî” olarak değerlendireceklerdir.

     b. Ledünnî
     Bilgi Alan dışının bir türlü algılayamadığı ve kendi perspektifiyle değerlendirip, tasavvufa karşı katı bir tutum içinde bulunduğu konuların başında “ledünnî ilim” denilen konu gelmektedir. Allah’ın bizzat kendi kitabında çok açık bir şekilde ortaya koyduğu bu konuyu, tasavvuf kendi ilâhî ilkeleri gereğince, ne bu konuya ne de diğer hiçbir konuya beşerî bir ekleme yapmadan direkt Allah’tan geldiği gibi kendine şiar edinmektedir. Fakat tasavvufu yanlış değerlendiren ve kendi bağlıları arasında da, tasavvuf konusunda yanlış bir algı oluşturan alan dışı, tasavvuf ehlince Kur’ânî perspektifle açıklanan bu konuyu bir türlü anlamak istemektedir. Fakat konuya ilâhî murad gereğince baktığımızda tasavvufun bu konuya getirdiği yaklaşım, tamamen Kur’ân’ın bir yaklaşımıdır. Konunun tam anlaşılması için tek merci olan Kur’ân’a bakmakta fayda vardır.
     “Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan (ledünna) bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” (3) İnsanların çoğu bu ayeti yanlış yorum/tefsir ederek, insana iki tür ilim verilmiştir iddiasında bulunurlar. Bu insanların iddia ettiği gibi; rahmet ilmi olarak isimlendirilen “şeriât ilmi” ile “ledünnî ilim” denilen “hakikat ilmi” her kesim tarafından yanlış değerlendirilmiştir. Hatta öyle bir sav illeri sürmektedirler ki, “hakikat/Allah ilmi, inşa ve oluşumunu şeriat ilminden almaktadır” diye bir yanlış algıya kendilerini kaptırmışlardır. Yukarıdaki ayette Allah’ın muradına muhalif davranarak ayetteki “Allah ilmi” kavramı bilinçli ya da bilinçsiz olarak ihmal edilmiş, “ledünnâ” zarfı Allah’ın ilminin yerine geçirilerek ve aynı şekilde kelimeye bir gizemlilik verilerek bununla insanları Allah’ın ilminden bir bütün uzaklaştırmışlardır. Bu yüzden Allah’tan ve Allah’ın ilminden uzak olan insan, Allah’ça terbiye edilmediği ve kendisine öğretilmediği sürece ma’rifet ve keşf ilmine sahip olması mümkün değildir. (4) 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Furkan, 45/25.
2) Rahmân, 55/1-4.
3) Kehf, 18/65.
4) Bursevî, age., s. 105.
~~~~ * ~~~~

     Kur’ân bu konuyu şöyle açıklamaktadır; “Böylece biz İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun” (1) diye. Bu ayetteki “melekût” sözcüğünde kastedilen, evrendeki ilâhî sırlar ve hakikatlerdir; bunlar da ancak kalp gözü/rabbânî idrak, yani basiretle müşahede edile bilinir.
     Nakil ile gelen bilgi, taklîdî ve nazarî ilimdir. Allah’ı hakkıyla bilen kişinin gönüldeki bilgi, Allah’tan insanın gönlüne gelen “ledünnâ (!)” değil, “O’nun indindeki” bilgilerdir. Çünkü Allah bilgisi, nazarî, taklidî bilgi ile etkin, “somut” ve “gerçekleştirilmiş” bilgi arasındaki ayrımı yapan en açık ve belirgin bilgidir. İşte insanın Allah’ın kendisine verdiği bu ulvî nimetten faydalanması için öncelikle nazarî ve taklîdî ilimden kendini arındırması gerekir. Zira taklîd ilmine sahip kişi, hem Allah’ın ilmine hem de bu ilmi yaşayan kişileri anlamadan, idrak etmeden olumsuz bir tavır gösterir. (2)

     2. Hikmet
     İnsanların değil de, Allah ile insanlar arasına giren engel koyucuların anlaşılmasına engel oldukları konulardan biriside hikmettir. Hikmet, Allah’tan gelen güzellikler ve hayırlardır. (3) Yani Allah’ın kendi bilgisidir. Aynı zamanda Allah’ı kendi bilgisiyle bilmek, her işte Allah’a göre hareket etmek bilgisidir. Hikmet, Allah’ın insan ve diğer varlık üzerindeki hâkimiyetidir. Allah ilmiyle donanan insanın beşerî zaaflarından tam olarak kurtulması hikmettir. Hikmet, Allah’ın her konudaki sınırını, çizgisini bilip yerine getirmek, işlerde ve beyanlarda isabetli olan gerçeği yerine getirmektir. Hikmet, eşyanın hakikatlerini bulundukları yaradılış üzere bilmek ve bu bilginin gereğince hâl ortaya koymaktır. Hikmet bazılarınca, ilim ve amel olarak iki şekilde ele alınmıştır. İlim ve amelin bir arada bulunması, tek başına ilim ve ma’rifetten daha tamdır. Onun için hikmet, ilim ve ma’rifetten daha üstün görülmüştür. Hikmet, unutulan ve hatırlanması gereken bir bilgidir. Zira bu konuda Peygamber: “Hikmet mü’minin yitiğidir (bulmalıdır)” (4) diyerek, hikmet arayışının gerekli olduğunu ve bu arayışın da “kalb” ile gerçekleşebileceğini ifade etmektedir.
     Bilim tarihinde bazı düşünürler; ilâhî olan eşyanın bilgisine “hikmet”, beşerî olan eşyanın bilgisine ise “ilim” denilmesini daha uygun bir sınıflandırma olarak kabul etmişlerdir. Allah nazarında ise “hikmet” ile “bilgi” arasında bir ayırım yoktur. Fakat insanlar “hikmet”i bilgiden daha da üst bir konumda tutmuşlardır. Hikmet gerçeğine baktığımızda, gerek insan idrakı, gerekse eşyanın tam olarak kavranması, yani iç yüzüyle bilinebilmesi için daha derûnî ve hakîkî bir bilinmeyi gerekli kılmaktadır. Çünkü hikmet, insanların satırlarda okuyup öğrendikleri değil, Allah’ın yarattığı her nesnede saklı olan tecellîsini, yani isim ve sıfatları algılayarak onlarla aydınlanmaktır. Bu aydınlanmanın yolunu en güzel bir şekilde insanlara göstererek öğreten peygamberler olmuştur. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Enâm, 6/75.
2) Mevlânâ, Mesnevî, IV, 1415.
3) Bakara, 2/269.
4) Tirmizî, İlim, 19.
~~~~ * ~~~~

     Hikmet ve bilgi ilâhî olan feyzden meydana gelerek “irfân” olarak sembolize edilir. İrfân bilgisinin de merkezi kalp olduğu için irfân, tamamen zihni olmaktan ziyade gerçek bir “varoluş” tur. Konunun daha iyi anlaşılması için Allah’ın kendi kitabında tanımladığı ilim ve hikmete dair ayetlere bakmak gerekir.
     İslâm, ilim ve hikmeti bir görerek, insanları Allah’ın eşyadaki muradının bilgiye götürmek olduğunu vurgular. Diğer taraftan Sâmî mirasına bağlı olan din ve inançlarında “hikmet” asıl anlamından kaydırılarak bilginin dışına itilmiştir. Fakat eşyayı “ilâhî mûrad” çerçevesinde bilmek ve anlamak isteyen kişilere göre, hikmet daha düzeyli bir bilgi, nesnenin ve olayların iç yüzünü kavramayı gerektiren bir hakikattir. Zira hikmet, Hz. Peygamberin ve diğer bütün peygamberlerin yaşadığı gerçeklerdir. İşte peygamberlerin, Allah’ın ayetlerini, Allah’ın kendilerine verdiği ilimle açıklayıp, yaşantılarıyla da çevrelerindeki insanlara göstermeleri, Allah’ın dileğinin arkasında yatan ledûnnî/ilâhî bilgiyi açıklamaları hikmetin kendisidir. Aynı şekilde Allah, peygamberlere verilen ilim yanında hikmeti de zikrederek, ilim ile hikmetin aslında aynı batnın ikizleri gibi birbirlerinden ayrılamayan bir ikili olduğunu vurgulamaktadır. Allah kitabının bir yerinde insanlara verdiği bilgisini “ilim” diğer bir yerinde ise, “hikmet” olarak anmaktadır. Nitekim Allah, şu ayetlerde bu konuyu açıkça ifade etmektedir: “Rabbimiz! İçlerinden, Müslümanlara senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitabı ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder…” (1) “Kendi içinizde bir peygamber gönderdik. O, size ayetlerimizi okur, sizi arındırır, size kitabı ve hikmeti öğretir ve size bilmediklerinizi öğretir.” (2) “Allah’ın size olan nimetini ve size indirdiklerini düşünün.” (3) “Allah ona hükümdarlık ve hikmet verdi ve dilediklerini öğretti.” (4) “Kime hikmet verilirse ona çok hayır verilmiştir.” (5) “İbrahim soyuna da Kitâbı ve hikmeti vermiş ve onlara büyük bir mülk vermiştik.” (6) “Allah, sana kitap ve hikmet indirmiş ve sana bilmediklerini öğretmiş” (7) “Sana Kitâbı, hikmeti, Tevrât’ı ve İncil’i öğreten” (8) ve peygamber hanımlarına hitaben, “Evlerinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmetini hatırlayın” (9) diye buyrulmaktadır.
     Kur’ân, ilim, kitap ve hikmeti sürekli olarak birlikte anmıştır. Bu anış, Allah’tan peygamberler vasıtasıyla gelen hakikatler söz konusu olduğunda ifade edilmektedir. Zira Allah, peygamberlere kitap ve hikmeti vererek onları her konuda bilgili ve âlim kılmıştır. (10) Bu yüzden peygamberler ve mü’minler her konuda bilerek hareket ederler, onların hayatlarının herhangi bir adımında bilgisizce hareket ettikleri söz konusu değildir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bakara, 2/129.
2) Bakara, 2/151.
3) Bakara, 2/231.
4) Bakara, 2/251
5) Bakara, 2/269.
6) Nisâ, 4/54.
7) Nisâ, 4/113.
8) Maide, 5/110.
9) Ahzâb, 33/7.
10) Nisâ, 4/113.
~~~~ * ~~~~

     Çünkü peygamberler, insanları kitapla ve hikmetle bilgilendirmekte ve eğitmektedirler. (1) Allah’ın “hikmet” olan ilmi insanları güzel düşüncelerle, güzel eylemlerle yetiştiren ilâhî güzellik kaynağıdır. (2) Zira ilim, bilmeyen bir toplum için, Allah’ın insanların cehâletini temizlemeleri için, kitapla gönderdiği hikmetlerdir.(3) Allah, insana hikmet/ilimle hayatı öğretmektedir. Hikmet sahibi olmak, Allah’ın gerekli kıldığı her şeyi bilmektir. (4) Çünkü Allah, her nesneyi yerli yerince bir sisteme göre ve büyük bir ilimle yaratmıştır. (5) Eğer insanlar kendilerine kitap, hüküm ve hikmetle gelen peygamberlere inanıp itaat etmezlerse, Allah onların yerine itiraz ve inkâr etmeyecek bir topluluk getirir. (6) Onun için Allah, her şeyi hakkıyla bilen hüküm ve hikmet/ilim sahibidir. (7) Bunun içindir ki, Kur’ân, ilim/hikmetle dolu olan bir kitaptır. (8) Yalnızca Kur’ân değil, Allah’tan gelen bütün kitapların hepsinin ilimle/bilgiyle yüklü olduğu Allah tarafından açıkça ifade edilmektedir. (9) Yani Allah, Tevratı, Zebûru, incili ve diğer kitaplarını bilgi/hikmet olarak insanlara öğretmektedir. (10) Peygamberler ve kitaplar vasıtasıyla Allah’tan insanlara gelen ilim, hakikat, rahmet ve hikmetin kendisidir. (11) Ve bu peygamberler, Allah’tan gelen kitap ve hikmeti/ilmi söylem ve hâlleriyle doğrulayan kişilerdir. (12) Allah, kime kendi hikmetini/ilmini vermişse, bağışladığı hikmetle beraber hayır da verdiğini söylemektedir. (13) Çünkü Kur’ân’ın tümü ve insanlara verilen her ayet ve işaret ilim/hikmetin kendisidir. (14)
     Kitap ve hikmet, Allah’tan insanları aydınlatmak gayesiyle gönderilen, insanı bütün cehâletinden arındıran ilmin kendisidir.(15) İşin hakikati, Allah’ın insanlar üzerine nimetini göndererek tamamlaması, Allah’ın gönderdiği bilgiyle gerçekleşir. Allah bunu kitabın ilim ve hikmet olarak tanımlar. (16) Yani Allah’ın insanların hayatlarının bütününde ortaya koyduğu ilkeler, hikmetin ya da ilmin tâ kendisidir. (17)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bakara, 2/151.
2) Kasas, 28/14.
3) Cum’a, 62/2.
4) Bk. En’am, 6/128.
5) Bk. En’am, 6/73.
6) Bk. En’am, 6/89.
7) Bk. Enfâl, 8/71; Tevbe, 9/15.
8) Yunûs, 10/1.
9) Bk. Yasîn, 36/2; Lokman, 31/2.
10) Bk. ‘Al-i imrân, 3/48.
11) Zuhrûf, 43/63.
12) Bk. ‘Al-i imrân, 3/81.
13) Bk. Bakara, 2/269.
14) ‘Al-i imrân, 3/58.
15) Bk. Bakara, 2/129.
16) Bk. Bakara, 2/231.
17) Aynı ayet. 
~~~~ * ~~~~

     Allah’ın bilgisi/hikmeti söz konusu olduğunda, gayr-i ilâhî/masivâ olan her şey mü’minin hayatında tamamen silinir. Çünkü Allah’ın ilmi, bütün diğer tüm bilgileri “hiç”lemektedir. Örneğin, Allah, sosyal hayatın aile ile ilgili konusunda bir kadınla hangi şartlarda nikah kıyılacağını, her iki tarafı mağdur etmeyecek bir şekilde yerine getirilecek uygulamanın ilkelerini belirlerken, aile hukukunun bu ilkelerini Kendi ilmine göre ortaya koymaktadır. (1) Aynı şekilde Allah, bir mü’minin aile hayatının nasıl olacağını, hangi özellikleri taşıyan erkek ya da kadınla evlenileceğini, evlilikte ortaya konulacak mehri vb. durumları kendi ilmiyle haber vermektedir. Yine boşanma iddeti hakkında kitap ilmini/hikmetini bildirirken, bunun yanı sıra ölen kişinin hanımı için koyacağı vasiyeti de Allah, kitabında ilim ya da hikmet olarak beyan etmektedir. (2) Bu öyle bir bilgilendirmedir ki, Allah, hayatın bütün cepheleriyle ilgili mü’minin nasıl davranıp hareket edeceğine dair bütün ilimleri; sosyal, psikolojik, ekonomik, hukuk, biyolojik, fen, fizik, tıp vb. bütün ilimleri yarattığı her varlık üzerinde göstermiştir. Ve tüm bu hayat ilkeleriyle ilgili açıklanan her şey ilmin/hikmetin kendisidir. (3)

     3. Keşf
     Keşf, Allah’ın varlıktaki ilmini tam olarak kavramaktır. (4) Bu yüzden bilgi, keşfe dayalı olan gerçektir. Yani kişinin yaratılan bütün nesneyi/eşyayı müşâhede ederek/gözlemleyerek Allah’ın her varlıktaki ilmini ortaya çıkarmaktır. (5) Bilginin/ma’rifetin en önemli mertebesi müşahededir. Ma’rifet bilgisi tam olursa varlıktaki ilâhî hakikatler müşahede neticesinde kişiye ayan olur. Zira Allah insanlardan, gözleriyle (kalp gözü), yarattığı bütün eşyaya bakarak müşahede etmesini istemektedir. Bunun yanında görmeyen gözü “âmâ” olarak kınamakta ve yarattığı nesnelere karşı kayıtsız kalanları da körlere benzetmektedir. Nitekim Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: “ Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri (akl edecek kalpleri), işitecek kulakları olsun? Çünkü gerçekte gözleri değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur.” (6) “Hiç gören ile görmeyen bir olur mu?” (7) “Körler, gerçeği görmüyorsa sen mi doğru yola getireceksin.” (8) “Körleri sapıklıklarından vazgeçirip yola getiremezsin” (9) Zikredilen âyetlerde ve aynı şekilde dolaylı olarak bu konuya değinen diğer âyetlerde, Allah’ın ilminin idrâk yerinin kalp olduğu, kalbin, yaratılan varlıklarda Allah’ı görmenin, duymanın, dokunmanın, hissetmenin ve neticesinde O’nu bilmenin, tanımanın ve O’nu her şeyiyle yaşamanın üssü olduğu açıkça ifade edilmektedir.
     Tahkîk/keşf, kişinin bizzat kendisinin kalbiyle/idrak ve izanıyla Allah ilmini her şeyden keşfetmesidir. Allah’ın ilmi, insanlara Allah’ın tüm varlıktaki hükmünü/hikmetini bulup anlama izanı verir. İnsana Allah’ın ilmini varlıkta okuma yeteneğini veren cevher, öncelikle kişinin kendini keşfedişine bağlıdır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bk. Mümtehine, 60/10.
2) Bk. Bakara, 2/240.
3) Bk. Nisâ, 4/56, 92, 104, 130; Mâide, 5/38.
4) İbnü’l-Arabî, Fütûhât, IV, 188.
5) Aynı eser, III, 83.
6) Hac, 22/46.
7) En’am, 6/50.
8) Yunus, 10/43.
9) Neml, 27/81; Zuhrûf, 43/40.
~~~~ * ~~~~

     Allah ilminin gayesi, diğer insanların taklîd ederek buldukları şeylerden fikirler/düşünceler oluşturmak ya da teknoloji uzmanlarının kendi amaçları doğrultusunda oluşturdukları bir bilgi havuzu değildir. (1) Allah ilmi, insana hakikati kendinde bilip, bulmak ve neticede Allah’ın halifesi olma sırrını öğrenmektir. Eğer insan, ilâhî hakikatlerin kendisi için ve kendisinde keşfedilmesi gerekliliğini anlarsa, ne başkalarını taklîd edecek ne de kulaktan dolma bilgileri imanın ve bilginin temeli olarak kabul edecektir.
     Varlık bulan bütün nesneler bilgi denizidir. Bu denizin her dalgasında her damlasında ve içindeki her varlıkta Allah’ın bilgisi kıyıya vurur. Kıyıya vuran her inci, Allah’tan insana gelen bilgi aydınlığıdır. (2) Bu bilgi, hâl ve Allah’a duyulan muhabbetin zevkiyle edinildiği için, dedikodu ve taklidî yolla kazanılan bilgi(!) kırıntılarıyla hiçbir şekilde kıyaslanmayacak değerde ve önemdedir. Bu bilgi, hırs, makam ve rütbe için kazanılan malumatların ötesinde bir ilimdir. Bilgi, Allah’tan gelen yazılı ayetlerin yaratılan bütün âlemleri ve insanın kendi ilâhî benliğini okumasıyla gerçekleşir. Bu bilgi, yazılı olan kitabın yönlendirmesiyle elde edilir. Allah, Kitabındaki ayetlerle insanı farklı okumalara yönlendirerek kendi ilmini edinmelerinin yollarını göstermektedir. Yazılı ayetler, ilâhî ilmin kazanılmasının göstergeleridir; yoksa ayetler Allah’ın ilmini direkt veren yol işaretleri değildirler. Kitabın ayetleri, ilmin birer kılavuzları olarak insana, ancak kâinat kitabının ayetlerini ve insanın kendisinde bulunan ayetleri okuyup, yaşayarak ilâhî ilmin hakikatine ulaşacağını öğretmektedirler. Bunu aksine yalnızca yazılı kitaptaki ayetlerin okunup ezberlenmesiyle Allah’ın ilmini edinmek mümkün değildir.
     Allah’ın yazılı ayetleri insana nesneyi okumanın ve onlardan Allah bilgisine ulaşmanın belli metotlarını öğretmektedir. Allah’ın ilmini varlıkta okumanın en bariz örneğini, İbrahim (s.)’in eşyayı okuyarak Allah’a vasıl olması gerçeği göstermektedir. İbrahim peygamber, hem nesneden Allah bilgisini öğrenmenin hem de tahkîkî bilgiye ulaşmanın en net yol gösterici göstergesidir: “Böylece İbrahim’e göklerdeki ve yerdeki hükümranlığı ve nizamı gösteriyorduk ki kesin ilme erenlerden olsun.” (3) İbrahim Allah’ın ilmine ulaşmak için önce yıldıza, sonra aya ve en sonunda güneşe yöneldi. Bu varlıkların “batışını” görünce bunlar üzerinde ve hiç batmayan ve aydınlığı sönmeyen yaratıcıya yönelerek hakiki ilme ulaştı. (4)
     Varlığı okuyarak Allah’ın nurunu gören, Allah ilminin hakikatine ulaşmıştır. Bu bilgiye sahip olan kişinin gördüğü şey, Allah’tan gelen hakikatin kendisidir. Allah’ın hakikatini görende, Allah’ı görmüş olur. (5)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) William Chittick, Kozmos’taki Tek Hakikat, s. 93.
2) Şebusterî, Gülşen-i Râz, 553.
3) En’âm, 6/75.
4) Bk. En’âm, 6/76-79.
5) Mahmûd-ı Şebüsterî, Gülşen-i Râz, haz. Abdülbaki Gölpınarlı, İş Bankası Yayınları, İstanbul 2011, b. 85. 
~~~~ * ~~~~

     Allah’tan başka “bilinen” de yok, “bilen” de yoktur. Allah ilminin en açık ve yoğun olarak yazıldığı “sure,” insanın kendisidir. Eğer insan kendisini okursa, Allah ilminin çoğunu bu okumayla kazanır. Allah’ın her varlık süresinin/türünün ayetine/bireyine yerleştirdiği ilimle, o varlıkta “Ben Allah’ım” sedası yükselmektedir. (1) Zira kendi varlığından geçen kişi için ihtiyar/seçme hakkı yoktur. Çünkü o, iradesini sadece Allah’a teslim edip, O’nun diliyle konuşmaktadır. Diğer taraftan eğer insan kendi beşerî varlığını bırakmayıp, kendine tutundu mu bütün âlem baştanbaşa kendisine perde, engel olur.
     Bu ilme sahip olan kişinin artık beşerî mantıkla hâl ortaya koyması, hayatını sürdürmesi mümkün değildir. Çünkü vacip olanın mümkünle anlaşılması söz konusu değildir. Evrende mevcut bulunan bütün eşya Allah’ın bilgisini taşımaktadır. Çünkü Allah; “her nereye bakarsanız ben oradayım” (2) diye beyanda bulunmaktadır. Buna göre, Allah her varlıkta “gayb” ya da “sır” olarak gizli bulunduğu için keşf olunmayı dilemektedir. Eğer âlem baştanbaşa Allah nûrunun ışığı olarak bilinirse, Allah’ın âlemde olduğu için gizlendiği ve meydanda oluşu gizli kalmasının sebebi olduğu bilinir. (3)

     4. Akıl
     Akıl ve kalbe tasavvufun yaklaşımı, diğer kavramlarda olduğu gibi tamamen Allah’ın kitabına göredir. Akıl ve kalb, Allah’a vuslatın/kavuşmanın temel araçlarıdır. Akıllar da gönüller de şüphesiz Allah’ın arşındandır. Bu iki idrak merkezi O’nun arşının nûrundan gizlenmişlerdir. (4) Diğer tasavvufî kavramlarda olduğu gibi kalb ve akıl gibi hayatî yetiler kişinin Allah’la buluşmasını sağladıktan sonra geçerlikleri, hükümleri de ortadan kalkmış olur. Çünkü vuslat gerçekleşince, âlemde Allah’ın mutlak varlık ve birliğinden başka her şey yok olmuştur. (5) Sûfîler, miraçta Cebrail’in Hz. Peygamber’e yol gösterdiği gibi, aklı da insana kılavuzluk ederek Allah’a yönelten bir araç olarak görürler. Akıl pervane/kelebek, Allah/ma’şûk’ta mum gibidir. Pervane muma hamle yaptıkça yanıp yok olmaktadır. Fakat pervane ne kadar acı ve ıztırap çekse ve yana yine de mumsuz yapamamaktadır. (6) Muhakkik mutasavvıflar akla, Yaratıcının verdiği değeri vererek, diğer konularda olduğu gibi, bu konuda da ilâhî mûrad doğrultusunda hareket ederler. Onlar, yaratılan ilk eşyanın akıl olduğunu söylerler. Onlara göre, akıl, ilmin kaynağı, esası ve doğuş yeridir. Akıl, ilim ve hikmetin bil kuvve olarak bulunduğu yerdir. (7) Aynı zamanda akıl, Peygamber’in nûru ve âlemin aslıdır. (8) Nitekim Peygamber (s.), “Allah’ın ilk yarattığı şey akıl ve kalemdir” (9) demektedir.

~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Aynı eser, 439.
2) Bk. Bakara, 2/115.
3) Şebüsterî, age. 99.
4) Mevlânâ, Mesnevî, V, 619.
5) Aynı eser, IV, 308.
6) Mevlânâ, F’ih’i Mâ Fîh, 36-47.
7) Gazâlî, İhyâ, I, s. 118.
8) İbnü’l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, III, 50.
9) Ebû Dâvûd, Sünnet, 16; Tirmizî, Kader, 17; Ahmed b. Hanbel, V, 119.
~~~~ * ~~~~

     Akıl ile Allah bilgisinin bütünü iç içe geçmiş gerçeklerdir. Aklı Allah’ın diğer yazılı ve görsel ayetlerinden ayırmak mümkün değildir. Zira bu konuda Allah kendi ilmini inkâr edenleri; “sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bunun için akletmezler” şeklinde tanımlamaktadır. (1)
     Akıl, bir nûr olduğu gibi, Allah’ın yarattığı şerefli bir cevher, bir varlıktır. (2) Akıl, ilmin kaynağı, esası ve doğuş yeridir. (3) Akıl, ilim ve hikmetin bil kuvve olarak bulunduğu yerdir. Aklın ilâhî vasfının ortaya çıkması için ilim eğitiminden geçmesi zorunludur. (4) Akıl, Allah’ın dileklerine karşı mesuliyetin, ubudiyeti yerine getirmenin olmazsa olmaz şartıdır. Bu yüzden insan için Allah’tan gelen en önemli delildir. (5) Akıl için, Allah’ı Allah’la tanımaktan başka bir seçenekte yoktur. (6) Akıl, rububiyetin idraki için değil, ubudiyetin yerine getirilmesi için yaratılmıştır. (7) Allah, kendisinin koyduğu hakikatlere uymayı “akıllı olmak” olarak vasıflandırmaktadır. (8) Allah’ın insan için açıkladığı ve uymalarını istediği bütün gerçekler aklın ulaştığı ve ancak aklını kullanan kişilerin yerine getireceği şeylerdir. (9) Allah’ın insan için koyduğu şeyler, Kendi ilmidir. Bu ilimle de, hayırdan başka bir şey verilmemiştir. Buda ancak akılla anlaşılır ve bunlara teslim olup yerine getirenler ise, akıl sahipleridir. (10) Aynı şekilde Allah, insandan evrendeki varlıklar üzerinde düşünüp, onlardaki ilmi keşf etmeyi dilerken bunu akılla yerine getirmesini istemektedir. (11) Bu hâli ortaya koymayan insanları da, akıllarını hiç kullanmayanlar olarak vasıflandırır. (12)
     Akıl sadece kendi mahdut sınırları içerisinde yargıda bulunup, kendini aşan konulara ulaşamamaktadır. Bilgiye tam ulaşmada akılla birlikte devreye sokulacak insanın farklı duyu ve organları da mevcuttur. Fakat şunu unutmamak gerekir salt duyularla idrak edilmeyen her şey, tezâhürleriyle ancak akıl vasıtasıyla kavranabilir. (13) Bu yüzden tasavvufî bilgi, mutlak gerçekliğin bilgisine ulaşmak için insanı bir bütün olarak devreye sokmaktadır. Tasavvuf Allah’ın kitabında ifade ettiği, Allah’ın eşyadaki ilmini keşfetmenin en başat aracı olan “kalbî aklı” (14) devreye sokar. Zira kalp, sûfîlere göre, insanda bilginin gözü olarak kabul edilmektedir. (15)

~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bakara, 2/171.
2) İbnü’l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, V, 197.
3) Gazâlî, İhyâ, I, 118.
4) Gazâlî, Mizânu’l-‘amel, s. 147.
5) Muhammed b. Ali Hâkîm Tirmizî, Beyânu’l- fark beyne sadr ve’l-kalb ve’l- fuâd ve’l- lübb, Kahire 1958, s. 71.
6) Kelâbazî, Tâarruf, s. 71.
7) Hâkîm Tirmizî, Beyânu’l- fark beyne sadr ve’l-kalb ve’l- fuâd, s. 92.
8) Bk. Bakara, 2/197.
9) Bakara, 2/242.
10) Bakara, 2/269.
11) Bk. Bakara, 2/164; Ra’d, 13/4; Nahl, 16/11, 12, 67, 69; Rum, 30/24.
12) Bk. Mü’minûn, 23/80.
13) Gazâlî, Mizânu’l-‘amel, s. 139; Gazâlî, el-Munkızu’n-mine’d-delâl, s. 32.
14) Bk. Hac, 22/46.
15) Hallâc, Dîvân, s. 64. 
~~~~ * ~~~~

     Aynı şekilde gerçeğe dokunup onunla bütünleşmek için duyularla algılanan, bilinen eşyanın ve zekânın görünümü olan anlayışların ötesine geçmek gerekir. Çünkü bunlar, insan ile hakîkî bilgi arasındaki perdelerdir. (1) Akıl ve kalbin ortak analiziyle eşyada var olan bilgiye ulaşmak hakikatini ortaya koyan tasavvuf bilgisi, varlıktan ilâhî bilgiye ulaşmanın en güzel, en açık ve en net örneklerini ortaya koymaktadır. (2) Bu bilgi, Yaratıcıyla hemhâl olma neticesinde Allah’ın insana olan bağışı neticesinde nesneden kalbe ve oradan da dille gelerek ifadeye dökülen hakikatlerdir. (3)
     Tasavvufta akıl, Allah’ın kendisine yüklediği yönde önemli bir anlam taşımaktadır. İnsan varlığının/ontolojisinin temel değeridir; hayatın merkezi, bütün faaliyet ve emellerin belirleyici ilkesidir. O, her şeyi kuşatan ve oluşturan cevherdir. O, tasavvufun aklıdır, izanıdır, anlayışıdır. İnsanı Yaratıcının dileği doğrultusunda sevk edip, yönlendiren “kalbteki akıldır”. Zira Allah bu konuda; “onlar, kalpleriyle akl etmezler. Şüphesiz gözleri kör değil, sudûrlarındaki kalpleri kördür.” (4) diyerek “kalp aklına” dikkat çekmektedir.
     Akıl, insanı sorumlu kılan temyiz gücü, düşünme ve anlama melekesi olduğuna göre, bir mü'min içinde en az alan dışı kadar gereklidir. Akıl, varlığın hakîkatini idrak eden, maddî olmayan, fakat maddeye etki eden bir cevher ve kavramlar arasında ilişki kurarak önermelerde bulunan, kıyas yapabilen güç olması sebebiyle kişiyi tefekkür ve tezekküre götüren en önemli değer olduğu için, mü'minler içinde vazgeçilmez bir fenomendir. Akıl, sûfîler için bilginin idrak merkezi ve kaynağı olduğundan, ondan vazgeçmek hayattan vazgeçmek demektir. (5) Yani akıl, hayatın özü ve insanı aydınlatan cevher olduğu için onsuz olunmaz. (6) Eğer akıl, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayıran ve en güzel değerleri belirlemede en önemli aktör ise, sûfî de "küllî aklı" kullanmak zorundadır. Onun için akıl, hiçbir şekilde yok sayılmayacak bir gerçektir. Çünkü Allah’tan insana gelen bütün hakikatler akılla tanınır. Bu vasfıyla ilâhî gerçek olan akıl yalan söylemez ve ilâhi çizgiden sapması da mümkün değildir. (7)
     Her şeyin bir cevheri olduğu gibi, insanın cevheri de akıldır. Aklın cevheri de Allah’ın nurudur. (8) Zira akıl, ma’rifet/bilginin doğuş yeridir. Ma’rifet nuru nakil yoluyla kişiye ulaşan bir aydınlanma değildir, ma’rifet nurunun doğuş yeri ancak akıldır. (9) Akıl, kendisi sayesinde birçok konunun anlaşıldığı ilâhî nurdur. Akıl nuruyla ulûhiyetin ma’rifetine ulaşılır. Akıl vasıtasıyla Allah’ın Zât’ının ve kendisine nispet ettiği sıfatların ma’rifeti kazanılır. (10)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Nurettin Topçu, Mevlânâ ve Tasavvuf, Dergâh Yayınları, İstanbul 2005, s. 203.
2) Hallâc, Dîvân, s. 79.
3) Hallâc, Tavâsîn, s. 24.
4) Hac, 22/46.
5) Gazâlî, İhyâ, III, 4; I, 82.
6) Sühreverdî, ‘Avârif, s. 285.
7) Gazâlî, İlcâmu’l-‘avam ‘an ‘ilm-i kelâm, Mecmu’atu’l-resâil, Beyrut 1996, s. 317.
8) Hâris el-Muhâsibî, el-‘akl ve fehmü’l-kur’ân, s. 96.
9) Mevlânâ, Mesnevî, II, 43.
10) İbnü’l-Arabî, Fütûhât, I, 160.
~~~~ * ~~~~

     Aklın insan için değeri şu şekilde ifade edilebilir; Allah insanı fıtrî olarak her yönüyle kendisi için yarattığından dolayı, insanda bulunan her organ her cevher de Allah için varlık kazanmıştır. İnsan da, hangi organı ya da hangi değerini Allah’ın muradınca kullanırsa, o organ tamamen ilâhî mahiyete bürünür. Bunun aksi olursa, yani Allah’ın muradının muhalifi olarak kullanırsa organ gayr-i ilahî olur. Zira Allah insanın bütün organlarını Kendi ilmi üzere yaratmıştır. İşte aklın değeri, Allah’în kitabının onlarca ayetinde de değindiği gibi çok özeldir. Zira bu cevher, nesneleri anlamak için gerekli olan temel yetidir ki, Allah tarafından insanın idrak merkezi olan kalbe aktarılan ve kendisiyle eşyanın hakikatini anladığımız özdür. (1) Bazı sûfîler, vesveselerin, vehm ve hayalın merkezinin beyin/dimağ olduğunu gösterirken, aklın ışığının kalbe indirilen bir hidayet ve nûr olduğunu ifade etmektedirler. (2)

     5. Kalp
     Tasavvuf, bilginin bütün organlarca tam olarak idrak edilmesi için, organların her hangi bir menfi durumla karşılaşmaması ve ilâhî ilim nûrunun bir bütün olarak gerçekleşmesi için, bütün organların devreye girmesi şart koşar. Ayrıca kişinin hâlinin ilâhî zuhûrata ayna olması için, ilâhî nûrun tüm organlara nüfuz edebilmesiyle gerçekleşir. Buda ancak organların tamamen riyâzetle lâtif hale getirilmesine bağlıdır. (3) Beden organlarının ana merkezi olan kalp, insanın sadece tabiatının duyusal tarafını düzenleyen ana kumanda değil, şuurun, farkındalığın ve rabbânî zekânın merkezi konumundadır. Allah ilminin mahzeni olarak bilinen tanınan kalp, kanın dolaşmasını sağlayan organ değil, ilâhî ma’rifetin idrak yeridir. Kalp öyle bir üstür ki, Allah’ın tecellîlerini kavrayabilecek konumdadır. Kalp, Allah’ı ve O’nun hakikatlerini birleştirerek, akıl ile keşfin aynı şekilde bilebilir hale gelmesini sağlar. İşte bu özelliklerinden dolayı eşyanın hakikatini bilme vasfına sahip olan bilginin kaynağı kalptır. Yani ilimleri idrak eden gerçek, kalptır. (4) Kalp, Allah’a vuslat için yaratıldığından, kalbin Allah’a olan seyrinde kat edeceği merhaleler için bineği beden, azığı da ilimdir. Bu yüzden kalp, eşyanın özünün vasıtasıdır. (5) Akıldan akla bir fark olduğu gibi, bu akılların algıladığı bilgilerde de önemli farklar mevcuttur. Bir taraftan kaydeden işleyen yanılabilir bir zihin varken, diğer taraftan yanılmaz gerçekleri idrak eden ve hem hâle hem de düşünceye aksettiren ilâhî kaynaklı bir “akıl” ve aynı görevi yerine getiren bir “kalbî akıl” hakikati var. (6)
     Kalp, akılla birlikte hem bilginin kaynağı hem de bilginin anlama ve farkındalık yeridir. Ayrıca Allah, kalbe getirdiği tanımla onun bilgi ve zekânın çıkış merkezi olduğunu açıkça ifade etmektedir. (7) İnsanın her hakikati kavrama algısının gerçek menbası kalp ve akıldır. “Allah insanı” akıl ve kalbi bilginin merkezi olarak algılayarak, özdeşleştirerek Allah’ın kendisinden istediği hâli gerçekleştirir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Gazâlî, İhyâ, I, 138-139.
2) Gazâlî, Ravdâtu’t-tâlibîn, Resâil içinde, s. 125.
3) Bursevî, age, s. 93.
4) Gazâlî, İhyâ, III, 6.
5) Aynı eser, III, 7.
6) Frithjof Schuon, To have a center, Indiana 1990, s. 52
7) Bakara, 2/225; Enfâl, 8/178; Yunûs, 10/57.
~~~~ * ~~~~

     Kalp, gören, işiten ve bu yolla aldıklarını akılla muhakeme ederek uygulamaya sokan kaynaktır. Bu yüzden sûfîler, kalpte aklın ötesinde bir hâlin olduğu görüşündedirler. Onlara göre, kalpte bir göz açılır ve onunla aklın ulaşamadığı, duyuların bunu idrakten uzak kaldığı makulat çeşitlerini görür. (1) İnsanda gerçek bilgiye, ancak bu kalbin verdiği nûr ve huzurla kavuşabilir. (2) Fakat bunun aksi olursa, yani algıların merkezi kalp paslanıp körelmişse hakiki bilgiye mekân olması mümkün değildir. (3) Zira Hz. İbrahim’in yeniden dirilme/haşrın nasıl olacağı konusunda Allah’tan bilgi istemesinin tek nedeni, kavrama ve algı merkezi olan kalbin bu konuyu tam olarak anlamasından kaynaklanmaktadır. (4) Ve Hz. İbrahim’de soruların oluşmasına neden olan, kalbin kavrama gücünü tam olarak göstermemesidir. Bunun için kalp, hem bilginin idrak kaynağı hem de Allah’tan gelen bilginin kavrandığı yerdir. (5)
     Tasavvuf literatüründe kalp, Hakk’ın tecellî ettiği ilâhî latife, kevnî ve tabiî hâl ve hususiyetlerin yanı sıra Rabbanî tecellî ve vasıfları bir arada toplayabilen insanî hakîkati idrak eden yeti anlamında kullanılmaktadır. (6) İnsanın idrak edici yönünü ifade eden kalp, maddî âleme ait ve bedene bağlı olan “zekâ” ile aynı olmayıp, bir bedenle görevini yerine getirdiği hâlde varlığı bir bedene ait olmayan ve her hangi bir şekilde maddî kayıtlarla sınırlanmayan evrensel/küllî akıl ilkesinin ayrılmaz bir parçasıdır. (7) Bu evrensel akıl ilkesiyle hareket eden âlim kişi, eşyanın gerçeklerinin kendisine kalp vasıtasıyla göründüğünün bilincindedir. Çünkü ilim, nesnenin aynada görüntüye gelmesinden ibarettir. (8) Kalbin en önemli işlevlerinden birisi de, insanın engelsiz Allah’a kavuşup O’nunla yaşamasıdır. Allah’ın kendisini yarattığı fıtrat üzere var ettiği insanın terbiye üssü olan kalp, Allah’ın ilminin mahzeni/merkezidir. İnsana düşen haytî görev, kalbin sadece ve sadece O’na has kılınması için gücünün dâhilinde gayret ortaya koymasıdır. (9)
     Kalp, insanın hayatını bir bütün olarak sevk ve idare eden bir merkezdir. Kalpte oluşan basiret ve düşünce insanın hareket yeteneğini belirler. Eğer kişinin kalbî yetisi gurur ve kibirden dolayı gerçekleri kabul etmezse bu algı merkezini besleyen başta kulak ve göz algıları olmak üzere diğer bütün bilgi alıcıları fıtrî bilgiye kapalı hale gelir. (10)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Gazâlî, el-munkız mine’d-dâlâl, mecmu’atu’r-resâil el-imam el-Gazâlî, Beyrut 1996, s. 79-80.
2) Aynı eser, s. 85.
3) Bk. Mutafifîn, 83/14.
4) Bk. Bakara, 2/290.
5) Muhammed Abdullah, Sufiyyetu ve’l-‘akl, Dâru’l-cîl, Beyrut 1990, s. 73.S
6) et-Tirmîzi, Beyanü’l-Fark Beyne’s-Sadr ve’l- Kalb ve’l-fuad ve’l-Lübb, Kahire 1958, s. 82; el-Gâzâli, İhyau Ulûmiddin, III, 3; Necmüddin Kübra, Fevâihu’l-Cemâl ve Fevâtihu’l-Celâl, thk. Yusuf Zeydan, Kahire 1993, s. 132, 133.
7) Afîfî, Mystical Philosophy, p. 115.
8) Gazâlî, Meâricü’l-Kuds fî medârici ma’rifeti’n-nefs, s. 32.
9) Gazâlî, el-Risâletü’l-ledunniye, Mecmûati Risâle içinde, Beyrut 1996, s. 233.
10) Bakara, 2/204, 205; ‘Al-i imrân, 3/151.
~~~~ * ~~~~

          Bunun aksi olursa o vakit Allah’ın murad ettiği kalble kazanılan bilgi, kişiyi Allah’la bütünleştirir. Kalpte iç ve dış etkenlerden dolayı her türlü duygu oluşmaktadır. Oluşan bu duygular insanı ya iyiye ya da kötüye doğru yönlendirir. Kötü düşünce ve duygular kalb merkezini katılaştırarak taşlaştırır, gerçeklerin idrak etmesini engeller. (1) İşte bu sebeplerle kalp insanı öylesine yönlendiren bir yerdir ki, onun Allah dışında herhangi bir şeye yönelmesi, insanı tamamıyla ilâhî denge ya da çizgiden kaydırarak çıkmaza sürükler. (2)
     Kur’ân, kalbi bilginin algı ve uygulama yetisini veren merkez olarak yüz yirmi ayette anmaktadır. Kalp, Allah’a olan kopmaz bağlılığın ve O’nunla yaşamanın merkezidir. (3) Yani insanın bütün benliğiyle Allah’a iman ettiği yerdir. (4) Kalp, Allah’a tam bir teslimiyetin, yakinî bir bilginin ve ilâhî algının mahzenidir. (5) Kur’ân bilgisi, yol gösterici olarak önce Peygamberin sonra da mü’minlerin kalplerine inmektedir. (6) Kalp, Allah’ın dilediği şekilde üzerinde tasarrufta bulunabileceği bir idrak aracıdır. Allah, insanın ortaya koyduğu hale göre dilediği şekilde kalbi dönüştürebilmektedir. (7) Hatta Peygamber dahi olsa dileğini yerine getirmezse onun kalbini/idrakini mühürleyebilir. (8) Kur’ân, dönüşümlü olarak, kimi zaman Allah’ın ilmi ve hükümleri üzerinde düşünüp idrak etmeyi akla yüklerken, kimi zaman da, bu görevi kalbe yüklemektedir. Yani Allah, Kendisinin tam olarak idrakini kalbî düşünmeyle gerçekleştiğini ifade ettiği gibi, (9) Kendi bilgisini varoluşa çıkaran nesnede görüp, onunla yaşamayı akletmenin gereği olarak görmektedir. (10)
     Allah, insana, kendi ilmini anlamaları ve kendisini gereği gibi tanıyıp, yaşamaları için kalbin en yüksek idrak olduğunu kitabında açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu sadece kalbe ait bi özellik değil, akıl ve kalp bütün bedenle, benlikle varlıkla yaşanılan hissedilen algıdır. Zira kalp, Kur’ân’da Allah’ın hükümlerini algılama/idrak etmek yeri olarak tanımlandığı gibi, (11) Allah’ı bir bütün olarak yaşamanın merkezi olarak gösterilir. Kur’ân’daki bilgiler mü’minlerin kalplerini sükûnete ve istikrara kavuşturarak, onlar üzerinde değişim, dönüşüm yapması gerçekleştirir. (12) Öyle ki, Kur’ân, kalbin akleden merkez, (13) düşünen ve tefekkür eden kaynak, (14) Allah’ı anlamanın özü (15) olduğunu açık bir şekilde beyan ediyor.

~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bakara, 2/74; En’am, 6/43; Maide, 5/13.
2) ‘Al-i imrân, 3/8.
3) Bk. Hucurât, 49/14.
4) Bk. Mücâdele, 58/22.
5) Bk. Saffât, 37/84.
6) Bk. Bakara, 2/98; Şuarâ, 26/195.
7) Bk. İbrâhim, 14/4; Nahl; 16/93; Fâtır, 35/8.
8) Bk. Şurâ, 42/24.
9) Bk. Muhammed, 47/24.
10) Bk. Bakara, 2/164.
11) Bk. Bakara, 2/6.
12) Bk. Hûd, 11/120.
13) Hac, 22/46.
14) Bk. Muhammed, 47/24.
15) Bk. ‘Araf, 7/179; Tevbe, 9/87.
~~~~ * ~~~~

     Kalp, Allah’ı anlamanın, yaşamanın, sürekli O’nu anmanın ve eserlerinde ibret almanın merkezi olduğunu ifade ediliyor. (1) Allah, kalbi Kendisine iman etmenin yeri olduğunu ve orayı insanlara güzel gösterdiğini söyleyerek bütün eşyada kendisini tam olarak algılamanın hakikati olduğunu açıklıyor. (2) Kalp, imanın yazıldığı kaynak, (3) her türlü duygunun, yani kinin, nefretin bulaşmasıyla kirlenen (4) ve bunların zıddı olan sevgi ve merhametle Rahmanın en güzel sıfatlarının kaynağıdır. (5) Mü’minlerin her konuda güven duydukları mevhibe, (6) inkâr edenleri sarmalayan korkunun üssüdür. (7) Şefkat ve merhametin konulduğu hakikattir. (8) Allah’la doğruyu, istikâmeti yaşamanın, O’nunla varoluşun gerçekleştiği idraktir. (9) Allah’la var olduktan sonra yine kalple ilâhî murad sürdürülür. (10) Allah’la yaşamanın mihenk taşıdır. (11) Ve kalp, Allah ilmini yaşamakla insanı istikrara kavuşturan gerçektir. Yani kalp, Allah’ın bilgisiyle beslenirse insanın mutluluğunun, huzurunun yeri olur. (12) Kalp insanı öylesine yöneten bir üstür ki, huzura, huzursuzluğa ve her türlü şüpheye kaynaklık yapmaktadır. (13)
   Kalp, ilâhî ve insanî tabiatı birleştiren merkezdir. En başat görevi; Hakk’ın sûretinin müşâhedesidir. Yaratıcının Kendisini bilmesi, Kendini Kendi tezahürlerinin suretlerinde ortaya çıkarmasına aracı olan organdır. Bu yüzden Allah’ı bilenin mükemmellik kazanmış birey olarak, Allah’ın ilâhî bilincinin/aklının makamı ve Allah’ın da ârifin idrak ve izanının makamı ve özü olduğu gerçeği vardır. (14) Hz. Ali’nin dediği gibi, kalbin fonksiyonu en az aklın fonksiyonu kadar önemlidir. Zira Hz. Ali’nin ilim konusunda Allah’a duası şu şekildedir; “Rabbim! Bana akleden bir kalp ve isteyen bir dil bağışla.” (15) Allah’ın tecellîsinin gerçekleşmesi, kalbin bütün cihetleriyle O’na yönelmesiyle olur. Bu yönelme, kalbin önünde hiçbir perde/engelin bulunmamasıyla mümkün hale gelir. Örneğin cisim ile ayna arasına başka bir varlık girdiğinde nasıl cismin görüntüsü aynada görünmüyorsa, aynı şekilde Allah ile insan arasına başka birisinin ya da üçüncü bir şahsın girmesi durumunda, insanın Allah’la yönelip, O’nunla yaşaması da asla mümkün değildir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bk. Kaf, 50/38.
2) Bk. Hucûrat, 49/7.
3) Bk. Mücâdele, 58/22.
4) Bk. Haşr, 59/10.
5) Bk. Al-i imrân, 3/103.
6) Bk. Fetih, 48/4.
7) Bk. ‘Al-i imrân, 3/151; Enfâl, 8/9-12.
8) Bk. Hadîd, 57/27.
9) Bk. Teğâbun, 64/11.
10) Bk. ‘Al-i imrân, 3/8.
11) Bk. Maide, 5/41.
12) Bk. Ra’d, 13/28.
13) Bk. Tevbe, 9/110.
14) Afîfî, Mystical Philosophy, s. 119.
15) Muhammed b. Abdülkerim Şehristânî, Tefsir-imetâfîhu’l-esrâr ve mesâbîhu’l-ebrâr, Tahran 1376, I, 197
~~~~ * ~~~~

     Diğer taraftan Allah’a yanlış bilgi ve imanla yönelen ya da taklîdî bir anlayışla yönelen kişinin de gönlünde Allah’ın hakikatlerinin doğup amellerine ayna olması söz konusu değildir. Allah dışındaki güçler için atan bu kalp, hangi bilgi sahibinin kalbi olursa olsun hiç fark etmemektedir. Bu kalp ister mütekelliminin ister mutaassıp mezhepçilerin ister tefsircilerin ister evrenin yaratılışını tefekkür ederek düşünen sâlih (!) kimselerin olsun hiç fark etmez. Çünkü bunların kazandıkları taklidî bilgi, itikat, düşünce ve benliklerini öylesine esir almıştır ki, kalpleriyle Allah’ın hakikatleri arasına aşılmaz engeller/perdeler oluşmuştur.
     Allah, önce bilginin nûrunu kalbe yönlendirir. Kalbe gelen nûr vücudun bütün organlarını Allah’ın bilgisini kazanmaya uyarı göndererek onları her nesnede Allah’ın bilgisinin tecellîsini algılamaya yönlendirir. İşte vasıtasız bu bilgi, yani masîvadan arındırılmış bilgi, kalbin kuvveden fiile çıkmasıyla elde edilir. Bu da vasıtasız en şerefli bilgidir. (1) Bu kalbî hatırlama, bilmeyi gerçekleştiren hakiki dinamik bir hâldir ve dönüşümün arketipidir. Eğer insan bilincini bu arketipe yönlendirirse, onun ilminin enerjisini varlığının her atomunda yaşamasına yol verir. Ve aşama aşama benlik kendi perdelerini açar, vücudun bütün hücreleri bu bilgiyle aydınlanarak bütün zerreleriyle Allah’ı yaşar.

     6. Sabır
     Sabır konusunda insanlar tarafından yanlış algılanmaktadır. İnsanların ekseriyeti sabrı sadece musibetlere, acılara ya da kötü olarak bilinen her şeye karşı yapılan bir eylem olduğunu zannetmektedir. Fakat Allah’ın sabırda muradına baktığımızda bu konuda da insanların büyük bir yanılgı içinde oldukları görülmektedir. Kur’ân’ın insanlardan yerine getirmek istediği sabır, her konuda Allah’ın hükmünü yerine getirmede gösterilecek olan azimdir. Allah, mü’minleri sabretmeye, sabırda da yarış halinde olmalarını ve birbirlerini bu yarışta geçmelerini istemektedir. (2) Allah’ın bu dileğiyle sabrı hayatının her evresinde icra eden kişi, Allah’a karşı sakınmanın en güzel örneğini ortaya koyar. Tıpkı Hz. Eyyûb’un yerine getirdiği sabır gibi. Nitekim Allah, kendisinin rızası için bu şekilde yaşayanları övmektedir: “Kim Allah’ın muhterem kıldığı işaretlere hürmet edip, onları yüceltirse şüphesiz ki bu kalplerin takvasındandır.” (3) Ayrıca Allah, sabır konusunda insanlardan hiçbirini Zâtıyla ortak kılmamış sabrı yalnızca kendine has kılarak, “Rabbin için sabret” (4) ve “Rabbinin hükmüne sabret” (5) demektedir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Gazâlî, el-Risâletü’l-ledunniye, s. 24-26.
2) Ali İmran, 3/200.
3) Hac, 22/2.
4) Müddessir, 64/7
5) Tûr, 52/48. 
~~~~ * ~~~~

     Sabır, azimet sahibi peygamberlerin makamıdır. Onların en yüksek derecesidir. Çünkü onlar, hem eş ve çocuklarından gelen karşı durmalara, itirazlara ve terk edilmelere hem de inkâr edip, şirk koşanlardan gelen her tür itiraz ve saldırılara, aynı şekilde mal ve cana gelen yok edici hücumlara karşı koyanlardır. Bu yüzden Allah, “O halde azimet sahibi peygamberlerin sabrettikleri gibi sen de sabret” (1) diyerek, insanları peygamberler gibi bir direniş, kendisi için bir başkaldırıya çağırmaktadır. Sabır, azim gerektiren genel bir ibadettir. Çünkü Allah, sabrın daim oluşunu şu şekilde beyan eder. “Her kim de sabreder ve affederse işte bu hiç şüphesiz azmedilmeye değer işlerdendir.” (2)
     Allah sabrı, “Kendisi için gevşememek, zaaf göstermemek, miskinlik ve tembellik etmemek” olarak tanımlamaktadır. (3) Bunları yerine getiren sabırlı insan, hangi sınıf insanlardan gelirse gelsin (Müslim, mü’min, kâfir, müşrik, aile bireyi, akraba, yerli, yabancı vb.) onların incitici söz ve davranışlarına karşı direnip sabrederse, kendini Allah’ın istikâmetinde tutarak en güzel işi gerçekleştirir. (4) Zira sıkıntı ve hastalık hâllerinde sabredenler, söz ve fiilleriyle istikâmet üzerinde olan muttakilerdir. (5) Ve Allah, sürekli sabreden bu muttakilerle beraberdir. (6) Diğer taraftan Allah’ın insana yüklediği yükümlülüklerinin ağırlığına, zorluğuna, çetinliğine aldırış etmeden bunlara katlanıp yerine getirmek, ancak sabırla gerçekleşir. İnsan, Allah’ın imtihan için verdiği bu sıkıntılara dayanırsa, (7) bunun neticesinde Allah’ın engin rahmetine kavuşur. (8) “Allah insanları”, Allah’ın kendileri için ortaya koyduğu hayat biçimini, yani dini yaşarken ve anlatırken, kendisine karşı diğer insanların yaptığı inkâr, itiraz ve engellemelere direniş göstererek direnirler. (9) Bu sabır, Allah’ın insan için takdir ettiği hayatı yaşamak, haksızlığa, adaletsizliğe, insanlık dışı eylemlere karşı kesin bir direnme göstermek, ancak sabrın merhamet yağmuruyla sulanmakla gerçekleşir. (1)0 Burada Allah dışında gelen her tür acı ve eleme dayanmak için Allah’ın bu konudaki hükmü gerçekleşinceye kadar sabır içinde beklemek gerekmektedir. Bütün bu azmin ve dayanmanın sonunda sabır, Allah’ın yardımıyla O’nun için direnmektir. (11) Bu yüzden sabır, mü’minlerin en belirgin vasıflarındandır. Tıpkı Allah anıldığı vakit; mü’min kişinin kalbinin titremesi, (12) namazla günde birkaç defa Allah’a olan ahdini yenilemesi ve daha da önemlisi Allah’ın verdiği nimetlerden, rızıktan, mal ve mülkten O’nun için harcamak gibidir. (13)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Ahkâf, 46/35.
2) Şûrâ, 42/43
3) Ali İmran, 3/125.
4) Ali İmran, 3/186.
5) Bakara, 2/177.
6) Bakara, 2/249.
7) İbrahim, 14/12.
8) Nisa, 4/25.
9) En’am, 6/34.
10) Araf, 7/126.
11) Araf, 7/128.
12) Bk. Enfâl, 8/2.
13) Hac, 22/35; Ahzâb, 33/35.
~~~~ * ~~~~

     Allah için en büyük azmi, gayreti ve direnci sabredenler göstermektedir. (1) Çünkü onlar, Allah’ın rızasını kazanmak için, Allah dışındakilerden gelen bütün gayri ilâhî söz ve fiillere sabır göstererek direnirler. (2) Bu öyle bir dirençtir ki, Allah’ın o konudaki hükmü gerçekleşinceye kadar bu sabrı, kesintisiz ve tereddütsüz bir şekilde devam ettirirler. (3) Zira Allah’ın hükmüne karşı sabır gösterip beklemek lazımdır. Yoksa Hz. Yunûs gibi sabırsız davranıp öfkeyle hareket edildi mi Allah’ın muradına muhalif davranmış olunur. (4) Bu yüzden Allah için en güzel sabırla sabretmek gerekir. (5) Onun içindir ki sabır, Allah’ın mü’minlere olan vaadinin gerçekleşmesi için direnerek beklemektir. (6)
     Tasavvuf, “bezm-i elest” e insana verilen “ilâh benlik”e, yani “asla dönüşün” gerçeğidir. Sabır da, bu terbiye sürecinde kişinin, Allah dışındaki her şeye karşı yaptığı mücâhede de gösterdiği gayret ve azimdir. Yani insanın kendi özünde mevcut olan “ilâhî benlik” e tekrar kavuşmak için gösterdiği mücâhededir. Kişi sabır içinde “yok” olmadan, sabrı kendi benliğinden eritmeden, Allah’ı hakkıyla yaşaması mümkün değildir. Sabır, Allah’ı yaşamanın anahtarıdır. Zira Allah’ın diğer bütün dilekleri sabırla gerçekleşir, yerine getirilir. İnsan sabırla bütünleşip, sabır denilen gerçeği tamamen yok etmedikçe Allah’ı bütün hücrelerinde yaşayamaz. Allah’a tam bir teslimiyet, sabır ve benzer kavramları hayattan çıkarmakla gerçekleşir.
     Sabır, insanın iradesiyle kazandığı şeylerde, iradesinin dışında cereyan eden şeylerde Allah’ın emrini yerine getirmede ve yasakladığı konulardan kaçınmada gösterdiği azimdir. (7) İnsan bu azimle sabır gösterirse olgunlaşır. Bu olgunluk kişiyi yumuşatır, tahammül edecek ve direnebilecek bir noktaya getirir. Ve açık-gizli kendisine gelebilecek her türlü iyilik ve kötülüklere karşı direnme gücü kazandırır. (8) Sabır, Allah’ın takdirine muhalefet etmemektir. Sabır, Allah’ın hükmünü kabul edip, onunla huzur bulmaktır. Sabır, Allah’ın helâl kıldıklarını yerine getirip onlardan lezzet almaktır. Sabır, en güzel edeple Allah’la birlikte olmaktır. (9) Sabrın gerçekleşmesi için de insanın nefsine haz veren şeylerden uzaklaşmalıdır. Sabır kişinin hayatının bütününde yalnızca Allah’la olması ve Allah’tan başka güçlerden direnerek uzaklaşmasıdır. Sabır anında Allah’tan yardım dilemek, Allah’ın hükümlerinin kişinin üzerinde gerçekleşmesi demektir. Buda “Allah sabredenlerle beraberdir.” (10) hakikatinin ortaya çıkmasıdır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Ahkaf, 46/35.
2) Sâffât, 37/102.
3) Sâd, 38/17, 44.
4) Kalem, 68/48.
5) Meâric, 70/15.
6) Mü’min, 40/55, 77.
7) Abdülkerim Kuşeyrî, er-Risâle, s. 183.
8) Şıhabeddîn Ömer Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif, Beyrut 1993, s. 117; Kelâbâzî, et-Taarruf, s. 143-144; Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I-II, Beyrut 1997, s. 342-354.
9) Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârat, III, 259; İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 247.
10) Bakara, 2/153.
~~~~ * ~~~~

     Sabredenler, Allah için her konuda dayanma gösterip tahammül gösterdiklerinden dolayı Allah onlara değer verip yüceltmiş ve her an yardımının onlara beraber olduğunu müjdelemiştir. Yani Allah’ın kendilerine olan bağışı hak etmişlerdir. (1) Sabredenlere verilen bu özel ve önemli bağış, Allah’ın sabrı en fazileti ibadet olarak önemsediğini göstermektedir. “Bazı insanlar vardır ki, “Allah’a iman ettik” derler fakat Allah uğrunda eziyete maruz kaldılar mı? İnsanların fitnesini Allah’ın azabı gibi görürler.” (2) İşte bu yüzden sabredenler dışındaki diğer insanların ecri, hesap ve ölçüyledir. Sabredenlere ise, hesapsız ve tartısız mükâfat verilir. Çünkü onların ecirleri hesapsız verilecektir. (3)
     Asıl sabır, Allah’ın dinini doğru olarak algılayarak yaşamakta ve Allah hakkında oluşan önyargılara karşı verilen mücadelede gösterilen direniştir. Albert Einstein (ö. 1955) de dediği gibi, ön yargıları kırmak atomu parçalamaktan daha zordur. Zira Allah’a iman edip sabredenler, şek ve şüpheye düşmeden Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla mücadele edenlerdir. (4) Allah’ın çizdiği yolu, insanların kendilerince kısımlara bölmesi ve her bir kısma da bir isim vererek (insanın din, maneviyat, ekonomik, sosyal, psikolojik yönü vb. gibi) bu bölümlere bir yedek ilâh ihtisas etmeleri ve bunu da Allah adına yapmalarına karşı direnmek en büyük sabırdır. Bu şirki de, Allah adına yaparak, sanki Allah’a dinini öğretmektedirler. (5) Ve bununla iman ettiklerini zannediyorlar, fakat bilmiyorlar ki iman henüz kalplerine yerleşip onları tam olarak ihata etmemiştir. (6)
     Sûfîler farklı sabır çeşitlerinden söz etmektedirler. Bunlar, “Allah ile sabır” ve “Allah’tan sabır” dır. Onlara göre en hayırlı sabır, “Allah’tan sabırdır” ve bu sabra ulaşmak zordur. Çünkü sabrın bu makamı peygamber makamıdır. Bu makamda bulunan kişi, Allah’ın celâline yönelmiştir. Allah her yönde kendisini kuşatmıştır. Bu sabrın sahibi Allah’tan kaybolma, yok olma hâl yaşar ki, Allah’ta kendisini kendi feyzi ve nuruyla kuşatır. İşte bu, Allah’ın mü’minlerden istediği sabrın kendisidir. (7)

~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Kuşeyrî, Letâifü’l-İşarat, I, s. 138.
2) Ankebût, 29/10.
3) Zümer, 39/10.
4) Bk. Hucurât, 49/15
5) Bk. Hucurât, 49/16.
6) Bk. Hucurât, 49/14.
7) Şıhabeddîn Ömer Sühreverdî, Avârif, s. 444.
~~~~ * ~~~~

     Değerlendirme
     Tasavvuf ilmi, hayatın her aşamasında, her konusunda sadece ve sadece Allah’ı rehber olarak kabul etmektedir. Tasavvuf, Allah ile öylesine bir hemhâl olmayı/bütünleşmeyi hedeflemektedir ki, ilâhî bir nûr/bilgi olmadan insanın önünü görüp bir adım atmasının mümkün olamayacağı görüşündedir. Tasavvuf insanının, Allah’ın dışında nefes alacağı ne bir mekânı ne bir zamanı ne de bir koruyucusu vardır. Fakat alan dışı, tasavvufu bir şeyhler ve pîrler sultası olarak görmektedir. Bazı tarîkatlar, tarîkat müntesipleri ve cahil dervişlerin yanlış uygulamaları, alan dışının ve bilhassa ilahiyat bilimlerinin tasavvuf konusunda büyük bir yanlış algı oluşturmasına zemin hazırladığı yadsınamaz bir gerçektir. Fakat bu tebliğde de azda olsa ifade edildiği gibi, tasavvuf bu yaratılan algıların tamamen dışındadır. Allah bilgisiyle yoğrulan ve Allah’ın muradı gereğince hâl ortaya koyan tasavvuf ilmi, bütün konu ve kavramlarını kur’ân’da ve peygamberin uygulamalarında almaktadır. Tasavvuf Allah’ın ilmi konusunda o kadar nettir ki, hiçbir bid’atı, yamanmış hiçbir bilgi kırıntısı ya da nakille gelen hiçbir rivayeti Allah’ın dileğinin ne önüne ne yanına ne de berisine koymaktadır.
     Tasavvuf, bilgide duyuların verileri üzerinde değil, Allah ile varlık arasındaki idrak anlayış bağı üzerinde durur. Duyuların verilerinin kişiyi bilgiye ulaştırması mümkün değildir. Sûfîler, Allah ile varlık arasındaki ilâhî idrak bağı üzerine kurulan tecrübe/deneyim verilerine bilgilerini inşa ederler. Bu tecrübe kazanıldıktan sonra hiçbir unsur ilâhî bilginin akışını engelleyemez. Vücûd, bütün organlarıyla Allah’ın ilminden besleniyorsa; akıldaki bilme, kalpteki oluş ve arayış da O’nun irâde ilmindendir. Eldeki tutma, ayaktaki yürüme, gözdeki görme ve kulaktaki duyma kabiliyetlerinin oluşması, O’nun ilim tecellîleriyle gerçekleşir. Sûfîler, Allah için yerine getirilen her ibadeti ve Allah’ın her ismini bir ilim olarak görmüşlerdir. Bu yüzden bazı sûfîler, ifâ ettikleri Allah’ın her ilmine farklı isimler vermişlerdir. Bu ilimlerden bazıları şunlardır; vahdâniyet bilgisi, ta’zîm bilgisi, minnet bilgisi, kudret bilgisi, ezel bilgisi ve sırların bilgisi diye isimlendirmişlerdir. Aynı şekilde sûfîler, vahdetin ilim olduğu görüşündedirler. Onlara göre vahdet, kalbin Allah’ın dışındaki güçlerin ilminden soyutlanmasıdır.
     Farklı ilimler üzerinde yapılan tahlilde, Allah bilgisi dışındaki bilgiler doğmatik bilgilerdir. Dogmatik bilgi, ister felsefeciler, ister diğer düşünce ekolleri, ister ilahiyat ilimleri, ister ideologlar, ister mezhep ve tarîkatlardan gelsin, bu bilgilerin tümü kendi güvenilir kaynaklarından menkul yollarla gelen ve kendileri tarafından yorumlanan şeylerdir. Dogmatik bilgi, ilahiyat bilimlerinde daha fazla görülmektedir. Özellikle fakihler ve diğer din âlimleri bütün bilgilerinin kur’ân’da vahyedilmiş olduğunu ve bu bilgilere kendilerinin yaptıkları yorumların kabul gören şeyler olduğunu söylerler. Dogmacılık sadece bu guruplarda değil, din, bilim, ilerleme, özgürlük, gelişme vb. konularda kendini önceleyen her gurupta mevcuttur. Dogmacılar, bilgiyi özde değil, kabukta arayanlardır. Bilgiyi öne alan doğmacıların olayların iç yüzünü anlamaları mümkün değildir. Zira tam bilgi, kalıbın, kabuğun içindeki özü keşfedebilmektir. İşte Allah bilgisinin gayesi, bütün kabukları kırıp ezberleri bozarak ve hakikati kendinde bulup, ilâhî öze kavuşarak Allah’ın mutlak hâkimiyetini sağlamaktır. Allah bilgisi, bütün nakil araçlarından arındığı gibi, hayal ve vehimlerden temizlenerek, akıl yürütme ve sezgilerden de tamamen saflaşmış bilgidir. Yani araçsal/gayrı âlî bilgilerin bütünüyle dışındadır. Bu yüzden kendi özlerine dönemeyenler, doğal olarak dogmacılığa ve ideolojiye saplanırlar.
     Bütün yanlış algı ve yaklaşımların dışında, Allah bilgisi olan tasavvufî bilgi, saf olan bir bilgidir. Mü’min kişi, Allah’ın evrendeki eşyaya tecellî yoluyla gönderdiği ilmi, tefekkür ederek kazanır. Bu bilginin kaynağı Allah’tır. Başka bir gücün tasarrufunun bu bilgi üzerinde kesinlikle bir etkisi yoktur. Tasavvufî bilgiyi “ferdî” ve “vicdanî” dir gibi yaklaşımlarla tanımlamak, bu Rabbânî olan bilgiyi bilmemek demektir. Bazılarının iddia ettiği gibi bu bilgi, “vehbî” değil, kesbîdir. Büyük bir say ve gayret neticesinde elde edilir. Tasavvufî bilginin amacı obje-süje dualitesi içerisinde sıradan bir enformasyon/bilgilendirme değil, kişiyi ilâhî sevginin zevkiyle, bilinçli bir bilginin neticesinde, amelî bir seyrin içine sokmaktır

     Kaynakça
* Açıkgenç, Alparslan, Bilgi Felsefesi, İnsan Yayınları, İstanbul 2011.
* Ahrâr, Ubeydullah, Fıkarât, çev. Abdulrahman Acer, Litera Yayıncılık, İstanbul 2016.
* Chittick, William, Kozmos’taki Tek Hakikat, çev. Ömer Çolakoğlu, Sufi Kitap, İstanbul 2010.
* el-Gazâlî, Ebu Hamid Muhammed, İhyau Ulûmiddin, Beyrut 1983
* _________, Mîzânü’l-‘amel, nşr. Süleyman Dünya, Kahire 1964.
* _________, Gazâlî, el-Risâletü’l-ledunniye, Mecmûati Risâle içinde, Beyrut 1996.
* _________, el-Munkızu’n-mine’d-delâl, Mecmûati Risâle içinde.
* _________, el-Risâletü’l-ledunniye, Mecmûati Risâle içinde, Beyrut 1996.
* _________, Mükâşefetü’l-Kulûb, Dâru’l-ma’rifet, Beyrut 1998.
* Hakîm, Suad, el-Mûcemu’s-Sûfî el-Hikmetû fî Hudûdî’l-Kelime, Beyrut 1981.
* İbnü’l-Arabî, Muhyiddîn, Fütûhât-ı Mekkiyye, Beyrut 1998.
* _________, Füsûsu’l-Hîkem, thk. Ebu ‘Alâ el-Afîfî, Beyrut 1992.
* Kuşeyrî, Ebû Kâsım Abdülkerim, er-Risâle fî’t-tasavvuf, Beyrut 1992.
* _________, Letâifü’l-işârât, thk. İbrahim Besyûnî, el-he’etü’l-mısriyetü’l’amme, Kahire 2000.
* el-Mekkî, Ebû Tâlib, Kûtu’l-Kulûb, I-II, Beyrut 1997
* Mevlânâ, Muhammed Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî-i Şerif, çev. Veled İzbudak, Konya Büyükşehir Belediyesi Yayınları, Konya 2004.
* _________, F’ih’i Mâ Fîh, haz. Avni Konuk, İz Yayıncılık, İstanbul 2000.
* Cizîrî, Şeyh Ehmedê (Melayê Cizîrî), Dîvân, haz. Ahmed b. Molla Muhammed ezZivingî, el-‘İkdu’l-cevherî fî şerhi dîvânı’ş-Şeyh el-Cizîrî, Dımaşk 1987.
* Şıhabeddîn Ömer Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif, Beyrut 1993
* Sülemî, Ebû Abdurrahman, Tabakâtu’s-sûfiyye, thk. Nureddin Şeribe, Daru’l-kitâbu’lnefis, Halep 1986.
* Şebüsterî, Mahmûd-ı, Gülşen-i Râz, haz. Abdülbaki Gölpınarlı, İş Bankası Yayınları, İstanbul 2011.
* Şehristânî, Muhammed b. Abdülkerim, Tefsir-imetâfîhu’l-esrâr ve mesâbîhu’l-ebrâr, Tahran 1376.
 
bus

02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...