30 Ekim 2011 Pazar

KELİMELER - KAVRAMLAR ... MÜNAFIK


 KELİMELER - KAVRAMLAR 
MÜNAFIK, MÜNAFIKLAR

     İçinden gerçek anlamda iman etmemiş olup, dışından müslüman görünen kimse. Aslî mânâsını değiştirmeden dilimize geçmiş olan münafık kelimesi İslâm toplumu içinde -çeşitli sebeblerden dolayı ve menfaati icabı kendini müslüman göstererek Allah'a, Rasûlüne ve mü'minlere düşmanlığını gizleyen kimsedir (el-Bakara, 2/8; Âli İmrân, 3/167; el-Mâide, 5/41)
     "Nifak, kalbte olursa küfür, amelde olursa suçtur" (Kurtubî, Tefsir, VIII, 212). Bu bakımdan, münafıklardaki nifak hâli îtikâdî ve amelî olarak iki grupta toplanır:

     1. İtikâdî nifak:
     Kur'an-ı Kerim'de karakterize edilen, dünyada iken müslüman muamelesi görüp, âhirette inançsızlığı ortaya çıkınca kâfirlerden daha kötü muâmeleye tâbî tutulmasına sebeb olacak olan nifak hali. (en-Nisâ, 4/145) "Akîdenin hilafına îmanda mürâîliktir" (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 4997).
     Kur'an-ı Kerim insanları mü'min, kâfir, münâfık olmak üzere üç grupta toplar (el-Bakara, 2/1-20) ve insanların en kötüsü ve iki yüzlü olanı şeklinde tarif edilen münafıkların şu özelliklerinden sözeder:
     İslâm toplumu içinde fesatçıdırlar.
     "Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiğinde; "biz ıslah edicileriz" derler", (el-Bakara, 2/9-13).
     "Müslümanların inandıkları gibi inanın, diye örnek verilince; "biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?" diye itiraz ederler. İnananlarla yanyana gelince de; "sizinle beraberiz" derler. Fakat reisleri ve şeytanlarıyla başbaşa kalınca; "biz onları aldattık" diye alay ederler" (el-Bakara, 2/13-15).
     İman ile küfür arasında bocalayan münafıklar, bazan Allah'ı hatırlar gibi davranırlar. Fakat, Allah'a oyun etmeye çalışırlar ve gösterişte bulunurlar. Namaza da üşene üşene kalkarlar (en-Nisâ,4/142-3).
     İnsanları Allah yolundan döndürmek için yalan yere yemin ederler (Mücadele, 58/14; Münâfıkûn, 63/2).
     Münafıkların kalbi verimsiz toprak gibidir (el-A'raf, 7/58), menfaatlerine göre şekil alırlar, dönektirler (en-Nisâ, 4/141; el-Ankebût, 29/10-11)
     Asr-ı Saadetteki münâfıklara; "Hz. Peygamber'in yanına gelmeden önce sadaka verin de öyle gelin" denildiğinde bunların, menfaatlarına dokunduğu için, kaçtıkları tesbit edilmiştir (Mücâdele, 58/13).
     Münafıklar bir taraftan da maddî kazanç sağlamak için ahlâk dışı davranışlara başvururlar. Nitekim, münafıkların başı Abdullah İbn Ubeyy b. Selûl, kazanç sağlamak amacıyla câriyelerini zinaya zorluyordu. Bu maksatla bir nevi genelev de kurmuştu. Zina yoluyla câriyelerinden gelir sağlama çabası üzerine, olayı yasaklayan âyet nazil olmuştur (et-Taberî, Tefsir, XVIII, 132; en-Nûr, 24/33).
     Münafıklar Allah'ı unutup cimrilik yaparak ellerini yumarlar (et-Tevbe, 9/67), bir belâya uğrayıp sıkışınca hemen fitneye düşerler (el-Ankebût, 29/10), felâketin dönüp kendilerine çarpmasından korktuklarını, kendi aralarında fısıldaşırlar (el-Mâide, 5/52, 53); olayların akışı münafıkların lehine gibi ise, itaatla koşa koşa Peygamber'in yanına gelirler (en-Nûr, 24/49); bunlar zâhiren îman edip kalpleriyle kâfir olanlardır (el-Münafıkûn, 63/3).
     "Allah'a, Peygamber'e inandık, itaat ettik" diyen münafıklar (en-Nûr, 24/47; Münafıkûn, 63/1); diğer taraftan Hz. Peygamber'e isyanı, düşmanlığı fısıldaşırlar (el-Mücâdele, 58/9-10).
     Onlar aynen şeytanlara benzerler (el-Haşr, 59/16); tabiatları gereği Allah'a ve Peygamber'e muhalefet üzeredirler (el-Mücadele, 58/20); fakat kalblerindeki gizlediklerini ortaya çıkaran âyetlerin inmesinden de çok korkarlar (el-İnfitâr, 82/4-5; et-Tevbe, 9/64).
     Allah'a kötü zanda bulunan erkek ve kadın münafıklar (el-Fetih, 48/6), biribirlerinin tamamlayıcı parçası olup, insanları kötülüğe çağırır, iyilikten vazgeçirmeye çalışırlar.
     Onlar ebedî Cehennemliktirler (et-Tevbe, 9/67-69).
     Kötü sözlerin müslümanlar arasında yayılmasını isterler (en-Nûr, 24/19); kötülük yapınca sevinirler; yapmadıkları şeylerle övünmekten hoşlanırlar (Âlu İmrân, 3/188); Kur'an-ı Kerim âyetleriyle alay ederler (en-Nisa, 4/140); İslâm toplumu içinde yalan-yanlış uydurma haber yayarlar (el-Ahzâb, 33/60-61); cihada çıkacaklarını yemin ile ifade ettikleri halde iş fiiliyata dökülünce kaçarlar (en-Nûr, 24/63); düşman korkusundan ölüm baygınlığına düşer (el-Münâfıkûn, 63/19); böyle bir ortamda kaçacak delik ararlar (et-Tevbe, 9/57).
     Mü'minler zafer kazanınca, başarıya ortak olmak, ganîmetten faydalanmak için; "sizinle beraber değil miydik?" derler. Kâfirler gâlip gelince; "size mü'minlerden gelecek ziyanı biz önlemedik mi?" derler (en-Nisâ, 4/141). Savaşta çok şehid düşen olursa; "Allah lutfetti de iyi ki savaşta bulunmadım" diyen münafıklar, eğer ganîmet bölüşülecekse, "ah keşke ben de şu ganîmete erseydim" derler (el-A'râf, 7/72, 73).
     Kur'an-ı Kerim'de özelliklerini tanıtıp haber verdiği münafıklar için Yüce Allah, peygamberini şöyle uyarmaktadır: "O münafıkların dış görünüşlerine aldanma. Onların liderlerini gördüğün zaman, yakışıklıdır, gövdeleri hoşuna gider. Konuşurlarsa güzel konuşurlar, dinlersin. İşte onlar sıra sıra dizili kereste gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar" (el-Münafıkûn, 63/1-4).
     Hak söz tanımayan, âhirette topluca kâfirlerle bir araya gelecek olan (en-Nisa, 4/140), münafıklara istiğfar etsen de etmesen de birdir. Çünkü Allah bu fâsıkları affetmeyecektir (el-Münafıkûn, 63/6).
     Münafıkların İslâm toplumu içinde bulunmalarından dolayı elde ettikleri menfaatların, âhiret hayatında da devamını isteyeceklerini, fakat bunun mümkün olmayacağını Kur'an-ı Kerim şöyle haber verir: "Âhirette münafık erkek ve kadınlar îman etmiş olanlara; "bizi bekleyin, nûrunuzdan bir parça ışık alalım" diyecekler. O gün onlara; alayla "dönün arkanızda bir nur arayın" denilecek de, neticede îman edenlerle aralarında bir duvar olduğunu görecekler. O zaman münâfıklar, mü'minlere şöyle seslenirler: "Biz sizinle beraber değil miydik? ". "Evet", diyecekler; fakat kendinizi siz kendiniz yaktınız, kuruntunuz sizi aldattı"(el-Hadid 57/13-15). Böylece münafıklar ve kâfirler Cehennemde bir araya gelmiş olacaklardır (el-Nisâ, 4/140).
     Medine döneminde, Yahudilerle dostluk kuran münafıklarla mü'minlerin dost olmamaları hatırlatılmakta (el-Maide, 5/51) ve Hz. Peygamber'e; asıl düşmanın münafıklar olduğu, onlarla savaş yapması, hattâ sert davranması vahiy yoluyla bildirilmektedir.
     Hz. Peygamber'in de münafıklara karşı gayet ihtiyatlı, temkinli bir siyaset uyguladığı, gayr-i müslimlere yapılan muameleye tâbi tutmadığı; bilakis onları İslâm toplumu içerisinden ayırmayıp, üzerlerinde kurduğu kuvvetti bir otorite ile tesirsiz hale getirdiği müşahede edilmektedir.

     2. Amelî Nifak:
     Bazı tutum ve davranışlarıyla itikadî nifaka kısmî bir benzeyiş içinde bulunmakla beraber, inançlarında açık bir nifakın söz konusu olmadığı müslüman kişilerin durumu. Hadislerde geçen münafık türü amelî (ahlâkî) yönden olan nifakı vurgulamaktadır.
     Meselâ: "Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, vadettiğinde vaadinden döner, kendisine birşey emanet edildiğinde emanete hıyanet eder" (Tirmîzî, Îman, 14) hadisi ve benzerî hadisler îtikâdî nifaka yaklaşılmaması için alınan tedbirler ve tenbihler mahiyetindeki emirlerdir. Zîra, amelî nifak çoğalınca ileride müslümanın îtikâdî nifaka yaklaşma tehlikesi doğabilir.

Ahmet SEZİKLİ
ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ


28 Ekim 2011 Cuma

KAVRAMLARIMIZI KAVRAYALIM PROGRAMI ... KONU: İBADET



GÖNÜLDER ÖNÜNDEN GEÇEN İETT OTOBÜS HATLARI  
* 11T ÜSKÜDAR - TÜRKİŞ BLOKLARI,
* 14A KADIKÖY - ALEMDAĞ,
* 14S KADIKÖY - SULTANBEYLİ,
* 14ÇK KADIKÖY - Ş.ŞAHİNBEY MAH
* 19D ÜMRANİYE - ÜSTBOSTANCI,
* 19E KADIKÖY - YENİDOĞAN
* 19ES KADIKÖY - ESENŞEHİR MAH,
* 19S KADIKÖY - SARIGAZİ-YENİDOĞAN
* 19SB SULTANBEYLİ - BOSTANCI,
* 19T KADIKÖY - TÜRKİŞ BLOKLARI
* 19V KADIKÖY - SAMANDIRA,
* 19Y KADIKÖY - FERHATPAŞA MAH
* 320A HAREM - SAMANDIRA,
* 14ŞB KADIKÖY-Ş.ŞAHİNBEY MAH
* 320 ALTUNİZADE-FERHATPAŞA,
* 256 Y.TEPE ÜNV.- ATAŞEHİR- TAKSİM
Üsküdar'dan, Kadıköy'den, Ümraniye'den, Sarıgazi'den, Sultanbeyli'den, Yenidoğan'dan gelen bu otobüslere, binerseniz ve YEŞİL YAMAÇ DURAĞI (Türkiş Bloklarından bir durak önce) indinizmi durağa 50 m. mesafede...

21 Ekim 2011 Cuma

İSLAM TARİHİ ... BEDİR MUHAREBESİ (4)

 İ S L A M   T A R İ H İ
BEDİR MUHAREBESİ (4-son-)

     Esirler ve Ganimetler
     Büyük bir hezimete uğrayan Ku­reyş ordusu, geride birçok mal ve yetmiş esir bırakmıştı. Ganimet malları, yüz elli deve on at, külliyetli miktarda kırmızı kadife, harp âlet ve edevatı, sahtiyan, ev ve giyim eşyasından ibaretti.
     Esirler arasında, Resûl-i Ekrem Efendimizin amcası Abbas, amcası oğulla­rın­dan Ukayl b. Ebî Tâlib ve Nevfel b. Ab­dül­mut­ta­lib ile kerimeleri Hz. Zey­neb’in kocası Ebu’l-Âs İbni er-Rebî de vardı. Yine Mus’ab b. Umeyr’in kar­deşi ve müşrik ordusunun başbay­rak­ta­rı olan Ebû Azîz İbni Umeyr de esirler ara­sın­daydı.
     Esirlerin kaçmaması için ellerinin bağlanmasına, Hz. Ömer memur edildi. Abbas, hepsinin büyüğü olduğu için pek sıkı bağlanmıştı. Bu sebeple de ge­ce inlemeye başladı. Bu iniltiyi duyan Efendimizin gözüne bir türlü uyku gir­mi­yordu.
     “Yâ Re­sû­lal­lah! Ne diye uyumuyorsunuz?” dediler.
     “Abbas’ın inlemesi yüzünden...” diye cevap verdi.
     Resûl-i Kibriya Efendimizin rahatsız ve müteessir olmasını istemeyen as­hab-ı güzinden bazıları, gidip Abbas’ın bağını çözdüler. İniltinin kesildiğini gören Efendimiz, “Abbas’ın iniltisini ne diye işitmiyo­rum?” diye sordu. Sahabeler, “Onun bağını çözdük” dediler.
Bunun üzerine Efendimiz, “Bütün esirlerin bağını çözünüz!” buyurduktan son­ra uyudu. [36]

     Ganimet Mallarının Dağıtılması
     Muharebenin bitmesinden üç gün sonra Bedir’den ayrılan Resûl-i Kibriya Efendimiz, Medine’ye doğru gelirken, Safra Boğazı’nı geç­tikten sonra, Seyer de­nilen kum tepesindeki bir ağacın altına indi. Orada ganimet mallarını mü­sâvî bir şekilde Müslümanlar arasında taksim etti.
     Peygamber Efendimiz, ganimet malları arasından, Ebû Cehil’in devesini “ku­mandanlık hakkı” olarak aldı. Süvarilere ikişer hisse, piyadelere birer hisse verdi. İzinli olup veya vazifeli bulunup Medine’de kalan sekiz kişi ile Bedir’de şehit düşenlere de hisse ayrıldı.
Münebbih b. Haccac’ın kılıcı “Zülfikâr” da Peygamber Efendimizin hisse­sine düştü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Zülfikâr’ı bilâhare Hz. Ali’ye hediye et­miş­tir. [37]

     Esirler Hakkında Meşveret
     Esirler hakkında ne türlü muamele yapılacağına dair henüz İlâhî vahiy gel­miş değildi. Bu sebeple onlar hakkında reyle karar vermek gerekiyordu. Reyle, yani görüş beyan etmek suretiyle karara bağlanacak meselelerde as­habıyla meşveret etmesi, Resûl-i Ekrem Efendimizin mübarek âdetlerindendi. Meşveret meclisinde herkes fikrini serbestçe ve açıkça beyan ederdi. Esirler hakkında ne yapmak gerektiğine dair, Peygamber Efendimiz, saha­belerle istişare buyurdu. Hz. Ebû Bekir, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bunlar bizim akrabamızdırlar. Be­nim reyim, onlardan fidye-i necat alarak affedip serbest bırakmandır. Onlardan alacağımız fidye-i necatlar, kâfirlere karşı bizim için bir kuvvet olur. Allah’ın onları hida­yete erdirip, bize yardımcı yapmaları da umulur” diye fikir beyan etti.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ömer’e, “Ey Hattab’ın oğlu! Senin fikrin ne­dir?” diye sordu. Hz. Ömer, “Yâ Re­sû­lal­lah! Onlar, seni yalanladılar, seni memleketinden çı­kar­dılar. Hepsinin boynunu vurdur!” cevabını vererek görüşünü açıkladı. Resûl-i Kibriya Efendimiz, şefkat ve merhameti bu şekil bir muameleye rıza göstermediğinden, sualini tekrarladı. Ancak Hz. Ömer, aynı fikrinde ısrar etti ve “Onlar, müşriklerin reislerindendir. Hepsinin boynunu vurmalı!” dedi. Peygamber Efendimiz, hiçbirine cevap vermeden sustu, sonra da kalkıp ça­dırına girip bir müddet orada durdu.
     Sahabelerin bir kısmı Hz. Ebû Bekir’in görüşüne, diğer bir kısmı ise Hz. Ömer’in fikrine iştirak ediyordu. Bir müddet sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz çadırından çıktı ve Hz. Ebû Be­kir’e hitaben, “Yâ Ebâ Bekir!” dedi. “Senin halin, Hz. İbrahim’in haline benzer: O, Allah’a, ‘Kim bana uyarsa, işte o benden­dir. Kim de bana karşı gelir­se, şüp­he yok ki Sen istediğin kimseyi mağfiret edersin. Zira sen, Gafûr ve Ra­hîm’sin’ demişti. Ey Ebû Bekir! Senin halin, Hz. İsa’nın haline de benzer: Hz. İsa, Al­lah’a, ‘Eğer, onları azaba uğratırsan, onlar Senin kullarındır. Eğer onları affe­dersen, şüphe yok ki kudretiyle her şeye üstün gelen, hik­metiyle her yaptı­ğını yerli yerinde yapan Sensin’ demişti.”
     Sonra Hz. Ömer’e dönerek, “Ey Ömer!” dedi. “Senin halin de, Hz. Nuh’­un haline benzer: O, Allah’a, ‘Ey Rab­bim! Yer­yüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma!’ demişti. Senin halin, ey Ömer, Hz. Mûsa’nın haline de benzer: ‘Yüreklerini şiddetle sık; ki on­lar, inleti­ci azabı görünceye kadar iman etmeyeceklerdir!’ demişti.”
     Bu konuşmalardan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’in görü­şünü kabul etti. Esirlerden dörder bin dirhem bedel alınarak salıverilmelerini emretti. Bu ara­da, durumlarına göre, kendilerinden bedel olarak üç bin, iki bin ve bin dirhem alınması kararlaştırılanlar da ol­du.
     En mühimi de; Fidye-i necat vermeye gücü yetmeyip de okuma yazma bilen esirlerin, en­sar­dan onar çocuğa yazı öğretmek şartıyla serbest bırakılacakları, Resûl-i Kibri­ya Efendimiz tarafından kararlaştırıldı. [38] Zeyd b. Sâbit Hazretleri, bu su­retle oku­ma yazma öğrenen çocuklar arasında idi. Bu sâyede Medine’de de okuma yaz­ma bilenlerin sayısı çoğaldı.

     Hz. Ömer, konuyla ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:
     “Sabahleyin Re­sû­lul­lah’ın huzuruna geldiğim zaman, onu ve Hz. Ebû Be­kir’i oturmuş, ağlıyor gördüm. “‘Yâ Re­sû­lal­lah! Sen ve arkadaşın, niçin ağlıyorsunuz? Sizi ağlatan şeyi ba­na söyler misiniz? Eğer ağlanacak bir durum varsa ben de ağlayayım! Ağla­nacak bir durum yoksa, ikinizin ağlamasına yine katılırım!’ dedim.
“Re­sû­lul­lah, ‘Senin arkadaşlarının esirlerden aldıkları fidye-i necattan do­layı vay benim başıma gelene! Uğrayacağınız azabın, şu yakınınızdaki ağaçtan daha yakın olduğu, bana gösterildi’ buyurdu.” [39]

     Pey­gam­be­ri­mizin Esirler Hakkında
   Müslümanlara Tavsiyesi
     Peygamber Efendimiz mücahitlerle, esirlerden bir gün önce Medine’ye gel­di. Bir gün sonra Medine’ye gelen esirleri, ashabı arasında dağıttı ve onlara, “Siz esirler hakkında birbirinize iyilik ve hayır tavsiye ediniz” buyurdu. Esirler arasında bulunan Mus’ab b. Umeyr’in (r.a.) kar­de­şi Ebû Azîz der ki:
     “Esirler Bedir’den Medine’ye getirildikleri zaman, ben de ensar­dan bir aile­nin yanına düşmüştüm. Re­sû­lul­lah, biz esirler hakkında Müslümanlara tavsi­yelerde bulunmuştu. Bu sebeple de onlar, sabah ve akşam yemeklerinde ek­meği bana verirler, hurmayı kendileri yerlerdi. Onlardan birinin eline bir ek­mek parçası geçse, onu bana verirdi. Ben de, utandığımdan, o ekmek parçasını, veren kimseye iade ederdim. Fakat o yine ekmeğe dokunmadan tekrar ba­na verirdi!” [40]

     Pey­gam­be­ri­mizin,
     Sakladığı Altınları Abbas’a Haber Vermesi!
     Esirler arasında bulunan, Pey­gam­be­ri­mizin amcası Hz. Ab­bas, oldukça zen­gin bir zâttı.
Resûl-i Ekrem, “Ey Abbas! Kendin, kardeşinin oğlu Akîl b. Ebî Tâlib ile Nevfel b. Hâris için fidye-i necat öde! Çün­kü sen, servet sahibisin” dedi.
     Hz. Abbas, müşriklerle Bedir’e çıkıp gelirken beraberinde asker için sarfet­mek üzere sekiz yüz dirhem altın alıp getirmişti. Harp esnasında bu da elinden alın­mış ve ganimet malları arasına katılmıştı. Bunun için Peygamber Efendimi­ze, “Bâri, harp esnasında elimden alınan o altınları, fidye-i necatlara say” diye teklif etti.
     Peygamber Efendimiz, “Hayır... O, bizim aleyhimizde sarf­etmek için taşıdı­ğın ve Allah’ın sonunda bize nasip ettiği bir maldır. Onu sana geri veremeyiz” buyurdu. Hz. Abbas, “Benim ondan başka param yok! Beni avuç açtırıp da dilendire­cek misin?” dedi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Ey Abbas! Ya o altınlar nerede kal­dı?” diye sordu.
Hz. Abbas, “Hangi altınlar?” dedi.
     Resûl-i Kibriya Efendimiz ferman etti: “Hani senin, Mekke’den çıkacağın gün, zevcen Ümmü Fadl’a teslim ettiğin al­tınlar! Onları teslim ederken, yanınızda ikinizden başka da kimse yoktu. Sen, Ümmü Fadl’a, ‘Bu seferde başıma ne geleceğini bilmiyorum. Şayet herhan­gi bir felâkete uğrayıp da dönemez­sem, şu kadarı senin içindir, şu kadarı Fadl içindir, şu kadarı Abdullah için­dir, şu kadarı Ubeydullah içindir, şu kadarı da Kusem için­dir!’ demiştin. İşte o altınlar!”
     Hz. Abbas, hayretle, “Bunu sana kim haber verdi?” diye sordu. Peygamber Efendimiz, “Allah haber verdi!” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Abbas, şehâdet getirerek kemâl-i imanı kazanıp Müslü­man oldu. Fidye-i necatını ödedikten sonra da Mekke’­ye döndü. Hz. Abbas, Mekke’ye dönünce Müslümanlığını izhar et­me­yip hep gizli tu­tum ve davranışları Peygamber Efendi­mi­ze yazar ve Mek­ke’­deki Müslüman­lara yardım ederdi. [41]

     Hz. Zeyneb’in Gerdanlığını Göndermesi
     Bedir esirleri arasında, Peygamber Efendimizin damadı Hz. Zey­neb’in ko­cası Ebû Âs b. Rebi de vardı. Hz. Zeyneb (r.a.), kocası Ebû Âs’ın fidye-i necatı olmak üzere boynundaki gerdanlığı çıkarıp Medine’ye gönderdi. Bu gerdanlığı Hz. Zeyneb’e, evlendiği sırada annesi Hz. Hatice hediye etmişti.
     Resûl-i Kibriya’nın bu güzide kerimesinin gerdanlığını fidye-i necat olarak göndermesi, ashab-ı kirama fazlasıyla tesir etti. Peygamber Efendimiz de onu görünce son derece rikkate geldi ve “Eğer münasip görürseniz, Zeyneb’in esirini salıveriniz, bedelini de geri çeviriniz” bu­yurdu. Bunun üzerine sahabeler, Ebu’l-Âs’ı serbest bırakıp gerdanlığı da geri çevi­rerek Resûl-i Kibriya Efendimizin mübarek kalbini mem­nun ettiler. [42]

     Bedir Zaferi’nin Akisleri
     Bedir Zaferi, gerek Medine içinde ve gerekse dışında müspet-menfi akisler uyandırdı. Her şeyden önce Medine içindeki Yahudi ve putperestlerin gözleri yıldı. Hatta Yahudilerden bazıları, “Evsafını kitaplarımızda okuduğumuz zât budur. Artık ona karşı durulamaz. Galip olacak hep odur” diyerek imana gel­diler. Bir kısmı ise, korkularından iman etmiş gibi göründüler. Ama fitne ve fe­sat çıkarmaktan yine de vazgeçmediler.
     Habeş Necâşîsi de, Pey­gam­be­ri­mizin bu muzafferiyetini haber alanlar arasın­daydı. O da ülkesinde bulunan muhacir Müslümanlara, “Allah, Resû­lüne Bedir’de yardım etmiştir. Bundan dolayı ham­de­derim” diyerek memnu­niyet ve sevincini izhar etti.
     Medine’de Müslümanlar arasında bayram havası yaşanırken, Mekke’de müşrikler ise tam bir mâtem havasına bürünmüşlerdi.
     Bedir galibiyetiyle civarındaki kabilelere de gözdağı verilmiş oldu.

     Ebû Leheb’in Ölümü
     Ebû Leheb, Bedir’e katılmamış ve yerine Âsî b. Hişam’ı göndererek Mek­ke’de kalmıştı.
Ku­reyş ordusu, İslam ordusu karşısında büyük bir hezimete uğrayıp Mek­ke’ye dönünce, Ebû Leheb, Ebû Süf­yan b. Haris’i yanına çağırarak, “Ey kar­deşimin oğlu! Hal­kın işi nasıl oldu? Bana anlat” dedi.
     Ebû Süfyan İbni Haris, “Vallahi” dedi. “Biz o cemaatle karşılaşınca boz­gu­na uğradık. Onlar da kimimizi öldürdüler, kimimizi de esir ettiler. Fakat ben hal­kı kınamam ve ayıplamam; zira, kır atlara binmiş, ak benizli bir alay süva­riy­le karşılaştık ki onlara karşı koymak mümkün değildi!”
     O sırada Hz. Abbas’ın zevcesi Ümmü Fadl ile kölesi Ebû Refi de orada bu­lu­nuyorlardı. Ebû Refi, “Vallahi, o gör­düğün süvariler, melekler idi!” de­yince, Ebû Leheb, hiddetlenip yüzüne şiddetli bir to­kat indirdi, sonra da üze­rine çö­küp dövmeye başladı.
     Ümmü Fadl, gayrete geldi. “Biçare köleyi, efendisi burada yok diye dövüyorsun!” di­yerek bir çadır di­reğiyle Ebû Leheb’in başını yardı. Ebû Leheb, zelil ve perişan bir halde kalkıp gitti. Gam ve kederinden ağır hasta oldu. Bir hafta sonra da Re­sû­lul­lah­’a ve Müs­lümanlara yaptığı şiddetli düşmanlığın hesabını vermek üzere ölüp gitti.
     Oğulları ölüsünü, iki veya üç gün beklettiler. Evinde cesedi kok­maya baş­ladı. Hastalığının bulaşmasından korktukları için kim­se yanına yaklaşmak is­temiyordu.
Ku­reyşlilerden biri bir gün oğullarına, “Yazıklar olsun size! Babanız evinde koktuğu halde, onun yanına uğrama­mak­tan utanmıyor musunuz?” dedi. Onlar, “Biz, onun hastalığından korkuyoruz!” deyince, adam, “Hay­di, ge­lin! Ben size yardım edeyim” diyerek gittiler.
Fakat yanına yaklaşılacak gibi değildi. Onu ne yıkadılar ve ne de ona el sürdüler. Uzaktan üzerine su serptiler. Sonra sürükleyerek götürüp Mekke’nin yu­karı taraflarında bir yere gömdüler. Üzerini taşla kapattılar.
___________________________________________________________
[36] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4. s. 13; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 288.[37] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 286.[38] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 22; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 246.[39] Müslim, Sahih, c. 5. s. 157.[40] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 300.[41] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 13-15; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 112.[42] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 308.[43] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 74; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 288.

20 Ekim 2011 Perşembe

İSLAM İLMİHALİ ... Altıncı Bölüm: NAMAZ ... 5. Konu: NAMAZIN SÜNNET ve ÂDÂBI


İ S L Â M   İ L M İ H A L İ
Altıncı Bölüm: Namaz
5. Konu: NAMAZIN SÜNNET ve ÂDÂBI
     Sünnet, Hz. Peygamber'in devamlı olarak yaptığı ve bir mazeret olmaksızın terketmediği veya mazeretsiz nâdiren terkettiği şeydir. Namazda Sübhâneke duasını okumak, eûzü çekmek bu mânada sünnettir. Sünnetin yapılmasına sevap olmakla birlikte terkedilmesine ceza (ikab) yoktur; sadece kınama ve sitem (itâb) vardır. Namazın sünnetleri, namazın vâciplerini tamamlar, onlardaki kusurları telâfiye ve fazla sevaba vesile olur. Sünnetlere riayet etmek ve devam etmek Hz. Peygamber'e muhabbetin bir nişanesi sayılır. Bununla birlikte sünnetin terkedilmesi ne farzın terkedilmesi gibi namazın bozulmasını (fesad) ve yeniden kılınmasını, ne vâcibin kasten terkedilmesi gibi tahrîmen mekruhluğu, ne de vâcibin sehven terkedilmesi gibi sehiv secdesi yapmayı gerektirir. Fakat sünnetlerin kasten terkedilmesi "isâet" (yanlış ve kötü davranma) olur.
     İsâet, Hanefîler'in tanımlamasına göre tenzîhen mekruhun üstünde, tahrimen mekruhun altında yer alır. Hz. Peygamber'in devamlı olarak yapmayıp, yapılmasına teşvikte bulunduğu şeylere ise Hanefîler, mendup=müstehap adını vermişlerdir. Buna göre meselâ sabah namazının farzından önce iki rek`at namaz kılmak sünnet, ikindi ve yatsıdan önceki dört rek`at ise müstehap sayılmaktadır.

     Edep (çoğulu âdâb) ise, Hz. Peygamber'in devamlı olmaksızın birkaç kere yaptığı şeylerdir. Rükû ve secdede üçten fazla tesbih yapmak (yani rükûda üçten fazla "sübhâne rabbiye'l-azîm" demek) böyledir. Hanefî kitaplarında edep tabiri, mendub=müstehap anlamında da kullanılır. Âdâb sayılan şeyleri terketmek, her ne kadar isâet sayılmaz ve kınamayı gerektirmez ise de bunlara riayet edilmesi daha faziletlidir (efdaldir). Esasen namazın âdâbı, yüce yaratıcının huzurunda durulduğunun farkında olunarak, zâhiren mütevazi bir halde bulunmaktır.

     Buna göre Hanefîler'de namazın farz ve vâcipleri dışında yapılması uygun görülen şeyler kuvvetliden zayıfa doğru şöyle bir sıralama takip etmektedir: Sünnet, mendup=müstehap, âdâb.

     Diğer mezheplerde ise mendup, bir bağlayıcılık ve gereklilik söz konusu olmaksızın yapılması istenen şey şeklinde tanımlanmaktadır. Mendubun yapılmasına sevap olmakla birlikte terkedilmesine ceza yoktur. Fakat mendubu terkeden kişi, kınama ve sitemi hak eder.

     Buna göre, cumhurun mendup tanımı Hanefîler'in sünnet tanımı ve anlayışlarıyla örtüşmektedir. Esas itibariyle namazın farz ve vâciplerinden olmayan, dolayısıyla eksikliği namazın aslına zarar vermeyen, bununla birlikte yerine getirilmesi hem Hz. Peygamber'in uygulamasına uyma hem de namazın şekil ve içeriğini tamamlama anlamına gelen şeylerin genel anlamda mendup olarak değerlendirilmesi, namazın sünnet, müstehap ve âdâbının bu başlık altında düşünülmesi mümkündür. Bu bakımdan aşağıda namazın sünnetleri ve âdâbı olarak sayılan şeyler genel olarak namazın menduplarıdır.

     A) SÜNNETLERİ

     Namazın sünnet ve âdâbının çoğu, namaz fiillerinin belli bir düzen ve intizam içinde yapılmasını ve yapılan fiillerin şeklen güzel görünmesini sağlamaya yöneliktir. Namazın sünnetleri şunlardır:

1. İftitah tekbirini alırken ellerin yukarı kaldırılması ve bu esnada ellerin açık ve parmakların normal halleri üzere bulunması ve içlerinin kıbleye yönelik tutulması. Erkekler ellerini kulaklarına, kadınlar göğüsleri hizasına kadar kaldırırlar. Bu hüküm kunut tekbiri ve bayram namazının ilâve tekbirleri için de geçerlidir. Ayrıca, imama uyan kişi (muktedî) iftitah tekbirini, imamın iftitahından çok sonraya bırakmamalıdır.

2. İftitah tekbirinin hemen ardından el bağlamak (itimat). Bunda önce elleri salıverip (irsâl) sonra bağlamak yoktur. Erkekler göbek altından ve kadınlar göğüs üstünden el bağlarlar. Sağ el sol elin üzerine konulur. Erkekler sağ elin serçe ve baş parmaklarını sol bileğin iki tarafından halka yaparlar. Kadınlar halka yapmayıp, sağ ellerini düz bir şekilde sol elleri üzerine koyarlar.

3. Kıyamda iken ayakların arasını dört parmak kadar açık bulundurmak. (Namaza başlarken ve ara tekbirlerinde ellerin kaldırılması, hizası, kıyam ve rükûda iki ayak arasındaki mesafe gibi konularda mezheplere göre farklı uygulamalar vardır.)

4. Sübhâneke okumak, namaza Allah'ı bu şekilde överek, senâ ederek başlamak sünnettir. Bu bakımdan Sübhâneke birinci rek`atta iftitah tekbirinden (tahrîme) hemen sonra okunur.

5. Tek başına namaz kılan için sadece ilk rek`atta ve Sübhâneke'den sonra Eûzü billâhi mine'ş-şeytâni'r-racîm demek (teavvüz). Cemaatle namaz kılma durumunda sadece imam "eûzü?" çeker, imama uyan kişiler Sübhâneke'den sonra bir şey okumazlar.

6. Tek başına namaz kılan kişinin ve cemaatle namaz durumunda imamın, her rek`atın başında Fâtiha'dan önce besmele çekmesi. İmama uyan kişilerin besmele okuması gerekmez.

7. Sübhâneke'yi ve eûzü besmeleyi gizli okumak, Fâtiha'nın sonunda "âmin" demek. Fâtiha'yı okuyan da işiten de âmin der.

8. Tek başına namaz kılarken Fâtiha'nın arkasından okuyacağı sûrenin, sabah ve öğle namazlarında uzun sûrelerden, ikindi ve yatsı namazlarında orta uzunluktaki sûrelerden ve akşam namazında kısa sûrelerden seçilmesi.

     Cemaatle namaz durumunda, imam cemaatı soğutmamak durumunda olduğu için, bulunduğu yere ve cemaatin durumuna göre sûre seçer.
     Uzun sûreler, tıvâl-i mufassal olarak anılır. Hucurât sûresi ile Bürûc sûresi arasındaki sûreler bu grupta yer alır. Orta uzunluktaki sûrelere de evsât-ı mufassal denir. Bürûc sûresi ile Beyyine sûresi arasındaki sûreler bu grupta yer alır.
     Kısa sûreler ise, kısâr-ı mufassal diye anılır. Bunlar Beyyine sûresinden Nâs sûresine kadar olan sûrelerdir.

9. Rükûa varırken tekbir almak, yani Allahüekber demek.

10. Rükûda üç kere "Sübhâne rabbiye'l-azîm" demek.

11. Rükûdan doğrulurken "Semiallahü limen hamideh" demek (tesmî`). Bunu imam ve tek başına namaz kılan söyler; imama uyan kişi söylemez.

12. "Semiallahü limen hamideh" dedikten sonra, "Rabbenâ leke'l-hamd" veya "Allahümme rabbenâ leke'l-hamd" demek (tahmîd). Bunu tek başına namaz kılan ve imama uyanlar söyler. İmam da söyleyebilir (Ebû Hanîfe'ye göre imam söylemez).

13. Tek başına namaz kılan kişi, tesmî` ve tahmîdi gizli yapar. İmam ise tesmîi sesli söyler. Tahmîd her durumda sessiz okunur. Ancak kalabalık cemaatte imamın sesi arkalardan duyulmuyorsa ortalardan bir kişi, imamın tekbirlerini yüksek sesle tekrarladığı gibi tahmîdi de yüksek sesle okur.

14. Erkeklerin, rükû durumunda dizlerini dik ve arkalarını düz tutmaları, dizlerini elleriyle kavramaları, dizlerini tutarken ellerini açık bulundurmaları. Kadınlar ise ellerini dizleri üzerine koyarlar, dizlerini tutmaz ve parmaklarını ayrık bulundurmazlar. Dizlerini bükük ve arkalarını meyilli bulundururlar.

15. Rükûda başını aşağı, yukarı eğmeyip doğru tutmak.

16. Rükûdan doğrulup dik durmak (kavme). Bunun ta`dîl-i erkânın bir parçası olma ihtimaline binaen vâcip olduğu da söylenmektedir.

17. Rükûdan doğruluşta (rükû kavmesinde), bayram tekbirlerinin arasında elleri yana salıvermek (irsâl).

18. Secdeye varırken yere önce dizlerini, sonra ellerini, daha sonra yüzünü koymak ve secdeden kalkarken, secdeye varış sırasının tersini yapmak; secdeye varırken ve secdeden kalkarken "Allahüekber" demek.

19. İki secde arasında celse yapmak, yani kısa bir ara oturuşu yapmak. Bunun ta`dîl-i erkânın bir parçası olma ihtimaline binaen vâcip olduğu da söylenmektedir.

20. Secdelerde başını iki eli arasında yere koyup ellerini yüzünden uzak tutmamak ve parmaklar bitişik ve el ayası yere yapışık olmak.

21. Secdelerde üçer defa "Sübhâne rabbiye'l-a`lâ" demek.

22. Erkeklerin, secdede iken karnı uyluklardan, dirsekleri yanlarından ve kolları yerden uzak tutması. Kadınlar ise, secdede alçalıp kollarını yanlarına bitiştirir ve karnı uyluklarına yapıştırırlar.

23. Secde arası oturuşta (celse) ellerini uylukları üzerine koymak.

24. Gerek celsede gerek ka`dede, erkekler sol ayaklarını yere yayıp üzerine oturur ve sağ ayaklarını parmaklar kıbleye gelecek şekilde dikerler. Kadınlar ise ayaklarını sağ yanlarına yatık bir şekilde çıkarıp, öyle otururlar (teverrük).

25. Tahiyyât'ın teşehhüdünde "lâ ilâhe" derken sağ elinin şahadet parmağını yukarı kaldırıp "illallâh" derken indirmek.

26. Tahiyyât'ı gizli okumak.

27. Rek`atı ikiden ziyade olan farzların ilk iki rek`atının dışında Fâtiha okumak.

28. Son oturuşta, Tahiyyât'tan sonra salavat okumak. Bu, namazın müekked sünnetlerindendir.

29. Salavattan sonra dua etmek.

30. Selâm verirken başı önce sağa sonra sola çevirmek ve her iki tarafa selâm verirken "es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâh" demek. İmam, selâm verirken hafaza melekleri ile cemaate; imama uyan kimseler cemaate ve imama; tek başına namaz kılan kimse ise meleklere selâm vermeye niyet eder. İmam sola selâm verirken sesini biraz alçaltır. İmama uyanların selâmı, fâsılasız olarak imamın selâmının hemen ardından olmalıdır. Ayrıca birinci rek`attan sonra imama yetişen muktedînin (mesbûk), imamın ikinci selâmını beklemesi de sünnettir.


     B) NAMAZIN ÂDÂBI

     Âdâb, Hz. Peygamber'in bazan yapıp bazan terkettiği şeyler olup Hanefî literatüründe mendup veya müstehap anlamında kullanıldığı da olur. Bunları terketmek, isâet sayılmaz ve kınamayı gerektirmez ise de riayet edilmesi daha faziletlidir (efdal). Esasen namazın âdâbı yüce yaratıcının huzurunda durulduğunun farkında olunarak zâhiren mütevazi bir halde bulunmaktır.

     Namazın âdâbı (müstehapları) şunlardır:

1. Namaz esnasında iken hem görünüşte, hem de iç dünyada bir tevazu, sükûnet ve huzur içinde bulunmak.

2. Kıyafete çeki düzen vermek. Meselâ gömlek gibi düğmeli bir giysi giyildiğinde düğmelerini iliklemek.

3. Kamet sırasında "hayye alel felâh" denirken imam ve cemaatin namaz için ayağa kalkması.

4. "Kad kameti's-salâh" denilirken imamın namaza başlaması, müezzini fiilen tasdik etmek anlamına geleceği düşüncesiyle âdâbdan (müstehap) sayılmıştır. Fakat imamın kametin bitmesini beklemesinde ve kamet bittikten sonra namaza başlamasında da bir beis yoktur. Hatta Ebû Yûsuf ile diğer üç mezhep imamına göre en uygunu kamet bittikten sonra namaza başlanmasıdır. Çünkü bu suretle cemaate saflara çekidüzen verme fırsatı tanınmış olur.

Kamet getirilirken camiye giren kişi ayakta beklemeyip, hemen oturur ve cemaatle birlikte ayağa kalkar.

5. Erkekler iftitah tekbiri alırken ellerini yenlerinin (uzun elbise kolarının) dışına çıkarmak.

6. Namaza dururken kalbin ameli olan niyete lisanın fiili olan sözü eklemek. Söyleme kalbin amelini engelliyorsa kalbin niyeti ile yetinmek gerekir.

7. Namazda bulunan erkek ve kadının huşû üzere olup kıyamda secde yerine, rükûda ayaklarının üzerine ve secdede burnun iki kanadına, otururken kucağına ve uyluk üzerlerine ve selâmda omuz başlarına bakması.

8. Namaz esnasında mümkün oldukça öksürüğü, geğirmeyi gidermek ve esneme durumunda ağzı tutmak, dudakları dişlerle olsun kapamak; bu da yeterli olmazsa sağ el ile kapamak.

9. Tek başına namaz kılan kişinin, rükû ve secde tesbihlerini üçten fazla yapması.

     Bütün bunlar yapılması güzel (müstahsen) olan şeylerdir ve ibadet esnasında Allah'ın huzurunda olma şuuruna ve O'na gösterilmesi gereken tâzime de uygun davranışlardır.


27 Ekim'de KONFERANS ... ÇEÇENİSTAN ve YAŞANANLAR...

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri & Grand Alfa Karadeniz Turu

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri  &  Grand Alfa Karadeniz Turu      5 Gün - 4 Gecelik (3 gece otel konakla...