7 Aralık 2020 Pazartesi

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ✿ Âl-i İmrân Suresi 27. ve 29. Ayet-i Kerimeler Arasının Meal ve Tefsiri

Âl-i İmrân Suresi
27. ve 29. Ayet-i Kerimeler Arasının
Meal ve Tefsiri



  • Âl-i İmrân Suresi 27. Ayet-i Kerimenin Meali
     "Geceyi gündüze katarsın, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın. Ve dilediğine sayısız rızık verirsin."

  • Âl-i İmrân Suresi 27. Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     “Geceyi gündüze katarsın, gündüzü de geceye katarsın” cümleleri genellikle şu şekillerde açıklanmıştır:
     a) Bazan gecenin kısaltılıp bu fazlalığın gündüze dahil edilmesi, bazen da bunun aksinin gerçekleştirilmesi,
     b) Gündüzün peşinden gecenin getirilip dünyanın karanlığa büründürülmesi, sonra da tekrar gündüzün getirilip dünyanın aydınlatılması (bk. İbn Atıyye, I, 418). 

     Bunlardan birinci yorum hakkında İbn Arafe’den şöyle bir söz nakledilmiştir:
     Denir ki, Kur’an hem sokaktaki adamın, hem bilgili kişilerin hem de her iki kesimin anlayacağı ifadeler içerir. İşte bu âyet bu duruma bir örnektir. Zira âyet hem özel bilgi isteyen günlerin kısalması ve uzaması olayını hem de herkesin fark ettiği mevsimlerin değişmesini kapsamaktadır. Burada, insanların sahih bir dinî inanca sahip olduktan sonra yeryüzünü cehalet ve şirk karanlığının kaplamasına ve ardından yüce Allah’ın peygamberler göndererek insanlığa aydınlık yolu göstermesine işaret eden sembolik bir anlatım bulunduğu da düşünülebilir (İbn Âşûr, III, 214).

      Bu âyette geçen “Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın” cümleleri de, “ihyâ” (diriltme, yaşatma) ve “imâte” (öldürme, hayatiyetine son verme) kelimelerinin Kur’an’daki kullanımları ışığında değişik şekillerde açıklanmıştır. Bunların bir kısmı maddî hayatla ilgilidir: Topraktan bitkilerin, ölü gibi duran kuru çekirdekten ve tohumdan çeşit çeşit ağaçların, meyvelerin, çiçeklerin çıkması gibi. Bir de, müminden kâfirin ve kâfirden müminin, iyi insandan kötü insanın ve kötü kişiden iyi kişinin, âlimden cahilin ve cahilden âlimin dünyaya gelmesi gibi mânevî benzetmeler yapılmıştır. Bu benzetmelerin neticesi olarak müfessirlerin asıl üzerinde durdukları mâna ise şudur: Şer ve bozgunculukta çok ileri gitmiş toplumların içinden nice peygamberler çıkarmış olan yüce Allah’ın ümmî bir topluluktan tüm insanlığa rahmet olacak son peygamber Hz. Muhammed’i çıkarmasını ve onun öğretilerine gönülden bağlanıp gösterdiği yolu izleyenleri şan ve şerefin doruğuna yükseltmesini ve insanlık için örnek kılmasını yadırgamamak gerekir (Taberî, III, 225-227; İbn Atıyye, I, 418; Reşîd Rızâ, III, 275).

     Yine bu âyette geçen “Ve dilediğine sayısız rızık verirsin” cümlesinde vurgulanmak istenen mâna için şu ihtimallere değinilmiştir:
     a) Yüce Allah’ın kime ne kadar rızık verdiğinin hesabını sorabilecek hiçbir varlık yoktur.
     b) O’nun bağışı ve lütfu sayısız ve sınırsızdır.
     c) O’nun vermesi verilenin bunu hak etmesine göre değil, kendi irade ve takdirine göredir (Râzî, VIII, 10).
     Üçüncü yorumdaki “hak etme” sözcüğü bizim zihinlerimizdeki göreceli içeriği ile sınırlı olarak ele alınırsa, bu Allah’ı yüceltmek şöyle dursun –hâşâ– O’na adaletsizlik nisbet etme fikrini çağrıştırır. Oysa amaç O’nun her türlü bağımlılıktan ve noksanlıktan tenzih edilmesidir; dolayısıyla yüce Allah’ın bu takdirinin insan aklının idrakinin çok ötesinde hikmetler taşıdığını göz ardı etmemek gerekir (rızık konusunda bk. Rûm 30/37-40; Sebe’ 34/34-36; Şûrâ 42/27).
  • Âl-i İmrân Suresi 28. Ayet-i Kerimenin Meali
     "Müminler müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa artık Allah’la olan bağını koparmış demektir. Ancak onlardan gelebilecek bir tehlikeden korunmanız başkadır. Allah kendisi hakkında sizi uyarıyor. Sonunda dönüş Allah’adır."
  • Âl-i İmrân Suresi 28. Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     Bu âyetin iniş sebebi olarak tefsirlerde, bazı müslümanların yahudilerle ve müşriklerle kendi varlıklarını bile tehlikeye sokabilecek dostluklar kurmalarına ilişkin değişik olaylar nakledilir.
     Bunlardan biri şudur:
     Medine’deki bazı yahudiler zaman zaman ensardan bazı müslümanlarla gizli temas kurarak onları dinlerinden vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Durumu fark eden Rifâa b. Münzir, Abdurrahman b. Cübeyr ve Saîd b. Hayseme gibi müminler söz konusu müslümanları dikkatli olmaları konusunda uyardılar. Onlar bu uyarıyı dikkate almayıp yahudilerle yakın ilişkilerini sürdürdüler. O sebeple bu âyet nâzil oldu (Râzî, VIII, 10-11). Gerek nüzûl sebebi olarak zikredilen olaylar, gerekse “kâfirûn” (inkârcılar) kelimesinin Kur’ân-ı Kerîm’deki kullanımları dikkate alınarak burada dost edinilmemesi istenenlerin müşrikler, münafıklar veya genel olarak tüm inkârcılar olabileceği yorumları yapılmıştır. Nüzûl sebebi ne olursa olsun âyet bütün zamanlarda geçerli genel bir ifadeye sahiptir (İbn Atıyye, I, 419).
     Kur’ân-ı Kerîm, müslümanların başka dinlerin mensuplarıyla ve bilhassa putperestlerle farklı konumlarda çok çeşitli ilişkiler içinde bulundukları yirmi üç yıla yakın bir zaman dilimine yayılmış olarak nâzil olduğundan, bu konuya ilişkin âyetlerde üslûp ve içerik farklılığının bulunması tabiidir. Müslümanların müslüman olmayanlarla ilişkilerini düzenleyen âyetler ve Resûlullah’ın uygulamaları topluca değerlendirildiğinde, delillerin şu iki noktada görüş ayrılığına meydan vermeyecek ölçüde açık olduğu görülür:
     a) Hangi sebeple olursa olsun müslümanın –kendi inançlarından tâviz vererek– müslüman olmayana inanç bakımından yakınlık duyması, onları bu anlamda dost edinmesi kendi imanını tehlikeye sokan bir durumdur.
     b) İnançların zedelenmesine yol açacak bir tarzda olmaksızın, İslâm’ın insana bakışını gösteren örnek davranışlar sergilemek, dünya hayatının düzen ve istikrarını sağlamak ve bu çerçevedeki yararlarını koruyup geliştirmek amacıyla müslümanların gayri müslimlerle iyi ilişkiler içinde olması yasaklanmayıp aksine özendirilmiştir.
     Bu anlayışa paralel olarak, devletler umumi hukukunda milletlerarası ilişkiler için yapılan dostane ilişkiler ve hasmane ilişkiler şeklindeki temel ayırım esas alındığında, İslâm’ın tavrının bunlardan birincisini kural, ikincisini ise istisna telakki etme şeklinde olduğu söylenebilir. Bu tarz ilişkilerin âyet-i kerîmede kullanıldığı anlamıyla “velâ” (dostluk) olmadığı açıktır. Bu kelimenin başka âyetlerdeki, özellikle “Allah Teâlâ”nın en iyi dost olduğunu belirten âyetlerdeki kullanımı dikkate alınırsa, burada yasaklanan dostluğun, “inanç birliğinden veya yakınlığından ötürü sevgi besleme, güven duyma ve bel bağlama” anlamında olduğu kolayca anlaşılır.
     Gerek âyetin sonundaki ağır müeyyide yani bu ikaza uymayanların Allah’ın dostluğunu yitirmiş olacaklarının bildirilmesi gerekse müteakip âyette gizlenen niyetlerin Cenâb-ı Allah’ın bilgisi dışında olmadığının hatırlatılması, yasaklanan ilişkilerin, İslâm inancına sadakati her şeyin üstünde tutmaksızın birtakım kişisel zaaflar uğruna imanı tehlikeye sokan veya müslümanların zararına olan dostluklar tesis edilmesi veya bu tür dostlukların korunması olduğunu göstermektedir.

     Hz. Muhammed’in, peygamberliğinden önceki dönemde ortağı olan Sâib b. Abdullah’ı Câhiliye devrindeki erdemli davranışlarından ötürü övmesi, gençliğinde Mekke’de haksızlıkların önlenmesi amacıyla oluşturulan “Hilfü’l-Fudûl”a (gönüllüler ittifakı) katılmış ve peygamberlik yıllarında da bu girişimden memnuniyet ve övgüyle söz etmiş olması (İbn Sa‘d, et-Tabakåtü’l-kübrâ, I, 128-129), bu sûrenin 75. âyetinde Ehl-i kitap mensuplarının “dürüstlük” ölçütüne göre tasnife tâbi tutulması, Resûlullah’ın yahudilerle ve müşriklerle yazılı anlaşmalar yapmış olması gibi deliller ve hepsinden önemlisi Enbiyâ sûresinin 107. âyetinde Hz. Muhammed’in bütün yaratılmışlara “rahmet” olarak gönderildiğinin bildirilmesi göstermektedir ki, İslâmiyet, başka dinlerin mensuplarıyla temas kurmayı, barış ve esenlik içinde yaşamanın yöntemlerini geliştirmek ve ilâhî bir lutuf olarak insanın doğasına yerleştirilmiş olan (“fıtrat”a uygun) ahlâkî erdemleri beşeriyetin en yüce değerleri sayıp onları yükseklerde tutmak için iş birliği yapmayı yasaklamak şöyle dursun, bunu İslâm mesajını bütün insanlara ulaştırma (tebliğ) görevinin bir parçası saymıştır. Bunun sonucu olarak insanlık tarihinde farklı dinlere mensup kimselerin güven duygusu içinde birlikte yaşayabilmeleri konusunda en başarılı siyasî ve sosyal ilişki örneklerinin müslümalar tarafından sergilenmiş olduğu görülmektedir.
     Müslümanların bu alanda ortaya koydukları farklılığın güven duygusu içinde yaşama hissini verebilmekle sınırlı kalmadığı, değişik dinlerin mensuplarının bir taraftan kendi inançlarına göre yaşama özgürlüğüne sahip olduğu, bir taraftan da adalet, hoşgörü, yardım severlik ve benzeri erdemlerin çok belirgin biçimde gözlenebildiği bir sosyal yapı oluşturdukları, müşahedelerini objektif bir bakışla kaleme alan birçok Batılı yazarın hayranlık dolu ifadelerinden anlaşılmaktadır. Kuşkusuz, “yaratana saygı ve yaratılmışlara iyi davranma” şeklindeki iki umdenin İslâmî öğretilerin özünü teşkil ediyor olması ve bunun ortaya çıkardığı toplumsal dinamikler anılan sonucun sağlanmasında büyük bir etkiye sahiptir. Bir müslümanın Allah’a karşı kulluk görevinin bir parçasını teşkil eden (ibadet niteliği taşıyan) malî yükümlülüklerde (zekât ve fitre) bile, bazı bilginlerin gayri müslimlerin de hak sahipleri çerçevesinde sayılması ictihadını ortaya koymuş olmaları bu açıdan önemli bir örnektir. Hatta Hz. Ömer’in Tevbe sûresinin 60. âyetinde geçen “fukara” kelimesini müslümanların yoksulları, “mesâkîn” kelimesini Ehl-i kitabın yoksulları şeklinde yorumladığı ve hazine görevlilerine bu yönde uygulama yapmaları için tâlimat verdiği nakledilmiştir (Ebû Yûsuf, el-Harâc, s. 136).
     Fakat bütün bu sınırlı ilişkiler, Kur’an ve Sünnet’teki diğer deliller ışığında değerlendirildiğinde, müslümanların, kimlik erimesine, dolayısıyla iman gücünü kaybetmelerine yol açacak ilişkiler kurmalarını veya boyunduruk altına girmeye razı olmalarını onaylama anlamına gelmemektedir. Özetle âyet-i kerîme, müslümanların bu hassas dengeyi dikkatle korumaları, bu konudaki adımlarını amacı dışına taşırmamaları ve ilişki kurulan tarafın da niyetini göz ardı etmeyip basiretli davranmaları gerektiğini hatırlatmaktadır (İbn Âşûr müslümanların müslüman olmayanlarla ilişkilerini ve hükümlerini sekiz duruma ayırarak incelemektedir, bk. III, 217-220).
     Âyetin meâlinde geçen “müminleri bırakıp da…” kaydından hareketle, burada müslüman olmayanlarla kurulması yasaklanan ilişkinin, müminlere cephe alma niteliği taşıyan ve onlara zarar veren dostluklar olduğu, yine müminleri bırakıp sırf gayri müslimleri dost edinme olduğu yorumları yapılmıştır. Buna karşılık bazı müfessirler, başka âyetlerde bu kayda yer verilmeksizin yapılan mutlak yasaklamayı dikkate almış ve bu âyetin, kayıtsız şartsız olarak “Müminlerin dışındakileri dost edinmeyin” şeklinde anlaşılması gerektiğini savunmuşlardır (bk. Râzî, VIII, 11-12; İbn Âşûr, III, 216-217).
     Yukarıda açıklanan anlam ve şekliyle inkârcıları dost edinmek kesin bir dille yasaklandığı gibi, bu ikaza uymayan kişinin Allah ile bağını koparmış, Allah’ın dostluğundan yoksun kalmış olacağı bildirilmektedir. Ancak daha sonra lüzum görüldüğünde korunma amaçlı olarak veya gerekli korunma tedbirlerini alarak dostane ilişkiler kurmakta bir sakınca bulunmadığı ifade edilmekte, ardından tekrar sakındırıcı bir cümle gelmekte ve âyetin sonunda her şeyin dönüp dolaşıp Allah’a varacağı hatırlatılmaktadır.
     Âyetteki ifade akışına dikkat edilince görülmektedir ki, bir taraftan imana zarar veren dostluklar yasaklanırken, diğer taraftan bu yasağın kayıtsız şartsız katı bir biçimde algılanmaması gerektiği, yukarıda belirtildiği tarzda bazı dostluklar kurulabileceği bildirilmekte, fakat bunun da mâkul bir sınırı aşmaması ve sürekli bir otokontrole tâbi tutulması için ikazda bulunulmaktadır.
     Âyet-i kerîmedeki istisna ifadesinden, “bazı insanların şerrinden korunmak için, gerçek niyetini belli etmeden onların arzusuna uygun hareket etme” anlamına gelen takıyye (tukye) kavramı çıkarılmış ve bunun hangi durumlarda dinen geçerli bir davranış olabileceğine dair kurallar geliştirilmeye çalışılmıştır (meselâ bk. Râzî, VIII, 13-14). Her şeyden önce buradaki istisna ifadesinde geçen ve “korunma” mânası taşıyan lafız ile, yaygın olarak kişinin olduğundan farklı görünmeyi sürekli bir davranış biçimi haline getirmesi anlamında kullanılan takıyye birbirine karıştırılmamalıdır.
     Öte yandan, birçok âyet ve hadisten, müslümanın daha üst bir değeri ihlâl etmedikçe, muhtemel bir zarara karşı önlem almak üzere söz ve davranışlarıyla gerçek inanç ve düşüncesini gizlemek durumunda kalabileceği anlaşılmaktadır. Şu var ki, bunun sadece o hal ile sınırlı, zaruretten doğan istisnaî bir yol olduğu, amacı dışına taşırıldığında, mâkul sınırları aştığında ve süreklilik kazanma eğilimine girdiğinde, kaçınılmak istenen zararlardan çok daha büyük zararlar getireceği, karakter bozukluğuna yol açacağı ve beşerî ilişkilerde güveni sarsacağı, bunun ise İslâmî ilkelerle bağdaşmayacağı unutulmamalıdır.
     Takıyye ile yakından ilgili bir kavram da “müdârâ”dır. Müdârâ bir gerçeği örtme veya bir bâtıla geçerlilik sağlama amacı taşımaması, iki yüzlülük (nifak) olarak nitelenebilecek biçim ve ölçüde olmaması kaydıyla “aynı ortamı paylaşan insanlarla hoş geçinip onlara güler yüz gösterme ve durumu idare etme” anlamında bir muâşeret kuralı kabul edilir (M. Reşîd Rızâ, III, 281). Hz. Peygamber’in de kendilerinden kötülük gelmesi muhtemel zorba kişilerle karşılaştığında müdârâ ettiği, bazı hallerde aile içi barışın sağlanmasında da bu yönteme başvurulmasını uygun gördüğü nakledilmiştir (Buhârî, “Nikâh”, 79, “Hudûd”, 31; Tirmizî, “Birr”, 59; Dârimî, “Nikâh”, 35).
     “Allah kendisi hakkında sizi uyarıyor” şeklinde tercüme ettiğimiz cümleye, “Allah sizi kendisinden (O’na karşı gelmenizden, azabından) sakındırıyor” mânası verildiği gibi, “Allah sizi bizâtihî böyle bir işten sakındırıyor” anlamı da verilmiştir.

  • Âl-i İmrân Suresi 29. Ayet-i Kerimenin Meali
     "De ki: "İçinizdekileri gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir; göklerde olanları da yerde olanları da bilir. Allah her şeye kādirdir."
  • Âl-i İmrân Suresi 29. Ayet-i Kerimenin Meali
     Önceki âyette yer alan uyarıdan sonra bu âyette, yüce Allah’ın kulların niyetlerini çok iyi bildiği hatırlatılmaktadır. Genel anlamıyla âyet evrendeki hiçbir olayın, hatta eylem haline dönüştürülmemiş hiçbir düşüncenin bile Allah’ın bilgisi dışında kalmayacağını, dolayısıyla insanın bazı işlerini veya niyetlerini başkalarından gizleme becerisine aldanmaması gerektiğini ifade etmektedir (bu konuda bk. Bakara 2/284). Bununla birlikte önceki âyette, dış görünümü itibariyle olumlu veya olumsuz olarak değerlendirilebilecek fakat asıl yargının bu konudaki amaca bağlı olduğu bir davranıştan (mümin olmayanlarla dostluk yapmaktan) söz edildiği için Resûlullah’tan yüce Allah’ın bu kuşatıcı ilmini özel olarak hatırlatması istenmiştir.
     Âyette kişinin iç dünyasında sakladığı niyetlere değinilirken, “göğüslerinizde” ifadesi kullanılmıştır. Başka birçok âyette de kalplerin mahalli olarak “göğüsler” (sudûr) kelimesi kullanıldığı gibi bir âyette “göğüslerdeki kalpler” ifadesiyle bu hususa açıklık getirilmiştir (bk. Hac 22/46).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 534-541


6 Aralık 2020 Pazar

İSTANBUL ÇAMLICADA VİLLAYA KARI-KOCA ACİL PERSONEL (Ev, Maaş, SGK ve Başka da Destekler ile)

 İSTANBUL - ÜSKÜDAR - ÇAMLICA'DA
BAHÇELİ EV İÇİN AİLE ARIYORUZ.

    Gönül Erleri Mail Grubu üyelerimizden bir iş adamı dostumuzun Çamlıca'daki 2 villalık sitesine;
  • Erkek; her gün markete, fırına gidip alışveriş yapma ve genel güvenlik, teknik işler, bahçe işleri, vs.
  • Bayan; haftanın 6 günü 10:00-16:00 gibi ev temizliği (2 ayrı eve, haftanın 3 'er günü).
  • Yaşlar; 25-45 arası (kadın da, erkek de)
  • En fazla 2 çocuk.
  • Erkek dışarda başka işte çalışırsa maaş almaz.
  • MAAŞ + SGK (Karı-Kocaya ayrı ayrı, yaşlarına, aile yapılarına göre 2500-3000 ₺ arası. Karı-Koca toplam maaşları 5-6 bin ₺ arası.)
  • Kalacakları yer: Villa sitesi içinde müstakil ev.
  • Ev Kirası, Doğalgaz, Elektrik, Su, İnternet, Telefon ücreti ödemeyecekler...
  • Sağlık, psikoloji vs. sorunları olmamalıdır.
Yukarıdaki şartlara uyanlar
mgilanlar@hotmail.com 
mail adresimize özetle kendilerini tanıtırlarsa ve
iletişim bilgilerini yazarsalar
ev sahibi tarafından aranıp
tanışılıp, detaylıca bilgilendirilip, 
uygun görülürse de görüşmeye davet edilip
ona göre karar verilecektir.

5 Aralık 2020 Cumartesi

PSİKOLOJİ KÖŞESİ / RUH SAĞLIĞI ~ DUHA SÛRESİ


     DUHA SÜRESİ (93)

     1-2) Kuşluk vaktine ve sakin geceye yemin olsun!
     3) Rabbin seni bırakmadı ve darılmadı da…
     4) Ahiret senin için dünyadan daha hayırlı olacaktır.
     5) Rabbin sana verecek ve sen hoşnut olacaksın.
     6) O seni yetim bırakıp da barındırmadı mı?
     7) Seni yol bilmez bulup yola iletmedi mi?
     8) Seni yoksul bulup zengin etmedi mi?
     9) Öyleyse sakın yetimi ezme!
     10) İsteyeni de azarlama!
     11) Fakat Rabbinin nimetini hep anlat.

     Bu Sûrenin, belli bir müddet vahyin gelmemesi ve Peygamberimizin üzülmesi üzerine geldiği rivayet edilir (Yazır, 264)

     Bu Sûrede mükemmel bir duygu analizi ve iletişim programlaması görülmektedir.

     Bu ayetleri çıkış noktası yaparak bir kısım duygu, düşünce ve davranış modelleri ve teknik prensipler belirledik. Ayetleri tek tek ve bütünlük içinde ele alarak, Kur’an’da benzer yaklaşımlara da başvurarak, bu tespitlerimize açıklık ve yorum kazandırmaya çalışacağız.

     İnsan gerçeğinden yola çıkarak bu yaklaşımları iki ana başlık altında toplayabiliriz:

     A) İÇ PLANLAMA
     1) Ayrılık duygusu

     İnsanların değişik sebeplerle birbirinden ayrılması ve yalnız kalabilmeleri, sıkça yaşanan kaçınılmaz bir durumdur. Yatılı okuma, askere gitme, evlilik, tayinle yer değiştirme, çalışma zorunluluğu gibi olayları hepimiz yaşamaktayız. İlim, eş, iş, savaş temel ayrılık sebepleri…
     Bir de istemediğimiz gibi üzüldüğümüz, hatta ciddi ruh bozuklukları yaşayabildiğimiz ayrılıklar vardır; hastalık, ölüm, hapis, boşanmalar, ciddi dargınlıklar gibi… Bir de sevda vurgunları!..
     Ayrılık yalnızlık getirir, yalnızlık ise hasret ve hicranıyla her durumda insanı üzer. Bu, bir vedalaşma olmadan gerçekleşirse daha da üzer. Son bir kez görseydim deriz!.. Terk edilmek ise travmaya neden olabilir. Bu da ruhta kalıcı derin yaralar açar, ruhsal hastalıklara ve kişilik bozukluklarına sebep olur; özellikle çocuk yaşta yaşanırsa..!
     Bir ayrılık yaşanacaksa bu, sebepsiz, olumsuz bir nedenle veya öfke eseri değil, geçerli sebeplerle, yüksek amaçlar uğruna ve makul bir şekil de olmalı ve uzaklaştığımız insana bunun anlamı, sebepleri ve sağlayacağı olumlu sonuçları açıklanmalı, moral verilmeli, yüreğine su serpmelidir. İkna edici ve içten yapılan açıklamalar, ardından da sık sık aramalar insanları teselli eder. Hüzünlerini dağıttığı gibi, ruhlarına duygu ve düşüncelerine canlılık kazandırır. Ayetleri okuduğunuzda, ifade ettiklerimizin rahatlıkla okunabileceğini sizler de fark edebilirsiniz…
     Kur’an’da, ayrılık yaşayan Hz. Yakub’un duyduğu evlat hasreti, sebep ve sonuçlarıyla çarpıcı bir şekilde anlatılmaktadır. Diğer çocuklarının, Yusuf’u, kıskançlık sonucu bir kuyuya atmalarının ardından, hicran ateşi; babanın içini yakarken, gözlerini de kavlamış, onu göremez hale getirmişti (12/84). Ve onun Yusuf’u, yıllarca burnunda öylesine tütmüştü ki, kilometrelerce öteden “Yusuf”umun kokusunu duyuyorum!” demişti. Burun adeta bir detektör kesilmiş, Yusuf’a hassaslaşmıştı. İçindeki Yusuf’un, gömleğe sinmiş kokusunu uzaklarda da olsa hissedivermişti (12/93-96).
     “Yusuf gömleği” aslında bir ayrılık sembolüydü Yakup için!.. Bir keder miladıydı!.. Evladının kanlı gömleği, “Kurt parçaladı!” denerek kucağına bırakılıvermişti. Yusuf gömleği aynı zamanda bir “İffet sembolü” ydü. Sarayda bir köle olmasına, Züleyha’nın da ona köle olmasına rağmen, o gömleğini çıkarmamış, zindancının sırtına geçireceği gömleği tercih etmişti. Fakat yıllar sonra onu başlara taç yapacaklar, hapse atanlar, kendi elleriyle sırtına iktidar gömleğini giydireceklerdi. Ve vefalı o gömlek, hiç içinde Yusuf olduğu halde baba-oğul karşılaşmasına da şahit olacaktır.
     Diğer bir ayrılık mağduru Musa’nın annesidir. Firavunun çocuk katliamına başlaması üzerine, Allah’ın işareti ve ona güven ve huzur vermesi sonucu, Musa bebeğini, sepet içinde Nil nehrine bırakmıştı. Musa, sarayda Firavunun karısı Asiye’den himaye görmüş, evlat hasretiyle yanıp tutuşan ana da, Musa başkasından süt emmediği için, saraya süt anne ve bakıcı olarak alınmıştı (28/ 7-13).
     Olayda konumuza ışık tutacak, açılımlar meydana getirecek önemli noktalar bulunmaktadır.
     Öncelikle Firavunun bir tanrı rolüne soyunduğunu , onu oynadığını, benliğini tanrılık düşüncesiyle bütünleştirdiği için, kendini adeta Tanrı gibi davranmak zorunda hissettiğini anlıyoruz. Kur’an “Azmış!” (28/4) diyerek ondaki, ilahlık iddiası ve uygulaması şeklinde tezahür eden benlik bozulmuşluğunun raporunu vermektedir.
     Aynı Ayetin içinde “Bozguncu” kavramının geçmesi de çok ilginçtir. Çünkü bu kavram da bozulan benlikten yansıyan davranış bozukluklarını ifade etmektedir. Toplumun tek sahibi olma sıfatıyla, kolay idare etmek için halkı parçalara bölmesi, her birini güçsüz azınlık gibi bırakıp kolayca yönetmesi ve köle gibi çalıştırması ve mezbahada hayvan boğazlar gibi bebekleri kesmesi bu bozgunculuğunun teyidi sayılmaktadır (28/4).
     İkinci olarak, böyle bir katliam karşısında Musa’nın annesine tam bir güven verilmekte, korku ve endişesi, ayrılık ve yalnızlık duygusu giderilmekte, evlat hasreti dindirilmekte, gerekçe hedef ve sonuç açıklanmakta, vaat edildiği gibi çocuğuna kavuşturma ödülü ve Peygamber anası olma payesi ve onuru bahşedilmektedir (28/7-13).
     Dikkatle bakarsak, belirlediğimiz konu başlıklarının tamamına yakınından söz edildiğini görürüz.
     Kur’an’da ayrılık anlamına gelen “Firak” kelimesi iki yerde zikredilir. Birinde Hz. Musa’nın yol arkadaşı (Hızır olduğu söylenir), “Ayrılık zamanı!” (18/78) der ve zahirî olarak bakıldığında anlaması güç olan hikmetli olayların perde arkasını Hz. Musa’ya anlatır (18/65-82). Diğerinde ise ölmekte olan insanın çırpınışını ve “Ayrılık vakti” olduğunun bilincine vardığını ifade eder (75/28).
     Ayrılık, hayat kadar sahici ve kaçınılmaz bir gerçektir. Biz her ayrılığımıza yüksek amaçlarla güzel anlam kazandırmayı düşünmeliyiz. Her ayrılık düşündüğümüz noktada, bu dünyadan da bir gün ayrılmak zorunda kalacağımızı ve gideceğimiz alemde buradaki ayrılıklarımızın hesabını vereceğimizi hesaba katmalıyız. Mükafat alacağımızı da!..
     Allah yolunda Hicret ve Hizmet ayrılığı kadar yeryüzünde tatlı, sevaplı ve mutluluk verici başka bir ayrılık yoktur!..

     2) Darılma duygusu
     Kısa süreli dargınlıkları hep yaşarız. Bazen bu yararlı da olabilir. Taraflara kendilerini ve ilişkilerini gözden geçirme fırsatı verir. Yokluk durumunda nimetlerin değerinin daha iyi anlaşılması gibi, bazen özlemi canlandırarak, sevgi ve ilgiyi de pekiştirebilir. Ve bazen haklı bazen de haksız gerekçelere dayanır. Çok sık tekrarlanan dargınlıklar veya uzun süren küslükler, taraflarda soğukluk oluşturabilir, tiksinme ve nefreti körükleyebilir ve ayrılık terk etmeye dönüşebilir.
     Özellikle sevgi ve ilgiye en çok ihtiyaçları olduğu gelişme dönemindeki çocuklara gösterilen dargınlıklar risk taşımaktadır. Bu devreler çocukların ilişki kurmayı ve duygu beslemeyi öğrenme, düşünce geliştirme davranış belirleme dönemleridir. Dargınlık ise onda önemli olmadığı aksine konuşmaya değer bulunmayan bir kişilik sahibi olduğu inancını oluşturur. İnsanları kendinden uzaklaştıran özelliklere sahip olduğunu düşünerek suçluluk duygusuna kapılır. Zamanla da kendisini, yanlış davranış sergileyen, beğenilen ve övülen işleri beceremeyen bir kimlik olarak benimsemeye başlar.
     En tehlikelisi de bütün sıkıntılarını ve problemlerini içinde hapsetmeye başlar, çünkü paylaşacak insan yoktur. İtilmişlik duygusunun zorlaması ile, kendine ilgi gösteren herkese yönelebilir. Kendini köle gibi hissedip her önüne gelene boyun eğmeye başladığında ya da kendini kabul ettirmek için olumsuz davranışlara ve suçlara yöneldiğinde ise oldukça geç kalınmış olur.
     Gençliğimizde anne babamıza, evlilik hayatında eşimize, iş hayatımızda amirimize, meslektaşımıza, akrabalarımıza, komşumuza vb. karşı küslükler yaşadığımızda, neler hissettiğimizi ve yaptığımızı hatırlarsak konu daha iyi anlaşılabilir hale gelir.
     Darılma anlamına gelen “Kalâ” kelimesi, belirleyebildiğimiz kadarıyla Kur’an’da bir kez geçmektedir. Kavram olarak değil de davranış biçimi olarak örneklerini yine Kelam-ı ilahîde görebiliriz.
     Hz. Yakub, diğer çocuklarına da şefkatli bir baba gibi yaklaşmış, Yusuf’un başına gelenlere rağmen asla kovmamış, dışlamamış, darılmamıştı. Yusuf’tan ilk ayrılık haberini aldığında, ilk tepkisi “Nefisleriniz bu işi size güzel gösterdi, bana düşen güzel, tam bir sabırdır. İlettiklerinize karşı bana yardım edecek olan Allah’dır!” (12/18) demiştir. Karşısında on kardeş ağız birliği yapmıştı. Kanlı gömlek elindeydi ama Peygamberin elinde DNA test kanıtı da yoktu, diyecek bir şeyi de yoktu!..
     Burada özlü ve gizli bir sitem vardır. Çocuklar doğrudan suçlanmıyor, hele ceza hiç düşünülmüyor. Sadece besledikleri kıskançlık duygularına yenik düştükleri belirtilerek işledikleri hatanın gerekçesi hatırlatılıyor ve bu duyguya dikkat çekilerek mesele vicdanlarıyla hesaplaşmaya bırakılıyor.
     “Sen diliyle” çocuklarımızın suçlanmaması çok işlenen bir konudur. Kişiden çok davranışına dikkat çekilmesi hep önerilir. Ve sorun yaşayan insanın genellikle kendi duygusuna tercüman olup karşı tarafa “Ben!” diliyle iletilmesi tavsiye edilir.
     Bu konuda Peygamber bize aile, evlat ilişkilerinde güzel örnek sergilemektedir. “Madem beni üstesinden gelemeyeceğim bir durumla karşı karşıya bırakmış oldunuz, bana düşen başıma sardığınız bu olumsuz durum karşısında sabretmek ve Allah’tan yardım istemektir” diyerek, o gergin diyalog ortamında kendi duygusunu ortaya koyarak ve Allah’a yönelerek öncelikle yeni tepkilerin oluşmasını önlemiş olmaktadır.
     Şayet suçluluk psikolojisi içindeki çocuklarını itham etse, dışlasaydı, onlar Peygamber bir babaya isyan gibi ağır bir suçu da işleyebilirlerdi. Onları bu duruma itmedi. Ayrıca onlar da babalarını sevdikleri, ilgisini bekledikleri için, Kabil gibi, kıskançlık hastalığına yakalanmışlardı. Baba bir çeşit psikolojik tedavi uyguluyor, olumsuz duygularının azmasını önlüyor, kendilerinin ve babalarının duygularını fark etmelerini sağlayarak, onları Allah karşısında vicdanlarıyla baş başa bırakıyordu. Benzer yaklaşım şekli, en küçük kardeş Bünyamin geri getirilemeyince tekrar yaşanmıştır (12/83).
     Hz. Yakub’ın bu duygu yatırımı ve davranış biçimi, yıllar sonra karşılığını bulmuştur. Yusuf'un gömleği babasının gözleriyle beraber, oğullarının da vicdan gözlerini açmış ve şu itirafta bulunmuşlardı: “Ey babamız günahlarımızın affını dile, biz gerçekten günahkarlardan idik!” (12/97).
     Benzer tutumu Hz. Yusuf da sergilemiştir. Kendisini kuyuya atan ve baba evinden koparan kardeşlerine küsmemiş, aksine Mısır Melik’i olunca onlara yardım etmiş, yanına aldırmıştır. Yanına geldiklerinde de, çok ilginç bir yaklaşım sergiler: “Kardeşlerim beni kuyuya atmıştı” demez, geçmiş acı hatırayı hatırlatıp onları rencide etmez: “Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozdu! (12/100) “Bugün size kınama yok! Allah sizi affetsin!” (12/92) dedi. Hz. Yakub da, “Nefsiniz aldattı” demişti. O da “Şeytan aramıza girdi” şeklinde dolaylı anlatımı tercih ederek suçlama yoluna gitmemiş, olumlu bir yaklaşım sergilemiştir.
     Hz. Nuh evlatlarına darılmayan babalara, farklı bir açıdan güzel örnek teşkil eder. Onlarda hoşa gitmeyen bir ruh bozulmuşluğu ve davranış bozukluğu gördüğü halde, darılmak şöyle dursun, bir baba oğluna en olumsuz durumda sahip çıkmaktadır. Hud süresinin 25-49 ayetleri arasında Hz. Nuh ve kavmiyle olan diyalogları ve gemi yapması anlatılır. Biri Türklerin soy babası kabul edilen Yasef olmak üzere üç oğlu Nuh’a inanmış ve gemiye binmişlerdi. Diğer oğlu ise inanmamış ve "Ben dağa sığınır dalgalardan korunurum!” demişti ki, aralarına giren dev dalgalar oğlunu alıp götürmüştü. Peygamber Allah’a yönelerek dua etti ve oğlunun ailesinden olduğunu, ailesi hakkında va’dinin bulunduğunu arz etti.
     Allah: “Ey Nuh o senin ailenden sayılmaz, yaptığı iş hiç güzel bir iş değil. Hakkında bilgin olmayan şeyi benden isteme, cahillerden olmamanı tavsiye ediyorum!” (11/46). Nuh Peygamber bundan sonra, sana sığınırım demiş, bağışlanmasını istemiştir. Oğul, Allah’ı ve O’nun Nebisi tercih etmemiş sonunu kendi belirlemişti.
     Bir evlat benzer olaya bakarak, inanmıyorlar veya günah içinde yüzüyorlar diyerek anne babasına darılamaz, tavır alamaz, inkarcı diye dışlayamaz. Aksine onlara iyi davranılması konusunda ayet emri bulunmaktadır. Anne baba ile Allah’ın emri çatışırsa Allah’ın emri tercih edilir. Allah’a isyan söz konusu olunca (Hayat tehlikesi yoksa) daima Allah’ın emrine uyulur. İnkarcılığa, günahlara teşvik eden anne baba dinlenmezse günah olmaz. Ancak güzel bir şekilde idare etmek, karşı gelmemek gerekir. Çünkü Kur’an, anne babanın inkara zorlaması konusunda onlara itaat edilmemesini emrederken, onlarla daima iyi geçinmeyi de istemektedir (31/15).
     Darıldığınız kimse varsa, sebep ne olursa olsun küs olmadığınızı bildiriniz. İnsan kimseyle devamlı görüşmek, sıcak ilişkiler içinde olmak zorunda değildir. Gerçekten ciddi problem sonucu küslük oluşmuş olabilir. Fakat bu, dargınlık duygusunu yok etmemize engel olmamalıdır. Allah’ın nazar ettiği, ayetin ifadesiyle misafir gibi geldiği (8/24) Rahmet bahçesi o kalpte, bu dargınlık duygusunu görmemelidir. Bizim, insanlara karşı tutum belirleyici olmamız gerektiği gibi, tutumlarımızdan Allah’a karşı da sorumlu durumdayız. İnsanları hoşnut edemeyebiliriz, ama O’nu hoşnut etmeyi düşünmeliyiz.

     3) Terk edilme duygusu
    Her insan, terk edilmenin, dargınlıktan çok daha ağır olumsuz sonuçlar doğurabileceğini bilir. Bu eşi ve yaşlı anne babayı yaralar, mutsuz eder. Özellikle çocuklarda hayatlarını etkileyecek ruh ve kişilik bozukluğuna yol açar. Anne babası tarafından terkedilmiş sokak çocukları denilen, aslın da sokağın değil bizim çocuklarımız olan kimsesiz yavruların suça ne kadar meyilli oldukları, görsel basında gözler önüne serilmektedir.
     Terk edilen çocukta oluşacak kişilik bozukluğundan söz ederiz ancak esas kişilik bozukluğu, onu terk eden anne babada bulunmaktadır. Cahiliye döneminde doğan çocuğunu kumların derinliklerine terk eden bir baba, yaptığını anlatınca Allah Rasülü, göz yaşlarını tutamamıştı. Şimdi çöp bidonlarına bırakılan, bir çöp gibi dökülen yavruları duyuyor görüyoruz da acaba bir damla gözyaşı döküyor muyuz?
     Terk edilmişlik, insanın ruh gücüne vurulan öldürücü ciddi bir darbe gibidir. İnsanın içindeki güven ve bağlılık duygusunu yok eder. İradesini felce uğratır. Rüzgar önünde savrulan bir yapraktan farksız hale getirir. Ayrılıkların ve dargınlıkların oluşturduğu itilmişlik ve değersizlik duygusunu dörde katlar ve her kötü müdahaleye ve alışkanlığa son derece açık ve yatkın hale getirir. Tıpkı kurtlar vadisine tek başına bırakılan bir kuzu bir ceylan gibi canavarların merhametine bırakılmış olur. Terkedilmiş kimseler kendilerini değişik şekillerde çok kolay terk ederler, hayata karşı dirençleri kalmaz. Çünkü Ruh sevgi, bilgi ve ilgi olmadıkça nefes alamaz, yaşamak bile istemez. Terk edilmişlik değersizlik duygusunun gelişmesini de sağlar.
     Anne babanın terk ettiğine yöneticiler ve varlıklı aileler, topyekün bir millet sahip çıkmalıdır. Yukarıdaki ayetler bu konuda yetim ve yoksulu ezmemeyi, sahip çıkmayı, yol göstermeyi ve bakımını sağlamayı açıkça emretmektedir. Her beldede varlıklı aileler “kimse yok mu?” diye vicdan çığlıkları atan kimsesizleri terk edilmişleri duymuyorlarsa arayıp bulmuyorlarsa sorumlu olurlar.
     Allah hiçbir kulunu terk etmez, Peygamber de ne evlatlarını ne de sorumlu olduğu toplumundan bir ferdi terk etmişlerdir. İnanan bir insanın da farklı bir tutum sergilemesi düşünülemez. Ayetlerden bu konuda hassas olunması mesajını alabiliriz.
     Bu tarz olumsuz duygu yaşadığımızda, yukarıdaki ayetten iktibasla: “Rabbim merhametlidir, değer verdiği bir kulunu yalnız bırakmaz!” diye dua edebiliriz. Namazda bu süreyi okurken, bu anlamların ruhta tatlı bir ünsiyet ve huzur meydana getireceğinden kuşku yoktur.

     4) Yalnızlık duygusu
     Ayrılık, darılmak, terk edilmek ve aranmamak, insana yalnızlık, itilmişlik, önemsizlik duygusu yaşatır. Çocuğumuza darıldı
ğımız zaman, "sen konuşulmaya değer biri değilsin, sen beraber yaşanmaya değmezsin, önemsizsin, bana layık değilsin" mesajlarını iletmiş oluyoruz. Bu açıdan ayetleri bir kez daha okursanız benzer manaları hissedebilirsiniz.
     Belli yaşlarda, belirli meslek sahiplerinin ve ibadet sevenlerin yalnızlığında olumlu taraflar da vardır kuşkusuz. Olumsuzluğuna bakıldığında en başta ruhta meydana getirdiği değişik üzüntü ve sıkıntılar akla gelmektedir. Yalnızlığın sebebine göre getirdiği olumsuz duygu ve düşünceler de farklı olmak durumundadır. Ayrıca insanın inanç, mizaç ve kültür yapısına, aile ve çevresine göre hissettikleri de farklı olabilir.
     Genel olarak yalnızlığın getirdiği en büyük risk, bilinçaltı bombardımanına uğramaktadır. Dış etkilerden serbest kalan zihin, uykuda olduğu gibi, geçmiş olaylara sürekli dalıp çıkar veya geleceğin endişeleri ile boğuşur durur. Taze yaşamış olduğu ve tesirinden kurtulamadığı bir olay üzerinde yoğunlaşır ve sonuçta sıkıntı, üzüntü, kaygı, korku, öfke gibi olumsuz duyguların kıskacında ıstırap çekmeye ve kıvranmaya başlar.
     Bu yönüyle yalnızlık resmen bir laboratuar çalışmasına dönüşür, duygu ve düşünce elleriyle eski dertler hormonlaşır ve yeni yeni dertler üretilir. Bu eylemler devam ettiği sürece de Ruh adasında kendine bambaşka bir yaratıklar dünyası kurmuş, kendi sonunu kendisi hazırlamış olur. Yalnızlık kadar insanın kendisiyle savaştığı, kendi düşmanını kendi elleriyle ortaya çıkardığı, tehlikeli ikinci bir cephe göstermek imkansız gibidir.
     Peygamberimiz, yalnız kalmanın başta gelen tehlikesini, şeytana boy hedefi olma ve kötülüklere açık bulunma olarak özetlemektedir. Çünkü yalnız insan, meşgul edici faaliyetlerden ve olumlu dış uyarıcı ve etkilerden bir soyutlanma hali yaşadığından, Ruh, şeytan ve nefsin ortak hücumuna karşı koyacak gücü kendinde bulamayabilir. Bir de, olumsuz bir arkadaş veya sesli veya görüntülü cazip vasıtalar onu etkiliyorsa, günahlara ve kötülüklere kayması, akıp gitmesi çok kolay olacaktır.
     Dinimiz, ibadeti bile tek başına yapmayı değil cemaat halinde eda etmeyi istemektedir. Dileyen yalnız da ibadet yapabilir. Ancak üç beş kişiyle de olsa birlikte olanın, hem sevabına hem de lezzetine, her zaman ulaşamaz.
     İnsanı tedirgin eden yalnızlık duygusuna karşı Kur’an’da çok güzel bir öneri vardır. İnsanı hem yalnızlık duygusundan kurtarır hem de bütün günah ve kötülüklere ve bilinçaltının postaladığı üzüntü, korku, öfke ya da dürtü uyandıracak görüntülere karşı koruma altına alır: “Hüzünlenme! (Yalnızlık sıkıntısı çekme!) Allah bizimle beraberdir!” (9/40). Ayetin devamında olay şöyle bağlanır. “Allah onların kalbine huzur ve rahatlık indirir..!”
     Yalnız kalmak yanlış, yalnızlığı yanlış arkadaşla paylaşmak, o yalnızlıktan daha da yanlış..!

     Namaz!.. zamanı aydınlatır, insanı asla yalnız bırakmaz..!

     5) Güven duygusu
     Ayetleri incelediğimizde iki yönlü bir güven oluşturulduğunu fark ediyoruz. Peygamberimize hali hazırdaki durumu itibariyle, yalnız bırakılmadığı, vahiy kesilmesinin geçici olduğu, desteğinin süreceği teminatı verildiği gibi, gelecek zaman içinde bir kısım zaferlere ulaşacağı müjdesi veriliyor.
     Peygamberlerde toplumlarına sürekli “Emîn” olduklarını, hiçbir ücret ve menfaat istemediklerini sürekli ifade etmişler (26/107) ve davranışları ve yaşantılarıyla bunu göstermişlerdir. Peygamberimize, daha Peygamberlik gelmeden önce “Muhammedü’l-Emîn” dendiğini hepimiz biliriz.
     Güven duygusu, yukarda sıraladığımız olumsuz ve Ruh sağlığı için zehir niteliğindeki duygulara karşı bir panzehir gibi işlev görmekte, ortaya çıkabilecek olumsuzlukları bertaraf etmektedir.
     Çocuklarımızın sağlıklı gelişmeleri için bu duygunun ne kadar önemli olduğunu vurgulamaya gerek bile yoktur. Ayetlerde hissettiğimiz gibi, çocuğumuzu veya güven sorunu yaşayan birini karşımıza alıp konuşmak, dinlemek ve benzer telkinlerde bulunmak, hem moral hem de başarı açısından son derece önemlidir. Çünkü güven duygusu, hem korku, endişe ve üzüntüleri giderir hem de ruha yeni bir güç, açılım ve şevk kazandırır ve azimle başarıya koşmada bir motor gücü oluşturur.
     Güven duygusunu oluşturmada iç dış bütünlüğü en az güven duygusu kadar önemlidir. Ayet “Yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?” der ve bunun Allah katında büyük suç olduğunu vurgular (61/2). En büyük güven düşmanının, yalan olduğunda kuşku yoktur. Bu hassas durumu Peygamberimizin, “Şaka da olsa yalan söylemeyin!” demesinden daha iyi anlayabiliriz.
     Ve Mevlana derki;
     “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol!”

     6) Duygu ve düşünce iletisi
     Ayetlerden algıladığımız bir başka güzellik, duygu ve düşüncelerimizin iletilmesi ve güzel biçimde iletilmesi, karşı tarafın duygu ve düşüncelerine uygun ve etkili biçimde iletilmesi gerçeğidir. Ayetlerdeki iletilerden, bir taraftan duygusallık hissediliyor diğer taraftan da zihinsel mesajlar..!
     Yukarda ele aldığımız Yakup ve Yusuf ile Musa ve annesiyle ilgili olaylarda benzer yaklaşımı görmek mümkündür.
     İnsan hem kalbiyle hem de aklıyla yaşayan bir varlık olarak, hislerinin coşturulmasına da mantığının doyurulmasına da muhtaçtır.
     Çoğunlukla ya duygu ve düşüncelerimizi iletmeyiz, ya da iletmeyi beceremeyiz. Çünkü yeterince eğitilmemişiz, taklit edecek örnek görememişiz, gördüklerimize de erişememişiz!.. Gözü yaşlı insanlardan istifade edememişiz!..
     Özellikle erkekler için, “Ağlamaz, duygularını ifade edemez!” gibi bir bilinç kalıplaması, programlaması hatta saplantısı vardır. Bunu duydukça erkek çocuğu, kendini böyle olmaya ve davranmaya zorunlu hisseder, babasını ve çevresini kopyalar. Çünkü bu bir erkeklik sorunudur!..
     Oysa tatlı, yumuşak ve samimi söz, mantıklı yaklaşım ve tutarlı davranışla gerekli ilgi, duygu iletiminin vazgeçilmez öğeleri olduğu gibi, gözyaşı da bu konuda önemli bir paya sahiptir. Şüphesiz ağlamak anlamlı amaçlar uğruna olursa gerçek bir anlam ifade eder. Yoksa timsahlar da ağlar”. Yusuf”un yerine yalancı kan taşıyan gömleğini Yakup’a getirenler de göz yaşı taşıyorlardı! (12/16).
     Kur’an erkeklerin ağlamasından, hem de hüngür hüngür ağlamasından söz eder. Ayeti aynen almalıyız: “Peygambere indirileni duydukları zaman, Hak adına yakın buldukları bu gerçekten dolayı, gözlerinden yaşların boşanıp aktığını görürsün ve Rabbimiz iman ettik bizi şahitlerden yaz derler.” (5/83),
     Diğer ayet: ”Savaşa gidecek binekleri ve harcayacak bir şeyleri olmadığından dolayı gözlerinden yaşlar boşaltan kimselere, katılamadıkları için sorumluluk yoktur!” (9/92).
     Ve son ayet: “Kazandıkları bir sürü günah karşısında az gülsünler ve çok ağlasınlar!” (9/82).
     Peygamberimiz gözyaşının cehennem alevlerini söndürdüğünü, nöbet tutan askerin gözüyle, Allah saygısından ağlayan gözün cehennem yüzü görmeyeceğini belirtir.
     Samimi ağlayan göz sahibinin, ruh hastalıkları çekmeyeceğini, kişilik bozukluğuna düşmeyeceğini söylemek abartı mı olur?..
     Duha süresinden yola çıkarak, buraya kadar daha çok içe dönük ve duygu ağırlıklı yaklaşımlara dikkat çektik. Şimdi daha ziyade düşünceye, akıl mantık ve teknik açıdan dışa yönelik yaklaşımlara bakmaya çalışalım.

     B) DIŞ PLANLAMA
     Ruh dünyasında hastalık hissedenler, psikolojik rahatsızlıklardan şikayeti olanlar için ilk üç madde Ruh planlaması adına çok önemlidir.

     1) Gerekçe belirleme
     Tek gerekçe Cenab-ı Hakkın rızasıdır. Bu mesaj da ayetlerden rahatlıkla okunuyor. Peygamberimizi olduğu gibi Rabbimiz bizi var etti, nimetlerle donattı, barındırdı, hidayet yoluna iletti, ev bark, mal mülk sahibi yaptı. Ona şükür borçluyuz. Birisine yaklaşıp duygu ve düşüncelerimizi açmak istediğimizde, yardım elini uzatmayı teklif ettiğimizde, bu davranışımızın sebebini soracaktır. Biz de hiçbir menfaat ve karşılık beklentim yok, sadece Allah rızası için yapıyorum diyeceğiz.
     Okula giderken, evlenirken, askere giderken, iş kurarken, insanların inancına, ilmine, geçimine yardım amacıyla hizmetler yaparken ana gerekçemiz daima Allah’ın rızası olmalıdır. O razı olduktan ve sevdikten sonra bizi insanlara zaten sevdirecektir.
     Gerekçe başta bu kadar mükemmel ve eşsiz olunca, bu yolda yapacağımız her iş ve ürettiğimiz eserler de aynı yüksek standartlara sahip olacaktır. Ayetin belirttiği gibi, biz en mükemmeli yapacağız çünkü Allah, Peygamberi, inananlar ve bütün insanlık yaptığımız işi denetleyecek, beğenecek, ödül verecektir (9/105).

     2) Hedef belirleme
     Tek hedef Ahiret olmalıdır. Ayette belirtildiği gibi bu dünya hayatımıza göre daha iyi olacaktır. Çünkü faniyiz, ölümlüyüz. Biz aslında oranın mülküyüz. Buraya basit olarak getirilmişiz, mükemmel alemlere uygun bir mükemmellik kazanmak için burada geçici olarak bulunuyoruz.
     Şu an hangi yaştasınız? Neden? Çünkü zaman geçiyor, yaşları eskitiyorsunuz. Demek ki yarın başka bir yaşta olacaksınız!.. Fakat yarınlarınız tükenecek ve basacak yaş bulamayacaksınız. Yaşlanma sonucu, yaşadığınız bu dünya limanından demir alıp hiç yaşlanmayacağınız bir alemin limanına yanaşacaksınız…
     Genç insanlar, yıllarının çabuk geçmesini isterler. Çünkü bu yılları yaşamışlardır ve yaşamadıkları yılların tadını merak etmektedirler. Ayrıca kendilerini gerçekleştirmek ve hedeflerine ulaşmak için yılların geçmesi gerektiğinin farkındadırlar. Oysa geçmesini istedikleri her yılla beraber, ömürlerinden bir yıl yemektedirler ve mukadder sona bir yıl daha yaklaşmaktadırlar. Yılları yiye yiye, yenecek yıl kalmayacak ve gerçekleştirecekleri bütün dünyalık hedefleri tükenecektir.
     Ya ölüm sonrası? İşte esas büyük hedef bu olmalıdır. Dünyadaki bütün irili ufaklı hedefler, bu büyük hedefe ulaşma yolunda birer basamak ve aracı yapılmalıdır.
     Dünyayı asla terk edemeyiz, bırakamayız, çünkü bizi hedefimize ulaştıracak ana materyaller burada bulunuyor. Yoksa yere indirilmezdik. Çünkü ayet dünya içinde belli hedef ve sonuçtan bahsediyor; Peygamberimize dünyada verilecek ve memnun kalacağı başarılardan söz ediyor. Ama dengeyi sağlayacak ve meşru dünya zevkleriyle yetinmesini bileceğiz, finalimizde hep ahiretin olduğunu da unutmayacağız.
     Son iki madde insanın dünyada bulunuş amacına yönelik olduğundan, ruhsal hayatın belkemiği sayılır. Bütün duygular, düşünceler ve davranışlar bu merkeze yörüngeli olarak biçimlenir.
     Allah ve ahiret inancı çocuklarımızın olumlu kişilik sahibi olması ve güzel davranışlar sergilemeleri için ekmek ve su kadar gereklidir.

     3) Tutum ve davranış belirleme
     Üç ayette Peygamberimizin şahsında üç eylem tarzına dikkat çekildiği görülebilmektedir.
   * Maddi manevi hamisiz kalmış, himaye edecek kimsesi olmayan insanlara sahip çıkılması.
   * Amaçsız kalmış, ne yapacağını bilemez durumda olan insanlara yol gösterilmesi.
   * İşsiz ve yoksul durumdaki insanlara el uzatılması…

     Allah’ın anlatılması ve insanlara sahip çıkılması çalışmaları, dünyadaki genel tutum ve davranış şeklimiz olarak algılanabilir.
     Ayetler Peygamberimizden, yetim ve yoksula sahip çıkmasını ve Rabbini sürekli anlatmasını istemektedir. Ki bu eylem ve aksiyon planlaması anlamına gelebilir.
     İster hakiki ister mecazi anlamda ele alalım, neslimiz bugün hem maddi açlık hem de manevi yokluk çekmektedir. Ya bedensel olarak gerçek anne babadan yoksun bir yetimdir, ya da gerçek eğitim ve öğretimle, ruh bütünlüğü içinde evlat yetiştirme anlamında, anne babadan yoksundur. Hangi insanla konuşursanız konuşun, ya ekonomi mağdurudur ya da ruhsal yapı mağduru!..
     Kimi insanlar da vardır ki maddi planda yetim ve öksüz değildir, mesleği vardır ve ekonomik açıdan fazlasıyla güçlüdür. Ne var ki duygu ve düşünce yoksuludur, misyon sahibi değildir, amaçsız ve hizmetsiz, gaflet ve günahlar içinde yolunu şaşırmış bedensel bir hayat yaşamaktadır. Hayat enerjisini fani zevkler uğruna boş yere tüketmektedir.
     Ve her insan aslında bir “Sâil” dir. Yani maddî yardım isteyeni (51/19) olduğu gibi, manevî yardım isteyenidir de!.. Sevgi arzula yan, İlim ve hikmet isteyen (12/7), ilgi bekleyendir. Kalbinin nurlanmasını, aklının aydınlanmasını, davranışlarının yönlendirilmesini hasretle talep edendir…
     Sokaklarda, sokak aralarındaki kafelerde, salonlarda eğlence yerlerinde pek çok insan, lisan-ı halleriyle aslında neyi istediklerini bağıra bağıra ilan etmektedir.

     4) Empati kurma
     Ayetlerde Peygamberimizin kendisinin bizzat yetim olduğuna, kişisel olarak servet sahibi olmadığına vurgu yapılarak, kendisini yetim ve yoksulların yerine koymasına, onları düşünmesine ve yardım etmesine dikkat çekiliyor. Empati adına yazılmış eserler vardır. Psikodramada bu, tedavi yöntemi olarak kullanılmaktadır.
     Peygamberimiz asırlar evvelinden insanlara bu gibi konuların ötesinde, insanların ruh dünyalarına ışık saçan, sonsuzluğun perdesini aralayan huzur veren benzer eşsiz prensipler hediye etmiştir.
    Mesela: “Kendiniz için istediğinizi Müslüman kardeşiniz için de istemedikçe gerçek imana ermiş sayılmazsınız!”. Bu, kendini karşıdaki insanın yerine koyma, onun duygu ve düşüncelerini anlama prensibinin ifade edilmesidir. Yine mesela: “Müminler bir vücudun organları gibidir, birinde meydana gelen bir rahatsızlık diğerleri tarafından da hissedilir!” Konu en yakın daireden başlatılır ve “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir!” uyarısı yapılır.
    Zina konusunda zorlandığını içtenlikle itiraf eden bir genç, Peygamberimizin yanından aklı ve kalbi doyurulmuş olarak ayrılmıştı. Çünkü ona, kendisini başkalarının yerine koyması öğretilmiş, başkalarının duygu ve düşüncelerini anlayarak, kendisini kötülük yapmayı düşündüğü insanların yerine koyarak, o gözlerle olaya bakması sağlanmıştı. Kendi kız kardeşine yapılmasını istemediğini sen de başkasının kız kardeşine yapamazsın mesajı verilmişti!..
     Bu gibi tavsiyeler asla teorik planda kalmamış, Sahabi Kiramda anında mâkes bulmuş ve tarihe örnek olacak davranışlar sergilemişlerdir. Bu konudaki bir şeref levhası, Ensar Muhacir arasındaki kardeşlik, yardımlaşma ve paylaşma konusudur. Ensar, Mekke’den Medine’ye gelmiş insanlara bütün varlıklarını açmışlar, yarısını paylaşmayı peşinen kabul etmişlerdir.
     Gerçekten inanmış, dini gerçek duygu ve düşünceleriyle yaşayan bir mümin, doğal bir empati uzmanı sayılabilir. Çünkü kalbi ve zihni anında otomatik bir tepki vermekte ve “En hayırlı insan olmak için!” her müminin, hatta insanın imdadına koşmaktadır. Tarih, inanmış ecdadımızın, insanlık adına yardıma koşmanın örnekleriyle de doludur. Yaşadıklarını onlara da yaşatmışlardır.
     Günümüz dünyasında yaşayabilenlerle yaşayamayanlar, lüks için de sefahat sürenlerle açlıktan kırılanlar arasındaki dengesizlik, empatinin hangi dünyalarda gerçekten uygulanmış olduğunun bir göstergesidir.
     Ayrıca ibadetlerimiz başlı başına söz konusu yaklaşımı bil-fiîl yaşatan vasıtalardır. Oruçlu insanın açlığı tatması, hep aç yaşayanların halini anlaması ve yardımına koşması adına eşi bulunmaz ve ibadet adına yaşanan bir olaydır. Zenginle fakir camide saf tutar, omuz omuza gelir. Burada da benzer duyguların transferi söz konusudur.

4 Aralık 2020 Cuma

Sağlık Bakanlığı Farklı Alanlarda 12.000 Sözleşmeli Personel Alacak

(01 Aralık 2020)


     Sağlık Bakanlığının sözleşmeli pozisyonlarına, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 4/B maddesine göre istihdam edilmek üzere yerleştirme yapılacaktır. Adaylar, Sağlık Bakanlığı KPSS-2020/14 Tercih Kılavuzuna saat 11.00'den itibaren aşağıdaki bağlantıdan erişebileceklerdir.

     Adaylar tercihlerini, 01 - 07 Aralık 2020 tarihleri arasında yapabileceklerdir. Tercih işlemleri, 07 Aralık 2020 tarihinde saat 23.59'da sona erecektir.

     Tercih işlemleri, Ek’te yer alan KPSS-2020/14 Tercih Kılavuzu kurallarına göre, ÖSYM'nin https://ais.osym.gov.tr internet adresinden T.C. Kimlik numarası ve aday şifresi kullanılarak bireysel olarak yapılacaktır. Adayların tercih işlemleri için kılavuzu dikkatlice incelemeleri gerekmektedir.

     Kamuoyuna saygıyla duyurulur.
     ÖSYM BAŞKANLIĞI












3 Aralık 2020 Perşembe

KELİMELER ~ KAVRAMLAR : ZİLLET

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
ZİLLET
الذلّة

     Sözlükte “zayıf, âciz ve itibarsız olmak, aşağılanmak, yenik düşüp boyun eğmek” anlamındaki züll kökünden türeyen zillet bir kimsenin başkaları karşısında bedensel, psikolojik, ekonomik, sosyal statü vb. yönlerden zayıflığını ve etkisizliğini ifade eder. “Güç, üstünlük, saygınlık” mânasındaki izzetin karşıtıdır. Zillet yerine zül ve mezellet de kullanılır. Birini aşağılamaya, küçük düşürmeye izlâl, bu duruma düşen kimseye zelîl (çoğulu ezille) denir (, “ẕll” md.; , “ẕll” md.). Esmâ-i hüsnâ hadisinde geçen (İbn Mâce, “Duʿâʾ”, 10; Tirmizî, “Daʿavât”, 82) zül kökünden müzil “dilediği kimseyi üstünlükten yoksun bırakıp hor ve hakir düşüren” anlamındadır. “Mehânet, tehâsüs, temelluk, denâet” gibi zillete yakın anlamlar içeren başka kavramlar da vardır (meselâ bk. Râgıb el-İsfahânî, s. 291; Gazzâlî, III, 368, 369).

     Bazı kaynaklarda tevazuun ifratının kibir/tekebbür, tefritinin ise zillet olduğu belirtilir. Râgıb el-İsfahânî zillet yerine “bir kimsenin, hakkını kaybetmeye yol açacak derecede kendini alçaltması” şeklinde açıkladığı “daa” (الضعة) kavramını kullanır (eẕ-Ẕerîʿa, s. 299). Gazzâlî’ye göre tevazu kibir ve zilletin itidal noktası olmakla birlikte tevazu ile zillet arasındaki sınır değişkendir. Buna göre bir kimsenin ilim, meslek, mevki gibi hususlarda kendisinden daha aşağı durumda bulunan birine karşı tevazuda aşırıya kaçması zillet sayılır (İḥyâʾ, III, 368-369).

     Kur’ân-ı Kerîm’de yedi âyette zillet, on altı âyette aynı kökten isim ve fiiller başlıca üç anlam çevresinde toplanır.

     1. Bazı âyetlerde zillet ve türevleri yaygın kullanımına uygun biçimde “aşağılanma, âcizlik” mânasına gelir. Bir âyette kudreti ve hükümranlığı mutlak olan Allah’ın dilediğini aziz, dilediğini zelil kılacağı belirtilir (Âl-i İmrân 3/26). İsrâiloğulları’nın Sînâ çölünde Hz. Mûsâ’ya karşı sergiledikleri sert ve saygısız tavırları, Medine yahudilerinin Resûl-i Ekrem’e yönelik hasmane tutumları sebebiyle zilletle damgalandıkları (el-Bakara 2/61; Âl-i İmrân 3/112), Mûsâ’nın Tûrisînâ’ya çıkmasının ardından buzağıya tapmaya kalkışan İsrâiloğulları’nın Allah’ın öfkesine ve dünya hayatında zillete mâruz kaldıkları (el-A‘râf 7/152), İslâm aleyhine yahudilerle iş birliği yapan Medine münafıklarının da zillete düşürülenler arasında yer alacakları (el-Mücâdile 58/20) bildirilir. Zillet kavramı altı âyette inkârcıların âhiretteki değersizliğini ve aşağılanmışlık durumunu anlatır (, “ẕll” md.). Sabâ melikesi Hz. Süleyman’dan aldığı mektup üzerine çevresindekilere bilgi verirken, “Krallar bir ülkeye girdiler mi oranın altını üstüne getirir, halkının ulularını zelil yaparlar” demişti (en-Neml 27/34).

     2. Bir kısım âyetlerde zillet kavramı cümledeki bağlamına göre olumlu anlamda da kullanılır. Meselâ evlâdın ebeveynine karşı görevleri arasında sayılan zül (el-İsrâ 17/24), müminlerin nitelikleri arasında zikredilen ezille (el-Mâide 5/54) “şefkat, merhamet, tevazu, yumuşaklık” gibi mânalarla açıklanmıştır (Taberî, IV, 626-627; VIII, 61; İbn Sîde, XI, 47; Şevkânî, II, 60; III, 247-248).

     3. Âyetlerde zillet kavramı “bir şeyin elde edilebilir, kullanışlı ve yararlanılabilir olması” anlamında da geçer. Dünyanın ve dünyevî nimetlerin insanların yararlanmasına elverişli kılınması (el-Bakara 2/71; Yâsîn 36/72; el-Mülk 67/15), cennet meyvelerinin uzanıp alınabilecek kadar yakın olması (el-İnsân 76/14; krş. Taberî, XII, 364-365; Şevkânî, V, 404) bu kavramla ifade edilmiştir.

     Zillet kavramı hadislerde de genellikle “aşağılanma, âcizlik, zayıflık” mânasında kullanılır. “Allahım! Yoksulluktan, kıtlıktan, zilletten, zulmetmek ve zulme uğramaktan sana sığınırım” şeklinde dua eden Hz. Peygamber (Ebû Dâvûd, “Vitir”, 32; Nesâî, “İstiʿâẕe”, 14-16; İbn Mâce, “Duʿâʾ”, 3) müminin kendini zillete düşürmesini uygun görmemiştir (, V, 405; İbn Mâce, “Fiten”, 21; Tirmizî, “Fiten”, 66).

     Müslümanların zayıf durumda bulunduğu bir zamanda Resûl-i Ekrem ileride İslâm’ın bütün evlere gireceğini, Allah’ın İslâm’ı aziz, küfrü zelil kılacağını bildirmiştir. Bu hadisi rivayet eden Temîm ed-Dârî daha sonra onun bu müjdesinin gerçekleştiğini, müslümanların mal, itibar ve izzet sahibi olduklarını, buna karşılık inkârcıların gün geçtikçe zillete düştüklerini belirtmiştir (, IV, 103, 614; ayrıca bk. Ebû Dâvûd, “Ramażân”, 9; İbn Mâce, “İḳāme”, 178). Nitekim Medineliler de zelil durumda iken İslâm sayesinde onur ve itibar kazanmışlardır (, III, 57). Mekke müşriklerinin Hudeybiye Antlaşması’nın başlığına, “Allah’ın elçisi Muhammed” yerine “Abdullah oğlu Muhammed” yazılmasında direnmeleri ve Hz. Peygamber’in buna razı olması üzerine Hz. Ömer, “Niçin bize bu zilleti kabullenmek düşüyor?” demiş, ancak sonraları Hz. Peygamber’in ne kadar isabetli davrandığını anlamıştır (, IV, 325). Hadislerde müslümanların birbirini zelil ve hakir görmemeleri (, I, 41; VI, 256), küçük düşürülenlerin haklarını savunmaları (, III, 487), özellikle yöneticilerini aşağılamaktan sakınmaları (, V, 165, 387, 406) istenmiştir.

     Ahlâk ve âdâba dair kitaplarda insanın saygınlığını korumasının önemi üzerinde durulmuştur. Kişinin kendini zillete düşürecek tutumlardan sakınması, toplumda saygınlık kazanacak davranışlarda bulunması, başkalarına ihtiyaç duymayacak kadar varlık sahibi olması, özellikle nefsini tamahtan arındırıp zilletten korunması gerektiği belirtilmiştir. Filozof Ebü’l-Hasan el-Âmirî ilim ve hikmeti, cömertlik ve adaleti seçen, iffetini koruyan, ibadete devam eden, tevekkülünde ve akîdesinde samimi olan kimsenin, bu erdemlerin kendisine kazandıracağı zihinsel ve ruhsal gelişmişlik sayesinde zillet ve kaygılardan kurtulacağını ve özgürlük, adalet, gayret, onur gibi niteliklerle donanacağını söyler (el-Emed ʿale’l-ebed, s. 107). Aşırı arzu ve beklentilerin insanı zillete düşüreceğini belirten İbn Hibbân, özgürlüğü seven kimsenin kendisine ait olmayan şeylerle ilgilenmekten kaçınmasını öğütler (Ravżatü’l-ʿuḳalâʾ ve nüzhetü’l-fużalâʾ, s. 142).

     İbn Hazm aç gözlülüğü her türlü zilletin, keder ve mutsuzluğun temeli sayar, bunun zıddının ruh temizliği olduğunu yazar. Ona göre tamah olmasaydı kimse kimsenin önünde eğilmezdi (Ahlâk ve Davranış Tarzları, s. 66, 76). Erdemli insan için şeref maldan daha değerlidir (a.g.e., s. 109). Aynı görüşleri tekrarlayan Mâverdî de minnet altında kalmaktan sakınmayı tavsiye eder; çünkü minnet özgür insanın köleleşmesine yol açar. Allah’ın hür yarattığı insanın başkasına köle olması yakışmaz. Kişinin kendini küçük düşürmemesi için başkasına ihtiyaç duymaktan kurtulması, bunun için de meşrû yoldan kazanç sağlaması gerekir; zira helâl kazanç insanı zillete düşmekten kurtarır (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 308, 314-321). Mutasavvıflara göre vermekte izzet, almakta zillet vardır (Serrâc, s. 263). Bununla birlikte bazıları nefsi riyâ ve kibirden korumak amacıyla zilleti geçici bir terbiye aracı kabul eder. Allah’ın kuluna verdiği en büyük izzet ona nefsinin zilletini göstermesidir (Kuşeyrî, et-Taḥbîr, s. 49). Kaynaklarda nefsin gururunu kırmak için dilencilik yapan, zelil ve hakir görünmekten hoşlanan sûfîlere dair menkıbeler anlatılır (meselâ bk. Hücvîrî, s. 605; , I, 435, 436, 438; Ferîdüddin Attâr, s. 557).

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2013 yılında İstanbul'da basılan 44. cildinde, 416-417 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.

Sağlıklı Beslenmek / VİTAMİNLERİN ÖNEMİ!

Neden Yaşlanırız?      Doğal yaşlanma sürecinde cildimizin esnek yapısı git gide azalmaktadır. Esnekliğin azalması cildimizin genç görünümün...