27 Ekim 2019 Pazar

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER ♥ ✿ܓ ♥ GÜÇSÜZ MÜSLÜMANLAR İLE FAKİRLERİN ve ADI SANI ANILMAYANLARIN DEĞERİ

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN

GÜÇSÜZ MÜSLÜMANLAR İLE FAKİRLERİN ve
ADI SANI ANILMAYANLARIN DEĞERİ (1)

32

باب فضل ضعفة المسلمين والفقراء والخاملين


  • Âyet-i Kerime
     “Sabah akşam Rablerine dua ederek O’nun rızasını kazanmaya çalışanlarla beraber sıkıntılara karşı dayan. Gözlerini onlardan ayırma.” Kehf sûresi (18), 28

     Peygamber Efendimiz’in fakir ve kimsesiz müslümanlarla beraber oturup kalkması, Mekke’nin kendini beğenmiş zenginlerinin canını sıkıyordu. Onlara göre fakirler ayrı bir sınıftı. Böyle olduğu için de herkesin kendine denk olanlarla beraber oturup kalkması gerektiğini düşünüyorlardı.
     Bu müşrikler bazı konuları görüşmek üzere Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına geldiklerinde, Habbâb İbni Eret, Suheyb-i Rûmî ve Bilâl-i Habeşî gibi kölelerin ve diğer yoksulların, en azından kendileri gidene kadar dışarı çıkmalarını istediler. Bunun üzerine, yukarıdaki âyet-i kerîme nâzil oldu. Allah Teâlâ Resûl-i Ekrem’ine hitâben, sen o adamların dediklerine bakma. Sabah akşam sadece Rablerinin rızâsını kazanmak için ibadet edip duran o yoksul, ama samimi müslümanları, kâfirlerin sözüne bakarak yanından kovma. Allah’ın kendilerinden râzı olduğu insanlar bu yoksul ve kimsesiz mü’minlerdir. Sen hep onlarla birlikte olmaya bak. Malına, mülküne güvenip şımaran o adamları kazanmak pahasına da olsa, fakir müslümanları gücendirme, buyurdu.
  • Hadis-i Şerifler
     254. Hârise İbni Vehb radıyallahu anh Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işittim dedi:
     “Size cennetlikleri bildireyim mi? Onlar hem zayıf oldukları hem de halk tarafından zayıf görüldükleri için kimsenin önemsemediği ve fakat şöyle olacak diye yemin etseler, isteklerini Allah’ın gerçekleştireceği kimselerdir.
     Size cehennemliklerin kimler olduğunu söyleyeyim mi? Katı kalbli, kaba, cimri ve kurularak yürüyen kibirli kimselerdir.”

Buhârî, Eymân 9, Tefsîru sûre (68), 1, Edeb 61;
Müslim, Cennet 47.
Ayrıca bk. Tirmizî, Cehennem 13;
İbni Mâce, Zühd 4
  • Hârise İbni Vehb
     Huzâa 
kabilesinden olup Hz. Ömer’in üvey oğludur. Hz. Ömer’in oğlu Ubeydullah’ın ana bir kardeşidir. Kûfe’de yaşadığı bilinmektedir. Hz. Peygamber’den 6 hadis rivayet eden Hârise hakkında fazla bilgi yoktur. Allah ondan razı olsun.

  • Açıklamalar
     İnsanları dış görünüşleriyle ele almak, onları giyimlerine kuşamlarına göre değerlendirmek bizim en zayıf yanlarımızdan biridir. Hadîs-i şerîf bu tür değerlendirmelerin ne kadar yanlış ve yanıltıcı olduğuna, insanları kabuğa ve kalıba göre değil, kalb ve gönül zenginliklerine göre değerlendirmenin gereğine işaret etmektedir.
     En değerli incilerin gösterişsiz istiridye kabukları içinde yattığı gibi, sâde ve basit kıyafetler içinde ne cevherler yatar; ama mâlum alışkanlığımız sebebiyle biz onların farkında olmayız.

     İbrahim Hakkı Erzurûmî hazretlerinin dediği gibi:

     Harâbât ehline hor bakma, Şâkir
     Defîneye mâlik vîrâneler var

     Göz ucuyla bakıp geçtiğimiz veya bakmaya değer bulmadığımız niceleri, eli öpülecek insanlardır. Onlar Allah katında öyle hatırlı kişilerdir ki, “Vallahi bu iş şöyle olacak” diye yemin etseler, Allah Teâlâ onların yeminini yerine getirir. Kur’ân-ı Kerîm, “Biz o ülkedeki güçsüz sayılanlara iyilikte bulunmak, onları önderler seviyesine çıkarmak ve onları ötekilerin yerine mirasçı kılmak istiyorduk” [Kasas sûresi (28), 5] şeklindeki âyet-i kerîmelerle, Cenâb-ı Hakk’ın dâima bu nevi insanların yanında olduğunu ve onları güçlü zorbalara karşı koruduğunu anlatır.
     Halkımızın Veysel Karânî diye bildiği Üveysü’l-Karenî’nin, “tâbiîn neslinin en hayırlısı olduğunu” söyleyen Peygamber Efendimiz, Hz. Ömer’e ve diğer sahâbîlere onun hakkında bir tavsiyede bulunmuş ve:
     “Üveys bir şey hakkında Allah’a yemin edecek olsa, muhakkak Allah onun yeminini yerine getirir, duasını kabul eder. Duası makbul bir zât olduğu için, eğer kendinize dua ve istiğfâr ettirebilirseniz ettirin” buyurmuş ve görmediği Üveys’in belli başlı özelliklerini söyleyerek onu tanıtmıştı (Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 224).

     Peygamber Efendimiz’in vefatından sonra Üveys Medine’ye gelince, Hz. Ömer Resûlullah’ın bu kara sevdâlı âşığını bulmuş, Efendimiz’in sözlerini ona nakletmiş ve kendisine dua ettirmişti. Daha sonra da kendisi hakkında Kûfe valisine bir tavsiye mektubu yazmayı teklif ettiği halde Üveys buna yanaşmamış, onu çok iyi tanıyan birinin söylediği üzere, kuru bakır tam takır evine sessiz sedâsız dönüp gitmişti. Bir zaman sonra halk onun ne büyük biri olduğunu anlayınca, Üveys memleketini bırakıp meçhul bir diyarın yolunu tutmuştu.
     Hadîs-i şerîfte “şöyle olacak diye yemin etseler, isteklerini Allah’ın gerçekleştireceği” söylenen bu kimseler, Allah rızasından başka bir şey düşünmeyen, gösterişe hiç değer vermeyen kimselerdir. Dağınık hâllerine bakıp da onları küçümsemeye kalkanlar yanılır ve aldanırlar. Zira bu Allah dostları “Takvâ elbisesi daha hayırlıdır” [A`râf sûresi (7), 26] âyet-i kerîmesini kendilerine düstur edinmişlerdir.

     Hadîs-i şerîfte sözü edilen cehennemliklere gelince, onlar bu mütevâzi insanların aksine, kendini beğenmiş, büyüklük taslayan kimselerdir. Yemek içmekten başka düşünceleri yoktur. Ellerine geçen malın nereden geldiğine bakmazlar. “Haram helâl ver Allahım / Çoluk çocuk yer Allahım” zihniyetine sahip olan zâlim ve katı insanlardır. Çalımlı tavırları, kurumlu yürüyüşleri ile kendilerini kabul ettirmek ve saygı toplamak isterler. Bunların Allah katında beş paralık değeri yoktur. Zira Allah Teâlâ “büyüklük taslayanları sevmez” [Nahl sûresi (16), 23].

     İşin garibi ve üzücü yanı şudur ki, bu kendini beğenmiş adamlar, ilâhî gazaba hedef olan davranışları yüzünden cehenneme doğru gittiklerinin farkında bile değildirler.
(Not: Bu hadisi 615 numarayla tekrar okuyacağız.)

  • Hadisten Öğrendiklerimi
  1. Cennetliklerin ve cehennemliklerin ayrı ayrı özellikleri vardır.
  2. Allah Teâlâ sevdiği kullarının isteklerini geri çevirmez.
  3. Müslümanlara karşı son derece mütevâzi olmak, gönüllerini hiçbir şekilde incitmemek gerekir.
  4. Kibir, gurur ve kendini beğenme, cehennemliklerin özellikleridir. Allah Teâlâ bu huylara sahip olanları sevmez.

     255.
Ebü’l-Abbas Sehl İbni Sa`d es-Sâidî radıyallahu anh şöyle dedi:
     Bir gün Hz. Peygamber’in yanından bir adam geçti. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem yanında oturan kimseye:
     - “Şu adam hakkında ne dersin?” diye sordu. O da:
     - Bu zât ileri gelen hatırlı kişilerden biridir. Vallahi böyle bir adam bir kıza tâlip olsa evlendirilmeye, birine aracılık yapsa sözü dinlenmeye lâyıktır, diye cevap verdi.
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir şey söylemedi.
     Sonra oradan biri daha geçti. Peygamber aleyhisselâm yine yanında oturana:
     - “Ya bu adam hakkında ne dersin?” diye sordu. Bu defa o zât:
     - Yâ Resûlallah! Bu adam fakir müslümanlardan biridir. Bir kıza tâlip olsa, istediği kız verilmez. Birine aracılık etse, ricası kabul edilmez. Konuşmaya kalksa, sözü dinlenmez, dedi.
     Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     - “Bu sonuncu adam, öteki gibi dünya dolusu adamdan daha hayırlıdır.”
Buhârî, Nikâh 15, Rikak 16. Hadis Müslim’de yoktur.
Ayrıca bk. İbni Mâce, Zühd 5

  • Açıklamalar
     Bu hadîs-i şerîfte itibarlı ve hatırlı olmanın zenginlik ve fakirlikle ilgisi ele alınmakta ve insanların değer ölçülerinden biri sergilenmektedir. Çoğu kimseye göre değer ve itibarın ölçüsü, varlık ve zenginliktir.
     Şunu öncelikle belirtelim ki, bu hadiste Efendimiz’in sorularına cevap veren kimsenin yaptığı gibi, zenginin fakirden üstün olduğunu, bir genelleme yaparak söylemek doğru değildir. Çünkü zenginlik ve fakirlik Allah Teâlâ’nın bizi denemek için kullandığı birer imtihan aracıdır. Sahip oldukları maddî imkân sebebiyle zenginlerin Allah’a şükredip etmemesi nasıl bir imtihan ise, fakirlerin yoksulluğa sabredip etmemesi de aynı derecede ve aynı ağırlıkta bir imtihandır. Herkesin bir imtihana tâbi tutulduğu Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılmaktadır:
     “Biz yeryüzündeki her şeyi yer için bir süs yaptık ki, insanları deneyelim. Bakalım hangisi en güzel işleri yapacak” [Kehf sûresi (18), 7].
     “Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz” [Enbiyâ sûresi (21), 35].

     Demek ki hayır ve şer, zenginlik ve fakirlik birer imtihan aracıdır. Peygamber Efendimiz’in “hem fakirlik fitnesinin, hem zenginlik fitnesinin şerrinden Allah’a sığınması” (Buhârî, Daavât 45), her ikisinin de birer imtihan aracı olduğunu kesinlikle göstermektedir.

     Resûl-i Muhterem Efendimiz muhtelif hadislerinde, yerli yerinde kullanılmak şartıyla maddî zenginliğin iyiliğini belirtmiştir:
     Amr İbni Âs’a “İyi bir kimsenin elinde iyiye kullanılan mal ne iyidir” buyurmuştu.
(Ahmed İbni Hanbel, Müsned, IV, 197, 202).

     Sa`b İbni Ebû Vakkâs’a:
     “Mirasçılarını zengin bırakmak, onları muhtaç bırakıp da halka avuç açtırmaktan hayırlıdır” buyurmuştur.
(Buhârî, Cenâiz 36, Vesâyâ 2, Nefekât 1, Merdâ 16, Daavât 43, Ferâiz 6;
Müslim, Vasıyyet 5).

     Ebû Zer el-Gıfârî’ye:

     “Varlıklılar kıyamet gününde yoksul kalacaktır. Ancak Allah Teâlâ’nın verdiği malı dört bir yana dağıtan ve o malla iyi işler yapanlar yoksul kalmayacaklardır” buyurmuştur.
(Buhârî, Rikak 13).

     Zenginliğin lehinde daha başka hadîs-i şerîfler de vardır.

     Resûl-i Ekrem Efendimiz maddî zenginlikten çok mânevî zenginliği tavsiye etmiş ve bunu:
     “Zenginlik mal mülk ile değildir. Asıl zenginlik gönül zenginliğidir” diye ifade buyurmuştur.
(Buhârî, Rikak 15;
Müslim, Zekât 120).

     Gönlü zengin olmayan kimse, maddî bakımdan ne kadar zengin olursa olsun, onun hiçbir değeri yoktur. Böyle bir gönül fakirinin elindeki servet, onu Allah’a yaklaştırmak yerine, gittikçe uzaklaştırır. Böylesi mânevî fakirlerden ve onlar gibi olmaktan Allah’a sığınmak gerekir.
     Herkes dünyaya imtihan edilmeye getirildiğine göre, insanın gayesi bu imtihanı kazanmak olmalıdır. Bunun yolu da dünyaya gönül bağlamamak, dünya malının esiri olmamak ve ona gönlünü kaptırmamaktır.
     Peygamber Efendimiz’in dünyaya bağlanmama konusundaki bu kabil buyruklarına bakarak onun fakirliği zenginliğe tercih ettiği sanılmamalıdır. Maddî fakirliği Resûl-i Ekrem Efendimiz hiçbir zaman arzu etmemiştir. Tam aksine “herşeyi unutturan fakirlik ile insanı azdıran zenginlik” karşısında uyanık olmayı tavsiye etmiştir (Tirmizî, Zühd 3). Zira Allah’ı unutturup isyan ettiren fakirlik ile insanı azdırıp günah bataklığına düşüren zenginlik aynı derecede tehlikelidir.

     Sünen-i Tirmizî’de geçen:
     “Allahım beni miskin olarak dirilt, miskin olarak öldür” hadisine bakarak Hz. Peygamber’in fakirliği zenginliğe tercih ettiğini sananlar olmuştur. Bu kanaat yanlıştır. Zaten ona nisbet edilen bu hadis de zayıftır (Fethü’l-bârî, XI, 279, Rikak 16).
     Hayatının ilk dönemlerinde fakir olan Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, İslâmiyet’in süratle yayılıp düşmanlarını birer birer dize getirmesi üzerine zengin olmuştur. Ama o zenginliği mal biriktirmek değil, elindeki serveti muhtaçlara dağıtmak şeklinde anlamış, öyle yapmış, sâde ve mütevâzi bir hayat sürmeyi tercih etmiştir. “Allahım! Muhammed ailesine, ancak yetecek kadar rızık ver!” diye dua etmiştir.
(Buhârî, Rikak 17; Müslim, Zühd 19).

     Onun yumuşak baktığı fakirlik, işte böyle bir fakirliktir. Yoksul olmayı, ona buna avuç açmayı hiçbir zaman istememiş, böyle olmaktan Allah’a sığınmıştır. Elinde olan maddî imkânı Allah’ın gösterdiği yerlere harcayan, ailesinin zaruri ihtiyaçlarına yetecek kadar dünyalığa râzı olan kimse, ideal bir hayat tarzına sahiptir. Hz. Peygamber’in yaptığı da budur.
     Bütün varlıkların Allah’a muhtaç olması anlamında bir fakirlik daha vardır. Böylesi fakirlik, yaratılmışların ayrılmaz birer özelliğidir. Bu durum Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle belirtilir:
     “Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise, kimseye ihtiyacı bulunmayan ve övülmeye lâyık olandır” [Fâtır sûresi (35), 15].

     Sonuç olarak şunu söyleyelim:
     İlk plânda zengini fakire veya fakiri zengine tercih etmek mümkün değildir. Konuya genel olarak bakıldığında, malını Allah yolunda harcayan zengini, daha çok sevap kazanacağı için fakire üstün tutmak gerekecektir. Fakat mutasavvıfların çoğunluğu, yokluklara göğüs germek suretiyle nefsini kötü hâllerden arıtan sabırlı fakiri zengine tercih etmişlerdir. Tokgözlü bir fakirin cimri bir zenginden kat kat üstün olduğunda şüphe yoktur. Ama dünya varlığının kendisini şımartmadığı bir zengin, yaptığı hayırların yanısıra, kötü hâllerden arınmak için de üstün gayret sarfetmişse, onun daha üstün olacağı şüphesizdir.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz
  1. Yoksul oldukları gerekçesiyle fakirleri hor görmek doğru değildir. Allah’ın rızasını kazanmış bir fakir, Allah yolundan uzak duran milyarlarca zenginden daha üstündür.
  2. Bir insanın değeri, soyu sopuyla, sahip olduğu makam ve mevki ile ölçülemez. İnsanı değerli kılan, Allah’a karşı beslediği üstün saygıdır, takvâdır.
  3. Evlenirken erkekte ve kadında dindarlık aranmalıdır. Geçici olan maddî zenginlik önemli değildir.
riyazüs salihin ile ilgili görsel sonucu

25 Ekim 2019 Cuma

KELİMELER ~ KAVRAMLAR: ZAN

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
ZAN

     Sözlükte “kuşkulanmak, kesin bilgiye ulaşmak, itham etmek” anlamlarındaki zan (zann) masdarından isim olup hem “yakīnin zıddı, kuşku, kesinleşmemiş kanaat” hem de “ilim, düşünüp taşınarak ulaşılan kesin bilgi” mânasına gelir.
     Zan kökünden türeyen birçok kelime zannın bu iki temel anlamını yansıtır. Meselâ “bir şeyin bilinme noktası” ve “bir şey hakkındaki bilginin potansiyel kaynağı” anlamındaki mazınne, kelimenin “yakīn” anlamı ile, “töhmet/itham” mânasındaki zınne ve sanık anlamındaki zanîn ise aynı kökün “şek” anlamı ile ilişkilidir. Yine içerisinde su bulunup bulunmadığı bilinen kuyuya ve çok suizanda bulunan kişiye zanûn denilmesi de zannın bu ikinci anlamına dayanır (Lisânü’l-ʿArab, “ẓnn” md.; İbn Sîde, XI, 11; Ahmed b. Muhammed el-Feyyûmî, s. 147).
     Râgıb el-İsfahânî zannı “bir emâreden hâsıl olan kanaat” şeklinde tanımladıktan sonra emârenin güçlü olmasının son noktada ilme götüreceğini, zayıf olmasının ise vehim sınırını aşamayacağını belirtir (el-Müfredât, “ẓnn” md.).
     Cüveynî’ye göre zan; “birini diğerinden daha güçlü saymakla birlikte her iki durumu da mümkün görme” anlamına gelir (Mahallî, s. 101). Tehânevî ise lugat yönünden zan ile vehim arasında hemen hemen fark olmadığını söyler (Keşşâf, II, 939).
     Zannın “doğruluğu kuşkulu bilgi, kanaat, şek” ve “kesin olduğu kabul edilen bilgi, yakīn” şeklindeki iki ayrı anlamına bütün ilgili kaynaklarda işaret edilmiştir.

     Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi kadar âyette zan, elliye yakın yerde türevleri geçmektedir. Bu âyetlerin çoğunda zan “vehim, kuruntu”, bazılarında “bilgi, yakīnen bilme, inanma”, bazılarında ise “kesin olmayan kanaat, kuşku, tahmin, beklenti” mânalarını içerir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ẓnn” md.).
     İbnü’l-Cevzî, Kur’an’da zan kelimesinin şek, yakīn, töhmet, husbân (tahmin), kizb (yalan) karşılığında kullanıldığını belirtmiş ve bunlardan her biri için örnekler vermiştir (Nüzhetü’l-aʿyün, s. 425-426). Ancak bu anlamları kelimenin iki temel anlamı içerisinde değerlendirmek mümkündür. Meselâ, “Allah’a kavuşacaklarını zannedenler derler ki ...” (el-Bakara 2/249) âyetinde zan kelimesi müfessirlere göre “yakīn” anlamında kullanılmıştır; dolayısıyla âyetin mânası, “Allah’a kavuşacaklarını bilenler ve bundan şüphesi olmayanlar derler ki ...” şeklindedir (Zemahşerî, I, 476).
     Zan kavramı hadislerde de benzer anlamlarda sıkça geçer (Wensinck, el-Muʿcem, “ẓnn” md.). Bazı hadislerde zannın isabet ve hata ihtimali taşıdığı ifade edilirken bazılarında zandan kaçınmanın öğütlenmesi zannın sözü edilen iki anlamı bakımından değerlendirilmiştir.
     “Kulum benim hakkımda nasıl bir zan sahibi ise ben öyleyim” anlamındaki kutsî hadiste (Buhârî, “Tevḥîd”, 15) zan kelimesinin yakīn anlamında olduğu belirtilmektedir. “Zandan kaçının, çünkü zan sözün en yalanıdır” hadisinde geçen (Buhârî, “Ferâʾiż”, 1) zannın “şek” mânasında kullanıldığını söyleyenler olduğu gibi buradaki zandan maksadın suizan olduğunu söyleyenler de vardır (Lisânü’l-ʿArab, “ẓnn” md.).

     Felsefe.
     Zan kavramı mantık, felsefe, kelâm, usûl-i fıkıh gibi alanlarda terim olarak genelde “tercihe yakın olan (râcih), ancak aksi de mümkün görülen kanaat, görüş, hüküm; bir şeye aksini de mümkün görerek inanmak” şeklinde açıklanır (Tehânevî, II, 939; Sa‘d b. Nâsır b. Abdülazîz eş-Şisrî, I, 94-96). Bu tanımlarda “râcih” ve ona benzer anlamlar içeren kavramların özellikle zikredilmesi zannı şüphe ve vehimden ayırmayı, zanla ulaşılan hükmün kesinlik taşımadığını vurgulamayı; aksinin de mümkün olduğuna işaret edilmesi ise zannı ilim ve yakīnden ayırmayı amaçlar. Nitekim Kindî, İslâm kültüründe ilk felsefe terimleri sözlüğü olarak bilinen Fî Ḥudûdi’l-eşyâ ve rüsûmihâ başlıklı risâlesinde zannı “bir şeyin dış görünüşüne bakarak hüküm verme” diye tanımlar (Resâʾil, I, 171).
     Başta Bâkıllânî olmak üzere birçok âlimin benimsediği bir tanıma göre delille ulaşılan hükme ilim, emâreyle ulaşılana zan veya zann-ı gālib denir (Sa‘d b. Nâsır b. Abdülazîz eş-Şisrî, I, 66-70, 86).
     Cürcânî zannın hem yakīn hem şek için kullanıldığını söylerse de (et-Taʿrîfât, “ẓan” md.) bu açıklama zannın sözlük anlamı için geçerli olup dinî ve aklî ilimlerdeki terim anlamıyla zan şekten farklıdır; zira şekte bir konuda kanaat oluşmadığı halde zanda kesin olmamakla birlikte belli bir kanaat ve tasdik vardır. Nitekim İbn Sînâ doğrulukla yanlışlık arasında kararsız kalmanın zan değil şek olduğunu (el-Burhân, s. 191), İbn Rüşd de zannın daima bir tasdikle gerçekleştiğini belirtir (Risâletü’n-nefs, s. 76). Ancak İbn Sînâ yakīnin dışındaki bilgilerden çoğunun zan olduğunu ve zanna her zaman az çok şüphe karıştığını söyler (Kitâbü’ş-Şifâ: Topikler, s. 4-5). Fahreddin er-Râzî, kesin olmayan bir hükümde alternatiflerden hangisinin doğru olduğuna ilişkin tereddüdün mevcudiyetinden söz ederek bu tereddüdün eşit derecede bulunmasına şek, tercihe uygun görülene zan, görülmeyene vehim denildiğini belirtir (el-Maḥṣûl, I, 101-103). Zannın bir tarafında ilim, diğer tarafında cehil vardır; doğruluk yönünden ilme en yakın olan tasdike, yani daha çok ve daha güçlü emârelerle desteklenen zanna zann-ı gālib adı verilir (Tehânevî, II, 939).

     Sözlük anlamından ve kaynaklardaki bilgilerden anlaşıldığına göre zanna en yakın kavram şektir. Nitekim bazı fakihler zannı şek kabilinden sayarak, “doğruluğu ve yanlışlığı eşit derecede mümkün görülen veya biri diğerine tercih edilebilen hüküm” diye tanımlamışlardır. Ancak fukahanın çoğunluğu ile mantık, felsefe ve kelâm âlimleri zannı bu tanımın yalnız ikinci şıkkı için kullanırlar. Buna göre zanda -kesin olmasa da- bir tercih ve tasdik söz konusudur.
     Kelâmcılara göre şek, biri diğerinden daha güçlü olmayan iki hükmün de doğru olabileceğini düşünmek, zan ise ikisi de ihtimal dahilinde bulunan iki hükümden birini doğruya daha yakın görmektir; ikinci derecede görülene vehim denir. Zannın ilgili olduğu diğer bir kavram da ilimdir.
     İbn Sînâ’ya göre ilimle zan arasındaki temel fark hükmün doğruluğundan emin olup olmama durumudur. Bu durumlar ancak düşünerek ulaşılan bilgilerde, dolayısıyla tasdiklerde geçerli olup sadece tasdik edilmiş konularda ilimle zan kavramları arasında bir mukayese ve münasebetten söz edilebilir. Tasdik edilmiş bilgi bir şeyin şöyle olduğuna kanaat getirmektir; ancak her bilgi yakīn derecesinde olamaz; çünkü yakīn bir şeyin hiçbir zaman aksi düşünülemeyecek derecede öyle olduğuna inanmak, zan ise aksini de mümkün görmektir; dolayısıyla her zanda bir bilgisizlik vardır. Eğer verilen hüküm olay veya nesnenin gerçekliğine aykırı ise bu hüküm ilmin karşıtı anlamında cehildir. Hükmün konusundaki devamlılık sürecine bağlı olarak ilimde sürekli veya geçici bir zorunluluk varken zan belli bir sistem taşımayan mümkün ve değişken durumlarla ilgilidir. Sonuçta kuşatıcı tanımıyla zan “aksinin de mümkün olduğu ihtimalini kabul ederek bir şeyin öyle olduğuna inanmak” demektir.
     Hükmün zihindeki kuruluşuna ve bilginin nesnel konusuna bağlı sebeplerden dolayı ilim zandan farklıdır. Bir insan bir konuda ilim, başka bir konuda zan sahibi olabildiği gibi aynı ilke ve öncüllerden hareket eden iki kişiden biri ilme, diğeri zanna ulaşabilir; böylece bir kimse, bu öncüller ve onların sonucundan doğru bir görüş çıkarıp onun değişmeyeceğini düşünürken başka biri aynı öncüllerden yine doğru görüşe ulaşmakla birlikte onun değişebilir olduğuna inanır. Bunların ilkine ilim, ikincisine zan denir. Çünkü zannın aksine hükmü değiştiren yeni bir veri ortaya çıkmadığı sürece ilimde sabit, değişmez kanaat vardır.
     Her ne kadar bir konuda bilgi veya zan sahibi olmak mümkünse de bir kişinin zihninde aynı anda ve aynı konuda ilimle zan birleşemez; ancak belli bir zamanda zanna sahip olan kimse daha sonra aynı konuda yeni delillerle ilme ulaşabileceği gibi bunun aksi de mümkündür (el-Burhân, s. 188-191; Ömer b. Sehlân es-Sâvî, s. 275).
     Başka düşünürler de zanda doğruluk derecesinin artabileceğini, bir haberin tevâtür derecesine çıkması örneğinde olduğu gibi, başlangıçta zan seviyesindeki bir bilginin gittikçe güçlenerek son noktada zannın kesin bilgiye dönüşebileceğini belirtirler (meselâ bk. Gazzâlî, Miḥakkü’n-naẓar, s. 100; Ebü’l-Berekât el-Bağdâdî, I, 206).

     Zannın doğruya yakınlık derecesine göre iki türünden söz edilir. Eğer zanla verilen hüküm, hükmün konusu olan nesne veya olayın gerçekliğine uygunsa, diğer bir ifadeyle bir bilgi aslında kişinin inandığı şekilde doğru olmakla birlikte inanan onun aksini de ihtimal dahilinde görüyorsa buna “mutlak zann-ı sâdık, zann-ı hak” veya -hükmün doğruluğu konusunda zan sahibinin kesin bilgisi olmadığından- “basit bilgisizlikle karışık zann-ı sâdık” denir. Bir kimsenin aslında doğru olan tarafı da ihtimal dahilinde görmekle birlikte asılsız olan yöne temayülü daha ağır basıyorsa bu şekildeki kanaate “zann-ı kâzib” adı verilir (İbn Sînâ, el-Burhân, s. 189).

     Ahlâk.
     Zan kavramının bazı hadislerde olumlu ve olumsuz anlamlarda kullanılması dikkate alınarak İslâm ahlâk kültüründe bir kimsenin kesin bilgisi olmamakla birlikte başka biri hakkında iyi kanaat beslemesine “hüsn-i zan”, kötü düşünce ve kanaate sahip olmasına “sû-i zan” denilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu terkipler yer almamakla birlikte zan kavramı bir kimseyle ilgili iyi veya kötü kanaat beslemeyi ifade edecek şekilde geçer. Meselâ İfk Hadisesi’ne dair bir âyette (en-Nûr 24/12) müminlerin birbirleri hakkında iyi zanda bulunmaları gerektiği bildirilmiş, Fetih sûresinin 6 ve 12. âyetlerinde inkârcıların Hz. Peygamber ve müminlerin âkıbetine dair bozuk niyetleri ve beklentileri için “kötü zan” (zannu’s-sev’) ifadesi kullanılmıştır. Hucurât sûresinin 10-12. âyetlerinde müminlerin kardeş olduğuna vurgu yapılarak kardeşlikle bağdaşmayan davranışlar çerçevesinde, “Zannın çoğundan sakınınız, çünkü bazı zanlar günahtır” buyurulur.
     İslâm âlimlerinin genel yorumuna göre burada bilhassa suizan yasaklanmış ve dolaylı olarak bir kimse hakkında -aksini gösteren açık deliller olmadıkça- hüsnüzanda bulunmak gerektiğine, zira suizannın ahlâkî ve insanî zararlara yol açacağına dikkat çekilmiş, kural olarak dışarıdan bakıldığında iyi görülen bir kimse hakkında kötü zan beslemenin haram olduğu kabul edilmiştir (Taberî, XI, 393-394; Gazzâlî, İḥyâʾ, III, 152).
     Bazı hadis mecmualarında “hüsnü’z-zan” başlığı altında konuya dair hadisler yer alır (Ebû Dâvûd, “Cenâʾiz”, 13; “Edeb”, 81; Dârimî, “Riḳāḳ”, 22). Bir hadiste zandan sakınılması gerektiği, çünkü zannın en büyük yalan olduğu bildirilir (Buhârî, “Veṣâyâ”, 8; “Edeb”, 57, 58; Müslim, “Birr”, 28). Hadis şârihleri, burada gerçeğe uymayan veya kötü sonuçlar doğuran zannın kastedildiğini belirtirler.
     Buna karşılık Hz. Peygamber’in münafık olduklarını bildiği iki kişi hakkında, “Falan ve falanın dinimiz hakkında bir şey bildiğini zannetmiyorum” şeklindeki ifadesi delil gösterilerek bazı durumlarda işin aslını yeterince araştırdıktan sonra bilgiye dayalı zanda bulunmanın câiz olduğu, kötülüğü ve günahkârlığı ortada olan kimselerle ilgili olumsuz kanaat beslemekte sakınca bulunmadığı belirtilmiştir (Kurtubî, XVI, 331-332; Bedreddin el-Aynî, V, 443; X, 496-497, 501-502).
     Gazzâlî’ye göre suizan kalp ile gıybettir ve bu dil ile yapılan gıybetten farksızdır; kötü söz gibi kötü zan da haramdır. İnsanların iç dünyalarındaki gizli hallerini Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceğini söyleyen Gazzâlî, iyiye yorulması mümkün olmayan kötülük kanıtları ortada görülmedikçe hiç kimse hakkında açıkça bilinen ve görülen gerçeklerin ötesinde kötü kanaat beslenemeyeceğini, aksine davranışın şeytana uyma anlamına geleceğini belirtir (İḥyâʾ, III, 150-151). Çünkü hüsnüzan Allah’ın, suizan şeytanın telkinidir. Suizan şeytanın insanı saptırmak için ruhuna nüfuz ettiği kapılardan biridir. Bu sebeple hem şeytanın suizan kışkırtmasından hem de kötülerin töhmetinden sakınmak gerekir. Kötülerin içi kirli olduğundan herkeste kusur arar, başkalarını da kendileri gibi kötü görürler. Sonuçta mümin mâzur görür, münafık kusur arar (a.g.e., III, 36).
     Aynı düşünceden hareketle sırf şüphe ve zanna dayanarak insanlar hakkında gizli soruşturma yapılamayacağı belirtilir. Buna karşılık zann-ı gālib oluşturacak derecede açık emârelerin bulunması, güvenilir kişilerden ihbar gelmesi gibi durumlarda konuyu iyice araştırıp açığa çıkarmaya cevaz verilmiştir (Mâverdî, s. 313-314; Gazzâlî, İḥyâʾ, II, 325; III, 151).

     İslâmî kaynaklarda kulun ilâhî af ve merhamet konusunda iyimser düşünmesi “Allah hakkında hüsnüzan besleme” diye ifade edilir. Bir kutsî hadiste, “Ben kulumun zannının yanındayım; benim hakkımda dilediği şekilde zanda bulunabilir” buyurulmuştur (Buhârî, “Tevḥîd”, 15, 35; Müslim, “Ẕikir”, 2, 19).
     Farklı bir rivayette bu hadisin ikinci cümlesi, “Kulum benden hayır beklerse onu görür, şer beklerse onu görür” şeklinde geçer (Müsned, II, 391). Genellikle bu hadis, Allah hakkında hüsnüzanda bulunmanın ve O’nun rahmetinden ümit kesmemenin gerekliliğine delil gösterilir (İbn Hacer, XXVIII, 163).
     Gazzâlî’ye göre ümitle amel etmek korkuyla amel etmekten daha üstündür; çünkü ümidin temelinde sevgi vardır ve sevgiyle yapılan ibadet Allah katında daha makbuldür. Nitekim bu hususta hüsnüzannı teşvik eden öğütler vardır. “Ölmek üzere olan herkes mutlaka Allah hakkında hüsnüzan taşıyarak ölür” meâlindeki hadiste (Müslim, “Cennet”, 81, 82; Müsned, III, 293) buna işaret edilmiştir (İḥyâʾ, IV, 144-145). İbn Ebü’d-Dünyâ Ḥüsnü’ẓ-ẓan billâhi ʿazze ve celle (teʿâlâ) başlıklı eserinde (nşr. Muhlis Muhammed, Riyad 1406/1986) konuya dair 150 hadisi toplamıştır.

     Bu bölüm ilk olarak 2013 senesinde İstanbul'da basılan TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 44. cildinde, 120-122 numaralı sayfalarda yer almıştır.
Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız. 
TÜRKİYE DİYANET VAKFI
İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
İlgili resim

20 Ekim 2019 Pazar

Bakara Sûresi 261. ile 268. Ayet'i Kerimeler Arasının Meal ve Tefsirleri

Bakara Sûresi
261 ile 268. Ayet-i Kerimeler Arasının
Meal ve Tefsirleri
  • Bakara Suresi 261. Ayet-i Kerimenin Meali
     "Mallarını Allah yolunda harcayanların örneği, her başağında yüz tanenin bulunduğu yedi adet başak çıkaran bir tohum tanesi gibidir. Allah dilediğine katlayarak verir, Allah (zât ve sıfatlarında) sınırsızdır, her şeyi bilmektedir."

  • Yukarıdaki Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     Buradan itibaren mushafta üç sayfaya yakın yer kaplayan on dört âyette, araya başka bir konu konulmaksızın infak ve sadaka üzerinde durulmuştur. 269. âyette hikmetten söz edilmiştir; ancak burada hikmet kavramıyla cömertliği cimriliğe, Allah yolunda vermeyi vermemeye, insanlara malî yardımda bulunmayı bencilliğe tercih eden aklın üstünlüğüne işaret edilmiştir, yani ana konudan ayrılma yoktur.
     Sözlükte infak kelimesi “tüketmek ve harcamak” mânasındadır. “Kişinin yakınlarının geçimleri için yaptığı harcama” mânasındaki nafaka da aynı köktendir. Sadaka ibadet maksadıyla verilen para, mal ve sağlanan menfaattir, maddî ve mânevî yardımdır, Allah rızâsı için yapılan bir kısım kamu hizmetleridir (Müslim, “Zekât”, 12/52). Tasadduk da bu ibadeti yapmaktır. Bu âyetlerde Allah infakı teşvik etmiş ve amacı, nasıl yapılacağı, hangi maldan kimlere yapılacağı ve sevabı konularında önemli açıklamalarda bulunmuştur.
     Bu açıklamalara göre:
  1. İbadet maksadıyla yapılacak olan infak ve tasadduk insanların takdir ve beğenisini kazanmak için değil Allah rızâsı için yapılacaktır.
  2. İnfakın arkasından başa kakma ve incitme gibi davranışlar gelmeyecektir.
  3. Verilen para veya mal kötüsü değil iyisi olacaktır.
  4. İnfakta, meşrû ve mecburi bir meşguliyet veya başka bir mazeret sebebiyle çalışıp kazanma imkânı bulunmayanlar tercih edilecektir.
  5. İnfakın dünya ve âhiret hayatında büyük faydaları vardır.
     İnsanın tek başına var olamayacağı ve varlığını sürdüremeyeceği, dinî ve teorik açıklamalar yanında insanlık tarihi boyunca yaşanan tecrübeyle de sabit olmuştur. Bütün insanların her bakımdan aynı seviyede ve tipte olamayacakları, tek bir ümmet ve devlet olarak örgütlenemeyecekleri de anlaşılmıştır. İnsanların dünyada ve âhirette huzurlu ve mutlu olarak yaşayabilmeleri için bu gerçekleri hesaba katarak hazırlanmış ve uygulamaya sunulmuş düzen ve düzenlemelere ihtiyaç vardır. Allah Teâlâ’nın bir ferde, gruba, bölgeye bahşettiği nimetler ihtiyaçtan fazla ise bu fazlanın ona muhtaç olan fert, grup ve bölgelere aktarılması zorunludur. Bu aktarma yapılmadığı takdirde fertler, gruplar ve bölgeler arasında sosyal, kültürel ve ekonomik farklılıklar oluşacak; bu farklılıklar isteği (talep) doğuracak, talep yerine getirilmediği takdirde öfke, düşmanlık, kin, zorbalık, savaş gibi huzur ve mutluluğu bozan duygu, davranış ve eylemler baş gösterecektir. Bunun böyle olduğu ve olacağı geçmişten günümüze, imparatorluk ve derebeyliklerde, totaliter ve demokratik yönetimlerde, gücün hâkim olduğu dönemlerden hakkın hâkim olacağı dönemlere geçiş için, insan hak ve hürriyetlerinin tanınması ve verilmesi için gösterilen çabalarda, hukukî ve sosyal adaletin bulunduğu ve bulunmadığı zaman ve zeminlerde yaşanan tecrübelerde, katıksız kapitalizmden karma sistemlere geçişte ve bu seyri körükleyen komünist ve sosyalist denemelerde açıkça ortaya çıkmıştır. Bu sosyal ve siyasî düzen, hareket ve oluşumlarda nimet ve servetin paylaşımı, bu paylaşım biçimlerinin hakkaniyet, vicdanî kanaat ve ihtiyaçlara uygun olup olmayışı önemli rol oynamıştır.
     İslâm’ın teşvik ettiği sosyo-ekonomik düzen, herkese yalnızca çalışarak hak ettiği kadar değil, –çalışsın, çalışmasın– normal ihtiyacı kadar verilmesi temeline oturtulmuştur. Bu temel kural, ferdin normal ihtiyaçlarının normal hallerde karşılanmasını sağlar. Bunun yanında yer alan–ve aşağıda açıklanacak olan; “israfın engellenmesi” kuralı da, fertler ve gruplar arasındaki refah seviyesi farkının büyümesini önler. İslâmî anlayışa göre herkes öncelikle emek sarfederek ihtiyacını karşılamaya teşebbüs edecektir.
     “Kişi, elinin emeği ile elde ettiğinden daha hayırlısını yememiştir” (Buhârî, “Büyû‘“; 15, Müsned, II, 334). Ancak bir özür sebebiyle çalışamayan veya geliri ihtiyacını karşılamayan kişilere elinde fazlası olanlar yardımda bulunacaklardır. Bu yardımın, nafaka, tasadduk, zekât, fıtır sadakası, kurban, hediye, kullanmaya verme (iâre), vakıf, sadaka-i câriye, devlet bütçesinden geçimlik maaş gibi birçok çeşidi vardır. Emeği ile kendine yetmeye çalışmayı birinci, infakı da ikinci kural sayarsak üçüncü temel kural israfın yasak olmasıdır. Zenginler ne kadar servetleri olursa olsun bunu kullanırken (meskende, binekte, yemede içmede, giyinmede, eğlencede...) gösterişten ve israftan sakınacaklardır. “Allah’ın insanları servetle de imtihan edeceği bilgisi ve nimetlerden hesaba çekilme sorumluluğu” müminlerde şuur ve duygu olarak yerleşmiş bulunacaktır. Mümin ırmaktan abdest alırken bile suyu yeteri kadar kullanmakla yükümlüdür.
     Dördüncü kural faizin haram olmasıdır. Nitekim infak ve tasaddukla ilgili bulunan âyetlerden sonra faiz yasağı ile ilgili olanlar gelecektir. Bir sosyo-ekonomik düzen içinde faizcilik ve tefecilik zihniyeti hâkim olduğu müddetçe sosyal adalet ve refahın gerçekleşmesi mümkün değildir. Bünyesinde faize yer veren sistemlerde görülen refahın asıl faktörlerinin başka olduğuna dikkat etmek gerekir. İslâm’ın yukarıda anılan temel kuralları hayata geçirildiğinde ise insanları bedbaht, verimsiz, sağlıksız kılan; gelişmelerini ve var ediliş amaçlarını gerçekleştirmelerini engelleyecek boyuttaki yoksulluk ortadan kalkacak; insanlığın hayatına huzur, sükûn, barış ve nisbî de olsa bir mutluluk gelecektir.
     Allah’a itaat ve ibadet mahiyetinde olan, İslâm’a ve müslümanlara yardım ve fayda getiren her harcama “Allah yolundadır”, Kur’an deyişiyle “fî sebîlillâh”tır. Bunların en faziletlisi de İslâm’a güç kazandırmaya, onu koruyup geliştirmeye, ülkeyi düşmana karşı savunmaya yönelik bulunan cihad için yapılan harcamalardır. Bu mânada harcama (infak) yapanların alacağı karşılık, toprağa ekilen ve bire yedi yüz veren buğday tanesi örneği ile açıklanmıştır. Genellikle iyiliklerin sevabı bire on olduğu halde “Allah yolunda harcama yapma”nın sevabının bire yedi yüz oluşu hem çok önemli bir teşvik unsurudur hem de bu ibadetin diğerlerinden daha zor olduğunu gösterir. Çünkü “Nefisler cimriliğe meyillidir” (Nisâ4/128).
  • Bakara Suresi 262-263 ve 264. Ayet-i Kerimenin Meali
     "Mallarını Allah yolunda harcayan, sonra da harcadıklarının arkasından başa kakıp incitmeyenler için rablerinin katında özel karşılık vardır. Artık onlar için korku yoktur, onlar üzüntü de çekmeyeceklerdir."
     "İyi sayılan bir söz ve bir bağışlama, arkasından eziyet gelen bir sadakadan daha iyidir. Allah zengindir, halîmdir."
     "Ey iman edenler! Allah’a ve âhiret gününe inanmadığı halde malını insanlara gösteriş yapmak için harcayan kimse gibi sadakalarınızı başa kakmak ve incitmek suretiyle boşa gidermeyin. O kimsenin misali, üzerinde toprak bulunan düzgün ve yalçın bir kayadır; kayanın üzerine şiddetli bir yağmur yağmış, onu çıplak halde bırakmıştır. Bu gibilerin kazandıkları hiçbir şeyden istifadeleri olmaz ve Allah, inkârcı topluluğa hidayet vermez."
  • Yukarıdaki Ayet-i Kerimelerin Tefsiri
     Malî yardımın, infak ve sadakanın Allah rızâsı için yapılmış olmasının kesin işareti, yardım yapılan kimseden hiçbir menfaat beklememek, onu yardım sebebiyle minnet altında tutmamak, incitmemek, hiç böyle bir şey olmamış gibi davranmaktır. Büyük ecri bu şekilde verenler alacak, korku ve üzüntüden kurtulma saadeti de bunların olacaktır.
     Vâhidî’nin rivayetine göre 262. âyet Hz. Osman ve Abdurrahman b. Avf’ın, Tebük Seferi öncesinde orduya yaptıkları yardım vesilesiyle gelmiştir. Bu iki büyük sahâbîden birincisi savaş araç ve gereçleri olmayan bütün gazilerin bu ihtiyaçlarını karşılamış, ikincisi de servetinin yarısını bağışlamıştır (Esbâbü’n-nüzûl, s. 61). 
     Kendisine sadaka verilecek kişiye karşı takınılacak tavır bir şekilde onu incitecekse bunu vermek yerine uygun sözler söylemek ve ihtiyacını arzeden kişiyi hoş görmek, durumunu başkalarına duyurmamak mânevî sonuç, ecir ve ahlâkî davranış olarak tercih edilmektedir.
     İnsanları, sadaka ve malî yardım yüzünden minnet altında bırakmaya ve incitmeye kalkışanların bu davranışı, Allah’a ve âhirete iman etmeyen, başkalarına gösteriş olsun diye veya kişiden menfaat beklediği için harcama yapan kimselerin davranışlarına benzetilmiş, bunun da semere ve sonucu kaya misaliyle anlatılmıştır. Yalçın ve pürüzsüz bir kayanın üzerindeki toprak şiddetli yağmur aldığında sıyrılıp yere inmekte, düz yerlerdeki toprağa bereket getiren yağmur bu kayada toprağı yok etmektedir. Sadaka da böyledir; Allah rızâsı için verildiği ve karşılığında bir menfaat beklenmediği, ihtiyaç sahibi incitilmediği takdirde harcayana bereket ve ecir getirir, aksi halde verilen boşa gider, hem maldan olunur hem de sevaptan mahrum kalınır.

  • Bakara Suresi 265 ve 266. Ayet-i Kerimelerin Meali
     "Mallarını Allah rızâsını dileyerek ve içlerinden gelerek harcayanların misali ise tatlı bir yamaçta bulunan, üzerine bolca yağmur yağan, bu sebeple ürününü iki misli veren bir bahçedir; şayet sağanak yağmazsa incecik yağar. Allah yapıp ettiklerinizi görmektedir."
     "Sizden biri arzu eder mi ki, hurma ve üzüm ağaçlarıyla dolu, zemininden ırmaklar akan ve kendisi için orada her çeşit meyvenin bulunduğu bir bahçesi olsun da bakıma muhtaç çoluk çocuğu varken kendine ihtiyarlık gelip çatsın, bahçeye de içinde ateş bulunan bir kasırga isabet ederek yakıp kül etsin! Düşünesiniz diye Allah önünüze açık işaretler koyuyor."
  • Yukarıdaki Ayet-i Kerimelerin Tefsiri
     Allah rızâsı için ve içlerinden gelerek, gönüllerindeki inancın yönlendirdiği bir karara dayanarak muhtaçlara yardım edenler, bu niyet, şuur ve samimiyetin derecesine göre sonuç alacaklardır; tıpkı zararlı rüzgârlara kapalı bir yamaçta yapılmış, bol yağmurda bol mahsul, az yağmurda az da olsa yine bir mahsul veren bahçe gibi. Muhtaçlara yardımı, Allah rızâsı dışında bir maksatla yapanların misali ise âyette tasvir edilen bahçedir; yani sadakadır, verilen maldır, paradır. Bunlar verilmiş ve servet eksilmiştir; fakat bunlar, verene ecir ve sevap kabilinden hiçbir şey getirmez. Böyleleri bir gün bu ecir ve sevaba muhtaç olduklarında dünyadaki servetin, yakınların, dostların fayda veremediği âhirette –tıpkı gençliğinde yaşlılık yılları için hazırladığı serveti yanıp kül olmuş ihtiyar gibi– elleri boş kalıverirler.
  • Bakara Suresi 267. Ayet-i Kerimenin Meali
     "Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardıklarımızın iyilerinden verin. Kendinizin ancak içiniz çekmeye çekmeye alabileceğiniz âdi şeyleri hayır diye vermeye kalkışmayın. Bilin ki Allah zengindir, bütün iyilik ve güzellikler O’na mahsustur."
  • Yukarıdaki Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     İnfak ve tasaddukun ne maksatla ve nasıl yapılması gerektiği açıklandıktan sonra sadaka olarak verilecek malın keyfiyetine geçilmiş; verilenin kötü ürün ve mallardan değil iyilerinden olması emredilmiştir. “İyisinden verme” emri tavsiye midir, yoksa bağlayıcı mıdır? Bu konuda farklı anlayışlar vardır. “Emir bağlayıcıdır” (vücûb ifade eder) diyenler buradaki sadakadan maksadın zekât olduğunu ileri sürmüşlerdir. Buna göre zekât olarak verilecek mal kötü, kalitesiz, kıymetsiz olmayacak; iyi olacak, iyisinden seçilip verilecektir. “Bu âyette kastedilen sadaka ve infak, farz olan zekât değil, nâfile olan, sevap kazanmak üzere verilen sadakadır, yapılan malî yardımdır” diyenler ise emrin bağlayıcı değil tavsiye kabilinden olduğunu, “Böyle olması daha iyidir, daha çok ecir getirir” mânasına geldiğini ifade etmişlerdir. 
     Türkçe’ye “iyi, kaliteli” diye çevirdiğimiz ve buna göre yorumladığımız tayyib (çoğulu tayyibât) kelimesini, “helâl” mânasında anlayanlar da olmuştur. Kelimenin bu mânaya da ihtimali vardır. Ancak burada, mânalar arasında bir çelişki bulunmadığı için ikisini birden almaya ve “tayyibât”ı “helâllerinden ve iyilerinden” şeklinde anlamaya da bir engel yoktur.
  • Bakara Suresi 268. Ayet-i Kerimelerin Meali
     "Şeytan içinize yoksulluk korkusu düşürür ve çirkin şeyler yapmanızı emreder. Allah ise kendinden bir bağışlama ve lutuf sözü vermektedir. Allah her şeyi kuşatmakta ve her şeyi bilmektedir."
  • Yukarıdaki Ayet-i Kerimelerin Tefsiri
     İnsana dışarıdan gelen ve onu yönlendiren düşünce ve duyguların iki önemli kaynağı ya Allah’tır veya şeytandır. Allah’tan güzel duygular ve düşünceler gelir. Bunlarla O, kuluna, doğru yolu bulması, iyiyi ve güzeli hayatında gerçekleştirmesi için yardım eder. İnsan ve cin şeytanları ise insanoğlunu, Allah yolundan ve rızâsından uzaklaştırmak için gayret eder. Onun aklına olmadık düşünceler, kalbine de olumsuz duygular sokarlar. İnsanoğlu bu iki zıt yönlendirme arasında doğru olana kulak verip onu rehber edinmekle yükümlüdür, bunu yapabilenler bir sonraki âyette sözü edilecek olan “hikmet”e mazhar olanlardır, hakîmlerdir. İnfak ve tasadduk konusuna hikmeti uyguladığımız zaman şu sonuca ulaşırız: Aklını veriliş amacına ters olarak işletip onu kötüye kullanan “şeytanî akıl” sahipleri, kendilerinden maddî, dünyaya ait bir menfaat görmedikleri kimselere para, mal ve hizmet vermeyi “akılsızlık” olarak görür ve bunu yapmazlar. “Hikmet” özelliği taşıyan, fıtratı bozulmamış, veriliş amacı doğrultusunda işletilen aklın sahipleri ise (hakîmler), faydayı daha geniş çerçevede düşünürler. Onlara göre ebedî hayatta karşılığı alınacak olan harcama boşuna değildir. Dünyada insanları mutlu edecek harcama –aynı zamanda bu harcamayı yapana da mânevî bir haz vereceği için– boşuna değildir. Yakın çevrenin sevgi ve saygısını kazandıracak ve bu sayede bir koruma çemberi oluşturacak harcama; kezâ sosyo-ekonomik sınıflar arasında çatışmayı engelleyecek yardımlar boşuna ve akılsızca değildir. İşte Allah, iyi niyetle ve samimiyetle infakta bulunanlara bunları (âyette bağışlama ve lutuf diye özetlenen karşılıkları) vaad eder, bu vaade mazhar olmayı sağlayacak duygu ve düşünceleri (hikmet) ilham eder. Şeytanın bu konuda kafalara sokacağı duygular ve düşünceler ise cimrilik ve bencillikle yoksulluk korkusudur. Bunların yönlendirdiği davranışların da çirkin, kötü, gayri insanî olacağı şüphesizdir.
Kaynak :
Kur'an Yolu Tefsiri
Cilt: 1
Sayfa: 418-423
[​IMG]
    Kur'an-ı Kerim - Diyanet İşleri Başkanlığı
    kuran yolu tefsiri ile ilgili görsel sonucu

    17 Ekim 2019 Perşembe

    RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER ♥ ✿ܓ ♥ İNSANLARIN ARASINI BULMAK

    RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN

    İNSANLARIN ARASINI BULMAK

    31

    باب الإصلاح بين الناس

    • Âyet-i Kerimeler:
    1. “Onların gizli konuşmalarının birçoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka vermeyi veya bir iyilik yapmayı yahut insanların arasını düzeltmeyi isteyenler böyle değildir.” Nisâ sûresi (4), 114

         İnsanların bir araya gelmeleri, kafa kafaya verip gizlice konuşmaları, onlara geriden bakanlar üzerinde, önemli ve faydalı işler yaptıkları zannını uyandırabilir. Âyet-i kerîmede haber verildiğine göre, çoğu zaman durum hiç de böyle değildir. Dolayısıyla bu nevi dedi kodu meclislerinde hiçbir hayır yoktur.

         Allah Teâlâ, gizlice yapılan toplantıların ve fısıldaşmaların faydalı olabilmesi için şu üç konu etrafında konuşulması gerektiğini belirtiyor:

    * İnsanları üzmeden, kırmadan, mahcup etmeden onlara nasıl yardım edeceklerini konuşmak. Zira bu konu herkesin duyacağı bir yerde konuşulsa, kendilerine yardım edilecek kimselerin izzet-i nefisleri kırılabilir.

    * Allah Teâlâ’ya itaat etmeye ve O’nun yolunca gitmeye insanları çağırırken, en geçerli dâvet metodlarının hangileri olduğuna dair sohbet etmek. Bu nevi toplantıların gizli yapılmasında fayda vardır. Herkesin göreceği yerde yapılması hâlinde, kendileriyle ilgilenilmesi düşünülen kimselerin, zamanından önce duyarak karşı tavır alması söz konusu olabilir.

    * Araları bozulmuş iki müslümanı barıştırmanın çarelerini aramak veya eskiden olduğu gibi dost kalmaları için kendilerini iknâ etmeye çalışmak. Bu maksatla yapılacak toplantının duyulması da iyi sonuç vermeyebilir.

         Allah Teâlâ’nın gizli yapılmasına izin verdiği toplantı konuları işte bunlardır. Böyle yüce hedeflere varmak için yapılan toplantılar hayırlı ve faydalıdır. Bu maksatların dışında gizli gizli toplanıp konuşmak makbul sayılmamıştır.

    2. “Sulh dâimâ hayırlıdır.” Nisâ sûresi (4), 128

         Âyet-i kerimede sözü edilen sulh, birbiriyle anlaşmazlığa düşen karı kocanın barışıp anlaşmasıdır. Zira anlaşma yollarını araştırmadan boşanmak, Peygamber Efendimiz’in buyurduğu gibi, Allah Teâlâ’nın hiç hoşlanmadığı bir davranıştır (Ebû Dâvûd, Talâk 3; İbni Mâce, Talâk 1).

         Eşlerin birbiriyle iyi geçinmesi ve mutlu bir hayat sürmesi, dargın durmaktan, huzursuz bir hayat sürmekten çok daha hayırlıdır. Çünkü yuvadaki huzursuzluk, orada yaşayan herkes üzerinde olumsuz etki yapar. Aile yuvasındaki huzur ve saâdet, insanların günlük hayatlarında daha neşeli ve dolayısıyla başarılı olmalarını sağlar.

         Âyet-i kerîmedeki sulh tavsiyesini daha geniş mânada ele alarak, kavgasız ve gürültüsüz bir hayatın herkes için daha iyi ve hayırlı olduğunu söylemek de mümkündür.

    3. “Allah’tan korkunuz. Aranızı düzeltiniz.” Enfâl sûresi (8), 1

         Müslümanların vazifesi, yeryüzünde sulh ve barışı gerçekleştirmek, en mükemmel toplumun İslâm toplumu olduğunu canlı örneklerle ispat etmektir. Bu da, din kardeşlerini sevmek ve onlarla birlik ve beraberlik içinde yaşamakla mümkündür. Âhenkli bir toplum hayatı kurmadan Allah Teâlâ’ya karşı görevlerin kusursuz bir şekilde yapılması da mümkün değildir.
         Müslümanlar, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine lutfettiği sayısız nimetleri bir bir hatırlamalıdır. Bu lutufların en başında, müslüman olmak ve bir İslâm toplumunda yaşamak gelir. Bu nimeti görmezden gelmek, sulh ve huzur içinde yaşamak yerine, kavga ve anlaşmazlık yolunu seçmek bir mü’mine yakışmaz. Böyle bir davranış, ancak nankörlerden ve Allah’tan korkmayanlardan beklenebilir.
         Müslümana yakışan davranış, Allah’ın gazabına yol açacak böyle hâllerden uzak durmak ve din kardeşleriyle huzur içinde yaşamaktır. Birbirine küsüp darılan kardeşlerinin arasını bulmak da yine onların vazifesidir.

    4. “Mü’minler kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulun.” Hucurât sûresi (49), 10

         Bir önceki âyetin açıklamasında belirtildiği üzere, Allah Teâlâ mü’minleri, belli bir gâye için yaratmış ve o hedefi birlikte gerçekleştirsinler diye onları kardeş yapmıştır. Birbirine darılan fertler veya toplumlar, o ulvî hedefe varamazlar. Bu durum karşısında diğer mü’minlerin yapacağı tek şey, birbirine darılan mü’minlere kardeş olduklarını hatırlatmak ve aralarını bulmaya çalışmaktır.
    • Hadis-i Şerifler:
         224 numaralı hadisten itibaren mü’minlerin birbirine olan yakınlığı, kardeşliği, birbirine sahip çıkma ve birbirini koruma gereği üzerinde durulmaktadır. Bütün bu hadisler, mü’minlerin birbirine kenetlenmesi ve sevgiyle bağlanması mecburiyetini ortaya koymaktadır.
    Hadisler

    250. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
         “İnsanın her bir eklemi için her Allah’ın günü bir sadaka vermek gerekir:
         İki kişinin arasını bulman, (haklarında adaletle hükmetmen) bir sadakadır.
         Bir kimseye bineğine binerken yardımcı olman veya yükünü hayvanına yüklemesine yardım etmen bir sadakadır.
         Güzel bir söz söylemek sadakadır.
         Namaza giderken attığın her adıma bir sadaka sevabı vardır.
         Gelip geçenleri rahatsız eden bir şeyi yoldan alıp atman bir sadakadır.”
    Buhârî, Sulh 11, Cihâd 72, 128;
    Müslim, Zekât 56.
    Ayrıca bk. Müslim, Müsâfirîn 84,
    Ebû Dâvûd, Tatavvu 12, Edeb 160
    • Açıklamalar
         Allah Teâlâ insanı mükemmel şekilde yaratmıştır. Bu mükemmelliği, mafsal da dediğimiz eklemlerde görmek mümkündür. Eklemler sayesinde insan her türlü hareketi kolayca yapar. Tutar kaldırır; alır götürür; yatar kalkar; eğilir doğrulur. Yaşlılıkla birlikte hareketlerin azalması, eklem yerlerinde kireçlenme başlaması sonucu insanların ne büyük sıkıntılar çektiği bilinmektedir. Eklemlerin iyi çalışmasının büyük bir nimet olduğu o zaman daha iyi anlaşılmaktadır.
         İnsanoğlunun kendisine verilen her nimet için sayısız şükür borcu vardır. Şükrün en makbulü, verilen nimetin cinsiyle yapılanıdır. Peygamber Efendimiz, kemiklerimizi eklem şeklinde yarattığı için her bir eklemden dolayı Allah’a şükür borçlu olduğumuzu belirtiyor ve bu şükrün, her eklem için her gün bir sadaka vermekle ödenebileceğini açıklıyor. Diğer bir söyleyişle eklemlerimizi Cenâb-ı Hakk’ın ve O’nun kullarının hizmetinde kullanmakla görevli olduğumuzu ifade buyuruyor.
         Hadisimizde beş sadaka şeklinden bahsedilmektedir:
         Birinci sadaka, birbirine küsen iki kişinin arasını bulmak ve bu esnada onlar hakkında adâletli davranmak.
         İnsanlar arasındaki anlaşmazlığın çeşitli sebepleri vardır. Bir menfaatin zedelenmesi veya bir davranışın yanlış anlaşılması, çoğu zaman dargınlığa yol açar. Araları bozulan kimselerin yakınlarına, bu durumlarda önemli bir görev düşer. Derhal onlarla temasa geçerek anlaşmazlığa yol açan sebepleri bulmak, daha sonra da iki tarafın düşünce tarzlarını ve kaprislerini dikkate alarak barışmalarını sağlamaktır. Onları yeniden kaynaştırırken son derece anlayışlı ve âdil davranmak, küsüp darılma bahânelerini azaltmak gerekir. Bunun için de herkese hatasını uygun ifadelerle söylemek icap eder.
         İkinci sadaka şekli, rahatsızlığı sebebiyle otomobiline, atına veya eşeğine binemeyen kimselere yardımcı olmak, eşyasını arabaya yükleyemeyen veya bir yere taşıyamayan insanlara yardım etmektir.
         Üçüncü sadaka şekli, insanlara güzel söz söylemektir. 694 ve 695. hadislerde bu konu ayrıca ele alınacaktır.
         Dördüncü sadaka, namaza yürüyerek gidip gelmektir. Bu esnada atılacak her bir adıma Allah Teâlâ sadaka sevabı verecektir. 11, 123 ve 125. hadîs-i şerîflerde bu konu ele alınmıştır.
         Beşinci sadaka türü de, gelip geçenleri rahatsız edecek şeyi yoldan kaldırmaktır. Yolda yürüyen insanlara veya vasıtalara zarar veren, onları sıkıntıya sokan her şey, meselâ bir taş, bir odun parçası, trafiğin aksamasına sebep olacak hatalı bir davranış, yaya kaldırımına parkedilen bir otomobil insanlara sıkıntı veren şeylerden bir kısmıdır. Yaya kaldırımından başka bir park yeri bulamadığı hâlde, insanlara sıkıntı vermemek düşüncesiyle otomobilini daha uzak yere götürüp parkeden kimse, bu iyi niyetinin karşılığını Cenâb-ı Hak’tan mutlaka alacaktır. Bu davranışı küçümsememek gerekir. İmânın 60 veya 70 küsur bölümden meydana geldiğini söyleyen Resûlullah Efendimiz, insanlara sıkıntı veren şeyleri yoldan kaldırmayı imânın bir bölümü olarak kabul etmiştir.
         Demek oluyor ki, insanın iyi niyetle yaptığı her hareket bir sadaka sayılmakta ve karşılığı ödenmektedir.

         124. hadiste de gördüğümüz üzere, Peygamber Efendimiz her insanda 360 eklem bulunduğunu ve bu eklemler sayısınca Allah’a şükretmemiz gerektiğini belirtmiştir.
         Başka bir hadisinde (bk. hadis no 19), her eklem için verilecek sadakaları sayarken Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuştu:
         “Sübhânallah demek bir sadakadır. Elhamdülillah demek bir sadakadır. Lâ ilâhe illallah demek bir sadakadır. Allahü ekber demek bir sadakadır. İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak bir sadakadır. İnsanın kılacağı iki rekât kuşluk namazı ise, bütün bunlara bedeldir” (Müslim, Müsâfirîn 84).

         Daha başka rivayetlerde namaz kılmak, oruç tutmak, haccetmek, karşılaştığı kimselere selâm vermek, yol sorana yol göstermek, tükürük ve balgamı ortadan kaldırmak, hatta eşiyle beraber olmak bile sadaka sayılmıştır (Meselâ bk. Ebû Dâvûd, Tatavvu 12, Edeb 160). İyilik yapamayanın kötülük yapmamaya çalışması da bir sadakadır.
         Demek oluyor ki, insan, Allah’a olan şükür borcunu başlıca iki yolla öder:
         Biri, O’nun emrettiği görevleri yani farzları yaparak, yasakladığı şeylerden yani haramlardan kaçarak şükretmektir.
         Diğeri de, O’nun beğenip takdir ettiğinden emin olduğumuz nâfile ibadetleri ve güzel davranışları yaparak kulluğumuzu göstermektir.

    • Hadisten Öğrendiklerimiz
    1. Allah Teâlâ’nın lutfettiği her ekleme karşılık, insanın O’na her gün bir şükür (bir sadaka) borcu vardır. Vücutta 360 eklem olduğuna göre, her gün 360 sadaka verilmesi gerekir.
    2. İnsanların arasını bulmak bir sadakadır.
    3. Bineğine binemeyen veya yükünü yüklemekte ve taşımakta zorlanan kimselere yardımcı olmak sadakadır.
    4. Söylenen güzel sözler birer sadakadır.
    5. Cemaatla namaz kılmak üzere câmiye giderken atılan her adıma bir sadaka sevabı verilecektir.
    6. İnsanları rahatsız eden şeyleri yoldan kaldırmak sadakadır.


    251. Ümmü Külsûm Binti Ukbe İbni Ebû Muayt radıyallahu anhâ, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledim, dedi:
         “İnsanların arasını bulmak için hayırlı haber götüren (veya hayırlı söz söyleyen) kimse yalancı sayılmaz.”
    Buhârî, Sulh 2; Müslim, Birr 101.
    Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 50;
    Tirmizî, Birr 26

         Müslim’in rivayetinde şöyle bir fazlalık vardır:
         Ümmü Külsûm dedi ki, Peygamber aleyhisselâm’ın halkın söyleyip durduğu yalanlardan sadece üçüne izin verdiğini işittim. Bunlar da:
         Savaşta (düşmanı aldatmak için),
         İki kişinin arasını bulmak maksadıyla,
         Kocanın karısına, karının da kocasına (aile düzenini korumak düşüncesiyle) söylediği yalandır
    • Ümmü Külsûm Binti Ukbe İbni Ebû Muayt:
         Ümmü Külsûm’un babası Ukbe, Peygamber Efendimiz’in can düşmanlarından biriydi. Annesi Ervâ Binti Küreyz ise Resûlullah Efendimiz’in halasının kızı, Hz. Osman’ın da annesiydi.
         Ümmü Külsûm Mekke’de müslüman oldu ve Resûlullah Efendimiz’e bîat etti. Hicretin yedinci yılında, sekiz günlük maceralı bir yolculuktan sonra, Huzâa kabilesinden bir adamın yardımıyla tek başına Medine’ye hicret etti. Kureyşliler içinde yurdunu yuvasını bırakıp Medine’ye hicret eden bir başka hanım daha yoktu.
         O sıralarda, Hudeybiye antlaşması gereğince, Mekke’den kaçıp Medine’ye gelenler Mekkelilere geri veriliyordu. Ümmü Külsûm bir hanım olduğu için, hanımların müşriklere geri verilemeyeceğini belirten âyet-i kerîme nâzil oldu [Mümtehine sûresi (60), 10].
         Ümmü Külsûm gibi imânlı ve yiğit bir hanımla evlenmek için Zübeyr İbni Avvâm, Abdurrahman İbni Avf ve Zeyd İbni Hârise gibi büyük sahâbîler âdetâ sıraya girdiler. Fakat o Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in tavsiyesi üzerine Zeyd ile evlendi. Zeyd Mûte’de şehit düşünce Zübeyr İbni Avvâm ile evlendi. Fakat bir müddet sonra boşandılar. Bu defa Abdurrahman İbni Avf ile, onun ölümünden sonra da Amr İbni Âs ile evlendi. Ümmü Külsûm’un Hz. Peygamber’den on hadis rivayet ettiği söylenmektedir. Allah ondan razı olsun.
    • Açıklamalar
         Yalan söylemek büyük günahlardan biridir. Yalan söylemenin ve yalan yere şâhitlik yapmanın ne korkunç bir davranış olduğunu Peygamber Efendimiz pek heyecanlı ifadelerle ortaya koymuştur. Bir kimse yalan söylemekle kendi nâmına bazı menfaatlar sağlasa bile, diğer insanların hakkını çiğneyerek onları birçok zarara sokmuş olur.
         Yalan, insanlara zarar verdiği için çirkindir. Fakat onlara faydalı olmak, uğradıkları zararı ortadan kaldırmak, onları birbirine kaynaştırmak için yalan söylemenin kimseye zararı yoktur. Hatta ara bulmak maksadıyla yalan söylemenin faydaları vardır.
         Dinimiz bu iznin kötüye kullanılmaması için sadece üç yerde yalan söylemeye izin vermiştir. Bunlardan birincisi, savaşta düşmanı aldatmak için söylenen yalandır. Düşmanın savaşı kazanması, İslâmiyet’in, İslâmî değerlerin ve müslümanların aleyhine olacağına göre, buna meydan vermemek için elden gelen yapılmalıdır. Düşman kuvvetleri tarafından yakalanan bir kimsenin, müslümanların sayıca çok olduğunu, modern silahları bulunduğunu, yakında orduya taze güçler katılacağını söyleyerek düşmanın moralini bozması İslâm ordusunun lehinedir. Zaten savaş hileden ibaret olduğuna göre düşmana yalan söylemenin sakıncası yoktur.
         Yalan söylemeye izin verilen ikinci konu, araları bozulan iki kimsenin dargınlığını gidermektir. Müslümanların birbirine dargın olmasının zararını İslâm toplumu çeker. İşte bu düşünceyle, dargınları barıştırmanın yollarını aramak gerekir. Dargın olduğu müslüman hakkında iyi şeyler düşünmeyen birine bu konuda yanıldığını ileri sürmek, küstüğü adamın kendisi hakkında kötü bir kanaati olmadığını iddia etmek ve böylece onun gönlündeki katılığın yumuşamasına, kırgınlığın azalmasına çalışmak kimseye zarar vermez.
         Yalan söylemenin zararsız sayıldığı üçüncü konu, karı kocanın, daha mutlu olmaları için, aslı bulunmasa da birbirine güzel şeyler söylemesidir. Eşlerin birbirine, gerçekten öyle olmadığı hâlde, “seni çok seviyorum”, “şu dünyada en çok sevdiğim sensin” gibi iltifatlarda bulunmasından kimse zarar görmez. Çoğu insanın söylemekte cimrilik ettiği bu nevi sözler, eşlerin birbirine daha fazla ısınmasını, o yuvada sevginin yeniden çiçeklenip boy atmasını, dolayısıyla o ailede yaşayan herkesin daha huzurlu olmasını sağlayacaktır.
         Bir zâlimin elinden canını kurtararak kaçan ve gelip kendisine sığınan kimsenin hayatını kurtarmak maksadıyla, onu görmediğini, nerede saklandığından haberi olmadığını söylemenin bütün âlimlere göre hiçbir günahı yoktur. Ayrıca gerektiğinde böyle davranmak kaçınılmaz bir görevdir.
         Yalanın her türlüsüne karşı olan âlimler de vardır. Onlara göre yukarıda sayılan üç konuda bile açıkca yalan söylemek doğru değildir. Ama bu üç konuda, kelimenin en uzak anlamını kastederek (tevriyeli bir şekilde) konuşmanın sakıncası yoktur.
         Burada şunu hatırlatmakta fayda var: Sözü edilen üç konuda yalan söylenebilir demek, bu konularda yalan söyleyen günah kazanmaz demektir. Yoksa yalanın mâhiyeti değişmez. Haram helâl olmaz. Yalan aslında ne ise yine odur. Yalan konusu 1545-1550. hadislerde ayrıca ele alınacaktır.
    • Hadisten Öğrendiklerimiz:
    1. Yalan söylemek büyük günahlardan biridir.
    2. İnsanların iyiliği için bazı konularda yalan söylenebilir.
    3. Harpte düşmanı aldatmak için gerçek dışı sözler söylenebilir.
    4. Araları bozulmuş iki kimseyi barıştırmak için, onların birbirleri hakkında iyi düşündüklerine dair yalan söylenebilir.
    5. Karı koca, sevgilerini pekiştirmek için, düşündüklerinin aksini birbirine söyleyebilirler.

    252. Âişe radıyallahu anhâ şöyle dedi:
        Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem birbiriyle kavgalı iki kişinin kapıda bağırıp çağırdıklarını duydu.
         Borçlu adam, alacaklı olandan, alacağının bir kısmını bağışlamasını ve kendisine anlayışlı davranmasını istiyordu. Alacaklı olan ise:
    - Vallahi yapmayacağım, diyordu.
         Onların yanına çıkan Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
    - “Nerede o iyilik yapmayacağım diye yemin eden adam?” diye sordu.
         Alacaklı olan:
    - Buradayım ey Allah’ın Resûlü! Nasıl istiyorsa öyle olsun, dedi.
    Buhârî, Sulh 10;
    Müslim, Müsâkât 19
    • Açıklamalar:
         Zenginlik Allah Teâlâ’nın bir lutfudur. Lutfunu dilediğine verir. Bu gerçeği bilen varlıklı kişiler, “Mal Allah’ın, mülk Allah’ın; biz sadece bir emanetçiyiz” diye düşünürler. Varlığın asıl sahibi malının nasıl ve nereye harcanmasını istiyorsa öyle davranmaya çalışırlar. Yûnus’un şu kıt’ası onların dilinden düşmez:
         Mal sahibi mülk sahibi
         Hani bunun ilk sahibi
         Mal da yalan mülk de yalan
         Var biraz da sen oyalan
         Mala mülke bu açıdan bakabilen bir mü’min, müslüman kardeşlerine hizmet etmeyi, elindeki nimetten onları da faydalandırmayı arzu eder. Geçim sıkıntısı çekenlere, borçlu olanlara, içinde bulunduğu çıkmazı para ile aşabilecek kimselere yardım etmekten haz duyar.
         Hadisimizin diğer rivayetlerinden öğrendiğimize göre, borçlu olan sahâbî alacaklıya ricada bulunarak, ya borcunun bir kısmından vazgeçmesini veya ödemede kolaylık göstermesini istemişti. Alacaklı sahâbî, her nedense, borçluya kızmış ve kendisinden istenen kolaylığı göstermeyeceğine dair yemin etmişti.
         Borçluya kolaylık göstermek Allah katında makbul bir davranış olduğu halde, sahâbîsinin bir de yemin ederek hayır yapmayacağını söylemesi Peygamber Efendimiz’i üzdü. Hemen evinden dışarı çıktı ve o zâta hatasını göstermek için:
    - “Nerede o iyilik yapmayacağım diye yemin eden adam?” buyurdu.
         Hatasını hemen kavrayan sahâbî ikinci bir soruya ihtiyaç bırakmadan:
    - Yâ Resûlallah! Nasıl istiyorsa öyle olsun, diyerek kusurunu telâfi etti.
        Ashâb-ı kirâmın çoğu fakirdi. Peygamber aleyhisselâm, bu olayda gördüğümüz gibi, borçlular adına birçok defa şefaatçılık etti. Onlara kolaylık gösterilmesi için alacaklılara ricada bulundu.
         Yine bir gün Resûlullah Efendimiz evindeyken Mescid-i Nebevî’den bir gürültü geldiğini duydu. Kâ’b İbni Mâlik, İbni Ebû Hadred adlı zâttan alacağını istemiş, bunun üzerine bir gürültü kopmuştu. Ümmetinin sıkıntıda olmasına pek üzülen Efendimiz, odasının kapı perdesini aralayarak:
    - “Kâ’b!” diye seslendi.
         Kâ’b İbni Mâlik:
    - Emret, yâ Resûlallah! diye ona doğru yöneldi.
         Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, ona eliyle, alacağının yarısını bırak diye işaret etti.
         Bunun üzerine Kâ’b:
    - Bıraktım, yâ Resûlallah! dedi.
         Buna memnun olan Efendimiz, İbni Ebû Hadred’e dönerek:
    - “Kalk, borcunu öde!”, buyurdu.
    Buhârî, Salât 71, 83;
    Müslim, Müsâkât 20.

         Ashâbı arasında bir anlaşmazlık çıkınca, Resûl-i Ekrem Efendimiz buna pek üzülür, aralarını bularak onları barıştırmak için elinden geleni yapardı.
         Alım satımda kolaylık gösterilmesine dair Peygamber buyruklarını 1370-1378. hadîs-i şerîflerde göreceğiz.
    • Hadisten Öğrendiklerimiz:
    1. Borçluya ödeme kolaylığı göstermeli, gerekirse borcunun bir kısmını bağışlamalıdır.
    2. Hayırlı bir işi yapmamaya yemin etmemelidir. Şayet yemin edilmişse, keffâretini vererek o hayrı yapmalıdır.
    3. Borçlu ile alacaklı arasındaki anlaşmazlığı gidermek ve borçlunun sıkıntısını azaltmak için, Peygamber Efendimiz gibi, aracılık yapmak Allah Teâlâ’yı memnun eder.


    253. Ebü’l-Abbas Sehl İbni Sa`d es-Sâidî radıyallahu anh şöyle dedi:
         Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Amr İbni Avf oğulları arasında bir kavga çıktığını duydu. Aralarını bulmak için bir grup sahâbî ile birlikte oraya gitti. Onları barıştırmak için bir müddet orada kaldı.
         Bu arada namaz vakti gelmişti. Bilâl, Ebû Bekir radıyallahu anh’â
    - Ebû Bekir! Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem gelemedi. Namaz vakti de girdi. İmam olup namaz kıldırır mısın? diye sordu.
         Hz. Ebû Bekir de:
    - Peki, istersen kılalım, dedi.
         Bilâl ezan okudu. Ebû Bekir de öne geçip tekbir aldı. Müslümanlar da ona uydular. Derken Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem geldi; safların arasından öne geçti.
         Bunun üzerine cemaat (Hz. Peygamber’in geldiğini imama haber vermek için) el çırpmaya başladı.
         Ebû Bekir namaz kılarken başını çevirip hiçbir yana bakmazdı. Cemaat durmadan el çırpınca dönüp bakmak zorunda kaldı. Yanında Resûlullah’ı görüverdi.
         Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ona yerinde kalması için işaret etti. Fakat Ebû Bekir ellerini kaldırarak Allah’a hamd etti ve arkadaki safa girinceye kadar geri gitti. O zaman Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem öne geçerek namazı kıldırdı. Namaz bitince, halka dönerek şunları söyledi:
    - “İnsanlar! Namazda bir durum meydana gelince niçin el çırpmaya başladınız? El çırpmak kadınlara mahsustur. Namazda bir durumla karşılaşan kimse sübhânallah desin. Onun sübhânallah dediğini duyan kimse, kendisine dönüp bakar.”
         Sonra Ebû Bekir’e dönerek:
    - “Ebû Bekir! Yerinde kal diye işaret ettiğim halde niçin namazı kıldırmadın?” diye sordu.
         Hz. Ebû Bekir:
    - Ebû Kuhâfe’nin oğluna Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in önüne geçip namaz kıldırmak yakışmazdı, diye cevap verdi.

    Buhârî, Ezân 48, Amel fi’s-salât 3, 16, Sehv 9, Sulh 1, Ahkâm 36;
    Müslim, Salât 102.
    Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 169;
    Nesâî, İmâmet 7
    • Açıklamalar:
         Amr İbni Avf oğulları, ensarın iki büyük kabilesinden biri olan Evs’e mensuptu. Bugün Medine’ye üç km. uzaklıkta bulunan Kubâ’da otururlardı. Bunlardan bazı müslümanların birbirini taşlayarak kavga ettiklerini duyunca Resûl-i Ekrem Efendimiz çok üzüldü. Müslümanların biribiriyle bozuşmaları, işi kavgaya kadar götürmeleri onu tedirgin ederdi. Duruma hemen el koymak, kavga edenlerin dargınlığı büyümeden onları barıştırmak istedi. Yanında bulunan sahâbîlere: “Haydi gidelim, şunların arasını bulalım” diyerek onlarla birlikte doğruca Amr İbni Avf oğullarının yurduna gitti.
         Bazı rivayetlerden öğrendiğimize göre, kavga haberi geldiğinde öğle namazı henüz kılınmıştı. Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem, gittikleri yerden geç dönebileceklerini dikkate alarak Bilâl’e:
    - İkindiye kadar dönemezsem, Ebû Bekir’e söyle, namazı kıldırsın, buyurmuştu.
         Bilâl’in Hz. Ebû Bekir’e gelerek:
    - Namaz vakti de geldi. İmam olup halka namaz kıldırır mısın? diye sormasının sebebi, namazı ilk vaktinde kılmanın sevabını mı tercih edersin, yoksa Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in dönüşünü bekleme faziletini mi? diye onun görüşünü almaktı.
         Hz. Ebû Bekir de, hem namazı ilk vaktinde kılma sevabını elde etmek hem de yaşlıları ve iş güç sahiplerini bekletmemek düşüncesiyle:
    - Peki, istersen kılalım, dedi.
         Onlar namaza durduktan sonra Hz. Peygamber çıkageldi. İmâm olması sebebiyle safların arasından geçerek en ön safa vardı. Onun geldiğini Hz. Ebû Bekir’e haber vermek üzere cemaat el çırpmaya başladı. Bir elin arkasını öteki elin avucuna vurarak (tasfîh) veya avuçları birbirine vurarak (tasfîk), maksatlarını konuşmadan anlatmış oluyorlardı.
         Fakat Hz. Ebû Bekir, Peygamber Efendimiz’in bir tenbihini hiç unutmamıştı. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
         “Namazda sağa sola bakmak, namazın bir kısım sevabını şeytanın kapıp kaçmasıdır” buyurmuştu. Bu sebeple Hz. Ebû Bekir namaz kılarken sağa sola bakmazdı. El çırpmalar çoğalınca, bakmak zorunda kaldı. İşte o zaman Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in teşrif ettiğini gördü ve geri safa geçmek istedi.
         Peygamber Efendimiz ona yerinde kalması için işaret edince Hz. Ebû Bekir çok duygulandı. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kendisine, önünde namaz kıldırma şerefini veriyordu. Bu Allah’ın bir lutfuydu. Ellerini kaldırarak Allah’a hamd etti ve o makamı ehline teslim etmek üzere birinci safa girinceye kadar geri çekildi. O zaman Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ileri geçip namazı kıldırdı.
         Bu tatbikattan, namaz esnasında imamın, arkasındaki saftan birini yerine geçirerek namazı tamamlatabileceği öğrenilmiş oldu.
         Namazı kıldırdıktan sonra Nebiyy-i Muhterem Efendimiz halka dönerek şöyle buyurdu:
         “İnsanlar! Namazda bir durum meydana gelince niçin el çırpmaya başladınız? El çırpmak kadınlara mahsustur. Namazda bir durumla karşılaşan kimse sübhânallah desin. Onun sübhânallah dediğini duyan kimse kendisine dönüp bakar.”
         Böylece imam, namaz kıldırırken veya sesli okurken yanıldığı takdirde, yanıldığını bildirmek üzere onu erkeklerin sübhânallah diyerek, kadınların ise el çırparak uyaracakları öğrenildi. Uyarıyı alan imam, hata ettiği için ikaz edildiğini düşünecek ve nerede yanıldığını bularak gereğini yapacaktır.
         Sübhânallah diyene dönüp bakma meselesi, bir başka konuya açıklık getirmek için söylenmiştir. Namaz kılan kimse, yanında bulunanların farkedemediği bir durumu, bir tehlikeyi görebilir ve “sübhânallah” diyerek oradakileri ikaz edebilir.
         Resûlullah Efendimiz ashâbına bilmedikleri bir konuyu öğrettikten sonra Hz. Ebû Bekir’e döndü. Bazı rivayetlere göre önce onunla konuştu ve kendisine:
         - “Ebû Bekir! Yerinde kal diye işaret ettiğim hâlde niçin namazı kıldırmadın?”diye sordu.
         Hz. Ebû Bekir, kendisine yakışan şekilde konuştu. Peygamber aleyhisselâm’ın kayın pederi, hicret arkadaşı ve ashâbı içinde en çok sevdiği kimse olduğu halde, Resûlullah’ın önüne hiç kimsenin geçemeyeceğini, böyle bir saygısızlığı hiçbir beşerin gösteremeyeceğini belirtmek üzere dedi ki:
         - Ebû Kuhâfe’nin oğluna, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in önüne geçip namaz kıldırmak yakışmazdı...
         Hz. Ebû Bekir’i ve onun üstün edebini daha iyi anlayabilmek için bir hususa işaret etmekte fayda var:
         Araplarda bir âdet vardı. Övünmek istedikleri zaman, adlarıyla, künye veya lakaplarıyla kendilerinden söz ederlerdi. Övünmeyi düşünmedikleri, tevâzu gösterdikleri zaman da, baba veya dedelerinin adıyla kendilerinden bahsederlerdi. Hz. Ebû Bekir’in, kendisinden söz ederken, Ebû Kuhâfe’nin oğlu diye babasının künyesini kullanması, herkesçe bilinen tevâzuunu bir kere daha ispatlamaktadır.

    • Hadisten Öğrendiklerimiz:
    1. Birbiriyle anlaşmazlığa düşen kimselerin arasını bulmak ve böylece müslümanların birbirine olan bağlılığının zedelenmesine meydan vermemek faziletli bir davranış, ayrıca idareci ve yönetici durumundaki kimseler için bir görevdir.
    2. Hz. Ebû Bekir, Peygamber aleyhisselâm’a karşı saygının zirvesinde olan büyük bir insandır.
    3. Namazda sübhânallah demek, namazı bozmaz. Zira namaz gibi bu söz de bir zikirdir.
    4. Erkekler sübhânallah diyerek, kadınlar da el çırparak imâmı ikaz ederler.
    5. Mecbur kalınınca, vücudu kıbleden çevirmemek şartıyla sağa sola bakmak namazı bozmaz.
    6. Safları yararak öne geçmek sadece imamın hakkıdır.
    7. Kendisinden üstün bir kimseye imam olmak câizdir.
    riyazüs salihin ile ilgili görsel sonucu

    15 Ekim 2019 Salı

    KELİMELER ~ KAVRAMLAR: ZÂHİR

    KELİMELER ~ KAVRAMLAR
    ZÂHİR
    الظاهر
    Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri.

         Sözlükte “ortaya çıkmak, belirgin olmak; üstün olmak, galip gelmek; yardım etmek” anlamlarındaki zuhûr kökünden türeyen zâhir, terim olarak “varlığını ve birliğini belgeleyen birçok delilin bulunması açısından belirgin olan” mânasında kullanılır (Kāmus Tercümesi, II, 512; Zeccâcî, s. 137).
         Zâhir ismi bir âyette (el-Hadîd 57/3) “zâtı ve mahiyeti bakımından gizli olan” anlamındaki “bâtın” ismiyle birlikte geçer, “muttali kılmak; galip getirmek” mânalarına gelen “izhâr” kavramı da Allah’a nisbet edilir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ẓhr” md.).
         Zâhir Tirmizî ile İbn Mâce’nin esmâ-i hüsnâ listelerinde yer almış (“Daʿavât”, 82; “Duʿâʾ”, 10), izhar kavramı çeşitli hadis rivayetlerinde de zât-ı ilâhiyyeye izâfe edilmiştir (Wensinck, el-Muʿcem, “ẓhr” md.).
         Ebû İshak ez-Zeccâc, zâhirin terim anlamı çerçevesinde bir yorum yaptıktan sonra kelimenin “üstün ve yüce olmak” şeklindeki kök anlamından hareketle bu isme “her şeyin fevkinde olan” anlamını vermiş ve uzunca bir dua/niyaz hadisinde yer alan, “... Sen zâhirsin, fevkinde hiçbir şey yoktur, sen bâtınsın, dûnunda hiçbir şey yoktur” meâlindeki ifadeyi (Müsned, II, 381, 404; Müslim, “Ẕikir”, 61) delil göstermiştir (Tefsîrü esmâʾillâhi’l-ḥüsnâ, s. 60-61).
         Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Hadîd sûresinin baş tarafında yer alan âyette (57/3) iki çift isimden her birinin yanındakini nefyettiğini ve bunun çelişki ifade ettiğini ileri sürer, çünkü bir şey açık ve belirginse gizli olmaz, gizli ise açık olmaz. Ardından kendisi bunu şöyle yorumlar: Burada çelişki gibi görünen şey yaratılmışlar dünyasına özgüdür. Cenâb-ı Hakk’ın evvel-âhir, zâhir-bâtın oluşu “kendinden” (bizâtihi) olma özelliği taşıdığından çelişki söz konusu değildir. Aslında bu, Allah’ın zâtında, isim ve sıfatlarında hiçbir şeye benzemediğine, dolayısıyla O’nun birliğine işaret eder.
         Mâtürîdî zâhir ismine “hiç kimsenin yenilgiye uğratamayacağı galip ve hâkim, aklî ve naklî delillerle varlığı ve birliği apaçık” mânası verir (Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân, XIV, 333-334).
         Ebû Abdullah el-Halîmî zâhir ismini Allah’ın varlığını kanıtlayan fiilî isimlerden sayarken Mecdüddin İbnü’l-Esîr, garîbü’l-hadîse dair zengin muhtevalı eserinde zâhiri “her şeyin fevkinde bulunan” şeklinde açıklamış, ayrıca bu ismin “fiilleri ve sıfatlarının tecellilerinden yansıyanlara bakılarak aklî istidlâl yöntemleriyle tanınan varlık” diye yorumlandığını da kaydetmiştir (en-Nihâye, “ẓhr” md.).
         Kuşeyrî zâhirin, içinde yer aldığı dört ismin Allah’ın fiilî sıfatlarına işaret ettiğini söylemiş ve bu çerçevede zâhir ile bâtının şöyle açıklanabileceğini belirtmiştir: Cenâb-ı Hak nimetleriyle zâhir, rahmetiyle bâtındır; sıkıntılardan kurtarmasıyla zâhir, inâyetiyle bâtındır; onur ve şeref lutfetmesiyle zâhir, doğru yolu göstermesiyle bâtındır (et-Taḥbîr, s. 83).
         Gazzâlî, Allah Teâlâ’nın, duyuların idraki veya duyulara dayanan hayal gücüyle bilinmesi açısından bâtın, aklın istidlâli yöntemiyle tanınması bakımından zâhir olduğunu belirtmiş, ardından akıl yoluyla bilinmesi açık seçik olsaydı O’nu inkâr edenlerin bulunmaması gerektiği yolundaki karşı fikri hatırlatmış ve buna şöyle cevap vermiştir: Cenâb-ı Hakk’ın varlığının bazılarına gizli kalması O’nun çok belirgin (şiddet-i zuhûr) oluşundandır. Şöyle ki, yazının bir yazıcıya ihtiyaç duyması gibi tabiattaki her nesne ve olayın olağan üstü bir düzene sahip olması da onun bir yaratıcı ve düzenleyicisinin bulunduğunu kanıtlar. Bununla birlikte, bu düzen hiç aksamadığı ve her olan bitene egemen olduğu için aklî melekelerini ve psikolojik güçlerini yeterince kullanamayan insanlar düzenin kendi kendine sürekli çalıştığı yanılgısına düşerler (el-Maḳṣadü’l-esnâ, s. 147-150).
         Fahreddin er-Râzî de evvel-âhir, zâhir-bâtın isimlerini birbiriyle bağlantılı biçimde çeşitli yönlerden açıklamaya çalışmıştır. Zâhir ismi, yer aldığı âyette geçen evvel-âhir gibi alternatifi olan bâtın ismiyle kullanıldığı takdirde muhteva açısından tamamlayıcı bir denge meydana gelmektedir. Zâhir Cenâb-ı Hakk’ın zâtî, fakat tecellileri açısından fiilî isim ve sıfatları içinde mütalaa edilir (bk. BÂTIN). Ayrıca zâhir alî, azîz, cebbâr, kādir, mecîd, metîn ve müteâlî isimleriyle anlam yakınlığı içinde bulunur.

    Bu madde ilk olarak 2013 senesinde İstanbul'da basılan TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 44. cildinde, 85 numaralı sayfada yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.
    Müellif: BEKİR TOPALOĞLU

    TÜRKİYE DİYANET VAKFI
    İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
    İlgili resim

    14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri & Grand Alfa Karadeniz Turu

    14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri  &  Grand Alfa Karadeniz Turu      5 Gün - 4 Gecelik (3 gece otel konakla...