16 Ekim 2017 Pazartesi

Bakara Sûresi'nin 219, 220, 221 ve 222. Ayet'i Kerimelerinin Mealleri ve Tefsirleri

Bakara Sûresi'nin
219,  Ayet'i Kerimelerinin
Mealleri ve Tefsirleri


  • Bakara Suresi 219. Ayet-i Kerime:
  • يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِۜ قُلْ ف۪يهِمَٓا اِثْمٌ كَب۪يرٌ وَمَنَافِـعُ لِلنَّاسِۘ وَاِثْمُهُمَٓا اَكْبَرُ مِنْ نَفْعِهِمَاۜ وَيَسْـَٔلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَۜ قُلِ الْعَفْوَۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمُ الْاٰيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَۙ 
    ﴿٢١٩﴾
  • Bakara Suresi 219. Ayet-i Kerimenin Meali:
     "Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar. De ki: Bu ikisinde insanlar için büyük zarar ve bazı faydalar vardır; zararları da faydalarından büyüktür. Sana neyi infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: İhtiyaç fazlasını. Allah sizin için âyetlerini işte böyle açıklıyor ki düşünesiniz.
  • Yukarıdaki Ayet-i Kerimenin Tefsiri:
     Sarhoşluk veren içkiler hakkında dört âyet gelmiştir. Bunlardan ikisinde içkinin yanında kumar da zikredilmiştir. Mekke döneminde gelen ilk âyette, içkinin dinî hükmüne temas edilmeksizin insanların hurma ile üzüm suyundan hem içki hem de tatlı yiyecek olarak yararlandıklarına dikkat çekilmiş, bu iki meyveyi yaratıp veren Allah’a karşı minnettar olmaları telkin edilmiştir (Nahl 16/67).
     Medine’ye hicret edildikten dört yıl sonra sarhoşluk veren içkilerin bu maksatla kullanılması yasaklanmıştır. Bu yasaklama da birden olmamış, önce “sarhoş iken namaz kılmak” menedilmiş (Nisâ 4/43), sonra “içki ve kumarın bazı faydaları bulunmakla beraber zararının daha büyük olduğu” bildirilmiş ve böylece insanlar kesin yasaklamaya hazırlanmış; nihayet “İçki, kumar... şeytan işi iğrenç şeylerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz” (Mâide 5/90) buyurularak içki ve kumar müslümanlara kesin olarak haram kılınmıştır.
     Başta Hz. Ömer olmak üzere birçok sahâbînin çeşitli sebeplerle içki ve kumarın hükmünün açıklanmasını istemeleri, ilgili açıklamalar peşi peşine geldikçe daha fazla açıklama talep etmeleri içki ve kumarı yasaklayan, yasaklama gerekçelerini sıralayan âyetlerin iniş sebepleri arasında zikredilir (Buhârî, “Eşribe”, 2-21; Müslim, “Eşribe”, 3-12).
     İnsanların içki ve kumar alışkanlıkları çok eski tarihlere kadar gitmektedir. Eldeki Tevrat’a ve İncil’e bakıldığında içkinin bu kitaplarda yasaklandığını söylemek mümkün değildir.
     Câhiliye Arapları içki ve kumara son derecede düşkündüler. Bunlar hayatlarının birer parçası, oyun ve eğlencelerinin vazgeçilmez unsurları haline gelmişti. Araplar içkinin sarhoşluk ve keyif veren tarafına, kumarın da eğlence, heyecan, eşe dosta ikram ve yoksullara yardım yönlerine öncelik ve ağırlık vererek bunları faydalı buluyor, zararlarını göz ardı ediyorlardı.
     Kur’ân-ı Kerîm bu âyette içki ve kumarın bazı faydaları bulunsa da zararının daha fazla olduğuna dikkat çekti, bu yüzden –nihaî yasaklama gelmeden– içkiyi bırakanlar oldu. Kesin yasaklamada ise “şeytanın, insanların arasına düşmanlık ve kin sokmak, onları Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak için içki ve kumarı araç olarak kullandığı” gerçeğine dikkat çekildi (Mâide 5/91).
     Allah Teâlâ kullarına, gerekçe göstermeden de bazı şeyleri farz ve bazı şeyleri de haram kılabilir. O, yaptıklarından hesap verme ve sorgulanma durumunda değildir, sorumlu olanlar kullardır. Buna rağmen O’nun, emir ve yasaklarının hikmet ve gerekçesini açıklaması, kulların neyi niçin yaptıklarının şuurunda olmalarını ve açık hükmün bulunmadığı yerlerde Allah’ın iradesini hayata yansıtırken yanılmamalarını sağlamak için olsa gerektir. 
     İçkinin tarihten günümüze bilinen ve zaman içinde keşfedilen başlıca zararları şöyle sıralanabilir: Giderek alışkanlık yapması, akıl ve iradenin doğru kullanılmasını engellemesi, düşmanlık ve kinin oluşmasına sebep olan tartışmalara ve kavgalara, sarhoşun alay konusu olmasına sebebiyet vermesi; insanların Allah’ı düşünmesini, O’nun şuurunda olmanın verdiği huzur ve edebi yaşamasını, zamanını kendisi ve diğerleri için en faydalı bir şekilde değerlendirmesini önlemesi, kullanımı ve ikramı için sarf edilen malın ve paranın boşa gitmesi (israf), insan sağlığına ve sağlıklı nesillerin oluşmasına zarar vermesi...
     İçkinin fayda hânesine de şunları yazmak mümkündür: Ticarî ve ekonomik getirilerinin bulunması ve kullanana geçici zevk vermesi.
     İslâm içkinin az faydasına karşı çok zararını ve onun vereceği faydanın başka şeylerle de elde edilebileceğini göz önüne alarak sarhoşluk veren içkileri ve aynı etkiyi fazlasıyla hâsıl eden uyuşturucu vb. nesneleri kullanmayı haram kılmış, yasaklamıştır.
     İçki yasağı geldiğinde Medine’de kullanılan içki daha çok hurma suyundan yapılırdı. Üzüm suyundan yapılan şarap ise Yemen, Tâif ve Suriye’den getirtilirdi. Medineliler bu iki içki dışında kuru hurma ve kuru üzümün üzerine sıcak su döküp bekleterek elde ettikleri şerbetle bal, mısır ve arpadan elde ettikleri içkileri de kullanırlardı. Bütün bu içkilerin sarhoşluk veren çeşitleri Arapça’da hamr kelimesiyle ifade edilmekte, ayrıca her birine mahsus isimler bulunmaktadır. Bazı lugatçılara göre ise “hamr” özellikle pişmemiş üzüm suyundan yapılan şarabın adıdır. “Hamr”ın lugat mânasındaki bu görüş farkı fıkha da yansımış; bazı fıkıhçılar dar mânada “Hamrın yani ateşte kaynatılmamış üzümden yapılan şarabın, azı da çoğu da haramdır; diğer sarhoşluk veren içkilerin ise ancak sarhoş eden miktarları haramdır” demişlerdir. Ancak bu konunun ilim çevrelerinde dikkatli bir değerlendirmeye alınmasıyla bu ictihad ihtilâfı zaman içinde ortadan kalkmış, muteber İslâm fıkıh mezheplerinin tamamı “Sarhoşluk veren nesnelerin azı da çoğu da haramdır, içilemez, vücuda alınamaz” hükmünde birleşmişlerdir. Nitekim şu hadisler de aynı hükmü desteklemektedir:

     “Çoğu sarhoş eden nesnenin azı da haramdır” (Ebû Dâvûd, “Eşribe”, 5; Tirmizî, “Eşribe”, 3).
     “Hamr üzüm suyundan, kuru üzüm, kuru hurma, buğday, arpa ve mısırdan olur; hamr, aklı örten, sarhoş eden nesnedir...” (Ebû Dâvûd, “Eşribe”, 1).
     “Sarhoş eden her şey hamrdır ve sarhoş eden her şey haramdır” (Müslim, “Eşribe”, 73-75; Tirmizî, “Eşribe”, 1-2).

     “Meysir” kelimesiyle ifade edilen şans oyunu, Arabistan’da öteden beri bilinen ve oynanan bir kumar şekli idi. Hem eğlence olduğu hem de içki yanında meze olarak kullanılacak et teminine araç kılındığı için Kur’an’da içki ile birlikte zikredilmiştir. Meysir şöyle oynanırdı: Veresiye bir deve satın alınır, yirmi sekiz parçaya bölünürdü. On adet küçük okun yedisine hisseler yazılır, üçü de boş bırakılarak ağzı dar bir torbanın içine yerleştirilirdi. Oyuna katılanlar okları birer birer çekerler, dolu çıkanlar hisselerini alırlar, boş çıkanlar ise devenin parasını öderlerdi. Deve kesimine ve kumar oyununa hizmet edenlerle ziyafetten yararlanmak üzere kumar meclisine gelenler de devenin etinden istifade ederlerdi.
     Kumar da eğlenme, yeme ve içme gibi bazı maddî faydalar sağlamakla beraber bunlarla ölçülemeyecek büyüklükte zarar ve günah getirmektedir: Kumar insanları tembelliğe, çalışmadan kazanıp yeme alışkanlığına sevk etmek, kaybedenlerin kazananlara karşı düşmanlık ve kin duymalarına sebep olmak, içki gibi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak, vaktin faydasız, hatta zarar getirecek şekilde zayi edilmesi, kazanma hırsı ve ümidiyle servetlerin kaybedilmesi, ev ve ocakların dağılması, hayatın istikrarının bozulması gibi zararlar ihtiva etmektedir.
     Fıkıhçılar ve tefsirciler şekil bakımından farklı da olsa aynı sonucu doğuran ve aynı zararları hâsıl eden oyunların tamamını kumar saymış ve haram olduğunu ifade etmişlerdir. İçki ve kumarın zararından bahsedilip yasaklamaya doğru ilk adımlar atılınca bunları aynı zamanda yoksullara yardım (infak) için vasıta kılan kimseler neyi infak edeceklerini sordular. Allah Teâlâ “Affı infak edin”, yani “İhtiyaçtan artan miktarı veya bu miktardan uygun bir kısmı yoksullara, muhtaçlara verin” buyurdu. İnsanların kendilerinin veya yakınlarının muhtaç olduğu mallarını başkalarına vermeleri zor olduğu için bu teklif edilmedi. Aksine insanların yakınlarına infakta öncelik tanıması birçok âyet ve hadiste emredildi, imkânı olanların bir kısım yakınlarına nafaka sağlaması da ona hukukî ve ahlâkî olarak borç kılındı.
     Bu ihtiyaçlar karşılandıktan sonra mal artarsa sahipleri bunu ne yapacaklar? İşte âyetin ifadesi, amacı ve bu konudaki diğer deliller dikkate alınarak bu sorunun da cevabı iki şekilde verilmiştir:
     Sahâbeden Ebû Zer el-Gıfârî’ye göre ihtiyaçtan artan malın saklanması, işletilip üzerinden kazanç sağlanması câiz değildir; muhtaçlar bulunduğu müddetçe ihtiyaç fazlası mal onlara verilecektir. İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre ise farz olan servet aktarımı nafaka ve zekâtla sınırlıdır. Bunun dışında kalan infaklar nâfile ibadet hükmündedir; yapana ecir kazandırır, yapmayanı günaha sokmaz. İlgili âyet ve hadislerden, İslâm’ın getirdiği kardeşlik ve yardımlaşma kavramlarından bizde hâsıl olan kanaat ve anlayışa göre toplum içinde temel ihtiyaçlarını temin edememiş insanlar bulunduğu müddetçe bu ihtiyaçları gidermeyen kimseler ihtiyaç fazlası malları sebebiyle sorumlu olacaklardır (ayrıca bk. Zâriyât 51/19).
     Yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine yardımın yalnızca kumara ve şans oyunlarına veya zenginlerin zekâtına bırakılmayıp daha geniş bir tabana yayılması, şahsî ve ailevî ihtiyaçlarından artan malı, yiyecek ve giyeceği olan kimselerin bunları yoksullara vermelerinin teşvik edilmesi sosyal adaletin sağlanması bakımından çok önemli ve ileri bir adımdır. Bu geniş infak kaynağı kullanıldığı takdirde toplumda temel ihtiyaçlarını sağlayamamış kimselerin kalması oldukça güçleşecek ve nâdirleşecektir.

  • Bakara Suresi 220. Ayet-i Kerime:

  • فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۜ وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْيَتَامٰىۜ قُلْ اِصْلَاحٌ لَهُمْ خَيْرٌۜ وَاِنْ تُخَالِطُوهُمْ فَاِخْوَانُكُمْۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ الْمُفْسِدَ مِنَ الْمُصْلِحِۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَاَعْنَتَكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ 
    ﴿٢٢٠﴾
  • Bakara Suresi 220. Ayet-i Kerimenin Meali:
     "Dünya ve âhiret hakkında (düşünesiniz diye Allah size âyetlerini böyle açıklıyor). Sana yetimleri de soruyorlar. De ki: Onların durumlarını iyileştirmek hayırlı bir iştir. Onlarla içli dışlı olursanız zaten onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah düzeltenden bozanı ayırıp bilir. Allah dileseydi sizi güçlüğe düşürürdü. Hiç şüphe yok ki Allah izzet ve hikmet sahibidir.
  • Yukarıdaki Ayet-i Kerimenin Tefsiri:
     Câhiliye döneminde yetimlerin, hem kendileri hem de malları yeterince korunmadığı, ellerine düştükleri kimseler tarafından insafsızca kullanıldıkları ve sömürüldükleri için İslâm onlara iyi davranılmasını istemiş, âyetlerde ve hadislerde bu konuyla ilgili olarak canlı ve güçlü teşviklerde bulunulmuş, yetimlere haksızlık etmenin ve onların mallarını yemenin ne kadar ağır bir günah olduğu açıklanmıştı.
     Bazı sahâbîler bu teşviklerin ve uyarıların etkisine fazlaca kapıldıkları için yetimlerin mallarını ayırıp bunlara el sürmemek gibi yetimlerin aleyhlerine olacak bir tutuma yönelmişlerdi. Âyet, “yetim malına yaklaşmama, el sürmeme” tâlimatını getiren nasların “kötü niyetlileri; işleri, düzeltmek değil, bozmak olanları” hedef aldığını, iyi niyetli olanların bundan çekinmeleri için bir sebep bulunmadığını bildirmiş; kendilerine yetim emanet edilen kişilerin, onların hem kendilerini hem de mallarını iyileştirmek, geliştirmek için gayret sarf etmeleri gerektiğini hatırlatarak “çekinmede aşırılığı” tasvip etmemiş, ilâhî maksadın iyi niyetli ve düzeltici insanlara güçlük çıkarmak değil, kötü niyetli ve bozucu insanları engellemek olduğuna dikkat çekmiştir.

  • Bakara Suresi 221. Ayet-i Kerime:

  • وَلَا تَنْكِحُوا الْمُشْرِكَاتِ حَتّٰى يُؤْمِنَّۜ وَلَاَمَةٌ مُؤْمِنَةٌ خَيْرٌ مِنْ مُشْرِكَةٍ وَلَوْ اَعْجَبَتْكُمْۚ وَلَا تُنْكِحُوا الْمُشْرِك۪ينَ حَتّٰى يُؤْمِنُواۜ وَلَعَبْدٌ مُؤْمِنٌ خَيْرٌ مِنْ مُشْرِكٍ وَلَوْ اَعْجَبَكُمْۜ اُو۬لٰٓئِكَ يَدْعُونَ اِلَى النَّارِۚ وَاللّٰهُ يَدْعُٓوا اِلَى الْجَنَّةِ وَالْمَغْفِرَةِ بِاِذْنِه۪ۚ وَيُبَيِّنُ اٰيَاتِه۪ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ۟ 
    ﴿٢٢١﴾
  • Bakara Suresi 221. Ayet-i Kerimenin Meali:
     "İman etmedikleri sürece Allah’a ortak koşan kadınlarla evlenmeyin. Şundan emin olun ki imanlı bir câriye, sizin hoşunuza gitse de müşrik bir hür kadından iyidir. İman etmedikleri sürece Allah’a ortak koşan erkeklerle de kadınlarınızı evlendirmeyin. Şundan da emin olun ki imanlı bir köle, sizin hoşunuza gitse bile müşrik bir hür kişiden daha iyidir. Onlar insanları ateşe çağırırlar, Allah ise izni ile cennete ve bağışlanmaya çağırır, gerektikçe hatırlasınlar diye insanlara âyetlerini açıklar."
  • Yukarıdaki Ayet-i Kerimenin Tefsiri:
     Bu âyetin geliş sebebi, hicretten sonra gizli bir görevle Mekke’ye gönderilen Ebû Mersed’in başından geçen bir olaydır. Ebû Mersed müslüman olmadan önce Mekke’de yaşarken Anâk isimli bir kadını dost edinmişti. Görevli olarak Mekke’ye geldiğinde kadın onu gördü ve beraber olmaya çağırdı. Ebû Mersed, “İslâm bana bunu yasakladı” deyince kadın, “Beni eş olarak al” dedi. Ebû Mersed, “Resûlullah’tan izin almadan bunu da yapamam” cevabını verdi. Medine’ye dönünce sordu, bunun üzerine âyet geldi ve kadın putperest olduğu için kendisine evlenme izni verilmedi (Vâhidî, Esbâbü’n-nüzûl, s. 49-50).
     Ehl-i kitap denilen hıristiyanlar ve yahudiler gibi gayri müslimler, bir Allah’a, aslı bozulmuş da olsa semavî bir kitaba ve peygamberlerine inandıkları müddetçe müşrik (Allah’a başka tanrıları ortak koşan kâfir) sayılmazlar. Kur’an dilinde müşrik kelimesi başta Arabistan putperestleri olmak üzere, aslı ilâhî olan bir kitaba inanmayan ve inançları içinde şirk bulunan kâfirler için kullanılmaktadır.
     Bu âyet müşrik kadınlarla ve erkeklerle müslümanların evlenmelerinin câiz olmadığını açık ve kesin olarak ifade etmektedir. Müslüman erkeklerin Ehl-i kitap (kitâbî) kadınlarla ve müslüman kadınların da Ehl-i kitap erkeklerle evlenmelerinin câiz olup olmadığı bu âyetten açık olarak anlaşılamıyor. Çünkü Ehl-i kitap grupları, Allah inançlarında şirke sapmış olsalar bile tamamını müşrikler kategorisine sokmak mümkün değildir.
     Bu âyetin sükûtla geçtiği konulardan “müslüman erkeğin kitâbî kadınla evlenmesinin câiz olduğu” hükmü daha sonra gelen, “... sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar –mehirlerini verdiğiniz takdirde– size helâldir” (Mâide 5/5) meâlindeki âyetle açıklanmıştır.
     Delillerin farklı değerlendirilmesi ve yorumlanması sebebiyle bazı müctehidler aksini söylemiş olsalar da dört mezhebin imamları ile Evzâî ve Sevrî gibi yine mezhep sahibi imamlar, Mâide âyetinin açık hükmünü benimsemişlerdir. Geriye bir konu kalmaktadır: Ehl-i kitap’tan olan gayri müslim erkekle müslüman kadının evlenmesi. Bu evlenmenin câiz olmadığı hükmünde bütün İslâm âlimlerinin (müctehid ve müfessirler) ittifakı yani icmâ-ı ümmet vardır.
     Bu icmâın naklî (vahye dayanan) delili âyetler ve uygulamadır:
a) Ehl-i kitap’tan olan gayri müslimlerin de büyük bir kısmında şirk vardır, âyet bu bakımdan onları da içine almış, Mâide âyeti, kadınlarıyla müslüman erkeklerin evlenmelerini câiz kılmış (bu âyetin hükmünden onları istisna etmiş), fakat müslüman kadınların kitâbî erkeklerle evlenebileceklerini söylememiştir; şu halde yasağın bu parçası devam etmektedir.
b) Mümtehine sûresinin 10. âyetinde Medine’ye göçüp gelen ve sığınan kadınlardan mümin olanların kâfirlere geri verilmesi yasaklanmış ve “Ne bunlar onlara ne de onlar bunlara helâldir” buyurulmuştur. Gerçi burada kâfirlerden büyük ihtimalle Mekke müşrikleri kastedilmektedir; ancak kullanılan ifade, mânası daha kapsamlı olan “kâfir”dir ve bu ifadeye göre kâfir erkek ile müslüman kadın evlenemez.
c) Teğabün sûresinin 2. âyetinde iman bakımından insanlar “mümin” ve “kâfir” olmak üzere ikiye ayrılmışlardır. Buna göre Ehl-i kitap olan hıristiyanlar ve yahudiler de kâfirdirler. “Mümin kadınları kâfirlere geri vermeyin, bunlar onlara helâl değildir…” (Mümtehine 60/10) âyetine göre hiçbir kâfire müslüman kadın verilemez.
d) İlgili naslar (meselâ Nisâ 4/141) kâfirlerin müslümanlar üzerinde hâkim (üst, reis, hükmedici) olmalarına engeldir; İslâm aile hukukuna göre ailenin velisi ve reisi erkektir, erkeğin kâfir olması halinde mümin kadın onun emri ve yönetimi altına girecektir.
e) Örnek devirlerden günümüze kadar uygulama da böyle olmuştur; gayri müslim kadınlarla müslüman erkekler evlenmişler, ancak kitâbî de olsalar gayri müslim erkeklerle müslüman kadınlar evlenmemişlerdir.
     Aile reisinin erkek olması ve tarih boyunca fiilen de ailede erkeklerin egemen bulunması hem kadının hem de çocukların dinî hayatlarını etkilemiş ve etkilemektedir. Kitâbî olan bir kadının müslüman bir erkekle evlenmesi halinde kadın müslüman olmazsa kocası onu İslâm’a zorlayamaz; çünkü dini bunu engellemektedir, ancak çocukları müslüman olurlar. Bu husus hem erkeğin ailede ve bu gibi konulardaki tercihlerde önceliği ve hâkimiyetinin tabii sonucudur, hem de hukukun belirlediği bir haktır.
     “Çocuğun dini babasına tâbidir.” Aile reisinin gayri müslim olması halinde hem kadının dinî hayatı tehlikeye düşecek hem de büyük bir ihtimalle doğacak çocuklar gayri müslim olacaklardır. Hak dini inkâr edenlerin insanları ateşe çağırdıklarının burada hatırlatılması da konuyla yakından ilgilidir. Bir dine inanan, başkalarını da o dine girmeye çağırır, bâtıl bir dine çağırmak demek ateşe çağırmak demektir. Dine davette, dinle ilgili tebliğ ve eğitimde güçlü olan etkili olur. Ailede erkek daha güçlü ve hâkim olduğu için eşini ve çocuklarını da kendi dinine girmeleri konusunda etkileyebilecektir, bu ise onları ateşe çağırmak demektir. 
     Âyet İslâmî toplum hayatında değerler tablosunu oluşturan kaidelere de temel teşkil etmektedir. Bu tabloya göre üstünlüğün belirleyici şartı iman ve takvâdır. İmanı olmayan imanı olandan üstün, iyi ve hayırlı olamaz. İmanlılar arasında da takvâsı olanlar olmayanlardan üstün, değerli ve hayırlıdırlar. Bu değer sıralamasını “renk, dil, tahsil, mevki, soy sop, rütbe, diploma, servet, etnik aidiyet, dünya hayatını kolaylaştıran hizmetler ve icatların sahipliği” gibi unsurlar değiştiremez.

  • Bakara Suresi 222. Ayet-i Kerime:
  • وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْمَح۪يضِۜ قُلْ هُوَ اَذًىۙ فَاعْتَزِلُوا النِّسَٓاءَ فِي الْمَح۪يضِۙ وَلَا تَقْرَبُوهُنَّ حَتّٰى يَطْهُرْنَۚ فَاِذَا تَطَهَّرْنَ فَأْتُوهُنَّ مِنْ حَيْثُ اَمَرَكُمُ اللّٰهُۜ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ التَّوَّاب۪ينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّر۪ينَ 
    ﴿٢٢٢﴾
  • Bakara Suresi 222. Ayet-i Kerimenin Meali:
     "Sana kadınların aybaşı hallerini soruyorlar. De ki: O rahatsız eden bir şeydir. Bu sebeple âdet günlerinde kadınlardan ayrı durun, temizlenmedikçe onlarla cinsel ilişkide bulunmayın. İyice temizlendiklerinde onlara Allah’ın emrettiği şekilde yaklaşın. Allah çok tövbe edenleri sever ve içi dışı temiz olanları sever.
  • Yukarıdaki Ayet-i Kerimenin Tefsiri:
     Medine’de yaşayan müslümanların yahudilerle yakın ilişkileri vardı ve bazı örf ve âdetlerinde Medineliler’in tamamı veya bazı kabileler onlardan etkilenmiş bulunuyorlardı. Bunlardan biri de aybaşı hallerinde kadınlarla ilişki meselesi idi. Yahudiler Tevrat hükümlerine uyarak ay halindeki kadınları pis sayarlar, onlardan her mânada uzak dururlardı. Âdet geçiren kadına dokunan hatta onun yatağında yatan, minderinde oturan kimseleri bile pis sayarlar, yıkanmaları gerektiğine inanırlardı (Levililer, 15). Yahudilerin tesirinde kalan bazı kabileler de âdet halindeki kadınlara buna yakın bir şekilde davranıyorlardı. Hz. Peygamber Medine’ye hicret edince bu durum kendisine vâkıa ve soru şekillerinde intikal ettirildi, gelen âyetler meseleyi çözüme kavuşturdu.
     Açıklayıcı hadislerden (meselâ bk. Müslim, “Hayz”, 16) ve uygulamadan anlaşıldığına göre bu âyetlerde geçen “uzak durma ve yaklaşmama” emirleri, bedenlerin birbirinden uzak ve ayrı olmasına değil cinsel ilişkiye yöneliktir. Cinsel ilişkide bulunmamak şartıyla aybaşı halindeki kadın ile kocası arasında başkaca bir sınırlama yoktur.
     Âyette geçen ve “rahatsızlık” diye çevirdiğimiz ezâ kelimesi, “aşırı olmayan zarar” mânasında kullanılmaktadır. Allah Teâlâ kadın kullarına mahsus kıldığı aybaşı halini onlar için az da olsa “zarar ve zararlı” olsun diye takdir buyurmamıştır.
     Aybaşı hali birleşme kabiliyetini yitiren yumurtaların atılmasını, erkeğin spermi ile birleşecek yeni bir yumurtanın gelmesini beklemek ve aşılanma sonrası beslenmesine zemin olmak üzere kadın rahminin hazırlanmasını sağlayan tabii ve gerekli bir oluşumdur. Bu durumda vücudun dengelerinde bazı değişiklikler yaşanmakta, bu da kadının fizyolojisi yanında psikolojisini de etkilemektedir.
     Eski yumurtanın atılması ve rahimin temizlenmesi kan vasıtasıyla olmakta, aybaşı devam ettiği müddetçe rahimden üreme organı yoluyla dışarıya kan atılmaktadır. Bu durumda kadınla cinsel ilişkide bulunulması halinde bundan hem erkeğin hem de kadının çeşitli rahatsızlıklar kapması ve genel olarak rahatsız olmaları, tiksinti duymaları ihtimali galiptir.
     Hem böyle bir zarara (ezâ) meydan verilmemesi hem de Allah’ın buyruğuna uyarak şehvete karşı direnme imtihanı verilmesi ve irade egzersizi yapılması için “âdet gören kadınla cinsel ilişki” haram kılınmış, bunun dışında kalan ilişkiler serbest bırakılmıştır. 
     “Temizlenmedikçe” ve “iyice temizlendikten sonra” kayıtları, okuma farkları da göz önüne alınarak yorumlanmış ve hangi temizlenmeden sonra cinsel ilişki yasağının ortadan kalkacağı konusunda farklı hükümler ortaya çıkmıştır. Kanama sona erinceye kadar temasın yasak olduğunda ittifak vardır. Âlimlerin büyük çoğunluğuna göre kanama bitince birleşmenin câiz olması için gusül abdesti gerekir (konuya ilişkin başka ayrıntılar için bk. Yunus Vehbi Yavuz, “Hayız”, DİA, XVII, 51-53).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 345-354
kuran yolu tefsiri ile ilgili görsel sonucu
İlgili resim

14 Ekim 2017 Cumartesi

GÜZEL BİR KİTAP: Tevhid Önderleri Peygamberler Tarihi - I * Yazar Osman SÜNGÜ

Tevhid Önderleri Peygamberler Tarihi - I
Yazar
Osman SÜNGÜ

Kitabın Özsözünden Bir Bölüm

Peygamberler insanların öncüleri ve rehberleridir. Onlar, Rablerine kavuşmak isteyen mü’minlerin en güzel örnekleridir. Şu kirlenmiş dünyada tertemiz kalabilmenin mücadelesini verenlerdir. Onlar, bizzat Allah tarafından korunmuşlardır. Allah’ın razı olduğu kimseler ancak bu peygamberlerin yolunu takip edenlerdir.

Peygamber kıssalarını sadece, geçmişte olmuş bitmiş heyecan verici hikâyeler olarak okumamalıyız. Bu kıssalarda geçen peygamberlerin şahsiyetlerinden ve mücadelelerinden; ayrıca geçmiş toplumların tutumlarından hayatımıza istikamet verecek dersler çıkarmalıyız. Sözlerin en güzeli olan Kur’ân’da onların kıssalarının yer almasının hikmeti de budur.

Unutmamalıyız ki, geçmişte olmuş bitmiş gibi görünen hadiseler bugün de benzerleriyle yaşanmaktadır. Tevhid mücadelesi dün olduğu gibi bugün de sürmekte; insanlık bugün de Nûh aleyhisselâmın gemisine benzer bir kurtuluş gemisine ihtiyaç duymaktadır. Öyleyse bize düşen, peygamberlerin mücadelelerini okurken bugünün problemlerine çözümler aramak, geçmişten yansımalarla günümüz İslâm davetinin esaslarını inşâ etmektir.

Peygamberler tarihini güzelce okumak; Müslüman’a, hayatı peygamberlerle birlikte yaşama saâdeti bahşeder. Onlar gibi, attığı her adımda ilim ve hikmetle yürür Müslüman.

Peygamberleri örnek alan bir mü’min için hayat; iman ve cihâddan ibarettir. Böyle bir Müslüman, başkaları biçsin diye ekmeye, başkaları dinlensin diye yorulmaya ve başkaları yaşasın diye ölmeye hazırdır. O, insanların hidâyete ermesi için kendisini helâk edecek kadar tutkulu ve duygulu bir İslâm davetçisidir.
~~~*~~*~*~~*~~~
İletişim:
0532 769 69 68
0532 589 94 30

CEZA ve TEVKİF EVLERİ 3161 Sözleşmeli Personel Alacak,

Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü
Sözleşmeli 3 bin 611 Personel Alacak

    TC. ADALET BAKANLIĞI
    Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü


   1. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 4'üncü maddesinin (B) fıkrası, 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu'nun 114'üncü maddesi, 06.06.1978 tarihli ve 7/15754 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe konulan Sözleşmeli Personel Çalıştırılmasına İlişkin Esaslar ve Adalet Bakanlığı Memur Sınav, Atama ve Nakil Yönetmeliği hükümlerine göre, EK-2 listede yeri, sayısı, unvanı ve niteliği belirtilen ceza infaz kurumları için sözleşmeli pozisyonda istihdam edilmek üzere;
     3.222 infaz ve koruma memuru,
         89 büro personeli (ceza infaz kurumu katibi),
         58 diğer sağlık personeli (sağlık memuru),
         91 teknisyen,
         75 destek personeli (şoför),
         42 destek personeli (aşçı),
         34 destek personeli (kaloriferci)
olmak üzere toplam 3.611 personel alımı yapılacaktır.
     Sınavlar, planlanan personel sayısı dikkate alınarak Ek-2'de gösterilen 8 ayrı adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonu başkanlığınca (sınav merkezi) yapılacaktır. Sınava girecek adayların Ek-1 başvuru formunu doldururken sınava başvuracağı adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonu başkanlığını (sınav merkezini) gösterir kutucuğu işaretleyip, atanmak istediği ceza infaz kurumunun bağlı olduğu adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonu başkanlığını belirtmesi gerekmektedir. Adayların yerleşmek istediği her komisyon için puan sıralaması, boy-kilo ölçümü, sözlü sınav vb. işlemler ayrı ayrı yapılacak olup adayların bu hususu göz önüne alarak tercihlerini buna göre yapmaları gerekmektedir.
     Buna göre;
   - Ankara Batı Adli Yargı İlk Derece Mahkemesi Adalet Komisyonu Başkanlığı (Ankara Batı Sınav Merkezi)tarafından Aksaray, Ankara, Ankara Batı, Bartın, Bolu, Çankırı, Ermenek, İnebolu, Karabük, Karaman, Kastamonu, Kırıkkale, Kütahya, Tavşanlı ve Zonguldak Adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonlarına bağlı ceza infaz kurumları için ayrı ayrı sınav yapılacaktır.
   - Bakırköy Adli Yargı İlk Derece Mahkemesi Adalet Komisyonu Başkanlığı (Bakırköy Sınav Merkezi) tarafından Bakırköy, Balıkesir, Bandırma, Bilecik, Çanakkale, Düzce, Edirne, Gebze, İnegöl, İstanbul Anadolu, Kırklareli, Kocaeli, Sakarya ve Tekirdağ Adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonlarına bağlı ceza infaz kurumları için ayrı ayrı sınav yapılacaktır.
   - Elazığ Adli Yargı İlk Derece Mahkemesi Adalet Komisyonu Başkanlığı (Elazığ Sınav Merkezi) tarafından Ağrı, Ardahan, Bingöl, Bitlis, Doğubayazıt, Elazığ, Iğdır, Hakkari, Kars, Patnos ve Şırnak Adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonlarına bağlı ceza infaz kurumları için ayrı ayrı sınav yapılacaktır.
   - Gaziantep Adli Yargı İlk Derece Mahkemesi Adalet Komisyonu Başkanlığı (Gaziantep Sınav Merkezi) tarafından Diyarbakır ve Gaziantep Adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonlarına bağlı ceza infaz kurumları için ayrı ayrı sınav yapılacaktır.
   - İzmir Adli Yargı İlk Derece Mahkemesi Adalet Komisyonu Başkanlığı (İzmir Sınav Merkezi) tarafından Akhisar, Akşehir, Alanya, Antalya, Aydın, Burdur, Denizli, Dinar, Eskişehir, Fethiye, İzmir, Manisa, Muğla, Ödemiş ve Uşak Adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonlarına bağlı ceza infaz kurumları için ayrı ayrı sınav yapılacaktır.
   - Kayseri Adli Yargı İlk Derece Mahkemesi Adalet Komisyonu Başkanlığı (Kayseri Sınav Merkezi) tarafından Boğazlıyan, Nevşehir, Kayseri ve Yozgat Adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonlarına bağlı ceza infaz kurumları için ayrı ayrı sınav yapılacaktır.
   - Malatya Adli Yargı İlk Derece Mahkemesi Adalet Komisyonu Başkanlığı (Malatya Sınav Merkezi) tarafından Adana, Batman, Ceyhan, Elbistan, Erciş, Erzincan, Erzurum, Hatay, Kahramanmaraş, Kırıkhan, Kilis, Kozan, Mardin, Mersin, Midyat, Muş, Oltu, Osmaniye, Siirt, Silifke, Siverek, Şanlıurfa, Tarsus ve Van Adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonlarına bağlı ceza infaz kurumları için ayrı ayrı sınav yapılacaktır.
   - Samsun Adli Yargı İlk Derece Mahkemesi Adalet Komisyonu Başkanlığı (Samsun Sınav Merkezi) tarafından Amasya, Artvin, Bayburt, Çorum, Giresun, Gümüşhane, Ordu, Rize, Samsun, Sinop, Şebinkarahisar, Tokat, Trabzon ve Ünye Adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonlarına bağlı ceza infaz kurumları için ayrı ayrı sınav yapılacaktır.

   2. Bu pozisyonlara yerleşecekler merkezi sınava (KPSS 2016) girip en az 70 puan alıp başvuranlar arasından en yüksek puandan başlamak üzere ilan edilen pozisyon sayısının;
   - Sözleşmeli infaz ve koruma memuru ve destek personeli (şoför) adayları için on katı (on katı infaz ve koruma memuru adayı bayan ve erkek için ayrı ayrı belirlenecektir.)
   - Diğer sağlık personeli (sağlık memuru), destek personeli (aşçı, kaloriferci) ve teknisyen adayları için beş katı (teknisyenler için beş katı aday her branş için ayrı ayrı belirlenecektir.)
   - Sözleşmeli büro personeli (ceza infaz kurumu katibi) adayları için ise yirmi katı uygulamalı sınava çağrılacaktır. Uygulamalı sınavda başarılı olanlar arasından doğru kelime sayısı esas alınmak kaydıyla en fazla doğru kelime yazan adaydan başlamak üzere ilan edilen kadro sayısının üç katı kadar aday sözlü sınava çağrılacaktır.

   3. Başvurularda, lisans mezunları için 2016 KPSSP3, önlisans mezunları için 2016 KPSSP93, ortaöğretim mezunları için 2016 KPSSP94 puanı esas alınmak kaydıyla Kamu Personeli Seçme Sınavından 70 ve daha yukarı puan almış olma şartı aranacaktır.

   4. Sözleşmeli Pozisyonlara Yerleşebilmek İçin Gereken Şartlar;

   I. Genel Şartlar:
a)
Türk Vatandaşı olmak,
b) Kamu haklarından mahrum bulunmamak,
   Türk Ceza Kanunu'nun 53'üncü Maddesinde belirtilen süreler geçmiş olsa bile; kasten işlenen bir suçtan dolayı bir yıl veya daha fazla süreyle hapis cezasına ya da affa uğramış olsa bile devletin güvenliğine karşı suçlar, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, milli savunmaya karşı suçlar, devlet sırlarına karşı suçlar ve casusluk, zimmet, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, güveni kötüye kullanma, hileli iflas, ihaleye fesat karıştırma, edimin ifasına fesat karıştırma, suçtan kaynaklanan mal varlığı değerlerini aklama veya kaçakçılık suçlarından mahküm olmamak,
c) Askerlikle ilgisi bulunmamak veya askerlik çağına gelmemiş bulunmak veya askerlik çağına gelmiş ise muvazzaf askerlik hizmetini yapmış yahut ertelenmiş veya yedek sınıfa geçirilmiş olmak,
d) Güvenlik soruşturması olumlu sonuçlanmak,
e) Adalet Bakanlığı Memur, Sınav-Atama ve Nakil Yönetmeliğinin 6-18/c maddesinde bulunan şartları taşıdığını Sağlık Bakanlığına bağlı tam teşekküllü Devlet hastanelerinden alacakları sağlık kurulu raporu ile belgelemek,
f) Merkezi sınavdan (KPSS) en az 70 puan almak,
g) Yapılacak sınavın son başvuru tarihi olan 25/10/2017 itibarıyla 18 yaşını doldurmuş olmak;

   Merkezi sınavın (KPSS-2016) yapıldığı yılın Ocak ayının birinci günü itibarıyla; infaz ve koruma memurları için 30 yaşını bitirmemiş olmak (01 Ocak 1986 ve sonrası doğumlu olanlar sınava müracaat edebilecektir.); teknisyen, büro personeli (ceza infaz kurumu katibi), destek personeli (aşçı, kaloriferci, şoför) için ise 35 yaşını bitirmemiş olmak (01 Ocak 1981 ve sonrası doğumlu olanlar sınava müracaat edebilecektir.)

h) Hizmet göreceği sınıfla ilgili özel kanun veya diğer mevzuatta aranan şartları taşımak.

     II. Özel şartlar:
     A-
Sözleşmeli infaz ve koruma memurluğuna yerleşebilmek için ;
a) En az lise veya dengi okul mezunu olmak,
b) Yapılacak sınavın son başvuru tarihi olan 25/10/2017 itibarıyla 18 yaşını doldurmuş olmak, merkezi sınavın (KPSS-2016) yapıldığı yılın Ocak ayının birinci günü itibarıyla 30 yaşını bitirmemiş olmak,(01 Ocak 1986 ve sonrası sonrası doğumlu olanlar sınava müracaat edebilecektir.)
c) Erkeklerde 170 cm., kadınlarda 160 cm.'den kısa boylu olmamak,
d) Boy uzunluğunun santimetre cinsinden son iki rakamı ile kilosu arasındaki fark 13'ten fazla, 17'den az olmamak, (Örneğin; 170 cm boyunda olan bir adayın kilosunun 70+13=83'ten fazla, 70-17=53'ten az olmaması gerekmektedir.)

     B- Sözleşmeli büro personeli (ceza infaz kurumu katipliği) pozisyonlarına yerleşebilmek için;
a) Fakülte veya yüksek okulların bilgisayar bölümü, adalet yüksekokulu, meslek yüksekokullarının adalet bölümü, adalet ön lisans programı, adalet meslek lisesi veya diğer lise ve dengi okulların ticaret veya bilgisayar bölümlerinden mezun olmak, (Bu maddede sayılan öğretim kurumlarından mezun olanlardan daktilo veya bilgisayar sertifikası istenmeyecektir.)
b) Yukarıda sayılanlar dışında, en az lise veya dengi okul mezunu olup, daktilo ya da bilgisayar dersini başarıyla tamamladığını belgelemek veya son başvuru tarihi itibarıyla Milli Eğitim Bakanlığınca onaylı veya kamu kurum ve kuruluşlarınca düzenlenen kurslar sonucu verilen daktilo ya da bilgisayar sertifikasına sahip olmak. (Örgün eğitim yoluyla verilen bilgisayar ya da daktilografi dersini başarıyla tamamladığını resmi olarak belgeleyenlerden daktilo veya bilgisayar sertifikası istenmeyecektir.)
c) Uygulama sınavından en az bir hafta önce Bakanlık internet sitesinde ilan edilecek yazılı metinler arasından, sınav sırasında her bir grup için komisyon tarafından çekilecek kura sonucu belirlenen ve adaylara yazılı olarak verilen bir metinden daktilo veya bilgisayar ile üç dakikada yanlışsız en az doksan kelime yazmak, (Bu şartın varlığı ilgili adalet komisyonlarınca yapılacak uygulama ile tespit edilecek olup, vuruş hesabı yapılmadan üç dakikada yanlışsız olarak en az doksan kelime yazamayan adaylar sözlü sınava alınmayacaklardır.)

     Adayların uygulama sınavında yanlışsız olarak en az doksan kelime yazıp yazmadıkları tespit edilirken; verilen metne sadık kalınıp kalınmadığına, yanlış yazılan kelime sayısı ile yazı içerisindeki kelime ve cümle tekrarları nedeniyle metnin anlam bütünlüğünün bozulup bozulmadığına dikkat edilecektir. Bu işlem yapılırken yanlış yazılan kelime sayısının toplam yazılan kelime sayısına oranının yüzde kırktan fazla olması halinde yazılan metnin anlam bütünlüğü şartını taşımadığı kabul edilecektir.

     C- Sözleşmeli diğer sağlık personeli (sağlık memuru) pozisyonlarına yerleşebilmek için;
     Meslek liselerinin hemşirelik, toplum sağlığı veya acil tıp teknisyenliği bölümlerinden ya da bu bölümlerin lisans veya önlisans programlarından mezun olmak,

     D- Sözleşmeli destek personeli (şoför) pozisyonlarına yerleşebilmek için;
a) En az lise veya dengi okul mezunu olmak,
b) E sınıfı sürücü belgesine sahip olmak (ya da Karayolları Trafik Yönetmeliğinde 17/04/2015 tarihli ve 29329 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan değişiklik ile 1 Ocak 2016 tarihi itibari ile yeni tip D sınıfı sürücü belgesine sahip olmak)

     E- Sözleşmeli teknisyen pozisyonlarına yerleşebilmek için;
a) En az meslek liseleri veya teknik liselerin ilgili bölümlerinden mezun olmak,
b) Yerleştirileceği pozisyonun gerektirdiği teknik bilgiye sahip olmak.

     F- Sözleşmeli destek personeli (aşçı ve kaloriferci) pozisyonlarına yerleşebilmek için;
a) En az lise veya dengi okul mezunu olmak,
b) Halk Eğitim Müdürlükleri veya diğer resmi kurum ve kuruluşların ilgili branşta düzenlediği kurslardan mezun olmak veya ilgili branşta sertifika sahibi olmak,

     gerekmektedir.

     5. Başvuru tarihi :     Başvurular 13/10/2017 günü başlayıp, 25/10/2017 günü mesai saati bitiminde sona erecektir.

     6. Başvuru yeri ve şekli:     Adaylar, yapılacak olan sözlü sınav ve uygulamalı sınava, adalet komisyonu başkanlıklarından veya Bakanlık internet sitesinden temin edecekleri EK-1 başvuru formunu doldurup, öğrenim belgesi ve sınav sonuç belgesinin aslı veya bilgisayar çıktısı ya da komisyon başkanlığınca onaylı örneği ile birlikte en son başvuru günü mesai bitimine kadar sınavı yapacak adalet komisyonu başkanlığına (sınav merkezi) veya herhangi bir adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonu başkanlığına başvuracaklardır.Adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonu başkanlıkları dışında herhangi bir mercie yapılan başvuru kabul edilmeyecektir. Yine adalet komisyonu başkanlıklarına posta veya kargo ile yapılan başvurular kabul edilmeyecektir.
     Başvuruyu alan adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonu tarafından UYAP üzerinden sınav ortak rolünden sınavı yapacak adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonunun (sınav merkezi) tanımladığı sınav numarası seçilerek başvuru kaydedilecektir. Daha sonra başvurulara ilişkin evrak; masrafı ilgilisinden alınmak suretiyle aynı gün acele posta servisi (APS) ile ilgili adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonu başkanlığına (sınav merkezine)ivedi gönderilecektir.
     Adaylar, bir unvan için sadece bir adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonu başkanlığının yapacağı sınava başvurabileceklerdir. Aynı unvan için birden fazla komisyona başvurulması durumunda başvurular geçersiz sayılacak, bu şekilde sınava girenler kazanmış olsalar dahi yerleştirme işlemleri yapılmayacaktır.
    Adaylar, aranan şartları taşımaları halinde ayrı ayrı diğer unvanlar için aynı veya farklı sınav merkezi tarafından sınavı yapılacak adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonu başkanlığını tercih edebilecektir. (Örneğin adaylar infaz ve koruma memuru unvanı için sadece bir yere başvuru yapılabilecektir. Yine aynı aday gerekli şartları taşıması halinde büro personeli (cezaevi katipliği) veya diğer bir unvan için de aynı veya farklı bir yere başvuru yapabilecektir.)

     7. Sınav yeri:     EK-2 listede belirtilen adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonu başkanlıklarıdır (Sınav merkezleridir).

     8. Sınava alınacak aday sayısı ve ilanı:     Sözlü sınava katılacak teknisyen, sağlık memuru, aşçı, kaloriferci adayları ile uygulama sınavına katılacak büro personeli (ceza infaz kurumu katibi), şoför ve boy-kilo ölçümüne katılacak infaz ve koruma memuru adayları sözlü sınavdan önce 06/11/2017 tarihinde ilgili sınav merkezlerinde ve varsa ilgili sınav merkezinin bağlı olduğu Cumhuriyet başsavcılığı resmi internet sitelerinde ilan edilecek olup, ayrıca yazılı bildirim yapılmayacaktır.Sınava katılma hakkını elde edemeyen başvuru sahiplerine herhangi bir bildirimde bulunulmayacaktır.

     9. Boy kilo ölçümü:     İnfaz ve koruma memurları için ilan edilen pozisyon sayısının on katı aday içerisinden boy ve kilo şartını taşıyanlar sözlü sınava katılmaya hak kazanacaktır. Sözlü sınava katılmaya hak kazanan infaz ve koruma memuru adaylarının boy ve kilo ölçümleri her bir adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonu için ayrı ayrı olmak üzere13/11/2017 ve devam eden günlerde yapılacak olup, adayların boy-kilo ölçümüne hangi gün katılacakları ilgili sınav merkezlerince ilan edilecektir. Boy kilo ölçümüne katılmayanların mazeretleri kabul edilmeyecek, sözlü sınava katılamayacaklardır.

    10. Sözleşmeli büro personeli (ceza infaz kurumu katipliği) uygulama sınav tarihi:     20/11/2017 tarihinde adayların daktilo veya bilgisayar ile vuruş hesabı yapılmadan üç dakikada yanlışsız olarak en az doksan kelime yazıp yazmadıklarının tespiti için uygulama sınavı yapılacaktır. Belirtilen günde uygulama sınavının bitirilememesi halinde takip eden günlerde sınava devam edilecektir.

     11. Şoförler için uygulama sınav tarihi:     23/11/2017 tarihinde yapılacaktır. Belirtilen günde uygulama sınavının bitirilememesi halinde takip eden günlerde sınava devam edilecektir.

     12. Güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması:     Boy kilo ölçümünün yapılacağı tarihte sözleşmeli infaz ve koruma memuru adaylarının güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması formunu (EK-3) doldurarak (4 adet) vukuatlı nüfus kayıt tablosu ile birlikte sınavı yapacak olan sınav merkezine teslim etmeleri gerekmektedir.
     Teknisyen, sağlık memuru, aşçı, kaloriferci adayları ile uygulama sınavına katılacak büro personeli (ceza infaz kurumu katibi) ve şoför adaylarının sözlü sınava girmeye hak kazananların isimleri 28/11/2017 tarihinde ilan edilmesi gerekmekte olup, ilan edilen adayların güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması formunu (EK-3) doldurarak (4 adet) vukuatlı nüfus kayıt tablosu ile birlikte en geç 04/12/2017 tarihine kadar sınav merkezine teslim etmeleri gerekmektedir.

     13. Sözlü sınav tarihi:     Sözleşmeli infaz ve koruma memuru, büro personeli (ceza infaz kurumu katipliği), teknisyen, diğer sağlık personeli (sağlık memuru), destek personeli (şoför, aşçı ve kaloriferci) sözlü sınavı 25/12/2017 ve devam eden günlerde yapılacaktır. Alınacak personel sayısı ve unvanına göre sözlü sınavın tarihleri sınavı yapacak ilgili sınav merkezince belirlenerek ilan edilecektir.

     14. Sınav şekli:     Sınav sözlü ve uygulamalı olarak yapılacaktır.

     15. Sözlü sınav konuları:
a)
İlgilinin atanacağı kadronun gerektirdiği mesleki bilgi (40 puan),
b) Atatürk ilkeleri ve inkılap tarihi (20 puan),
c) Genel kültür (20 puan),
d) Bir konuyu kavrama ve ifade yeteneği (20 puan),

     konularından oluşmaktadır.

     Adayın sözlü sınavda başarılı sayılabilmesi için 100 tam puan üzerinden en az 70 puan alması gerekecektir.
     Şoför pozisyonuna alınacak adayların mesleki bilgisi tespit edilirken araç başında ve araç kullanma becerisi ölçülmek suretiyle yapılacaktır.
     Aşçılık sözlü sınavında; Milli Eğitim Bakanlığına bağlı meslek liseleri ve Halk Eğitim Merkezi Müdürlüklerinde görevli öğretmen, uzman veya usta öğreticilerinden veya diğer resmi kurum ve kuruluşlarda aşçılık unvanında görevli kişilerin görüşüne başvurulabilir.

     16. Nihai Başarı Listesi:     Nihai başarı listesi adayların merkezi ve sözlü sınavda aldıkları puanların aritmetik ortalamasına göre en yüksek puandan başlayarak sıralanması suretiyle düzenlenecektir. İnfaz ve koruma memuru ile büro personeli (ceza infaz kurumu katipliği) pozisyonlarına atanacaklara ilişkin nihai başarı listesi düzenlenirken öncelikle hukuk fakültesi, adalet meslek yüksekokulu, yüksekokulların adalet programı ve adalet önlisans programı mezunları en yüksek puan alan adaydan başlamak suretiyle her bir adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonu için ayrı ayrı sıralanacak olup, diğer adaylar bu sıralamayı takiben kendi aralarında en yüksek puandan başlayarak sıralanacaktır.

     17. İlanda belirtilen nitelikleri taşımadıkları sonradan anlaşılan adaylar hakkında yapılan tüm işlemler iptal edilecektir.

     18. Sınav sonucunun tebliğinden itibaren 15 gün içerisinde belgelerini teslim etmeyen veya yerleştirme onayının tebliğinden sonra 15 gün içerisinde görevine başlamayan ya da aranılan şartları taşımadığı sonradan anlaşılanların sözleşmeleri iptal edilecek ve yerlerine puan sıralamasına göre aynı adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonu için belirlenen yedek adaylardan yerleştirme işlemi sınav merkezi tarafından yapılacaktır.

     19. İlan metninde belirtilmeyen hususlar hakkında, ilgili mevzuat hükümlerine göre işlem yapılacaktır.

     20. Sözleşmeli olarak istihdam edilecek personelin yerleştirilmeleri ihtiyaç durumu dikkate alınarak belirlendiğinden;söz konusu pozisyonlara müracaat edeceklerin sınava başvuru tarihinden önceki mazeretleri kurum içi istihdama esas alınmayacak olup, ilgililerin ileride mağduriyete uğramamaları açısından (eş, sağlık, öğrenim gibi) durumlarına en uygun adalet komisyonuna başvurmaları gerekmektedir.

     DUYURULUR

12 Ekim 2017 Perşembe

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER ♥ ✿ܓ ♥ İYİLİĞİ EMİR - KÖTÜLÜKTEN NEHİY (5)

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN
23 * İYİLİĞİ EMİR ~ KÖTÜLÜKTEN NEHY - 5
23- باب الأمر بالمعروف والنهي عَن المنكر

196- الْحَادي عشَرَ : عنْ أَبِي سَعيد الْخُدريِّ رضي اللَّه عنه عن النبيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال: «أَفْضَلُ الْجِهَادِ كَلِمَةُ عَدْلٍ عندَ سلْطَانٍ جائِرٍ »رواه أبو داود ، والترمذي وقال: حديثٌ حسنٌ .
     196. Ebû Saîd el-Hudrî radiyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Cihadın en faziletlisi, zâlim sultanın karşısında hakkı ve adaleti söylemektir.”

Ebû Dâvûd, Melâhim 17;
Tirmizî, Fiten 13.
Ayrıca bk. Nesâî, Bey’at 37;
İbni Mâce, Fiten 20
     Bir sonraki hadis ile birlikte açıklanacaktır.

197- الثَّاني عَشَر : عنْ أَبِي عبدِ اللَّه طارِقِ بنِ شِهابٍ الْبُجَلِيِّ الأَحْمَسِيِّ رضي اللَّه عنه أَنَّ رجلاً سأَلَ النَّبِيَّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، وقَدْ وَضعَ رِجْلَهُ في الغَرْزِ : أَيُّ الْجِهادِ أَفْضَلُ؟ قَالَ : «كَلِمَةُ حقٍّ عِنْدَ سُلْطَانٍ جائِر » رَوَاهُ النسائيُّ بإسنادٍ صحيحٍ .
« الْغَرْز » بِعَيْنٍ مُعْجَمةٍ مَفْتُوحةٍ ثُمَّ راءٍ ساكنة ثم زَاي ، وَهُوَ ركَابُ كَورِ الْجمَلِ إِذَا كَانَ مِنْ جِلْدٍ أَوْ خَشَبٍ ، وَقِيلَ : لاَ يَخْتَصُّ بِجِلدٍ وَخَشَبٍ .
    197. Ebû Abdullah Târık İbni Şihâb el-Becelî el-Ahmesî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ayağını özengiye koymuş vaziyette iken, bir adam:
     – Hangi cihad daha faziletlidir, diye sordu? Peygamberimiz:
     – “Zâlim sultan katında söylenen hak söz” buyurdular.

     Nesâî, Bey’at 37. Ayrıca bir önceki hadisin kaynaklarına bakınız.

     Târık İbni Şihâb el-Becelî:
     Sahâbe-i kirâmdan olup, Ebû Abdullah künyesiyle anılır. Büceyle kabilesinden Ahmes kolundan olduğu için, el-Becelî ve el-Ahmesî nisbeleriyle bilinir. Hem Câhiliye döneminde yaşadı, hem de Peygamber Efendimiz ile islâm döneminde dost oldu. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in halifelikleri döneminde 34 savaşa iştirak etti. Hulefâ-yi Râşidîn ve diğer sahâbîlerden hadis nakletti. Rivayet ettiği hadislerden bir kısmı Sünen eserlerde yer alır.
     Târık, Kûfe’ye yerleşmişti. 83 (702) senesinde orada vefat etti.
     Allah ondan razı olsun.

     Açıklamalar:
     Zâlimler, hak ve hukuk gözetmeyen, insanlara ezâ ve cefâ eden, adalet gibi bir faziletten mahrum olanlardır. Zulmün her çeşidi ve zâlimlerin her biri; çirkin, sevimsiz ve kötüdür. Ancak, yöneticiler zâlim olursa, zulüm toplumun lider kadrosunda ise, bu daha da çirkin, kötü ve yıkıcı olur. Zulüm, insanlık tarihinin her döneminde var olageldi. Nice zâlimlerin akibetini toplumlar müşahade etti. Bütün bunlara rağmen zulmün sonu da gelmedi. Peygamberler yeryüzünde şirki, küfrü ve bu ikisinden kaynaklanan zulmü ortadan kaldırmak üzere geldiler. Her peygamber, insanlık tarihi boyunca eşsiz adalet örnekleri sergiledi. Fakat insanoğlu, fıtrattan, hak ve hakikatten, Allah’ın gösterdiği yoldan sapıp yine zulme yöneldi. Kur’ân-ı Kerîm, bunların canlı ibret tablolarını, insanlığın gözleri önüne serer. Peygamber Efendimiz’in pek çok hadislerinde de, zulmün ne büyük bir musibet olduğu ısrarla bizlere hatırlatılır.
     Kur’an ve Sünnet’in bu yol ve yön göstericiliğine rağmen tarih boyunca İslâm toplumlarında da zâlimlere ve zulümlere rastlamaktayız. Onların akıbeti de öncekilerden farklı olmadı ve kendilerinden sonrakiler için ibret verici oldu. Çünkü zulüm hiç bir zaman sürekli yaşamadı. Zâlimlerin âkibeti hep birbirine benzedi; neticede galib gelen mazlumlar oldu; çünkü Allah Teâlâ zâlime değil, mazluma yardım eder.
     Adalet ya da zulüm konusunda toplumları değerlendirirken ele almamız gereken ilk merci ve vereceğimiz hükme esas teşkil edecek ilk mevki ve makam, yönetim mekanizmasıdır. Yönetimde ise ilk temel unsur, devleti yöneten kişidir. Çünkü toplumda yönetim, insanda beyin mesabesindedir. Nasıl insan vücudunda beyin fonksiyonlarını yitirdiğinde, bütün vücut fonksiyonlarını kaybederse, toplumda da yönetici kadro fonksiyon icra etmezse, toplumun diğer kademeleri de işlemez hale gelir. O halde yönetim işin temelidir, esasıdır, “olmazsa olmaz”ıdır. Ayrıca, dokunulması, düzeltilmesi, tedavisi en zor fakat yaşamak için en lüzumlu olanıdır.
     İşte yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığımız, sebeplerden dolayı, zalim idarecinin karşısında hakkı söylemek en büyük cihaddır. Zira bu teşebbüste başarıya ulaşılırsa, hem zâlim kurtulmuş ve Allah’a kulluk şuuruna ermiş olur, hem de toplum zâlimin zulmünden kurtulmuş, en büyük fazilet olan adalete kavuşmuş olur. Böylece cihad başarıya ulaşmış, Allah’ın adının ve dininin yeryüzünde hâkimiyeti de sağlanmış olur. Yöneticiyi ikaz edecek olanlar öncelikle âlimlerdir. Halka düşen görev ise, zâlimin zulmüne rıza göstermemek, bu zulümlere ortak olmamak, kalbiyle buğz etmek ve zâlimlerin yaptıklarını kötü görmektir.
     Cephede cihad eden kimse, korku ile ümit arasında olur. Gâlip mi gelecek, mağlup mu olacak? Bunu bilemez; fakat galibiyet için çalışır. Zâlim idareciye karşı çıkmak, bu görevi yapanın belki de hayatına malolacak bir cihaddır. Bu cihadı göze alanlar en büyük kahramanlardır. Çünkü ölümü göze almışlardır. Tarih boyunca görülen gerçek şudur: Zâlimlere karşı çıkanlar, hayatlarını feda ederek, toplumları ve insanlığı kurtarmışlardır.
     Zâlim yöneticiler, yeryüzünü bir kan gölüne çevirirler. Onların zulmüne engel olmak maksadıyla, ma’rûfu emir ve münkeri nehiy vazifesini yerine getirenler, öncelikle kendileri mes’uliyetten kurtulmuş olurlar. Şayet yönetici ıslah olursa, kendisiyle birlikte topyekün insanlar kurtuluşa ererler. İslâmdaki cihadın gayesi de bundan ibarettir. Cihadda, bugünün merhametsiz, acımasız, insanlık dışı harblerinde olduğu gibi insan hayatına kastetme ve önüne geleni öldürme asla söz konusu değildir. Bunun tam aksine, cihad, fert ve toplumu dünya ve âhiret saadetine ulaştıracak adalete dayalı bir nizam kurmak, yeryüzünde inanan-inanmayan herkesin, Allah’ın hâkimiyetine girmelerini temin edip, zâlimlerin zulmünden kurtulmalarını sağlamak için yapılan bir ibadettir.
     Cihadda prensib şudur: Bir tek kişiyi mü’min yapmak, bin kâfiri yok edip ortadan kaldırmaktan daha faziletlidir. İslâm’ın gayesi insanları öldürmek değil, yaşatmaktır. Ama bu nizamın gelmesine karşı çıkan ve zulmün devamını isteyenlerle elbette harp edilir. Bunun kâidelerini de yine İslâm koyar.

     Hadislerden Öğrendiklerimiz:
     1. Cihad sadece cephede yapılan savaş olmayıp, çeşitli mertebeleri ve dereceleri vardır.
     2. Ma’rûfu emir ve münkeri nehiy de cihaddır.
     3. Adaletli olmayan, zâlim idarecilere karşı, hakkı söylemek cihadın en üstün mertebesidir.
     4. Nasihat ehli âlimler, yöneticileri uyarmak zorundadırlar.

198- الثَّالِثَ عشَرَ : عن ابن مَسْعُودٍ رضي اللَّه عنه قال : قال رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : «إِنَّ أَوَّلَ مَا دخَلَ النَّقْصُ عَلَى بَنِي إِسْرائيلَ أَنَّه كَانَ الرَّجُلُ يَلْقَى الرَّجُلَ فَيَقُولُ : يَا هَذَا اتَّق اللَّه وَدعْ مَا تَصْنَعُ فَإِنَّهُ لا يَحِلُّ لك ، ثُم يَلْقَاهُ مِن الْغَدِ وَهُو عَلَى حالِهِ ، فلا يمْنَعُه ذلِك أَنْ يكُونَ أَكِيلَهُ وشَرِيبَهُ وَقعِيدَهُ ، فَلَمَّا فَعَلُوا ذَلِكَ ضَرَبَ اللَّه قُلُوبَ بَعْضِهِمْ بِبَعْضٍ » ثُمَّ قال :  { لُعِنَ الَّذِينَ كَفَروا مِنْ بنِي إِسْرَائِيلَ عَلَى لِسَانِ داوُدَ وعِيسَى ابنِ مَرْيمِ ذلِك بما عَصَوْا وكَانوا يعْتَدُونَ ، كَانُوا لا يَتَنَاهَوْنَ عنْ مُنْكَرٍ فَعَلُوهُ لَبِئْسَ ما كانُوا يَفْعلُون صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم تَرى كثِيراً مِنْهُمُ يَتَوَلَّوْنَ الَّذينَ كَفَرُوا لَبِئْسَ مَا قَدَّمتْ لَهُمْ أَنْفُسُهُمْ }
إلى قوله :  { فَاسِقُونَ }  [ المائدة : 78، 81 }  ثُمَّ قَالَ : « كَلاَّ ، وَاللَّه لَتَأْمُرُنَّ بالْمعْرُوفِ ، وَلَتَنْهوُنَّ عَنِ الْمُنْكَرِ، ولَتَأْخُذُنَّ عَلَى يَدِ الظَّالِمِ ، ولَتَأْطِرُنَّهُ عَلَى الْحَقِّ أَطْراً ، ولَتقْصُرُنَّهُ عَلَى الْحَقِّ قَصْراً ، أَوْ لَيَضْرِبَنَّ اللَّه بقُلُوبِ بَعْضِكُمْ عَلَى بَعْضٍ ، ثُمَّ لَيَلْعَنكُمْ كَمَا لَعَنَهُمْ » رواه أبو داود، والترمذي وقال : حديث حسن .
     198. İbni Mes’ûd  radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem  şöyle buyurdu:
     “İsrailoğulları arasında dinden sapma, ilk defa şöyle başladı:
     Bir adam bir başka adama rastlar ve:
     Bana baksana! Allah’dan kork ve yapmakta olduğun şeyi terket. Çünkü bu sana helâl değildir, derdi. Ertesi gün, aynı işi yaparken o adamla tekrar karşılaşır ve kendisini yaptığı kötü işten nehy etmediği gibi, onunla yiyip içmekten ve birlikte olmaktan da çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allah Teâlâ kalblerini birbirine benzetti. Sonra Resûl-i Ekrem şu âyeti okudu:
     “İsrâiloğullarından kâfir olanlar Dâvud’un ve Meryem oğlu İsâ’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, baş kaldırmaları ve aşırı gitmeleriydi. Birbirlerinin yaptıkları fenalıklara mani olmuyorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü idi! Onlardan çoğunun inkâr edenleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin onlara âhiret hayatı için hazırladığı şeyler ne kötüdür! Allah onlara gazab etmiştir, onlar azab içinde temelli kalacaklardır. Eğer Allah’a Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi, fakat onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir” [Mâide sûresi (5), 77-81].
     Hz. Peygamber bu âyetleri okuduktan sonra şöyle buyurdu:
     “Hayır, Allah’a yemin ederim ki; ya iyiliği emreder, kötülükten nehyeder, zâlimin elini tutup zulmüne mani olur, onu hakka döndürür ve hak üzerinde tutarsınız ya da Allah Teâlâ kalblerinizi birbirine benzetir, sonra da İsrâiloğullarına lânet ettiği gibi size de lânet eder.”
Ebû Dâvûd, Melâhim 17;
Tirmizî, Tefsîru sûre (5), 6, 7

     Yukarıdaki tercüme Ebû Dâvûd’un metnine aittir. Tirmizî’nin metninin tercümesi ise şöyledir:
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “İsrâiloğulları günahlara daldıklarında, âlimleri onları nehyettiyse de onlar işledikleri günahları terk etmediler. Bu defa âlimleri de onlarla birlikte oturdular, beraberce yediler, içtiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ da onların kalblerini birbirine benzetti. Dâvûd ve Meryem oğlu İsâ’nın diliyle onlara lânet etti. Bu onların isyan etmeleri ve haddi aşmaları sebebiyle idi.”
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yaslandığı yerden doğrulup oturarak:
     “Hayır! Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, onları hakka boyun eğdirinceye kadar bu böyle devam edecektir” buyurdular.

     Açıklamalar:
     Kur’ân-ı Kerîm’de olduğu gibi, Peygamber Efendimiz’in hadislerinde de geçmiş ümmetlerle ilgili bilgiler vardır. Bu hadîs-i şerif, İsrâiloğullarıyla ilgili bilgiler sunan ve metinde geçtiği üzere, Kur’an’ın konuyla alâkalı âyetlerine açıklamalar getiren bir rivayettir.
     Bu rivayet, toplumun nasıl bozulmaya başladığını, niçin lânetlendiğini, yani Allah’ın rahmetinden mahrum bırakıldığını ve âkibetlerinin ne olduğunu gözler önüne sermektedir. Şayet halkta başlayan bozulmaya âlimler ve yöneticiler engel olmaz, ma’rûfu emir ve münkerden nehiy vazifesini yerine getirmezlerse, bunun aksine kötülüklere göz yumar, kötülerle beraber düşer kalkarlarsa, onlarla yiyip içerlerse, Allah da onların kalblerini birbirlerine benzetir; günah işlemeyenlerin kalplerini, günah işleyenlerin kötülükleri yüzünden karartır.
     Çünkü onlar, günah işleyenleri günahlarından vazgeçirmemiş, aksine hoş görmüşlerdir. Böylece hepsinin kalpleri katılaşmış, hakkı ve hayrı kabulden uzaklaşmış, isyanları sebebiyle rahmetten de mahrum bırakılmışlardır.

     Hz. Peygamber Kur’an âyetlerini de okuduktan sonra bizden şunları istiyor:
  • İyiliği emredip kötülükten nehyetmek,
  • Zâlimin elinden tutup zulmüne engel olmak,
  • Zâlimi hakka döndürmek,
  • Zâlimi hak üzerinde tutmak.
     Şâyet bunlar yapılmazsa, Allah bizim kalplerimizi de birbirine benzetir. Sonra da İsrâiloğullarının lânetlendiği gibi lânete hak kazanırız.

     Hadisten Öğrendiklerimiz:
     1. Açıktan işlenen günah ve kötülüklere engel olmak, yöneticilerin ve âlimlerin görevidir.
     2. Yöneticiler ve âlimler kötülüğe göz yumar ve onu kendileri de işlerse, toplumun çürümeye ve çöküntüye gidişi hızlanır.
     3. Kötülüğe ses çıkarmamak, kötülüğü teşvik ve yayılmasına vesile olmaktır.
     4. Kötülükleri ortadan kaldırmak sadece sözle veya kalben buğz etmekle mümkün olmaz. Elle de müdahale şarttır, zulmü mutlaka önlemek gerekir. Bu yapıyı teşekkül ettirmek müslümanlar için bir vecibedir.


199- الرَّابعَ عَشَر : عن أَبي بَكْرٍ الصِّدِّيق ، رضي اللَّه عنه . قال : يا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّكُمْ تقرءونَ هَذِهِ الآيةَ : { يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا علَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لا يَضُرُّكُمْ منْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ }  [المائدة : 105 ] وإِني سَمِعت رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يَقُولُ : « إِنَّ النَّاسَ إِذَا رَأَوْا الظَّالِمَ فَلَمْ يَأْخُذُوا عَلَى يَدَيْهِ أَوْشَكَ أَنْ يَعُمَّهُمُ اللَّه بِعِقَابٍ مِنْهُ » رواه أبو داود ، والترمذي والنسائي بأسانيد صحيحة .

     199. Ebû Bekir es-Sıddîk radıyallahu anh şöyle dedi:
     Ey insanlar! Şüphesiz siz şu âyeti okuyorsunuz:
     “Ey inananlar! Siz kendinize bakın, doğru yolda iseniz sapıtan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. İşlemekte olduklarınızı size haber verecektir” [Mâide sûresi (5), 105].
     Oysa ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işittim:
     “Şüphesiz ki insanlar zâlimi görüp de onun zulmüne engel olmazlarsa, Allah’ın kendi katından göndereceği bir azabı hepsine umumileştirmesi yakındır.”
Ebû Dâvûd, Melâhim 17;
Tirmizî, Fiten 8; Tefsîru sûre (5), 17.
Ayrıca bk. İbni Mâce, Fiten 20
     Açıklamalar:
     Hz. Ebû Bekir, insanların bu âyeti okuyup, gerçeği anlamadıklarından şikayetçidir. Yani herkes kendince müstakil, ferdî bir hayat yaşasın, kimse kimseye karışmasın tarzında bir anlayışa sahip olduklarından yakınmaktadır. Oysa müslüman olmanın, hak yolda bulunmanın gereklerinden biri de, gücünün yettiği kadar ma’rûfu emir ve münkerden nehiy vazifesini yerine getirmektir. Bu konuyu daha önce yaptığımız izahlarla yeterince açıklığa kavuşturmuş bulunuyoruz.
     Âyette kastedilen mâna, her fert kendi vazifesini yapar, İslâm toplumu da geneli itibariyle iyi hal üzere bulunur, hidâyet üzere gider, böylece fert ve toplum olarak müslümanlar doğru ve hak yolda olurlarsa, kâfirlerin, müşriklerin yabancı din ve milletlerin sapıklıkları onlara zarar vermez, tarzında anlaşılmalıdır. Yoksa, ben kötülük yapmıyorum ya, başkaları ne yaparsa yapsın diyerek, içinde yaşadığı toplumdan kopuk bir hayat süren ve onların dertleriyle ilgilenmeyenler, bizzat kendileri doğru yolu bulamamış, mes’uliyet hissine sahip olamamış sayılırlar. Neticede, toplumun yönetimini şerlilerin ve sapıkların ellerine teslim ederler. Bundan doğacak zararı da herkes çeker.

     Hadisten Öğrendiklerimiz:
     1. Kur’an ve Sünnet’i geneli içinde ve doğru olarak anlamak gerekir.
     2. Ferdin ve toplumun ıslahı birlikte düşünülmeli, toplum ferde, fert topluma feda edilmemelidir.
     3. Ferdî ihmallerden doğacak zarar, toplumu da etkiler. Aynı şekilde, sapıklığa düşmüş toplumlara gelen felâket, fertleri de kapsamı içine alır. Fertlerin iyiliği de ona engel olamaz. Çünkü iyiler, toplumun ıslahı için gerekeni yapmamışlardır.
Riyazüs Salihin, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, Hadis-i Şerifler,Tercüme Ve Şerh, İmam Nevevi, Mehmet Yaşar Kandemir, 8 Cilt Takım Büyük Boy
harika ayıraç ile ilgili görsel sonucu

8 Ekim 2017 Pazar

KELİMELER ~ KAVRAMLAR: VÜCÛD

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
VÜCÛD
(الوجود)

     Allah (cc.) 'ın, zihnin dışında gerçekliğinin bulunduğunu ve yokluğunun düşünülemeyeceğini belirten sıfat.

     Sözlükte “var olmak, bulunmak; varlık” anlamındaki vücûd felsefe terimi olarak “bir şeyin zihinde ve zihnin dışında gerçek varlığa sahip olması” veya “bir şeyin aklî tahlil yoluyla belirlenen mahiyeti, zatı” diye tanımlanır.
     Vücûd “bir şeyin zatının (özünün) dış dünyada fiilen tahakkuk etmesi” mânasında da kullanılır (Tehânevî, II, 1770; Alâeddin et-Tûsî, s. 224).
     Dinî bir terim olarak vücûd, Allah’ın zihnin dışında gerçekliğinin bulunduğunu ve mevcudiyeti zorunlu bir varlık (vâcibü’l-vücûd) olduğunu belirtir.
     Allah’ın varlığı zâtının gereği yani kendindendir (bizâtihî/lizâtihî), O’nun dışındaki varlıkların mevcudiyeti ise kendileri dışındandır (bigayrihî/ligayrihî).
     Kur’ân-ı Kerîm’de insanların doğuştan Allah’ın varlığına dair bilgiye veya eğilime sahip kılındıkları ve bu selim fıtratın bozulmayacağı ifade edilir (el-A‘râf 7/172; er-Rûm 30/30). Kur’an’ın beyanıyla, asil ve şerefli bir varlık olarak yaratılıp (el-İsrâ 17/70) imtihan dünyasında yaşatılan insan, içten gelen nefsânî arzular ve dıştan gelen saptırıcı akımlarla temiz fıtratını köreltebilir. Bununla birlikte hayatta karşılaşılan fevkalâde olaylar, hastalık ve felâketler kişinin aslî yaratılışına dönmesini sağlar.
     Kur’ân-ı Kerîm’de “var olan, varlığı mümkün olan” anlamındaki “şey” lafzının Allah’a nisbet edilmesi (el-En‘âm 6/19) vücûd sıfatının naklî delilleri arasında kabul edilir. Naslarda geçen esmâ-i hüsnânın bir kısmı vücûd sıfatıyla irtibatlıdır, bunların başında “hak” ismi gelir. “Gerçekliği bulunan ve bilfiil var olan” anlamındaki hak isminin yer aldığı âyet ve hadislerde Allah’ın fiilen mevcudiyetinin insanlarca bilindiği belirtilmek suretiyle vücûd sıfatı vurgulanır (Yûnus 10/32; en-Nûr 24//25; Buhârî, “Tevĥîd”, 24; Müslim, “Müsâfirîn”, 199).
     Hak, aynı zamanda Allah’ın vâcibü’l-vücûd olduğunu bildirir (Fahreddin er-Râzî, Levâmiu’l-beyyinât, s. 216; Kurtubî, s. 145-148). Bunun dışında nûr, zâhir, bâtın, evvel, âhir isimleri de vücûd sıfatını vurgulayıcı niteliktedir. Nûr ismi akıl yürütülerek Allah’ın varlığının algılanabileceğini ifade eder. Nûr kelimesi sadece duyular âlemini değil zihnî bilgileri anlatmak için de kullanılır. Gözler Allah’ı göremese de akıl O’nun varlığını idrak eder. Bu sebeple nûr; ilâhî varlığın apaçık bir nitelik taşıdığını belirtir (Gazzâlî, s. 147-148).
     Zâhir ve bâtın isimleri de aynı konumdadır. Zâhir Allah’ın varlığının fiilleriyle ve aklî delillerle açıkça bilindiğini, akla göründüğünü, bâtın ise zâtının duyulardan gizlendiğini, dolayısıyla zâtının varlığı ve niteliği hakkında duyusal bilgi elde etmenin mümkün olmadığını ifade eder (el-Hadîd 57/3; Zeccâc, s. 60; İbn Manzûr, s. 128-130).
     Evvel, âhir ve bâkī isimleri Allah’ın ezel ve ebed yönünden varlıkları kuşattığını, zaman üstü olduğunu, varlığının başlangıcının bulunmadığını, yokluğunun asla tasavvur edilemeyeceğini açıklar (el-Hadîd 57/3; bk. Müslim, “Źikir”, 61; Beyhakī, s. 25-27; Kurtubî, s. 134-138).
     Vücûd sıfatına ilişkin tartışmaların IV. (X.) yüzyıldan itibaren başladığını söylemek mümkündür. Ebû Hanîfe’ye ait akaid risâlelerinde zikredilen ilâhî sıfatlar arasında vücûd yer almaz (Ali el-Kārî, s. 14). Eş‘arî’ye göre Allah’ın mevcut olması hem kendisinin hem de insanın O’nun varlığını bilmesi anlamına gelir, bundan dolayı “linefsihî mevcûd” diye tanımlanır. Allah’a nisbet edilen vücûd, varlığının başlangıcı ve sonu bulunmayan mutlak bir mevcudiyeti ifade eder (İbn Fûrek, s. 27-28, 42, 326).
     Eş‘arî’den sonra gelen kelâmcılar vücûdun ilâhî zâta ait olan ve mânadan ibaret bulunan sübûtî bir sıfat mı, yoksa zâtın aynı olup farklılık göstermeyen, yalnızca zihnî bir tevcih mi olduğu konusunu tartışmıştır. Gelenbevî, Fahreddin er-Râzî’ye kadar bütün kelâmcılarla İslâm filozoflarının, Allah’ın zâtı ile varlığının aynı olup zâtına ait mânadan ibaret bir vücûd sıfatının bulunmadığı konusunda ittifak ettikleri halde Râzî’nin yeni bir tartışma başlatarak zâttan ayrı bir vücûd sıfatını ispat etme gayretinin yanı sıra bunu kelâmcıların çoğunluğuna nisbet ettiğini belirtir (Hâşiye ale’l-Celâl, s. 232). Ancak Eş‘arî’den hemen sonra Bâkıllânî’nin bu konuda farklı bir görüş ileri sürdüğü dikkate alınırsa (Abdülkerîm Tettân - M. Edîb el-Kîlânî, I, 276) konuya ilişkin ihtilâfların Râzî’den çok önce başladığını kabul etmek gerekir. Vücûd sıfatı konusunda ortaya çıkan farklı görüşleri şöylece özetlemek mümkündür:

     1. Vücûd ilâhî zâtın aynı olup zâta eklenen bir mâna ve ayrı bir sıfat değildir, hatta yalnız Allah hakkında değil bütün varlıklarda vücûd ile mahiyet arasında başkalık yoktur. Eğer zât hakikat ve mahiyeti dışında herhangi bir varlığa sahip olsaydı bu takdirde zâtın biri hakikat ve mahiyetine, diğeri vücûduna ait iki varlığının bulunması gerekirdi. Yine bir zâtın varlığı ilâve bir mâna niteliği taşısaydı söz konusu varlığın da bir varlığının olması icap ederdi. Böyle bir düşünce kısır döngüye (teselsül) götürdüğünden yanlıştır (Ubeydullah b. Muhammed es-Semerkandî, s. 58). Allah’ın zâtı vâcip (zorunlu) olduğundan mevcudiyeti zâtından dolayıdır, bu da Allah’ın varlığı ile zâtının aynîliğini gösterir. Çünkü zâtına ilâve bir vücûd sıfatının düşünülmesi, O’nun kendinden değil başkasından dolayı (vücûd sebebiyle) var olmasını ve mümkin bir varlık konumunda bulunmasını gerektirir (Alâeddin et-Tûsî, s. 222).
     Vücûd mahiyetten sadece zihinde ve akıl yürütme eyleminde ayrılır, bu husus dikkate alındığı takdirde Allah’ın zâttan ayrı bir mevcudiyetinin bulunmadığı ortaya çıkar (Nasîrüddîn-i Tûsî, III, 34-35; İsfahânî, s. 88). Esasen zihindeki vücûdun hariçte herhangi bir varlığı söz konusu değildir. Nitekim birer zihnî kavram olan ma‘dûm ile mümteniin hâricî bir mevcudiyete sahip olduklarını söylemek içerdikleri anlamla çelişir. Kurtubî kelâmcıların çoğunluğunun bu görüşü savunduğunu belirtir (el-Esnâ, s. 123-124). Hanefî-Mâtürîdî âlimlerinin ekseriyeti ile Şîa da bu görüştedir. Eş‘ariyye’nin çoğunluğuna muhalif olarak Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî ve İbn Haldûn, ayrıca Mu‘tezile’den Ebü’l-Hüseyin el-Basrî de bu görüşü benimseyenlerdendir (Muhammed b. Eşref es-Semerkandî, s. 298, 302; Fahreddin er-Râzî, Kitâbü’l-Erbaîn, I, 143; İbn Haldûn, s. 57, 92-93; Beyâzîzâde, s. 53, 94-96). Allah’ın hakikatinin mutlak ve salt varlık olduğunu söyleyen Sûfiyye mensupları da bu gruba girer (Taşköprizâde, s. 176). İslâm filozofları, vâcibü’l-vücûd olan Allah’ın zâtı ile varlığı arasında başkalık bulunmadığını ileri sürerken mümkin varlıklarda vücûdun mahiyette ortaya çıkan zâta zâit bir sıfat olduğunu kabul etmiştir (İbn Sînâ, III, 30-34; Alâeddin et-Tûsî, s. 209). Nasîrüddîn-i Tûsî, İbn Sînâ’nın vücûdun vâcip ve mümkin bütün varlıklarda ortak olduğu düşüncesinden hareketle Allah’ın zâtına zâit bir vücûd sıfatı bulunduğu yolundaki görüşü eleştirmiş ve mahiyetin varlıkla nitelenmesinin tamamen aklî bir hüküm olduğunu belirtmiştir (Şerĥu’l-İşârât, III, 30-35).

     2. Allah’ın zâtına ait zâit bir mâna olan vücûd üstünlük ifade eden bir kemal sıfatıdır ve O’nun zâtıyla aynı değildir. Aksi halde zât-ı ilâhiyye söz konusu üstünlük ve kemalden yoksun bulunurdu (Muhammed b. Eşref es-Semerkandî, s. 299). Bütün varlıkların ortak bir niteliğini teşkil eden vücûd, mümkin varlıklarda görüldüğü gibi vâcibü’l-vücûdun mahiyetinde de ortaya çıkan zâit bir sıfattır. Zira, “Siyahlık siyahlıktır” önermesiyle, “Siyahlık vardır” önermesi arasında anlam bakımından bir fark yoktur. Bu da vücûdun mahiyetten ayrı ve ona ilâve bir sıfat olduğunu kanıtlar (Fahreddin er-Râzî, Meâlimü usûli’d-dîn, s. 24; Âmidî, I, 257-258).
     Eğer vücûd vâcip varlığın mahiyetinde yoksa bu takdirde onun bütün varlıklarda ortak olduğuna ilişkin hüküm geçersiz sayılır, dolayısıyla söz konusu kavram Allah hakkında sadece lafızdan ibaret olurdu. Allah’ın zâtı varlığını gerektirdiğinden O’na atfedilmesi zorunlu olan ilk sıfat vücûddur (Gelenbevî, s. 232).
     Vücûd, Cenâb-ı Hakk’ın zâtı üzerine zâit bir sıfat olmasaydı varlığını akıl yürütmek suretiyle bilmek imkânsız hale gelirdi. Çünkü Allah’ın zâtına ait hakikati bilmek mümkün değildir, dolayısıyla aklî bilgiler sadece varlığına hükmedebilir (Cürcânî, s. 471).
     Fahreddin er-Râzî yanında Şemseddin es-Semerkandî, Seyyid Şerîf el-Cürcânî, Beyzâvî, Şemseddin el-İsfahânî gibi âlimler söz konusu anlayışı kelâmcıların çoğunluğuna nisbet eder. Ancak kaynaklardan, bunun Eş‘ariyye’ye mensup âlimlerin ekseriyetiyle Şemseddin es-Semerkandî ve Sadrüşşerîa gibi bazı Mâtürîdî kelâmcılarının görüşü olduğu anlaşılmaktadır (Kurtubî, s. 123-124; Beyâzîzâde, s. 53; Gelenbevî, s. 232).
     Son devir âlimleri vücûd sıfatını Allah’ın zâtını niteleyen nefsî (zâtî), sübûtî veya selbî yahut sıfât-ı hâliyye içinde değerlendirmiş, fakat her biri O’nun varlığının zorunluluğunu vurgulayan vücûb özelliğini öne çıkarmıştır (Hüseyin el-Cisr, s. 16; Bilmen, s. 113; Bûtî, s. 108-109; Abdülkerîm Tettân - M. Edîb el-Kîlânî, I, 276-277).

     Neticede vücûd sıfatını tarihî süreçte ortaya çıkan sıfât-ı nefsiyye, sıfât-ı selbiyye, sıfât-ı maânî, sıfât-ı ma‘neviyye ve sıfât-ı hâliyye gibi sıfat teorilerinin her biri içinde mütalaa edenler olmuştur. Vücûdu Allah’ın zâtıyla aynı kabul edenler onu sıfât-ı ma‘neviyye, zâtına zâit bir mâna kabul edenler sıfât-ı maânî, varlık mertebesi kazanmayan, fakat Allah’ın zâtında sabit bir hal kabul edenler sıfât-ı hâliyye ve zâtın kendisini vurguladığından sıfât-ı nefsiyye grubuna dahil etmiştir. Ancak Allah’ın vâcip bir varlık olduğu dikkate alınırsa diğer selbî sıfatlar gibi vücûdun da selbî grubu içinde yer aldığını kabul etmek gerekir. Çünkü vücûd varoluş açısından zorunluluğun yalnızca Allah’a ait bulunduğunu kanıtlamakta ve yaratılmışlara ait mümkin oluşu Allah’tan nefyetmektedir; buna göre yegâne vâcip varlık Allah Teâlâ’dır ve O’nun yokluğu asla düşünülemez.

Yusuf Şevki Yavuz
TÜRKİYE DİYANET VAKFI
İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
İlgili resim


6 Ekim 2017 Cuma

Bakara Sûresi'nin 216, 217 ve 218. Ayet'i Kerimelerinin Mealleri ve Tefsirleri

Bakara Sûresi'nin
216, 217 ve 218. Ayet'i Kerimelerinin
Mealleri ve Tefsirleri

  • Bakara Suresi 216. Ayet-i Kerimenin Meali:

     "Size zor geldiği halde savaş üzerinize farz kılındı. Hakkınızda hayırlı olduğu halde bir şeyden hoşlanmamış olabilirsiniz. Sizin için kötü olduğu halde bir şeyden hoşlanmış da olabilirsiniz. Yalnız Allah bilir, siz ise bilemezsiniz."
  • Bakara Suresi 216. Ayet-i Kerimenin Tefsiri:
     İslâm’da savaşın hükmü, milletlerarası ilişkiler bakımından tabii halin savaş mı, barış mı olduğu, savaşın sebepleri; farklı çıkarlara, din ve kültürlere sahip insan topluluklarının dünyada barışık olarak yan yana veya iç içe yaşamalarının mümkün ve câiz olup olmadığı gibi konulara ilgili âyetlerin açıklamalarında yer verilmiştir (meselâ bk. Bakara 2/256; Âl-i İmrân 3/28; Nisâ 4/75-76). Bu âyet İslâm’da savaşa izin verildiği ve gerektiğinde farz kılındığı hükmünü getirmekten ziyade, daha önce gelmiş bulunan bu hükmün gerekçesini vermeyi ve savaşla ilgili bazı meselelere açıklık getirmeyi hedeflemektedir.
     Savaş insanlara zor ve ağır gelir; çünkü savaşan insanlar hayatlarını tehlikeye atmakta, yurt ve yuvalarından uzak düşmekte, birtakım eziyetlere katlanmakta, dünyanın zevklerinden mahrum kalmaktadır. Savaşan toplumlarda istikrar bozulmakta, ekonomiden eğitime kadar birçok kurum krize girmekte, tabiat tahrip edilmekte, çevre kirlenmekte, Allah Teâlâ’nın yaratıp insanların istifadesine sunduğu nimetler boş yere –hatta insanlara zarar vererek– israf edilmektedir. Bütün bunların savaşı istenmeyen, korkulan, nefse ağır gelen, nefret edilen bir ilişki biçimine sokması tabiidir. Ancak savaşıldığı takdirde kaybedilecekler ve kazanılacaklarla savaşılmadığında ortaya çıkacak kazanç ve kayıplar mukayese edildiğinde birincisi ağır basınca, hatta zorunlu hale gelince savaş da kaçınılmaz olmaktadır.
     Şu halde İslâmî hükümler insanların arzularına, tabii meyillerine değil yükümlülükten hâsıl olacak sonucun iyi veya kötü, hayırlı veya hayırsız, faydalı veya zararlı olmasına dayanmaktadır. Tecrübelerden anlaşılmıştır ki insan var oluş amacı itibariyle faydalı olan bazı şeyleri arzulayabilmekte, bunlara karşı direnebilmekte, zararlı olanları da –bazan şiddetle, ısrarla ve iptilâ halinde– isteyebilmekte, engellenmeye karşı direnebilmektedir. Hikmetten yeterince nasip almamış ve olgunlaşmamış nefis, bu durumda iken kendine ağır gelen yükümlülüklerle eğitilmeli, aklın, hikmetin ve ahlâkın eksenine çekilmelidir.
  • Bakara Suresi 217. Ayet-i Kerimenin Meali:
     "Sana haram ayı, onda savaşmayı soruyorlar. De ki: Onda savaşmak büyük günahtır. Allah’ın yolundan menetmek ve O’nu inkâr etmek, Mescid-i Harâm’dan (insanları) engellemek, halkını oradan çıkarıp sürmek ise Allah katında daha büyük günahtır. Fitne de öldürmekten daha ağırdır. Güçleri yeterse sizi dininizden çevirinceye kadar durmadan sizinle savaşırlar. İçinizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse, dünyada ve âhirette amelleri boşa gidenler işte bunlardır. Cehennemin dostları da bunlardır ve orada onlar devamlı kalıcıdırlar."
  • Bakara Suresi 217. Ayet-i Kerimenin Tefsiri:
     Araplar gelenek icabı haram aylarda (receb, zilkade, zilhicce ve muharrem) ateşkes ilân edip fiilî savaşa son verirlerdi. Hz. Peygamber hicretin 2. yılının Cemâziyelâhir ayının son günlerinde, Abdullah b. Cahş kumandasında sekiz kişilik bir askerî birliği, Mekkeli müşriklere ait bir kervan üzerine sevketmişti. Kervanın başında Amr b. Hadramî bulunuyordu, birlik kervana hücum edip kervan başını öldürdü, iki kişiyi esir aldı ve ganimetlerle beraber Medine’ye döndü. Birliğin hareketi haram aylardan olan recebin birinci gününe tesadüf ettiği halde onlar henüz, önceki ayın son gününde olduklarını zannediyorlardı. Durum Kureyş’e intikal edince, “Haram aylarında savaş olur mu?” diyerek Hz. Peygamber ve müslümanlar aleyhinde propaganda yapmaya başladılar. Bazı tefsirciler âyetin geliş sebebi olarak bu vak‘ayı göstermişlerdir. Bu yorumun kabul edilmesi halinde âyetin, bir önceki âyetten çok önce gelmiş, fakat sıralamada sona konmuş olduğunu da kabul etmek gerekecektir.
     Daha mâkul bir yorum ve nüzûl gerekçesi Hudeybiye hareketi ve onu takip eden yılda Mekke’nin fethidir. Bu iki olay da haram aylarda vuku bulmuş ve zihinlere takılıp dile getirilen “Haram aylarda savaş olur mu?” sorusuna cevap verilmiştir. Çünkü âyetin ifadesiyle “Allah’ın yolundan menetmek ve O’nu inkâr etmek, Mescid-i Harâm’dan engellemek, halkını oradan çıkarıp sürmek Allah katında daha büyük günahtır.”

     Önce müslüman olup sonra İslâm’ı inkâr ederek başka bir dine geçen veya dinsizliği seçen kimselere mürted denilmektedir. Hak dine aykırı olan inancının belirgin özelliği şirk; yani “Allah’a ortak koşmak, O’na mahsus olan sıfat ve fiillere başkalarını da ortak etmek” olan kimselere müşrik denir. İçi kâfir dışı müslüman olanlar münafıklardır. Kâfir terimi ise bu üç terimden daha geniş bir anlam ihtiva etmekte olup hak dine aykırı olan ve kişiyi hak dinin dışına çıkaran bütün inançların sahiplerini ifade etmektedir.
     Birçok âyete göre kâfirlerin (müşrik, münafık, mürted) bu inançları, dünyada yaptıkları iyi işlerin dinî sonuçlarını iptal etmekte, onlardan–sevap, ecir, âhiret azığı ve sermayesi olarak– fayda görmelerini engellemektedir (Mâide 5/5; En‘âm 6/88; Tevbe 9/17, 69). Kâfirler dünya hayatında “kardeşlik, velâyet (birbirinin velileri olmak), vârislik, ganimet payı, evlenmenin câiz olması” gibi müslümanlara mahsus bulunan haklardan ve ilişkilerden mahrum kaldıkları gibi âhirette de cehenneme girmekte ve orada devamlı kalmaktadırlar.

     Hak dinden dönen kimse yeniden İslâm’a gelirse, ilk İslâmî hayatında yaptığı sevaplarla ibadetler defterine yazılır, yeniden değer kazanır mı, yoksa araya giren inkâr sebebiyle defterden silinmiş olduğu için boşa mı gitmiş olur? Tefsir ettiğimiz âyete göre mürted bu hali üzere ölürse ameli boşa gitmektedir, inkârından cayar ve yeniden İslâm’a dönerse amelleri boşa gitmeyecektir. Konuyla ilgili başka âyetlerde ise “hak dinden dönmenin amelleri boşa gidermesi”, bu hal üzere ölme şartına bağlanmamıştır (Mâide 5/5; En‘âm 6/88; Zümer 39/65).
     Bu âyetleri bir arada değerlendiren ve farklı yorumlayan müctehid ve tefsirciler farklı sonuçlara ulaşmışlardır. Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik’e göre hak dinden dönen kimsenin amelleri boşa gider, daha önceden adak adamış ise yerine getirmesi gerekmez, haccetmiş ise yeniden hacca gitmesi gerekir... Bu âyetteki şartı ve kaydı dikkate alarak diğer âyetleri de buna göre anlayan İmam Şâfiî’ye göre mürted hak dine yeniden dönünce amelleri de onunla beraber döner ve boşa gitmez. 
     “İçinizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse...” cümlesinde geçen ve iki şeyin birbiri peşine, biri diğerinden hemen sonra olduğunu bildiren “fâ” harfinden yola çıkan bazı müfessir ve fakihler, mürtedin ceza olarak öldürüleceğine bu âyeti delil göstermiş; âyeti “Bir kimse dininden döner dönmez ölmez, kendi haline bırakılsa yıllarca yaşayabilir; ‘döner de arkasından ölürse’ demek ‘ceza olarak öldürülürse’ demektir” şeklinde anlamışlardır (İbn Âşûr, I, 335).
     Halbuki ileride açıklayacağımız “Dinde zorlama yoktur” (Bakara 2/256) meâlindeki âyet, insanların dine girmek için de girdiği dinde kalmak için de zorlanamayacaklarını açık ve kesin olarak ifade etmektedir. Mürtedi ceza olarak öldürmek onu dinde kalmaya zorlamaktır. Zorla da müslüman olunamayacağına göre onun, münafık olarak yaşamasını teşvik etmektir. Hem münafıklığı yeren hem de dinde zorlamanın câiz olmadığını bildiren âyetler bu anlayışa manidir. Âyette geçen ve birbiri peşine oluş bildiren “fâ” harfini, “dinden dönme ile eceli gelip ölme arasına tövbenin, yeniden İslâm’a dönmenin girmemesi” şeklinde anlamak mümkündür. Çünkü fâ harfi kesin olarak “hemen peşinden oluşa” değil, “bir şeyin diğerinden sonra oluşuna”; terim olarak söylemek gerekirse “tertip ve takib”e delâlet eder.

     Dininden dönenin ceza olarak öldürüleceği hükmü Kur’ân-ı Kerîm’de yoktur. İslâm hukuk âlimleri bu hükmü, “Dinini değiştireni öldürün” meâlindeki hadisle Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali’nin bazı uygulamalarına dayandırmışlardır. Hadisin farklı sözler ihtiva eden başka rivayetleri de vardır. Bunlardan birinde “dinini terk eden ve cemaatten ayrılan”, bir başkasında “Allah’a ve Resulü’ne karşı savaşmak üzere (dinden veya itaatten) çıkandır” buyurulmuştur (Ebû Dâvûd, “Hudûd”, 1). Ebû Hanîfe, İbn Şübrüme, Sevrî, Atâ, Hasan-ı Basrî gibi büyük fıkıhçılar, kadınların öldürülmesini yasaklayan hadislere dayanarak mürted kadının (bir kısmına göre çocuğun) öldürülemeyeceği, başka yollardan İslâm’a kazandırılmaya çalışılacağı hükmünü benimsemişlerdir. Bu ictihadın bir dayanağı da “kadınların tabii olarak savaşçı olmamaları, bu sebeple dininden dönen kadının İslâm toplumundan ayrılıp karşı tarafa geçerek müslümanlara karşı savaşma ihtimalinin zayıf bulunduğu”dur. Bundan da çıkan sonuç, mürtedin öldürülmesinin “dinden dönme suçuna” değil, “müslümanlara karşı savaşma” suçuna bağlı ve böyle bir tesbite dayalı bulunduğudur.
     Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali’nin uygulamaları, yalnızca dinden dönme suçuna değil müslümanlara karşı savaş açma, devletin kanun ve kararlarına karşı toplu isyan gibi suçlara yöneliktir. M. Reşîd Rızâ Nisâ 4/90’in tefsirinde (V, 325-328) ve Fetâvâ’sında (IV, 1539-1544), mürtedin sırf dininden döndü diye öldürülemeyeceği tezini güçlü delillere dayanarak savunmuştur.
  • Bakara Suresi 218. Ayet-i Kerimenin Meali:
     "İman edenler, hicret eden ve Allah yolunda savaşanlar; şüphesiz işte bunlar Allah’ın rahmetini umarlar. Allah çok yarlığayıcıdır, sonsuz rahmet sahibidir."
  • Bakara Suresi 217. Ayet-i Kerimenin Tefsirii:
     Kâfir olarak ölenlerin cehennemlik olacakları ve burada devamlı kalacakları bildirildikten sonra iman, hicret ve cihad edenlerin Allah’ın rahmetini umabilecekleri açıklanmakla bir gerçeğe yeniden dikkat çekilmektedir: Allah Teâlâ’nın madde âlemi için koyduğu kanunları yanında insanın dünya ve âhiret hayatını düzenleyen kanun ve kuralları da vardır. Bunlardan birine göre âhiret saadetini, cenneti, ebedî hayatta ilâhî rahmeti umabilmek için kulun üzerine düşen “iman etmek, gerektiğinde davası uğrunda yurdunu yuvasını terkedip diyâr-ı gurbete göçmek, müslümanca yaşayabilmek için elinden gelen çabayı sarfetmek” gibi vazifeler vardır.
     Bunları yerine getirmeden “Allah’ın rahmeti sonsuzdur, bizi yakıp da ne yapacak, kimse cehenneme gitmez veya orada kalmaz” demek, böyle düşünmek ve inanmak temelsiz kuruntulardan öteye geçemez ve Allah’ın koyduğu kurallara aykırıdır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 340-344
kuran yolu tefsiri ile ilgili görsel sonucu
İlgili resim

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri & Grand Alfa Karadeniz Turu

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri  &  Grand Alfa Karadeniz Turu      5 Gün - 4 Gecelik (3 gece otel konakla...