21 Aralık 2015 Pazartesi

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ Bakara Sûresi'nin 122. ve 126. Ayet'i Kerimeleri Arasının Tefsiri

TEFSİR DERSLERİ
Bakara Sûresi'nin
122. ve 126. Ayet'i Kerimeler Arasının Tefsiri
  • Ayet
     Ey İsrâiloğulları! Geçmişte size verdiğim nimetimi ve sizi cümle âleme üstün kıldığımı hatırlayın. ﴾122﴿
     Öyle bir günden korkun ki, o gün kimse başkası için bir şey ödeyemez; hiç kimsenin yerine başkası kabul edilmez, kimseye şefaat fayda vermez, onlara asla yardım da yapılmaz. ﴾123﴿
  • Tefsir
     Bu âyetlerden ilki, aynı sûrenin 47. âyetinin, ikincisi ise birkaç kelime farkıyla 48. âyetinin –farklı münasebet ve sebeplerle– tekrarı olup gerekli açıklamalar, özellikle şefaat kavramıyla ilgili ayrıntılı bilgi orada verilmiştir. Söz konusu nimetlerle âhirete dair uyarıların bu bağlamda yahudilere bir defa daha hatırlatılmasının sebebi, onların –bundan sonraki bölümde kendisinden söz edilecek olan– Hz. İbrâhim’in soyundan gelmeleriyle övünmeleri ve bu özellikleri sayesinde âhirette kurtuluşa erecekleri ümidine kapılmalarıdır. Bu iki âyette onlara bir bakıma şöyle denilmektedir: Allah sizlere, peygamberler atası olan İbrâhim’in soyundan gelmeniz dahil olmak üzere, zaman zaman dünyanın en üstün milleti olmanızı sağlayan pek çok lutuflarda bulunmuştur. Fakat imtihan için ve şartlı olarak mazhar olduğunuz bu lutuflar, size boş bir şefaat ümidi verip gevşekliğe kapılmanıza yol açmamalı, aksine sizin için bir sorumluluk sebebi olmalıdır. Zira âhiret gününde hiç kimseye soyuna göre muamele edilip iltimas geçilmeyecek, şefaat edilmeyecektir.
  • Ayet
     Vaktiyle rabbi, İbrâhim’i bazı sözlerle sınayıp da İbrâhim onları eksiksiz yerine getirince, "Ben seni insanlara önder yapacağım" buyurmuştu. İbrâhim, "soyumdan da" deyince rabbi, "Vaadim zalimleri kapsamaz" buyurdu. ﴾124﴿
  • Tefsir
     İbrâhim aleyhisselâm Kur’ân-ı Kerîm’de hayatı ve tebliğ faaliyetleri hakkında bilgi verilen büyük peygamberlerden biridir. Onun hakkındaki en eski bilgiler Tevrat’ın Tekvîn kitabına dayanmaktadır. Burada verilen bilgilere göre onun ismi önceleri “yüce baba” anlamında Abram idi. Fakat daha sonra bunun yerine Tanrı ona “milletlerin babası” anlamına gelen Abraham (İbrâhim) ismini vermiştir (Tekvîn, 17/5).
     Soy kütüğü, babadan oğula doğru Nûh, Sâm, Arpagşad, Şelah, Eber, Peleg, Reu, Seruc, Nahor, Terah, Abram (İbrâhim) şeklinde gösterilir (Tekvîn, 11/10-26). Tevrat’a göre Hz. İbrâhim Mezopotamya’da, Keldânîler’in Ur şehrinde doğmuş; eşi Saray (Sâre), babası Terah ve diğer akrabalarıyla birlikte buradan Harran’a gitmiş; babası burada ölmüş, kendisi de Tanrı’dan aldığı buyruk üzerine eşi Sâre ve kardeşinin oğlu Lût ile birlikte Filistin’deki Ken’an diyarına (Filistin) göç etmiştir.
     Tanrı’dan, bu ülkenin kendi soyuna verileceği müjdesini alan İbrâhim, ülkede başgösteren kıtlık yüzünden eşiyle birlikte Mısır’a gitmiş, orada Hâcer kendisine câriye olarak verilmiş, daha sonra tekrar Ken’an diyarına dönmüştür. Yine Tevrat’ın verdiği bilgilere göre İbrâhim’in Sâre’den çocuğu olmayınca onun isteğiyle Hâcer’le evlenir ve seksen altı yaşındayken ondan oğlu İsmâil (Tekvîn, 16/16), 100 yaşına geldiğinde de Sâre’den İshak dünyaya gelir (Tekvîn, 21/6). Sâre’nin kıskançlığı yüzünden Hâcer oğlu İsmâil’i alarak Paran çölüne gidip orada yaşamak zorunda kalır (Tekvîn, 21/8-21; İsmâil, İbrânîce’de “Allah işitir” anlamına gelen Yişmael isminin Arapça’da telaffuz edilen şeklidir).
     Öte yandan İbrâhim, ilâhî iradeye boyun eğerek İsmail’i kurban etmek istemesiyle Tanrı’nın takdirini kazanır (Tekvîn, 22/1-13) ve kendisine soyunun göklerdeki yıldızlar, denizdeki kumlar kadar çoğalacağı vaad edilir. Daha sonra evlendiği Ketura isimli eşinden de çocukları olur. 175 yaşında ölen İbrâhim, eşi Sâre’nin yanına defnedilir (Tekvîn, 25/1-10). Tevrat’a göre rab, İbrâhim’e görünmüş, ona zürriyetini çoğaltıp bereketlendireceğini bildirmiş ve kendisiyle nesiller boyu devam edecek bir ahid yapmıştır.
     Kur’ân-ı Kerîm’de on dördüncü sûreye İbrâhim ismi verilmiştir. Hz. İbrâhim Kur’an’da altmış sekiz defa anılmakta; çeşitli âyetler yanında özellikle Bakara sûresinin konumuz olan bu âyetleriyle (124-135), 258, 260. âyetlerinde ve Âl-i İmrân (3/67-68, 95-97), En‘âm (6/74-86), Hûd (11/69-76), İbrâhim (14/35-39), Meryem (19/41-50), Enbiyâ (21/51-73), Sâffât (37/83-113) sûrelerinde bu büyük peygamber hakkında geniş açıklamalar yer almaktadır.
     Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. İbrâhim’in babası Âzer ismiyle anılır (genişbilgi için bk. En‘âm 6/74). Daha ergenlik çağına gelmeden kendisine fikrî olgunluk (rüşd) verilmiş olan (Enbiyâ 21/51) Hz. İbrâhim ayrıca vahye mazhar olmuş (Nisâ 4/163) ve kendine “suhuf” indirilmiştir (A‘lâ 87/19). Ne yahudi ne de hıristiyandır; tek Tanrı inancını esas alan Hanîf dininin temsilcisidir. Bu yüzden, kendinden sonra tevhid inancını sürdüren hak dinin bütün dönemlerdeki müntesiplerine “İbrâhim milleti” denir (Bakara 2/135; Nisâ 4/125; Nahl 16/123).
     Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed’le birlikte Hz. İbrâhim’i de “üsve-i hasene” (güzel örnek) olarak gösterir (Mümtehine 60/4). Bütün bu özellikleriyle o, hem fikrî hem de fiilî olarak putperestlikle ve –başta babası olmak üzere– putperestlerle mücadele etmiş (bu mücadeleleri için bk. En‘âm 6/74-81; Meryem 19/42-46; Enbiyâ 21/51-71); bu sebeple inkârcılar tarafından ateşe atılmış fakat Allah’ın, “Ey ateş! İbrâhim için serinlik ve esenlik ol!” buyruğu üzerine ateş onu yakmamıştır (Enbiyâ 21/69). Bu olaydan sonra Hz. İbrâhim, “âlemlere bereketli kılınan bir yer”e (Filistin) getirilmiştir (Enbiyâ 21/71). Kendisine İsmâil ve İshak isimli iki oğul verildiğini Kur’ân-ı Kerîm de bildirir (bu oğullarından hangisini kurban etmek istediği konusunda bk. Sâffât 37/101-103). Sâre, Hz. İbrahim’in diğer eşi Hâcer’i ve oğlu İsmâil’i istemediğinden, Hz. İbrâhim Allah’ın emrine uyarak Hâcer’le İsmâil’i Mekke’nin bulunduğu bölgeye getirir. Kur’an’da bu husus Hz. İbrâhim’in ağzından, “Rabbimiz, neslimden bir kısmını senin Beytülharâm’ının yanında, ekinsiz (kuru) bir vadiye yerleştirdim” (İbrâhim 14/37) şeklinde ifade edilir. Daha sonra Hz. İbrâhim, 127. âyette bildirildiği üzere oğlu İsmâil’le birlikte Kâbe’yi inşa eder. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. İbrâhim’in vefatıyla ilgili bilgi yoktur. Kısas-ı enbiyâ kitaplarında onun 195 veya 200 yaşında öldüğü, eşi Sâre’nin yanına defnedildiği ifade edilir (bk. Sa‘lebî, s. 75).
     Yüce Allah bu sûrenin başında mümin ve kâfirlerin, ardından da münafıkların temel niteliklerinden söz etmiş; daha sonra 40. âyetten itibaren uzun bir şekilde yahudilerin ve hıristiyanların yanlış inançlarını, tutum ve davranışlarını anlatıp tenkit etmiştir. Burada ise söz, Hanîflik diye ifade edilen tek Tanrı inancının en önde gelen temsilcilerinden olan ve bütün bu belirtilen inanç gruplarının kendine büyük bir saygı duyduğu Hz. İbrâhim’e getirilerek, eğer gerçekten ona saygı duyuyorlarsa onu iyi tanımaları gerektiği hatırlatılırcasına, onun Allah tarafından kendine yöneltilen buyrukları nasıl eksiksiz yerine getirdiği ve böylece büyük sınavı nasıl kazandığı anlatılmakta; Allah yolundaki faaliyetleri hakkında bilgi verilmektedir. Allah’ın İbrâhim’i sınamak, imtihan etmek maksadıyla kendisine yönelttiği bildirilen “sözler”le (kelimât) ne kastedildiği hususunda tefsirlerde, sünnet olma konusu da dahil olmak üzere, çeşitli görüşler yer almaktadır.
     Bunlarla ilgili rivayetleri aktaran Taberî görüşlerini şöyle özetler: “Allah Teâlâ’nın İbrâhim’i denemesinin anlamı, bir imtihan olmak üzere ona, kendine farz kıldığı görevleri ve buyruklarını bildirmesidir. Allah’ın İbrâhim’e vahyettiği bir imtihan ve deneme olarak kendini, gereğini yerine getirmekle yükümlü kıldığı kelimeler bu görevler ve buyruklardır.” Dolayısıyla âyeti bu görev ve buyrukların sadece biri veya bir kısmıyla ilgili saymak isabetli olmaz. Çünkü ne burada ne de başka bir âyet veya hadiste buna imkân veren bir açıklama yer almaktadır (I, 523-528). Hz. İbrâhim bu kelimeleri yani kendisine yöneltilen buyrukları eksiksiz yerine getirince Allah ona, “Ben seni insanlara önder yapacağım” buyurdu; İbrâhim’in kendi soyundan gelenler içinden de önderler yetişmesi yönünde dilekte bulunması üzerine ise “Vaadim zalimleri kapsamaz” buyurarak, üstünlüğün biyolojik sebeplere, kan bağına değil, dinî ve ahlâkî liyakate bağlı olduğunu bildirdi. Bu açıklama diğer yahudiler gibi Hz. Peygamber dönemindeki yahudilerin de kendilerini “Allah’ın seçilmiş halkı” saymalarına bir cevap teşkil etmektedir.
     Buna göre zalimler İbrâhim’in soyundan da olsalar, Allah’ın vaad ettiği önderlik, liderlik, üstünlük gibi ayrıcalıklara, –lâyık olmadıkları sürece– sahip de olamazlar; Allah’ın bu husustaki şarta bağlı vaadi onları kapsamaz. Böylece âyet öncelikle Medine yahudilerine Hz. Peygamber ve müslümanlar karşısında üstünlük, seçkinlik taslamalarının boş bir kuruntudan ibaret olduğunu; zalimlerin, yani dinî ve ahlâkî konularda Allah’ın belirlemiş olduğu sınırları aşan; özellikle şirk veya inkâra sapan; adalet, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine aykırı davranan; kör bir inatçılıkla gerçeğe karşı direnip savaşan kişi veya toplumların önder olmaya hakları bulunmadığını hatırlatmakta (zulüm kelimesinin Kur’ânî anlamı için bk. Bakara 2/54); fakat ilke olarak bütün insanlara, yalnız inanç ve yaşayış olarak değerli ve üstün olmaya lâyık olanların bunu hak edeceklerini bildirmektedir.
  • Ayet
     O zaman biz Kâbe’yi insanların gidip gelip ziyaret edecekleri bir makam ve bir güvenlik yeri yaptık. Siz de İbrâhim’in makamından kendinize namaz kılacak bir yer edinin. İbrâhim ve İsmâil’e de, "Tavaf edecekler için, ibadete kapanacaklar, rükû ve secde edecekler için evimi temiz tutun" diye tâlimat verdik. ﴾125﴿
  • Tefsir
     “Beyt”ten maksat Kâbe’dir. Kur’an’ın başka yerlerinde de bu mukaddes mekândan yine “beyt” kelimesi (Bakara 2/127, 158; Âl-i İmrân 3/96,97; Enfâl 8/35; Hac 22/26; Kureyş106/3) ve Kâbe ismiyle birlikte (Mâide 5/95, 97) “Beytülharâm” (el-beytü’l-harâm: Kutsal, dokunulmazlığı olan mâbed; Mâide 5/97), “Beytülatîk” (el-beytü’l-atîk: Eski mâbed; el-Hac 22/29,33), “Beytülma‘mûr” (el-beytü’l-ma‘mûr: Bakımlı mâbed; Tûr 52/4) şeklinde de söz edilmiştir (Kâbe hakkında ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/96-97).
     Âyette Kâbe’nin, dünyanın muhtelif yerlerinden insanların bıkmadan, tekrar tekrar gelip ziyaret edecekleri, ibadet sevabı kazanacakları bir hac mahalli olarak yapıldığı, bu sebeple oranın güvenli bir yer kılındığı, başlangıçtan itibaren yüce Allah’ın muradının bu olduğu bildirilmekte, bunun Araplar için şükredilmesi gereken bir nimet ve bir onur vesilesi olduğuna işaret edilmektedir. Nitekim Kâbe Hz. İbrâhim’den itibaren bilinen bütün tarihi boyunca bir hac ve ziyaret mahalli olarak işlev görmüş, bu durum başta Mekkeliler olmak üzere Araplar için maddî ve mânevî faydalar sağlamış; bu yüzden orada bulunan insanların, hatta bütün canlıların güvenliğine de özel bir önem verilmiş; bu iki hususa, yani Kâbe’nin hem bir hac mahalli olarak ziyaret edilmesine hem de güvenliğinin korunmasına putperest Araplar’ca bile önemle riayet edilmiştir.
     “Siz de İbrâhim’in makamından kendinize namaz kılacak bir yer edinin” şeklindeki bölümün muhatabının kimler olduğu hususunda iki farklı görüş vardır. Bir görüşe göre bu buyruğun muhatabı Hz. Muhammed’in ümmeti, daha güçlü olan diğer görüşe göre ise Hz. İbrâhim’in kavmidir. Bu son görüş tercih edildiğinde âyeti, “Biz onlara, siz de İbrâhim’in makamından kendinize namaz kılacak bir yer edinin, diye emrettik” şeklinde anlamak gerekir.
     Bununla birlikte, muhatap belirtilmeksizin sadece buyruk cümlesiyle yetinilmiş olması dikkate alınırsa, Muhammed ümmetinin de bu kapsamda düşünülmesine engel yoktur (Reşîd Rızâ, I, 461). İbrâhim’in makamı (makam-ı İbrâhim), Hz. İbrâhim’in Kâbe’yi inşa ederken üstüne bastığına, üzerine ayak izlerinin çıktığına inanılan taş veya bu taşın bulunduğu yerdir (Râzî, IV, 48). Bugün bu taş Kâbe’nin kuzeydoğu kenarının karşısında, Kâbe’ye yaklaşık 15 m. mesafededir. Konumuz olan âyetteki “İbrâhim’in makamından kendinize namaz kılacağınız bir yer edinin” buyruğu uyarınca müslümanların namazgâh saydıkları, tavaf namazının kılındığı bu makamın korunması için halifeler ve diğer hükümdarlar özel tedbirler almışlar, taşın çevresine kıymetli madenlerden çemberler geçirmişlerdir.
     Sonraki dönemlerde makam-ı İbrâhim için özel bir oda inşa edildi. Hicrî 900 yılında bu yapı yenilendi. Osmanlı Sultanı Abdülaziz aynı yapının kubbesini bir metre kadar yükselttirdi. Ancak Suudi Prensi Suûd b. Abdülazîz bu kubbeyi kaldırtarak taşı ve üzerindeki ayak izini rahatlıkla görülebilecek bir hale getirdi. Zamanla hacıların sayısı artınca Kâbe’nin çevresindeki “metâf” denilen alandaki küçük yapıların tavafı güçleştirmesi üzerine Kral Faysal’ın emriyle bu yapılarla birlikte makam-ı İbrâhim için yapılan oda da yıkıldı; asıl makam-ı İbrâhim sayılan taşise camlı bir kafes içine alındı. Hz. İbrâhim ve oğlu İsmâil mâbedi inşa ettikten sonra Allah Teâlâ onlara, “Tavaf edecekler için, ibadete kapanacaklar, rükû ve secde edecekler için evimi temiz tutun” diye emretmiştir. Yüce Allah’ın “beytiye” (evim) diye andığı yer de Kâbe’dir. Bu ifadeden dolayı bütün müslümanlar Kâbe’yi Beytullah diye de adlandırırlar. Tavaf edenlerden (tâifîn) maksat, hac ve umre niyetiyle Kâbe’yi ziyarete gelip Beytullah’ın çevresini usulüne göre dolaşanlar; “ibadete kapananlar” şeklinde çevirdiğimiz “âkifîn”den maksat, ibadet etmek gayesiyle Harem-i şerif’te bulunanlar, “rükû ve secde edenler”den (er-rukkei’s-sücûd) maksat da orada özellikle namaz kılanlardır (Râzî, IV, 52).
     Yüce Allah, Hz. İbrâhim ve İsmâil’e, belirtilen maksatlarla Beytullah’ı ziyarete gelenler için orayı temiz tutmalarını emretmiştir. Hz. İbrâhim ve İsmâil’in şahsında Beytullah’ın bakım ve gözetiminden sorumlu bulunan daha sonraki bütün müminlere hitap eden bu buyruktaki “temizlik”le hem maddî hem de mânevî temizlik kastedilmiştir. Buna göre Harem-i şerif bir namazgâh olduğu için bu kutsal mekânın namazın sıhhatine engel olan maddî pisliklerden; insanın imanını, ihlâsını ve kulluğunu Allah’a arzettiği yer olduğu için putperestliği çağrıştıran her türlü tutum ve davranışlardan; bütün milletlerden müslümanların bir araya gelerek tanışıp kaynaşmaları, sevgi ve şefkatin en güzel örneklerini vermeleri gereken yer olduğu için de insanları incitici söz ve hareketlerden, hatta hayvanlarla bitkilere zarar veren, mekânın kutsiyetiyle bağdaşmayan her türlü ahlâk dışı tutum ve davranışlardan arındırılması istenmektedir (Taberî, I, 538-539; Zemahşerî, I, 93; Râzî, IV, 51-52).
     Nitekim hac ibadetinin esas ve âdâbına dair İslâmî kaynaklarda da bütün bu konularla ilgili olarak ayrıntılı hükümler tesbit edilmiş ve düzenlemeler yapılmış olup bunlar titizlikle uygulanmaktadır.
  • Ayet
     İbrâhim, "Rabbim! Burayı güvenli bir şehir yap, halkından Allah’a ve âhiret gününe inananları da çeşitli ürünlerle rızıklandır" diye dua etmişti. Allah buyurdu ki: "İnkâr edene de az bir süre dünya nimetleri veririm, ama sonunda onu cehennemin azabına sürerim. O ne kötü bir sondur!" ﴾126﴿
  • Tefsir
     Hz. İbrâhim Kâbe’nin inşasına başlarken burada bir şehir oluşacağını düşünerek Allah’tan bu şehri, zorbaların saldırılarına karşı güvenlikli bir şehir kılmasını, orada ikamet edecek müminleri de her türlü düşman saldırısı veya doğal âfetlere karşı korumasını niyaz etti. Buna karşılık Allah Teâlâ sadece müminlere değil, inkârcılara da dünya hayatında bir geçimlik vereceğini, ama sonunda inkârcıları cehennemin azabına süreceğini bildirdi.
     Âyette Allah’ın inkârcıları cehenneme sürme işi “edtarru” fiiliyle ifade edilmektedir. Bu fiilin masdarı olan ıdtırâr (ıztırar), zorunluluk anlamı ifade etmekte olup “ihtiyar”ın, yani özgür olarak seçmenin zıddıdır. Buna göre insanların imanı veya inkârı seçip ona göre bir hayat yaşamaları onların kendi iradelerine bağlı olmakla birlikte, bu seçimlerinin sonucunda hak ettikleri âkıbeti kabul edip etmemek hususunda özgür olmayıp zorunluluğa tâbidirler.
     Şu halde her kim Allah’ı ve âhiret gününü inkâr ederse, inkârcılığının kaçınılmaz sonucu olarak Allah onu cehenneme sürecektir. Bu, Allah için değil (çünkü O’nun fiilleri hakkında zorunluluktan söz edilemez), fakat kul için kaçınılmaz bir sonuç olacaktır. Çünkü bir insan, “Ben imanı veya inkârı tercih ediyorum” diyebilir; fakat kâfir olmayı seçmiş biri artık, “Ben cehenneme gitmeyi tercih etmiyorum” diyemez. İşte bu husus âyette “ıztırar” kelimesiyle ifade edilmiştir. Burada görüldüğü gibi, tarihî bir olayı anlatırken bile araya muhatabını uyarıcı bir mesaj koymak ve böylece olayın asıl dikkat edilmesi gereken yönüne işaret etmek, Kur’ân-ı Kerîm’in yeri geldikçe uyguladığı etkili bir eğitim yöntemi olarak dikkat çekmektedir.
Not: Bu sayfadaki notlar sisteminden, Kur'an Yolu Tefsiri adlı eserden alınmaktadır...

15 Aralık 2015 Salı

KELİMELER ~ KAVRAMLAR: ÜMMET (2)

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
ÜMMET (2)
(الأمّة)

     Ana, yol, din, cemaat, familye, nesil, boy, zaman. Istılahta ise, kendi irâdeleriyle veya bir zorunluluk neticesinde aynıyerde, aynı zamanda veya aynı dine tabi olma neticesinde bir arada yaşayan insan topluluğudur. Âlimlerin çoğu, ümmet kelimesini aynı dine tabii olanlar yani Müslümanlar için kullanmışlardır. Arapça bir kelime olup, "emme" fiilinden isimdir. Çoğulu "umem"dir (el-İsfahânî, el-Müfredât, İstanbul 1986, 27, "emme" mad.).
     Ümmet kelimesi, çoğulu olan umem ile birlikte Kur'ân'da altmış küsur yerde geçmekte ve birçok hadis-i şerifte de konu edilmektedir.
     Yüce Allah; "Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, (onlar da) sizin gibi birer ümmet olmasınlar" (el-En'âm, 6/38) diyerek, hayvan topluluklarının da birer ümmet olduklarını bildirmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s) de, köpeklerin bir ümmet olduklarını bildirmiştir (Ebu Davud, Edâhî, 22; Tirmizî, Soyd,16,17; Nesefî, Soyd,10; İbn Mace, Soyd, 2).
     Diğer bir hadiste de: "Karınca, ümmetlerden biridir"diye buyurmuştur (Müslim, Selam, 148).
     Ümmet, imâm kelimesi ile aynı kökten gelmektedir. Her peygamber, birer imâm, rehber olarak kabul edilir ve ona tabi olanlara da onun ümmeti denir.
     Yüce Allah Kur'n'da, insanların önceleri tek bir ümmet olduğu hususunda şöyle buyurmuştur:
     "İnsanlar tek bir ümmet idi. Allah, peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. Anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetsin diye o peygamberle beraber, gerçekleri içinde taşıyan kitab indirdi. Oysa kendilerine kitab verilmiş olanlar, kendilerine açık deliller geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlıktan ötürü, o kitab hakkında anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, kendi izniyle inananları, onların üzerinde ihtilaf ettikleri gerçeğe iletti. Allah, dilediğini doğru yola iletir" (el-Bakara, 2/213).
     Âlimler bu âyeti değişik şekilde yorumlamışlardır. Bazı âlilere göre, bütün insanlar önce hak yolda, Allah'ın yoluna tabi idiler. Sonradan aralarına tefrika girdi, tek ümmet olmaktan çıktılar. Diğer bazı âlimlere göre ise, insanlar tevhid inancının dışında, küfür yolunda idiler. Küfür de tek ümmet idi (el-Maverdî, en-Nuketu ve'l-Uyûn, Beyrut, 1992, I, 271).
     Buna göre; küfür yolundaki insanlar bir ümmettirler ve Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman eden, onun yolunda olan insanlar da, onun ümmetidir. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
     "Bu ümmet (İslâm ümmeti), diğer ümmetlere karşı üstün kılındı" (Ahmed b. Hanbel, V, 383).
     Diğer bir hadiste Rasûlüllah (s.a.s);
     "Her ümmet kendi peygamberine tabi olur" (Buharî, Tefsir sure 17,11) diyerek, her peygamberin, kendisine tabi olan ümmetinin bulunduğunu haber vermiştir.
     Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm'in birçok yerinde ümmet hakkında açıklamada bulunmuştur. Bu âyetlerden bazılarının meâli şöyledir:
     "İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir ümmet (topluluk) olsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir" (Âlu İmran, 3/104).
     "Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. İyiliği emreder, kötülükten men edersiniz ve Allah'â inanırsınız" (Âlu İmran, 3/110).
     "Hepsi bir değildir. Kitab ehli içinde, gece saatlerinde ayakta durup Allah'ın âyetlerini okuyarak secdeye kapanan bir ümmet (topluluk) da vardır" (Âlu İmrân, 3/113).
     "Yarattıklarımızdan (öyle) bir ümmet var ki, hakka iletirler ve hak ile adalet yaparlar" (el A'raf 7/181).
     İslâm ümmetinin birçok ırkı barındırması, herhangi bir probleme sebep olmaz. Kur'ân-ı Kerîm ırkların çokluğunu kabul ediyor. Ancak bunları kaynaşma vesilesi olarak haber vermiştir:
     Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah'ın yanında en üstün olanınız, (Allah'ın buyruklarının dışına çıkmaktan) en çok korunanızdır. Allah herşeyi bilir ve herşeyden haberdardır" (el-Hucurât, 49/13).
     Hz. Muhammed (s.a.s)'in ümmetinin arasında, hiçbir ırkın veya rengin diğerine üstünlüğü düşünülemez. Üstünlüğün tek ölçüsü, takvadır; yani Allah'ın emir ve yasaklarına uygun hareket etmektir. Son peygamber'in Araplar içinde ve onlardan biri olarak gelmesi, Araplara ümmet içinde bir ayrıcalık getirmemiştir. Onlar da diğer ırklar gibidirler. Hz. Muhammed (s.a.s) vedâ hutbesinde Arap kelimesini özellikle kullanmış; Arabın Arap olmayana ve Arap olmayanın da araba karşı üstünlüğü gibi bir felsefeyi reddetmiştir. İslam'a göre, ırkları Allah yaratmıştır. Bu ırklar, kaynaşmaya ve yardımlaşmaya bir yoldur. İnsanların hepsi bir babadandır. O baba da toprak asıllıdır. Üstünlük beşerî ölçülerle değildir. Yukarıda ifade edildiği gibi, üstünlük takva iledir.
     İslam, ümmet dahilindeki her milletin kendi dilini, edebiyatını, şiirini, kültürünü yaşayıp devam ettirmesini çok tabii olarak kabul etmiştir. Ancak ümmet olarak Müslümanların ibâdet dili Arapçadır. Ezanı, namazdaki sûre ve duaları Arapça okurlar. Kur'ân ve sünnetin Arapça olması, bu dilin ümmet içinde tabii bir şekilde yükselmesini sağlamıştır.
     Ümmetin siyasî yapısında, başta halife bulunur. Ona imâm veya Emiru'l-Mü'minin de denir. Halkı, İslâm esaslarına göre yönetir. Halife, dokunulmazlık gibi olağanüstü vasıflar taşımaz. O da toplumun bir ferdidir. Ümmet içinde yönetenler ve yönetilenler diye bir sınıflaşma yoktur. Ümmet içindeki her fert, Allah'ın bir kuludur. Her kul, İslâm ölçüleri dahilinde kulluğunu yerine getirmekte ve eşit haklara sahip bulunmaktadır.
Nureddin TURGAY

ŞAMİL İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ

14 Aralık 2015 Pazartesi

RİYAZÜS SALİHİN ♥ ✿ܓ ♥ HAYIR YOLLARI (7)

13
باب في بَيان كثرةِ طرق الخير
HAYIR YOLLARI (7)

139- الْحَادي والْعِشْرُونَ: عنْ أَبِي الْمُنْذِر أُبيِّ بنِ كَعبٍ رضي اللَّه عنه قال: كَان رجُلٌ لا أَعْلمُ رجُلا أَبْعَدَ مِنَ الْمَسْجِدِ مِنْهُ ، وكَانَ لا تُخْطِئُهُ صلاةٌ فَقِيل لَه ، أَوْ فقُلْتُ لهُ: لَوْ اشْتَريْتَ حِماراً ترْكَبُهُ في الظَّلْماءِ ، وفي الرَّمْضَاءِ فَقَالَ: ما يسُرُّنِي أَن منْزِلِي إِلَى جنْب الْمسْجِدِ ، إِنِّي أُرِيدُ أَنْ يُكْتَب لِي ممْشَايَ إِلَى الْمَسْجد ، ورُجُوعِي إِذَا رجعْتُ إِلَى أَهْلِي ، فقالَ رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم:«قَدْ جمع اللَّهُ لكَ ذلِكَ كُلَّهُ» رواه مسلم. وفي روايةٍ : «إِنَّ لَكَ مَا احْتسَبْت». «الرمْضَاءُ» الأَرْضُ الَّتِي أَصَابَهَا الْحرُّ الشَّديدُ.

139. Ebü’l-Münzir Übey İbni Kâ’b radıyallahu anh şöyle dedi:
     Bir adam vardı -ki ben mescide ondan daha uzak(ta oturan) bir başkasını tanımıyorum-. Bu kişi cemaatle namazı hiç kaçırmazdı. Kendisine:
     - Bir eşek alsan da hava karanlık ve sıcak olduğunda ona binsen! dediler (veya ben dedim).
     Adam şöyle cevap verdi:
     - Evimin, mescidin yanıbaşında olması beni hiç de memnun etmez. Çünkü ben mescide gidiş ve evime dönüşümün adıma (ecir olarak) yazılmasını diliyorum.
     Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de ona;
     - “Bunların hepsinin sevabını Allah, senin için derleyip topladı” buyurdu.
Müslim, Mesâcid 278
     Aynı hadisin bir başka rivayetinde Hz. Peygamber:
     - “Allah’tan beklediğin, sana verilmiştir” buyurdu.
     Übey İbni Kâ’b
     Ebü’l-Münzir ve Ebü’t-Tufeyl künyeleriyle bilinen Übey radıyallahu anh, âlim, fakîh ve güzel Kur’an okuyan Medineli sahâbîlerdendir. Akabe bey’atinde bulunmuş ve Bedir’den itibaren bütün gazvelere iştirak etmiştir. Zekât âmilliği ve vahiy kâtipliği yapmıştır. Hâfız olan Übey, Kur’an’ı bir araya toplayan heyette bulunmuştur. Hz. Ömer’in danışma meclisi üyelerindendir. Hz. Ömer’in emri ile teravih namazlarını cemaatle kıldırmıştır.
     Orta boylu, güzel yüzlü ve kırmızı tenli olan Übey, doğru sözlü, hak yanlısı ve medenî cesareti çok yüksek bir sahâbî idi. Mukaddes kitaplara da vâkıftı. Übey radıyallahu anh, özellikle kırâat ilminde yegâne müracaat kaynağı olmuştur. Tefsir ile ilgili görüşleri bir kitap hacmindedir. Asr-ı saâdette fetvâ verme yetkisine sahip 14 sahâbî arasındadır. O, Hz. Peygamber’i pek yakından izlemiş, bu sebeple de hadis bilgisinde ashâbın önde gelenlerinden olmuştur. Birçok sahâbî onun ilim meclislerine devam etmiştir. Kendisi hadis rivayetinde pek ihtiyatlı olduğundan bize ancak 164 rivayeti intikal etmiştir. Übey İbni Kâ’b, hicrî 19 (veya 22) yılında Medine’de vefat etmiştir.
     Allah ondan razı olsun.

     Açıklamalar
     Mescid-i Nebevî’ye en uzak yerde oturmasına rağmen bütün namazları cemaatle kılan ve mescide yaya gelip giden bu sahâbî, haklı olarak diğer müslümanların dikkatini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır. Hadisin bir başka rivayetinden öğrendiğimize göre, kendisine bir merkep almasını tavsiye eden Übey İbni Kâ’b’tır. Burada “denildi” veya “ben dedim” şeklindeki tereddüt, Übey’den sonraki râvilerden birine aittir.
     Übey İbni Kâ’b radıyallahu anh’ın bu teklifine “Bırak merkep almayı, evimin mescide yakın olmasını bile istemem. Çünkü Mescid’e gelip giderken attığım adımların, sevap olarak hesabıma geçirilmesini diliyorum” şeklinde cevap vermesi gösteriyor ki, o sahâbî mescide yaya gitmenin, binekle gitmekten daha faziletli olduğunu biliyordu.
     1057 numarada tekrar gelecek olan hadisin diğer rivayetlerinden öğrendiğimize göre bu sahâbî: “Evimin Muhammed’in evine çadır ipiyle bağlı olmasını bile istemem” demiş; bu söz Übey radıyallahu anh’ın zoruna gitmiş ve olayı Hz. Peygamber’e haber vermiştir. Hz. Peygamber’in kendisine neden böyle söylediğini sorması üzerine de, “mescide gidiş ve dönüşte adımlarının sevabını beklediği” için böyle davrandığını ifade etmiş, yoksa peygambere komşu olmayı istememek gibi bir niyeti olmadığını bildirmiştir. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Allah senin için, kendisinden umduğun sevabı yazdırmış, geliş ve dönüşünün sevabını toplamıştır” buyurmak suretiyle, mescide gidişte olduğu gibi mescidden dönüşte de her adıma sevap verildiğini beyan etmiştir (bk. Müslim, Mesâcid 278; Ebû Dâvûd, Salât 48, 50; İbni Mâce, Mesâcid 15).

     Hadisten Öğrendiklerimiz
1. İnsan yaptığı işlerden niyetine göre sevap ve ecir alır.
2. Camilere giderken olduğu gibi camiden dönerken atılacak adımlar için de sevap vardır.
3. Sahâbîler, sevap hesabını herşeyin önünde tutarlardı.


140- الثَّاني والْعشْرُونَ: عنْ أَبِي محمدٍ عبدِ اللَّهِ بنِ عمرو بن العاص رضي اللَّه عنهما قال : قال رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « أَرْبعُونَ خَصْلةً أَعلاها منِيحةُ الْعَنْزِ، ما مِنْ عامَلٍ يعملَ بِخَصْلَةٍ مِنْها رجاءَ ثَوَابِهَا وتَصْدِيقَ موْعُودِهَا إِلاَّ أَدْخلَهُ اللَّهُ بِهَا الْجنَّةَ » رواه البخارى. «الْمنِيحةُ»: أَنْ يُعْطِيَهُ إِيَّاهَا ليأْكُل لبنَهَا ثُمَّ يَردَّهَا إِليْهِ.
140. Ebû Muhammed Abdullah İbni Amr İbni’l-Âs radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Kırk sevap vardır ki bunların en üstünü, birisine sağması için ödünç olarak sütlü bir keçi vermektir. Kim, sevabını umarak ve hakkındaki vaadlere inanarak bu kırk hayırdan birini işlerse, Allah onu, bu sebeple cennete koyar.”
Buhârî, Hibe 35. Ayrıca bk, Ebû Dâvûd, Zekât 42


     Abdullah İbni Amr İbni’l-Âs
     Babası Amr ile birlikte hicretin yedinci yılında Medine’ye göç eden Abdullah, eski kültüre vâkıf, okur-yazar bir sahâbî idi. Hz. Peygamber’den duyduğu hadisleri yazardı. Bu konuda Resûl-i Ekrem’den özel izin almıştı. Hadis İlmi tarihi bakımından önemi büyük olan es-Sahîfetü’s-sâdıka onun bizzat Resûlullah’dan duyarak yazdığı bin kadar hadisten oluşan bir eserdir. Onun, çok sevdiği bu eserinde bulunan hadislerden 700 kadarı, torunu Amr İbni Şuayb’ın rivayetiyle Ahmed İbni Hanbel’in Müsned’inde (II, 158-226) yer alır. Abdullah, geniş hadis ve fıkıh bilgisi sebebiyle sahâbe arasında abâdile diye meşhur olan dört Abdullah’dan biri olarak tanınır.
     Aile hayatını ihmal edecek ölçüde ibadete düşkünlüğü ve çok Kur’an okumasıyla bilinen Abdullah, babasının şikâyeti üzerine Hz. Peygamber tarafından uyarıldı. İhtiyarlayıp gözleri de görmez olunca, vaktiyle Resûlullah’ın gösterdiği kolaylıklar çerçevesinde yaşamayı kabullenmediği için pişman olduğunu itiraf etti.
     Babası Amr İbni’l-Âs ile birlikte Şam’ın fethinde ve Yermük harbinde bulundu ve bu savaşta babasının sancaktarlığını yaptı. Mısır’ın fethi üzerine babası ile birlikte Mısır’a yerleşip orada yaşadı. Babasının ısrarı ile devrin siyâsî olaylarında Muaviye tarafında bulundu. Ancak hiç bir savaşa fiilen katılıp silah kullanmadı. Kısa süre Kûfe ve Mısır’da vâlilik yaptı.
     Babasından önce müslüman olan Abdullah, 72 yaşında iken Mısır’da vefat etti. Kabri, babasının yaptırdığı Amr İbni’l-Âs Câmiinde olup günümüz Kâhire’sinde önemli bir ziyâret yeridir.
     Allah ondan razı olsun.

     Açıklamalar
     Hicreti takip eden günlerde Medineli müslümanların Mekke’den gelmiş muhâcirlere bağ ve bahçelerini, hurmalıklarını açmış olmaları, hadiste işaret edilen yardımlaşmanın en yoğun ve etkili biçimde yaşandığı günler olarak İslâm tarihindeki müstesnâ yerini almıştır. Eskiden düğün ve sünnet gibi merâsimlerde, düğün veya sünnet yapanlara destek olmak maksadıyla emâneten sağmal inek veya koyun verilirdi. Fakir fukaraya da sağıp sütünü içmesi için sağmal hayvan vermek âdettendi.
     552 numarada tekrar gelecek olan hadisimiz, sevabını Allah’dan bekleyerek ve mükafatına inanarak yapanların cennete konulacağı kırk iyilikten en faziletlisinin sağmal bir keçinin ödünç verilmesi olduğunu bildirmekte ve bu tür yardımlaşmayı teşvik etmektedir. Tabiî ki bu, hayvan bakımına imkân bulunabilen ortamlar için geçerlidir. Hadiste söz konusu olan 40 iyilik tek tek sayılmamıştır. Bu konuda bir araştırma yapılarak bu kırk iyiliğin neler olduğunu tesbit etmiş olan herhangi bir âlim de bilinmemektedir. Buhârî şârihlerinden İbni Battal, bu kırk iyiliğin tek tek sayılmamış olmasını, onlardan başka hayırlara iltifat edilmeyebileceği endişesi noktasından daha isabetli bulmakta ve kendi zamanında bazı âlimlerin cennete girmeye sebep olduğu bildirilen bu iyilik ve hasletleri araştırdıklarını söylemekte fakat isim vermemektedir.

     Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Allah Teâlâ, bizleri iyilik ve hayır işleme mutululuğuna kavuşturmak için bu tür amel çeşitlerini arttırmıştır. Bu, O’nun biz kullarına bir ikramı ve ihsanıdır.
2. Sevabı Allah’tan beklenen ve inanılarak yerine getirilen iyilik ve hayırlar, insana cennet kapılarını açar.
3. Hayır ve iyilik yollarının sayısızlığı, bu konudaki en büyük teşvik unsurunu oluşturmaktadır.


141- الثَّالثُ والْعشْرونَ: عَنْ عدِيِّ بنِ حاتِمٍ رضي اللَّه عنه قال: سمِعْتُ النَّبِيَّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يقول: «اتَّقُوا النار وَلوْ بِشقِّ تَمْرةٍ» متفقٌ عليه. وفي رواية لهما عنه قال: قال رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم: «مَا مِنْكُمْ مِنْ أَحَدٍ إِلاَّ سيُكَلِّمُه ربُّه لَيْس بَيْنَهُ وبََينَهُ تَرْجُمَان ، فَينْظُرَ أَيْمنَ مِنْهُ فَلا يَرى إِلاَّ مَا قَدَّم ، وينْظُر أشأمَ مِنْهُ فلا يَرَى إلاَّ ما قَدَّمَ ، وَينْظُر بَيْنَ يدَيْهِ فَلا يَرى إلاَّ النَّارَ تِلْقَاءَ وَجْهِهِ ، فاتَّقُوا النَّارَولوْ بِشِقِّ تَمْرةٍ، فَمَنْلَمْ يَجدْ فَبِكَلِمَة طيِّبَةٍ».

141. Adî İbni Hâtim radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre “Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledim” demiştir:
     “Yarım hurma ile de olsa, cehennemden korunmaya bakın!”
Buhârî, Edeb 34, Zekât 10, Rikak 51, Tevhîd 36;
Müslim, Zekât 66-70.
Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyâmet 1, Zühd 37;
Nesâî, Zekât 63-64;
İbni Mâce, Mukaddime 13, Zekât 28

     Buhârî (Zekât 10, Rikak 31, Tevhid 36) ve Müslim’in (Zekât 97) Adî İbni Hâtim’den bir başka rivayetlerinde, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Allah, sizin her biriniz ile tercümansız konuşacaktır. Kişi sağ tarafına bakacak, âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Soluna bakacak, âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Önüne bakacak, karşısında cehennemden başka bir şey göremeyecektir. O halde artık bir hurmanın yarısı ile de olsa, kendinizi cehennem ateşinden koruyun. Bunu da bulamayan, güzel bir söz ile kendisini korusun.”

     Açıklamalar
     Âhirette, Allah Teâlâ’nın huzurunda hesaba çekileceğimiz muhakkaktır. 406, 547 ve 694 numaralarda tekrarlanacak olan hadîs-i şerîf, bu gerçeği hatırlatmaktadır. Allah ile kul arasında tercüman veya bir perde bulunmadan gerçekleşecek olan bu olayda herkes sağına soluna bakarak, işe yarayacak bir şeyler arayacaktır. Ancak önceden ne gönderdiyse ondan başkasını göremeyecektir. Önünde ise, cehennemi bulacaktır.
     Bu sahne bilindikten sonra, alınması gereken tedbir ortadadır. Cehennemden korunmak... Bunun yolunu da Efendimiz, “Bir tek hurmanın yarısı da olsa sadaka vermek suretiyle kendinizi koruyun” tavsiyesiyle göstermektedir. Zira sadaka, cehennem ateşini söndürür. Sadaka cehenneme karşı kalkan ve cennete girmeye vesiledir. “Yarım hurma”, “pek az bir şey” anlamındadır. Son derece basit görülecek bir iyiliğin bile sadaka olarak değerlendirileceği bildirilmektedir. Bunu bulamayacak olanların da güzel söz söyleyerek sevap kazanabileceği hatırlatılmaktadır. Hadisimizde kişiyi cehennemden koruyacak iyilik ve hayır yollarının gerçekten pek çok olduğu anlatılmaktadır.
     Sadaka, İslâm’daki iyilik idealinin adı olmaktadır. “Sadaka” niteliğindeki her şey, isterse bu, yarım hurma veya güzel bir söz olsun, aynı neticeyi sağlayacaktır. Çünkü sadakanın miktar ve cinsinden önce, onun temelinde yatan iyilik ve hayır niyeti önem arzetmektedir. O halde herkes, durumuna göre bir hayır ve iyilik yaparak, âhiretteki hesapta kendisine yardımcı olmalıdır.

     Hadisten Öğrendiklerimiz
1. İmkânlar ölçüsünde sadaka vermeye çalışmak, âhiret azığı hazırlamak demektir. Bunu yarım hurma, bir bardak su ile bile sağlamak mümkündür.
2. Amellerimizi güzelleştirmeye çalışarak sorumluluğumuzu hafifletmeye bakmalıyız. Zira bize ancak sâlih amellerimiz fayda verecektir.
3. Allah Teâlâ, arada perde veya tercüman olmaksızın âhirette kullarına hitab ve tecellî edecektir. O halde O’na muhâlefetten sakınmak gerekir.

142- الرَّابِعِ والْعشرونَ: عنْ أَنَسٍ رضي اللَّه قال: قال رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : «إِنَّ اللَّه لَيرْضَى عَنِ الْعَبْدِ أَنْ يَأْكُلَ الأَكْلَةَ فيحْمدَهُ عليْهَا ، أَوْ يشْربَ الشَّرْبَةَ فيحْمدَهُ عليْهَا » رواه مسلم. « وَالأَكْلَة » بفتح الهمزة : وهي الْغَدوة أَوِ الْعشوة.
142. Enes İbni Mâlik radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Allah Teâlâ, yemek yedikten veya bir şey içtikten sonra kendisine hamdeden kuldan hoşnut olur.”
Müslim, Zikir 89.
Ayrıca bk, Tirmizî, Et’ime 18

     Açıklamalar
     Yemek-içmek gibi günlük ve tabiî işlerden sonra Allah’a bu nimetleri verdiği için hamdetmek, O’nun hoşnutluğunu kazanmaya vesile olan bir hayır ve iyiliktir. Yüce Rabbimiz’in müslümanlara lutuf ve ihsanının sınırsızlığı bundan da anlaşılmaktadır. Verdiği nimete teşekkür edilmesini başlı başına bir iyilik olarak kabul buyurmaktadır. Bu O’nun bize olan rahmetinin tam bir göstergesi değil midir? O halde artık gafletin anlamı yoktur. Bir şey yiyip içtikten sonra “elhamdülillah” diyerek hem şükrünü yerine getirmeli hem de Rabbimiz’in rızâ kapısını çalmalıyız.
     Bunca rahmet ve kolaylık karşısında gâfil ve tenbel davranmanın mazereti olamaz.
     Hadisimiz 437 ve 1399 numaralarda tekrarlanmaktadır.

     Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Allah Teâlâ verdiği nimetlere karşı hamd ve şükredilmesinden hoşnut olur.
2. Hamd başlı başına bir iyilik ve hayırdır.
3. “Elhamdülillah” demek suretiyle, hamd sünneti yerine getirilmiş olur.


143- الْخَامِسُ والْعشْرُونَ : عن أَبِي رضي اللَّه عنه ، عن النبى صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : «عَلَى كُلِّ مُسْلِمٍ صدقةٌ» قال: أَرَأَيْتَ إِنْ لَمْ يَجدْ ؟ قالَ :« يعْمَل بِيَديِهِ فَينْفَعُ نَفْسَه وَيَتَصدَّقُ» : قَال : أَرَأَيْتَ إِنْ لَمْ يسْتطِعْ ؟ قال : يُعِينُ ذَا الْحَاجَةِ الْملْهوفَ » قالَ : أَرأَيْت إِنْ لَمْ يسْتَطِعْ قالَ : « يَأْمُرُ بِالمَعْرُوفِ أَوِ الْخَيْرِ » قالَ : أَرأَيْتَ إِنْ لَمْ يفْعلْ ؟ قالْ : «يُمْسِكُ عَنِ الشَّرِّ فَإِنَّهَا صدَقةٌ » متفقٌ عليه.
143. Ebû Mûsâ (el-Eş’arî) radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Nebi sallallahu aleyhi ve sellem (bir keresinde):
     - “Sadaka vermek her müslümanın görevidir” buyurdu.
     - Sadaka verecek bir şey bulamazsa? dediler.
     - “Amelelik yapar, hem kendisine faydalı olur, hem de tasadduk eder” buyurdu.
     - Buna gücü yetmez (veya iş bulamaz) ise? dediler.
     - “Darda kalana, ihtiyaç sahibine yardım eder” buyurdu.
     - Buna da gücü yetmezse? dediler.
     - “İyilik yapmayı tavsiye eder” buyurdu.
     - Bunu da yapamazsa? dediler.
     - “Kötülük yapmaktan uzak durur. Bu da onun için sadakadır” buyurdu.

Buhârî, Zekât 30, Edeb 33;
Müslim, Zekât 55

     Açıklamalar
     “Her müslümanın sadaka vermesi şarttır” anlamına da gelen ilk cümle, konuya ait temel prensibi ortaya koymaktadır. Sonraki soru ve cevapları dikkate aldığımızda bu cümleyi, “Her müslümanın verebileceği bir sadaka, yapabileceği bir iyilik ve hayır türü mutlaka vardır” şeklinde anlamamız mümkün olmaktadır. Bu da hayır ve iyilik yollarının, herkesin durumuna uygun düşecek ölçüde çok olduğunu göstermektedir. Nevevî merhum, herhalde bu sonucu vurgulamak için konuyu bu hadîs-i şerîf ile bitirmiş olmalıdır. Böyle bir bitiriş gerçekten pek güzel düşmüştür.
     Hadisin buradaki metninde görülen kâle kelimeleri, Buhârî’de kâlû (dediler) şeklindedir. Biz de tercümeyi Buhârî”deki şekli dikkate alarak yaptık. Aslında hadisin Müslim’deki metninde de “kâle kîle lehû (Ebû Mûsâ dedi ki, ona denildi ki...) kelimeleri bulunmaktadır. Burada ise sadece “kâle” kelimelerine yer verilmiş.
     “Amelelik etmek”, gündelikle çalışmak, günü birlik kazanıp bir kısmı ile kendisinin ve ailesinin ihtiyaçlarını karşılamak bir kısmını da sadaka vermek, sadaka verecek hazır parası olmayanlara tavsiye edilen ilk yoldur.
     İşçilik yapamayan veya yapacak iş bulamayanlar için de, darda kalmış, bunalmış, güçsüz, zavallı, yaşlı, mağdur ve mazlumlara durumlarına göre yardımcı olma yolu vardır. Yükünü taşıyamayan kimseye yardım etmekten tutun da, gideceği adresi bilemeyen birine yol göstermeye varıncaya kadar sıkıntı içindeki insanlara sözle veya fiilen yardım etmek de tam bir sadakadır.
     Fiilen iyilik yapmak, sadaka verme imkânı bulamayanlar için dinin meşrû ve güzel gördüğü şeyleri tavsiye etmek bunu da yapamayan için “kimseye kötülük yapmamak” suretiyle iyilikte bulunma yolları açıktır.
     “İyilik yapamayanın, hiç değilse kötülük yapmaması”nı da başlı başına bir “sadaka” kabul eden dinimizin değerini anlamamız ve bundan dolayı yüce Rabbimiz’e hamdetmemiz gerekmektedir. Bir ârifin şu sözü ne kadar mânalıdır: “Eski müslümanlar, düşmanlarına bile iyilik ederlerdi. Siz bunu yapamazsanız, bâri dostlarınıza kötülük etmeyin!” İyiliği hiç olmazsa bu noktada yakalamak gerek... Nitekim bu konunun ilk hadisinde de “insanlara zarar vermemek” iyilik olarak belirtilmiştir (bk. hadis no: 118).

     Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Gücü yetenlerin sadaka vermesi öteki hayırlardan önde gelir.
2. Hadiste zikredilenleri, buradaki sırayla yapmak şart değildir. Bunlardan herhangi birini yapmaya gücü yeten onu bırakıp ötekini yapabilir.
3. Helâlinden mal kazanmak güzel bir iştir. Kişiyi başkalarına yardım etme imkânına kavuşturur.
4. Yardım ederken önce insanın kendisi, sonra yakınları daha sonra diğer insanlar gözetilmelidir.
5. Allah Teâlâ, kullarına yardım edenlere yardımcı olur.
6. “Sadaka” kötülükten sakınmayı da kapsayan pek geniş bir iyilik ve hayır kavramıdır.
7. Başkalarına iyilik yapan, sonuçta kendisine iyilik yapmış olur. Zira sadaka cehenneme karşı en güvenli sığınaktır.

İmam Nevevi
ERKAM YAYINLARI
Çevirmen: Prof. Dr. Raşit Küçük, Prof. Dr. Mehmet Yaşar

8 Aralık 2015 Salı

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ Bakara Sûresi'nin 119. ve 121. Ayet'i Kerimeleri Arasının Tefsiri

TEFSİR DERSLERİ
Bakara Sûresi'nin
119. ve 121. Ayet'i Kerimeler Arasının Tefsiri
  • Ayet
     Doğrusu (ey peygamber), biz seni hak ile desteklenmiş bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Yakıcı azaba mahkûm olanlardan sen sorumlu değilsin. ﴾119﴿
  • Tefsir
     Resûlullah’ı teselli amacı taşıyan âyette onun, insanları doğru inanç ve güzel yaşayışa çağırarak onlara cenneti müjdelemek, inkârcılık ve kötü davranışlar konusunda uyararak, aksine davrananların âhirette uğrayacakları kötü âkıbeti haber vermek üzere gönderildiği, bu görevi yerine getirirken kendisinin hak ile yani Kur’ân-ı Kerîm’in içerdiği sağlam bilgiler, doğru itikad esasları ve kesin delillerle desteklendiği; bunun ötesinde onun inkârcıları cehennemin yakıcı ateşinden kurtarmak gibi bir sorumluluğunun bulunmadığı bildirilmektedir (hak kelimesinin anlamı konusunda geniş bilgi için bk. Yûnus 10/35; İsrâ 17/81).
  • Ayet
     Sen onların dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da senden asla memnun kalmayacaklardır. De ki: "Asıl doğru yol ancak Allah’ın yoludur." Eğer sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyarsan, bilesin ki artık Allah sana ne dost ne de yardımcı olacaktır. ﴾120﴿
  • Tefsir
     “Din” diye çevrilen millet kelimesi, “Allah’ın, peygamberleri aracılığıyla insanlara bildirdiği, onları Allah’a yakınlaştıran yol; dinî ilkelerin ve kuralların bir toplum tarafından benimsenip gelenekleştirilmiş şekli” anlamına gelir. Başka bir tanıma göre millet, Allah’ın koyduğu kuralları ve ilkeleri, din de kişinin uyguladığı kuralları ve ilkeleri ifade eder. Buna karşılık dinin aslî biçimine olduğu gibi, az çok yozlaştırılmış şekline de millet denilebilir. Nitekim âyette millet kelimesinin, ikisi de tahrife uğramış olan Yahudilik ve Hıristiyanlık için kullanılmış olduğunu görüyoruz. Milletin dinden bir başka farkı da, sadece bir peygambere veya bir topluluğa nisbet edilebilir olmasıdır. Meselâ “İbrâhim’in milleti, hıristiyan milleti, İslâm milleti” denilebildiği halde “Ahmed’in milleti, Ali’nin milleti” denilmez; buna karşılık din kelimesi her durumda kullanılır. Ayrıca Allah’ın dini (dînullah) denilir, fakat Allah’ın milleti (milletullah) denilemez (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “mll” md.).
     Bir önceki âyette buyurulduğu gibi Hz. Muhammed, gerçek bir elçi sıfatıyla bütün insanlar için bir rehber, bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilmiş olmasına rağmen, Medine’deki yahudiler tam bir taassup ve tutuculukla Hz. Peygamber’e ve İslâm’a karşı tavır almışlar; ona ve onun getirdiği yeni dine uymaları ve bu dinin gerçekleştirdiği yenilikleri benimsemeleri gerekirken, tam tersine Peygamber kendi dinlerini benimsemedikçe ondan asla hoşnut olmayacaklarını ortaya koyan bir tutum sergilemişlerdir. Fakat Allah nezdinde önemli olan, şu veya bu kişi ya da zümrenin hoşnutluğunu kazanmak değil, hidayet üzere olmak, doğru ve kurtuluşa götüren yolu izlemektir. Bu yol ise Allah’ın yoludur; O’nun bildirdiği iman esaslarını, ibadet ve hayat tarzını benimseyip yaşamaktır. Bunlara dair bilgi geldikten sonra, yani Allah Teâlâ resulüne vahiy yoluyla hak dini ve onun esaslarını bildirdikten sonra artık yahudilerin veya hıristiyanların arzularına uymak, İslâm’la bağdaşmayan inanç, ibadet ve hayat tarzlarını benimsemek mümkün değildir; bunu yapan bir kimse Allah’ın dostluğunu ve yardımını da kaybetmiş olur.
     Âyette bu uyarıyı ifade eden bölümde Hz. Peygamber’e hitap edilmekteyse de, onun böyle bir sapma göstermesi mümkün olmadığından asıl muhatap müslüman bireyler ve topluluklardır. Yahudilerle hıristiyanların, kendi dinlerine uymadıkça müslümanlardan memnun ve hoşnut olmayacakları yönündeki Kur’ân-ı Kerîm’in bu tesbiti, tarihî olarak da ispatlanmış bir gerçektir. Nitekim müslümanlar kendi topraklarındaki Ehl-i kitaba karşı son derece adaletli ve insanî bir tavır sergiledikleri, hatta her zaman İslâm beldeleri onlar için bir sığınak olduğu halde, müslüman İspanya’nın (Endülüs) işgalinden başlamak üzere istilâ ettikleri bütün İslâm ülkelerinde yahudi ve hıristiyan yönetimler müslümanlara karşı çok zaman vahşete kadar varan baskı, sindirme ve sömürü politikaları izlemişlerdir. Ayrıca hıristiyan Batı dünyası, Macarlar gibi hıristiyanlaşmış Türkler’i benimsediği halde Müslümanlığını korumuş Türkler’i hiçbir zaman dost olarak görmemiş; özellikle Tanzimat’tan bu yana Türkler’in göstermiş olduğu Batı dünyasıyla yakınlaşma çabaları, onların bu olumsuz tavırları yüzünden daima sonuçsuz kalmış ve Türkler’in aleyhine işlemiştir. Hıristiyan dünyanın diğer müslüman milletler, hatta hıristiyan olmayan bütün toplumlar karşısındaki tutumu da bundan farklı değildir. Hıristiyan Batılılar’ın Müslümanlığı Hıristiyanlığa karşı, müslümanları da hıristiyanlara karşı tehlikeli bir güç olarak algılamaları, İslâm’a ve müslümanlara karşı daha zalim ve haksız tavırlar sergilemeleri sonucunu doğurmakta; bu yüzden bir kısmı iyi niyete dayalı dinler arası diyalog ve benzeri teşebbüsler de ya sonuçsuz kalmakta veya müslümanlar aleyhine bir komplo şüphesini haklı çıkaran işaretler taşımaktadır.
     Bütün bu tesbitler yahudilere ve hıristiyanlara karşı, körü körüne dostluk duygusu besleyip kişiliksiz ve teslimiyetçi bir davranış tarzını benimsemenin de, onların hatasını tekrarlayarak, kör bir düşmanlık duygusuna kapılıp haksız davranışlara kalkışmanın da yanlış olduğunu göstermektedir. Her iki aşırılık da en başta Kur’ân-ı Kerîm’in öğretisine aykırıdır. Zira Kur’an müslümanlara bir taraftan “Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun; bu, takvâya daha uygundur” (Mâide 5/8) derken, diğer taraftan da üzerinde durduğumuz âyette görüldüğü gibi, “Eğer sana gelen ilimden (vahyin ortaya koyduğu gerçeklerden) sonra onların arzularına uyarsan, bilesin ki artık Allah sana ne dost ne de yardımcı olacaktır” der. Şu halde müslümanlar için yapılacak iş, dostluk ve düşmanlık gibi duyguların etkisiyle zulüm veya zillet tavırları sergilemekten sakınmak; İslâm’ın genel öğretisine uyarak iman, akıl, ilim, irfan, dürüstlük ve adalet gibi zihnî ve ahlâkî erdemlerle donanmak, bu erdemlerle desteklenen bir kültürel, siyasî ve ekonomik rekabet ve gelişme iradesini en verimli biçimde harekete geçirerek onurlu ve kişilikli bir ilişki zeminini oluşturmaktır (“doğru yol” diye çevirdiğimiz “hüdâ” kelimesinin anlamı için bk. Bakara 2/2).
  • Ayet
     Kendilerine kitap verdiğimiz ve onu hakkını vererek okumakta olanlar var ya, işte kitaba iman edenler onlardır; ama her kim onu inkâr ederse işte asıl kaybedenler onlardır. ﴾121﴿
  • Tefsir
     “Yetlûne” fiilinin masdarı olan tilâvet kelimesi sözlükte “birine, bir şeye uymak, onu yakından takip etmek”; terim olarak ise “hem okumak hem de emir ve yasaklarını, teşvik ve uyarılarını hayata geçirmek suretiyle Allah’ın kitabına uymak” anlamına gelir ve bu anlamıyla “kıraat” kelimesinden daha özel bir mâna ifade eder. Buna göre her tilâvet bir kıraattir, fakat her kıraat tilâvet değildir. Bu sebeple tilâvet genellikle yalnızca ilâhî kitabın okunması için kullanılır; çünkü ilâhî kitaplar sadece okunmak için değil, aynı zamanda hükümlerinin uygulanması için gönderilmiş olup ancak bu uygulamanın yerine getirilmesi şartıyla tilâvet gerçekleştirilmiş olur (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “telâ” md.).
     Bu sebeple âyetin “yetlûnehû hakka tilâvetih” kısmı meâlinde “onu hakkını vererek okuyanlar” şeklinde tercüme edilmiştir. “Kendilerine kitap verilenler”le kimlerin, kitapla da hangi kitabın kastedildiği hakkında tefsirlerde iki farklı görüş ileri sürülmüştür.
     Bir görüşe göre buradaki kitaptan maksat Kur’ân-ı Kerîm, kitap verilenler de Hz. Muhammed’e uyan müslümanlardır. Ancak daha güçlü olan bir başka yoruma göre kitapla Tevrat, kendilerine kitap verilenlerle de Tevrat’ı hakkıyla okuyarak onunla amel eden, özellikle Hz. Muhammed’in geleceğine dair Tevrat’ta geçen bilgileri dikkate alarak onun peygamberliğini tasdik eden yahudiler kastedilmiştir (Taberî, I, 520-522; Râzî, IV, 32). 120. âyette Ehl-i kitabın müslümanlar karşısındaki genel tavrının olumsuz olduğu bildirilmişti. Bu âyette ise yahudiler arasında hâlâ kendi kitaplarını hakkıyla okuyan, geleneksel yahudi taassubundan ve ön yargıdan uzak kalabilen bazı kimselerin bulunduğu, bunların Hz. Peygamber ve müslümanlar hakkında insaflı ve adaletli hükümler verebildikleri belirtilmektedir. İşte kitaba (Tevrat) asıl inananlar ve hükümlerine uygun yaşayışlarıyla onu tasdik edenler bunlardır. Tevrat’ın tahrif edilmesi ve zamanla Yahudilik adına uydurulan birçok yanlış inancın yahudi kültürüne yerleşmesi yüzünden yoldan çıkmış ve bu suretle bir bakıma gerçek Tevrat’ı inkâr etme konumuna düşmüş olanlara gelince, asıl hüsrana uğrayanlar, âhiret saadetinden mahrum kalanlar onlardır.

7 Aralık 2015 Pazartesi

KELİMELER ~ KAVRAMLAR ♥ ✿ܓ ♥ ÜMMET

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
ÜMMET
(الأمّة)

     Bir peygamberin tebliğ ettiği dine inanan veya o dine muhatap olanların meydana getirdiği topluluk anlamında terim.
     Sözlükte “yönelmek, kastetmek; öne geçmek, imam olmak” mânalarındaki emm kökünden türeyen ümmet kelimesi “kendilerine peygamber gönderilmiş topluluk, kavim, her kabileden bir grup insan, her canlı cinsi, bütün iyilikleri şahsında toplamış kişi veya kendisine uyulan önder” gibi anlamlara gelir (Lisânü’l-Arab, “emm” md.; Kamus Tercümesi, IV, 175-176). Râgıb el-İsfahânî ümmeti “aynı dine inanma, aynı zamanda yaşama veya aynı mekânda bulunma gibi önemli bir unsurda toplanan gruplar” diye açıklamıştır (el-Müfredât, “emm” md.). Bazı şarkiyatçılar kelimenin aslının İbrânîce, Ârâmîce veya Akkadca olabileceğini ileri sürmüşse de bu iddia temelsiz bulunmuştur (İA, XIII, 102). Kur’ân-ı Kerîm’de altmış dört yerde geçen ümmet kelimesi yukarıda sözü edilen anlamlarda kullanılmıştır. Bu bağlamda insan topluluklarının yanı sıra hayvan ve cin topluluklarına (el-En‘âm 6/38; el-A‘râf 7/38), benzer inanç ve hayat tarzına sahip insan gruplarına da (el-Bakara 2/213) ümmet denilmiştir. Kelime, “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir ümmet bulunsun” meâlindeki âyette (Âl-i İmrân 3/104) olduğu gibi büyük bir topluluk içindeki özel bir zümreyi de ifade etmektedir. Bazı âyetlerde ümmet “din, inanç sistemi, yol” mânalarında geçer (el-Mü’minûn 23/52). “İbrâhim gerçekten Allah’a itaat eden, tevhid ehli, başlı başına bir ümmetti” âyetinde (en-Nahl 16/120) Hz. İbrâhim’in hidayet önderi ve bütün iyiliklere sahip bir kimse vasfıyla (Taberî, VII, 660-661) tek başına bir ümmet sayıldığı belirtilmektedir (Fahreddin er-Râzî, XX, 283-284). Kelime bazı âyetlerde “zaman, müddet ve devir” mânasını ifade etmektedir (Hûd 11/8; Yûsuf 12/45). Wensinck’e ait hadis indeksinde on bir sütun tutan kaynakların çoğunda Muhammed ümmetinden söz edilmiş, onların üstünlük ve görevlerine yer verilmiştir (el-Mucem, “emm” md.).
     Literatürde ümmet kelimesine verilen birçok anlam büyük oranda Kur’an’da ve hadis rivayetlerinde yer almaktadır. İslâm âlimleri ümmeti iki mânada kullanmıştır. Birinci anlamda, son peygamberin gelişi ve İslâmiyet’in doğup Arabistan yarımadasının dışında duyulmasından itibaren bundan haberdar olan bütün insanları ifade eder. Bu insan kitlelerine “ümmet-i da‘vet, ümmet-i belâğ” denilmiştir. Bu anlayış Kur’ân-ı Kerîm’de geçen, Resûlullah’ın bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı (Sebe’ 34/28; krş. el-A‘râf 7/158), âlemlere rahmet vesilesi (el-Enbiyâ 21/107) bir elçi olarak gönderildiği şeklindeki beyanlara dayandırılmıştır. Resûl-i Ekrem’den nakledilen bir hadiste dünya var oldukça Cenâb-ı Hak tarafından İslâm dininin sesinin çadırda, köyde ve şehirde yaşayan bütün insanlara duyurulacağı belirtilmiştir (Müsned, IV, 103; VI, 4; sıhhati için bk. a.e. [Arnaût], XXVIII, 154-156; XXXIX, 236-237). Dinî kaynaklarda yer alan bu ifadelerin yanı sıra günümüze kadar geçen on dört asırlık zaman içinde İslâmiyet’in güçlenerek evrensel din haline gelmesi de ümmetin oluşumunun tarihî ve sosyolojik kanıtını teşkil etmektedir. İslâm’ın sesini duymayan insanlar ise fetret ehlinden sayıldığından özel hükümlere tâbidir (bk. FETRET). Âlimlerin ümmet kelimesine verdiği ikinci anlam, “Hz. Muhammed’e iman edip tâbi olan kitleler” (ümmet-i Muhammed) şeklindedir ve kelimenin yaygın kullanılışı da bu yöndedir; bu kitlelere de “ümmet-i icâbet” denilmiştir. Kur’an’da yer alan “mûtedil ümmet” (el-Bakara 2/143) ve “en hayırlı ümmet” (Âl-i İmrân 3/110) ifadeleri, ayrıca çok sayıdaki hadis rivayetinde tekrarlanan ümmet kelimesi Muhammed ümmetini belirtmektedir.
     Hicretten sonra Hz. Peygamber’in Mekke müşriklerine karşı Medine halkının bağlılığını sağlamak için Ehl-i kitap dahil bu şehirdeki bütün gruplarla yaptığı antlaşmada (Medine vesikası) yahudi kabilelerinin müminlerle beraber “ümmet” diye zikredilmesi, bu kavramın kapsamı hakkında farklı görüşlerin ortaya atılmasına yol açmıştır. W. Montgomery Watt ümmetin müslümanlardan ziyade müminlerle ilişkilendirildiğini ve Medine yahudilerinin ümmet-i Muhammed içinde sayıldığını ileri sürmüş (Muhammad at Medina, s. 240-241), buna karşılık diğer bazı müellifler söz konusu antlaşmadaki ifadenin kabilevî bir beraberliğe işaret ettiğini söylemiştir (Denny, JNES, XXXVI [1977], s. 39-47). Şehri koruma, farklı gruplar arasında huzur ve barışı sağlama amaçlı Medine antlaşmasının dinî mahiyetten ziyade toplumsal bir uzlaşma metni olduğu açıktır. Bu yönden, yahudilerin İbrâhimî gelenekten kaynaklanan bir inancı taşımaları dolayısıyla müminlerle bir arada anılıp antlaşmanın tarafı sayılmaları tabiidir. İslâm’ın tebliğ süreci ilerlediğinde müslüman toplumlar İbrâhimî dinlerin bütünlüğü içinde kalmakla birlikte kendi ayırıcı özellikleriyle müstakil bir ümmet vasfını kazanmıştır. Nitekim her peygamberin temel görevi, ilâhî vahyi insanlara tebliğ edip fert ve toplumun dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayan dine bağlanmasına gayret göstermektir.
     Kur’ân-ı Kerîm’de bildirildiğine göre insanlık tarihinde çeşitli kavimler hak dine uymadıkları için helâk edilmiştir. Hz. İbrâhim’in tebliğine dayanan Hanîf dinini puta tapan topluluklar arasında bazı kişiler devam ettirmiş, en temel ilkeyi oluşturan tevhid inancı Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta zedelenerek varlığını sürdürebilmiş, İslâmiyet’te ise başlangıçtan itibaren ilâhî dinin inanç esasları müdahalelerden korunarak bugüne ulaşmıştır. Kur’an’da İbrâhim’in yahudi veya hıristiyan değil Allah’ın birliğini benimseyen dosdoğru bir müslüman olduğu ifade edilirken (Âl-i İmrân 3/ 67) bu gerçeğe vurgu yapılmıştır (bk. DÎN-i KAYYİM).
     Yine Kur’an’da müslümanların kıblesinin Hz. İbrâhim’in bina ettiği Kâbe’ye çevrilmesi olayı anlatılırken onlardan “vasat bir ümmet” diye bahsedilmiştir (el-Bakara 2/143). Taberî vasat kelimesini “orta yolu takip ederek ifrat ve tefrite kaçmayan” şeklinde açıklamıştır. Zira hıristiyanlar Hz. Îsâ’yı tanrı olarak nitelendirdikleri gibi içlerinden bir grup dünyadan el etek çekmek suretiyle aşırılığa kaçmış, yahudiler de Allah’ın kitabını değiştirip peygamberleri öldürdükleri ve bazı sözleri Allah’tan gelmiş gibi gösterdikleri için küfre düşmüştür (Câmiu’l-beyân, II, 10-11). Müfessirler vasat kelimesine “en hayırlı” anlamını vermişler, âyetin bağlamından hareketle Muhammed ümmetinin dünya var oldukça orta yolu takip eden hakemler (adl ve hüccet) konumunda bulunacağını söylemişlerdir (a.g.e., a.y; Mâtürîdî, I, 260-261). Böyle bir ümmetin yanlış üzerinde ittifak edip hak yoldan ayrılması mümkün görülmemiş, ümmetin bir konuda görüş birliğine varması (icmâ) fıkhî bir delil sayılmıştır. Âl-i İmrân sûresinde de (3/110) müslüman toplumundan “bütün insanlığın dirliği için varlık alanına çıkarılmış bir ümmet” şeklinde söz edilerek onların gerçeği temsil kabiliyetlerine dikkat çekilmiştir (krş. Taberî, IV, 61). Feth sûresinde de (48/28-29) ümmet-i Muhammed’in konumu ve sorumluluğu açıklanmış, onların yaşatacağı Hak dinin diğer bütün dinlere üstün geleceği belirtilmiştir.
     Bugün yeryüzünün hemen her bölgesinde müslümanlar yaşamakta, günde beş defa ezan okunmakta, İslâmiyet’in en önemli ilkesi olan tevhid ve nübüvvet inancına çağrı yapılmaktadır. Müslümanların yoğun biçimde yaşadığı bölgelerin dışında dünyanın hemen her yerine küreselleşmeyle beraber müslüman ve gayri müslim toplulukların giderek iç içe geçmesi ümmet kavramının sınırlar ötesi bir anlam kazanmasına yol açmıştır. Fransız İhtilâli’nden sonra Batı’da ortaya çıkan milliyetçilik ve ulus devlet anlayışının XIX. yüzyıldan itibaren müslüman toplumları da etkilemesiyle sarsılan dayanışmacı ümmet fikri, ortak sorunların farkına varılması yanında bütünleşme akımlarının dünyada giderek güç kazanması sebebiyle XX. yüzyıl sonlarında tekrar canlanmıştır. İslâm’da ırk üstünlüğünün bulunmaması ve tarihte müslümanların çoğulcu yapılar içinde yönetilmesi dışlayıcı ulusalcılığın uzun vadede kökleşmesini zorlaştırmış, günümüzde ilişkilerin politik ideolojileri aşarak geniş düzlemde daha sıkılaşmasına sebep olmuştur. Bu durum ümmet kavramının modern dönem sonrasının şartlarına göre yeniden yorumlanması çabalarının önünü açmıştır (Mandaville, s. 178-191).

     BİBLİYOGRAFYA:
     İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “emm” md.; Tehânevî, Keşşâf, I, 91; Kamus Tercümesi, IV, 175-176; M. F. Abdülbâki, el-Mucem, “emm” md.; Müsned, III, 14, 47, 53; IV, 103; VI, 4; a.e. (Arnaût), XXVIII, 154-156; XXXIX, 236-237; Taberî, Câmiu’l-beyân (nşr. Sıdkī Cemîl el-Attâr), Beyrut 1415/1995; II, 10-17; IV, 61; V, 246-249; VII, 10-12, 297-298, 660-661; Mâtürîdî, Tevîlâtü’l-Ķurân (nşr. Ahmet Vanlıoğlu), İstanbul 2005, I, 260-261; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, Beyrut 1997, VI, 83-95; XII, 523-530; XVII, 321; XX, 283-285; Kurtubî, el-Câmi, II, 153-154; VI, 419-420; IX, 9-10; X, 197-198; Ebü’l-Bekā, el-Külliyyât, s. 176, 181-182; W. M. Watt, Muhammad at Medina, Oxford 1956, s. 240-241; Mâcid Arsân el-Kîlânî, el-Ümmetü’l-müslime: Mefhûmühâ-muķavvi-mâtühâ-ihrâcühâ, Beyrut 1412/1992, s. 11-33; P. Mandaville, Transnational Muslim Politics: Reimagining the Ummah, New York 2001, s. 178-191; Hasan Keskin, Kur’an’da Ümmet Kavramı, İstanbul 2003, s. 13-32, 104-108; Ahmet Öz, Kur’an’ın Önerdiği Vasat Ümmet (doktora tezi, 2008), SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 33-38; Abdullah Aygün, Kur’an’a Göre Ümmet-i Muhammed’in Özellikleri (doktora tezi, 2008), Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 6-29; C. A. O. van Nieuwenhuijze, “The Ummah-An Analytic Approach”, St.I, X (1959), s. 5-22; F. M. Denny, “Ummah in the Constitution of Medina”, JNES, XXXVI (1977), s. 39-47; a.mlf., “Ummah”, EI² (İng.), X, 859-863; Y. Oda, “The Concept of the ‘Ummah’ in the Qur’an: An Elucidation of the Basic Nature of the Islamic Holy Community”, Orient, XX, Tokyo 1984, s. 93-108; Maysam J. Al Farouqi, “Umma: The Orientalists and the Qur’anic Concept of Identity”, Journal of Islamic Studies, XVI/1, Oxford 2005, s. 1-34; Mustafa Öztürk, “Kur’an Çerçevesinde Ümmet Kavramının Tahlili”, İslâmiyât, VIII/2, Ankara 2005, s. 11-23; Necmettin Gökkır, “Political Language of Tafsir, Redefining of ‘Ummah’, a Religio-Communal Concept of the Qur’an: Past and Present”, İÜ İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 15, İstanbul 2007, s. 245-272; Said Amir Arjomand, “The Constitution of Medina: A Sociolegal Interpretation of Muhammad’s Acts of Foundation of the Umma”, IJMES, XLI (2009), s. 555-575; Nihad M. Çetin, “Ümmet”, İA, XIII, 102-104; W. R. Darrow, “Ummah”, ER, XV, 123-125; Ahmad S. Dallal, “Ummah”, The Oxford Encyclopedia of the Modern Islamic World (ed. John L. Esposito), New York 1995, s. 267-270.

Türkiye Diyanet Vakfı İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ
Halil İbrahim Bulut

4 Aralık 2015 Cuma

RİYAZÜS SALİHİN ♥ ✿ܓ ♥ HAYIR YOLLARI (6)

13
باب في بَيان كثرةِ طرق الخير
HAYIR YOLLARI (6)

135- السَّابِعَ عشَر : عنه قال : قال رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم :« إِذَا مرِضَ الْعبْدُ أَوْ سافَر كُتِب لَهُ ما كانَ يعْملُ مُقِيماً صحيِحاً » رواه البخاري.

135. Yine Ebû Mûsâ el-Eş’arî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

     “Bir kimse hastalanması veya (cihad ve hayır için) yola çıkması sebebiyle, yapageldiği nâfile ibadetlerini ifâ edemezse, ona evinde sıhhatli iken yaptığı amellerin sevabı yazılır.”
Buhârî, Cihâd 134.
  • Açıklamalar
     Farz ibadetler hastalık ve yolculuk gibi sebeplerle düşmez. Şu halde hadîs-i şerîfte söz konusu olan ibadetler nâfilelerdir. Buhârî’deki rivayetten öğrendiğimize göre, yıl boyu oruç tutan Yezîd İbni Ebû Kebşe bir seferde yine oruçlu idi. Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin oğlu Ebû Bürde, Yezîd’e “Babamdan sıkça duydum” diye bu hadisi hatırlatmıştır. Bu olay da gösteriyor ki, hadisimizdeki sevap müjdesi farz değil, nâfile ibadetlerle ilgilidir.

     Hastalık ve yolculuk gibi geçici haller, geçici olarak hayır ve iyiliklere devam imkânı bırakmayabilir. Ne var ki bu türlü meşrû ve tabiî haller sevap bakımından engel teşkil etmezler. Bu ise, dinimizdeki hayır ve iyilik idealinin ve uygulama yollarının gerçekten ne kadar köklü ve sınırsız olduğunu gösterir.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Herhangi bir hayır ve iyiliği işlemeyi alışkanlık haline getirmiş olan müslüman, hastalanır veya meşrû bir iş için yolculuğa çıkar da önceden işlediği amelleri yapamazsa, Allah ona önceki ibadet, hayır ve iyiliğinin sevabını aynen ihsan eder.
2. Kılmayı âdet haline getirdiği nâfile namazı kılamadan uyku bastıran kimse de ibadetinin sevabını alır. Aynı şekilde cemaatle namaz kılmaya son derece dikkat eden müslüman da cemaata herhangi bir sebeple yetişememiş olursa, o da cemaat sevabını alır. Böyle bir alışkanlığı olmayan kimse câmiye geldiği halde cemaati kaçırırsa, o sadece niyetinin karşılığını alır.

136- الثَّامنَ عشَرَ : عنْ جابرٍ رضي اللَّه عنه قال : قال رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم :« كُلُّ معرُوفٍ صدقَةٌ » رواه البخاري ، ورواه مسلم مِن رواية حذَيفَةَ رضي اللَّه عنه.

136. Câbir İbni Abdullah radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Her meşrû, güzel iş sadakadır.”
Buhârî, Edeb 33; Müslim, Zekât 53.
Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 60; Tirmizî, Birr 45

  • Açıklamalar
     Hadîs-i şerîf, mal infâkı veya güzel ahlâk ve davranış gibi hayır türlerinden olan her şeyin bir sadaka olduğunu, yani işleyene sadaka sevabı kazandırdığını ifâde etmektedir. Bu da İslâm’da hayr ve iyilik yollarının gerçekten sınırsız olduğunu göstermektedir. Ancak bu tür fiillerin sadaka sevabı kazandırabilmesi için temelinde iyilik niyeti olması şarttır. İyilik niyetinden uzak işlerin fiilî sonucu ne olursa olsun, sevap açısından herhangi bir kıymeti yoktur. Gerçek iyilik, iyilik niyeti ve bilinci ile yapılandır.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Dinin ve aklın güzel gördüğü her şey sadaka niteliğine sahiptir.
2. Sadakada “iyilik niyeti” aranır.
3. Niyet sayesinde âdetler ibadet niteliği kazanır.

137- التَّاسع عشر: عنْهُ قال: قال رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم:« ما مِنْ مُسْلِمٍ يَغْرِسُ غَرْساً إلاَّ كانَ ما أُكِلَ مِنْهُ لهُ صدقةً ، وما سُرِقَ مِنْه لَه صدقَةً ، ولا يرْزؤه أَحَدٌ إلاَّ كَانَ له صدقةً» رواه مسلم. وفي رواية له:«فَلا يغْرِس الْمُسْلِم غرساً ، فَيَأْكُلَ مِنْهُ إِنسانٌ ولا دابةٌ ولا طَيرٌ إلاَّ كانَ له صدقَةً إِلَى يَوْمِ الْقِيَامة ».
وفي رواية له : « لا يغْرِس مُسلِم غرْساً ، ولا يزْرعُ زرْعاً ، فيأْكُل مِنْه إِنْسانٌ وَلا دابَّةٌ ولا شَيْءٌ إلاَّ كَانَتْ لَه صدقةً ، ورويَاه جميعاً مِنْ رواية أَنَسٍ رضي اللَّه عنه. قولُهُ : « يرْزَؤُهُ » أي:يَنْقُصهُ.

137. Câbir İbni Abdullah radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Herhangi bir müslümanın diktiği ağaçtan yenen şey onun için sadakadır. Çalınan şey de sadakadır; eksiltilen de onun için sadakadır.”
Müslim, Müsâkât 7

     Müslim’in bir başka rivâyetinde (Müsâkât 10) şöyle buyurulur:
     “Müslüman bir kişi bir ağaç diker de ondan insan, hayvan veya kuş yerse, bu yenen şey kıyamet gününe kadar o müslüman için sadaka olur.”

     Yine Müslim’in bir rivâyetinde de (Müsâkât 9, 12) şöyle buyurulmaktadır:
     “Bir müslüman bir ağaç diker veya ekin eker de ondan bir insan veya kurt-kuş yerse, bu o müslüman için sadaka olur.”

     Buhârî (Hars 1, Edeb 27) ve Müslim bu son hadisi Enes İbni Mâlik’ten rivâyet etmişlerdir.
  • Açıklamalar
     “Yeşil” ve “ağaç”ın dinimizdeki önemini en güzel şekilde belirleyen hadîs-i şerîfler, aynı zamanda hayır ve iyilik yollarının yeşille alâkalı yönünü göstermektedir.
     Birinci hadisin Müslim’deki metninde “Yabânî hayvanların yediği de sadakadır” cümlesi bulunmaktadır. Her ne sebeple ise burada o cümle yer almamıştır.
     Müellif Nevevî, aynı hadisin üç ayrı rivayetini bir arada vermek suretiyle konuya ait hayır ve iyiliğin daha tam olarak anlaşılmasını hedeflemiş gibidir. Zira dikkat edilirse, ikinci rivayette söz konusu sadaka niteliğinin kıyamete kadardevam edeceği, üçüncü rivayette de bu durumun sadece ağaç veya ekilen ekinden, insanın, kurdun-kuşun yediği, çoluk çocuğun çaldığı, yine insanların kesip kırıp eksilttiği yani olumlu-olumsuz her şey kıyamete kadar o ağacı diken veya o ekini eken için ayrı ayrı birer sadaka olmaktadır. Ancak burada bir ağaç ve ekinin kıyamete kadar nasıl sadaka olacağı konusu izaha muhtaçtır. “Kıyamete kadar” sözünden maksadın, “ağaç ve ekinden yararlanıldığı sürece” veya o ağaç ve ekinden yeni ağaç ve ekinler üretildikçe onlar da aynı hükme dahildir, denilmek istenmiştir. Böylece sadaka hükmü sürüp gidecekti.
     Bu izahlardan, dikilen ağaç ve ekilen ekinin, “çok uzun bir süre” onu ilk kez diken ve eken için sadaka olduğu anlaşılmaktadır. Buradan hareketle, çevreyi ağaçlandırmada, yeşillendirmede, ağaç veya ekin, meyve-sebze türlerinin ıslahında, bir yerden bir başka yere götürülüp oralarda da üretilmesinde öncülük edenlerin, bu yeni yörelerde o meyve veya sebze türleri üretimi yapıldığı sürece onu getiren, o yöreye tanıtan için hep iyilik olarak yazılacaktır. Tabiî bunun tam tersi olarak zararlı veya haram bir ekim-dikim çığırını başlatan da vebal yükünü tutmuş olacaktır.
     Ağaç dikmeye ve yeşile bunca teşvikten sonra, müslümanların oturduğu köy, kasaba, şehir ve ülkelerin ağaçtan ve yeşilden yoksun ve onlardan yeterince nasibini alamamasını açıklamanın, hoş görmenin imkânı var mıdır? Çevrenin ağaçlandırılması, yeşillendirilmesi çiçeklendirilmesi, temizliği herkesten çok müslümanlara yakışır. Bu böyle iken bir de dikilmiş ağaçları, ekilmiş ekinleri vahşice kesmek, çiğnemek, söküp atmak, kırmak, koparmak ve hatta yakmak gibi cinayetlere nasıl insanın eli varır? Bunu anlamak ve hoş görmek hiç mümkün müdür? Bağ-bahçe üretimine, çevrenin temizliğine ve yeşilliğine hem son derece özen göstermeli hem de yeni yetişenleri bu konuda ısrarla eğitmeliyiz. Unutmamalıyız ki çevre temizliği ve korumacılığı dünyayı imar etmek değil, insanları hakka, hakikate, yaratılmışlara şefkate ve hizmete çağırmak ve alıştırmaktır. Yani başlı başına bir tebliğ görevidir. “Yaş kesen, baş keser” diyen atalarımız işin bir başka yönünü ne güzel ifade etmişlerdir. Konuya ilk müslüman nesil olan ashâbın nasıl yaklaştığını bir örnekle tesbit edelim:
     Asbâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden Ebü’d-Derdâ radıyallahu anh Şam’da ağaç dikmekteydi. Yanına birisi yaklaştı ve:
     - Sen, Hz. Peygamber’in dostu olduğun halde, ağaç dikimiyle mi meşgul oluyorsun? diyerek gördüğü hali yadırgadığını ifade etti. Ebü’d-Derdâ hazretleri de adama şu cevabı verdi:
     - Dur bakalım, böyle rastgele çarçabuk hakkımda hüküm verme. Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem‘i şöyle buyururken işittim:
     “Bir kimse bir ağaç diker de o ağacın meyvesinden herhangi bir insan veya Allah’ın yarattıklarından herhangi bir yaratık yerse bu, o ağacı diken için sadaka olur” (Ahmed İbni Hanbel, Müsned, VI, 444).
     Kıyamet kopuyorken bile, eldeki fidanın dikilmesini tavsiye eden bizim Peygamberimiz’dir. O halde ekim-dikim gibi işlerde hizmetin görülmesi, neticesinden önemlidir. Olumlu hizmet ve işleri geciktirmeden, ilk fırsatta yapmaya bakmak gerekir.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Dinimizde ağaç dikmenin, çevreyi yeşillendirmenin büyük ve müstesnâ bir kıymeti vardır. Ekim dikim işleriyle meşgul olanlar kendileri adına sürekli ve yaygın bir hayır ve sadaka kapısı açmış olmaktadırlar.
2. Çevrenin ağaçlandırılması bazı cahillerin sandığı gibi ne dünyaya meyildir, ne de zühd ve takvâya mânidir.
3. Hz. Peygamber ashâb ve ümmetini ekim-dikime ısrarla teşvik etmiştir.

138- العْشْرُونَ:عنْهُ قالَ:أَراد بنُو سَلِمَة أَن ينْتَقِلوا قُرْبَ المَسْجِدِ فبلَغَ ذلك رسولَ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، فَقَالَ لَهُمْ:«إِنَّه قَدْ بَلَغَنِي أَنَّكُمْ تُرِيدُونَ أَنْ تَنْتَقِلُوا قُربَ الْمَسْجِدِ ؟»فَقَالُوا:نَعَمْ يا رسولَ اللَّهِ قَدْ أَرَدْنَا ذلكَ ، فَقالَ:« بَنِي سَلِمةَ ديارَكُمْ ، تكْتبْ آثَارُكُمْ ، دِياركُم ، تُكْتَبْ آثارُكُمْ»رواه مسلم.
وفي روايةٍ : « إِنَّ بِكُلِّ خَطْوةٍ درجةً » رواه مسلم . ورواه البخاري أيضاً بِمعنَاهُ مِنْ روايةِ أَنَسٍ رضي اللَّه عنه .
     و«بنُو سَلِمَةَ»بكسر اللام : قبيلة معروفة من الأَنصار رضي اللَّه عنهم ، و«آثَارُهُمْ» خُطاهُمْ .

     138. Câbir İbni Abdullah radıyallahu anh şöyle dedi:
     Selime oğulları oymağı Mescid-i Nebevî’nin yakınına taşınmak istediler. Durum, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ulaşınca onlara:
     - “Duyduğuma göre mescidin yakınına göçetmek istiyormuşsunuz, (öyle mi?)” diye sordu. Onlar:
     - Evet, ey Allah’ın Resûlü, buna gerçekten niyet ettik, dediler.
     Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
     - Ey Selime oğulları! Yerinizde kalın ki, adımlarınız(ın sevabı) yazılsın. Yerinizde kalın ki, adımlarınız(ın sevabı) yazılsın!”
buyurdu.
Müslim, Mesâcid 280. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîru sûre (36), 1

     Bir başka rivayette (Müslim, Mesâcid 279) Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Her adım karşılığında size bir derece vardır” buyurmuştur.
     Buhârî bu hadisi Enes İbni Mâlik’ten bu mânaya gelecek şekilde rivâyet etmiştir (bk. Ezân 33; Medîne 11).
  • Açıklamalar
     Benî Selime, Medineli müslüman kabilelerden biridir. Bu isimle bilinen tek Arap kabilesidir. Müslim’in bir rivayetinden (Mesâcid 279) öğrendiğimize göre hadisin râvisi Câbir İbni Abdullah radıyallahu anh da bu kabileye mensuptur. Mahalleleri Mescid’e (bir mil kadar) uzak olduğu için evlerini satıp Mescid’e yakın yerlere yerleşmek istemişlerdir.
     Peygamber Efendimiz, onların bu niyetlerini öğrenince, bulundukları yörede âdeta Medine’nin muhâfızlığını yapan Selime oğullarına, yerlerinde kalmalarını ve Mescid’e gelmek için atacakları her adımın kendileri için ayrı bir sevap ve bir derece kazandıracağını hatırlatmıştır. Yani mescidlere ve cemaate gitmek için atılacak her adımın bir hayır ve iyilik olduğunu haber vermiştir.
     Dikkat edilirse burada Hz. Peygamber Selime oğullarının niyet ve maksatlarını beğenmemezlik etmemiş, ancak Medine’nin civarını boşaltmak istememiş, bir çeşit güvenlik tedbiri olarak onların yerlerinde kalmalarını uygun görmüştür. Böylece Mescid’e yakınlığın arzu edilecek bir şey olmakla beraber, sevabın da bir başka fazilet olduğuna dikkat çekmiştir. Yani her hâl ü kârda müslüman için bir hayır ve iyilik kazanma imkânının bulunduğunu göstermiştir. Nitekim Buhârî’nin bir rivayetinde Hz. Peygamber “Namaz konusunda en büyük ecir ve sevap mescide derece derece en uzaktan yürüyüp gelenlere aittir” (Ezân 31) buyurmuştur. Zira nimet, külfete göredir. Meşakkat ve zorluk, ecir ve sevabın artmasına vesiledir.“Ecir yorgunluğa göredir” buyurulmuştur (Keşfü’l-hafâ, I, 155). Burada özellikle güçlüğü ve zor şartları tercih etmek değil, içinde bulunulan zor şartları sevap ve ecir olarak değerlendirmeyi bilmek teşvik edilmiş olmaktadır. Durumu iyice kavramış olan Selime oğulları, “Göçmüş olsaydık bu kadar sevinmezdik” (Müslim, Mesâcid 281) itirafında bulunmuşlardır.
     1058 numarada tekrar gelecek olan bu hadîs-i şerîf’e 133 nolu hadisin izahında da atıfta bulunulmuştu. Aslında bu iki hadisin yanyana zikredilmesi çok daha uygun olurdu.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Sarfedilen emek ve güç ölçüsünde amellerden sevap ve ecir alınır.
2. Uzak mesâfelerden de olsa cemaat ve camilere devama gayret edilmelidir. Zira bu maksatla atılacak her adım başlı başına bir hayırdır.
3. Mescidlere yakın oturmak müstehaptır.

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri & Grand Alfa Karadeniz Turu

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri  &  Grand Alfa Karadeniz Turu      5 Gün - 4 Gecelik (3 gece otel konakla...