14 Aralık 2020 Pazartesi

SAĞLIKLI HAYAT ლ Bebek Beslenmesi

 

Bebek Beslenmesi

hsgm resim 1

     Beslenme yaşamın her döneminde önemlidir. Büyümenin en hızlı olduğu evrelerden bebeklik döneminde beslenme ayrı bir önem taşımaktadır. Doğumdan iki yaşın sonuna kadar devam eden dönem, çocuklarda büyüme - gelişmenin en hızlı olduğu yaşama sağlıklı başlangıç için en kritik dönemdir. Çocukluk çağı hastalıklarının en önemli ölüm nedenlerinden biri olan büyüme geriliği, bazı vitamin ve mineral eksiklikleri ile ishaller en sık 0-2 yaş grubu çocuklarda görülmektedir. Büyümenin en hızlı olduğu bu dönemde oluşan büyüme geriliğinin iki yaş sonrasında düzeltilmesi oldukça güçtür. Bu nedenle, süt çocuğu ve küçük çocukların beslenmesiyle ilgili alışkanlıkların bu dönem­de kazandırılması ve annelerin bu konuda bilinçlendirilmesi gerekmektedir.

Anne Sütü

     Bir toplumun geleceği sağlıklı bireylerin varlığı ile süreklidir. Çocuk­ların sağlıklı olarak dünyaya gelmesi ve yetişmesi için annelerin gebe ve emziklilik döneminde, fetal gelişme, süt yapımı, besinlere olan gereksin­melerinin artması ve buna bağlı olarak yeterli ve dengeli beslenmeleri ve sağlıklarını korumaları konusunda bilinçlendirilmeleri gereklidir.

     Yenidoğan bir bebek için en uygun besin ANNE SÜTÜ’dür. Anne sütü bebeğin sağlıklı olması, tüm besin öğeleri gereksinmelerini karşılaması, kolaylıkla sindirilebilmesi ve enfeksiyonlara karşı koruması açısından yeri doldurulamaz bir besindir.

Yenidoğan bir bebeğe

İLK 6 AYLIK dönemde

SADECE ANNE SÜTÜ verilmelidir.

Anne Sütünün Yararları 

  • Her zaman sterildir, ısı derecesi idealdir.
  • Besin ögesi bileşimi bebeğin gereksinmelerine uygundur.
  • Koruyucu etmenleri içerir.
  • Sindirime yardımcı aktif enzimler içerir (yağ sindirimi için lipaz)
  • Enfeksiyonu önleyen ögeler içerir
  • Hormonlar ve büyümeyi sağlayan ögeleri içerir
  • Anne sütü alan bebeklerde solunum yolu ve mide-barsak enfeksiyonları daha az görülür.
  • Anne sütü verilmesi orta kulak iltihabı riskini azaltır.
  • Anne sütü çene ve diş gelişimini sağlar.
  • Bazı kronik hastalıkların oluşma riskini azaltır (tip I diyabet, çölyak hastalığı, obezite, koroner kalp hastalığı gibi).
  • Alerjiye karşı koruyucudur ve bebeği pişikten korur.
  • Bebeğin ruhsal, bedensel ve zihinsel gelişimine yardımcı olur.
  • Ucuzdur, hazırlama sorunu gerektirmez.
  • Anne ve bebeği arasındaki duygusal bağı güçlendirerek sevgi dolu bir ilişkiyi kolaylaştırır.
  • Annenin sağlığını korur. Emziren annelerde göğüs kanseri, yumurtalık kanseri, kemik erimesi ve kansızlık (anemi) oluşumu azalır. Anne sütü uterusun eski haline dönmesine yardımcı olur, anneyi aşırı kan kaybından korur.

Tamamlayıcı Beslenme

     Bebeğin sağlıklı büyüme ve gelişmesinin sağlanması uygun besinlerin verilmesi ile olanaklıdır. Anne sütü ilk 6 ay tek başına yeterli olmaktadır, ancak bu dönemden sonra bebeklerin gereksinmelerini tek başına karşılayamadığı için bebeklerin beslenme programlarına bazı eklemeler yapmak gerekmektedir. Anne sütünün tek başına süt çocuğunun enerji ve besin öğeleri gereksinmesini tam olarak karşılamadığı dönemde başlayan ve diğer yiyecek ve içeceklerin anne sütü ile birlikte verildiği sürece “tamamlayıcı beslenme” adı verilmektedir. Tamamlayıcı beslenme anne sütünden erişkin birey beslenmesine geçiş dönemi olarak da adlandırılmaktadır. Bu dönemde bebek değişik tat, lezzet ve yapıda besinlerle tanışır. Tamamlayıcı besinler, geçiş besinleri (süt çocuğu için özel hazırlanmış besinler) ve aile yemekleri (ailenin diğer fertlerinin sofrada tükettiği besinler) olmak üzere iki grupta incelenmektedir. Tamamlayıcı beslenme ile birlikte emzirmenin sürmesi çocuk sağlığı açısından önem taşımaktadır. Uygun zamanda başlatılan ve kurallara uygun şekilde sürdürülen tamamlayıcı beslenme, bebeğin bir yaş civarında aile sofrasındaki yiyecekleri tüketebilecek olgunluğa ulaşmasını sağlar. Tamamlayıcı besinlere zamanında başlanmalı, besinler yeterli, güvenilir ve uygun olmalıdır. Tamamen veya kısmen anne sütü ile beslenirken enerji ve besin öğelerine gereksinmelerinin arttığı dönemde başlanmalıdır (altıncı ay). Büyüyen çocuğun gereksinimi olan enerji, protein ve diğer besin öğelerini karşılayacak oranda olmalıdır. Hijyenik olarak hazırlanıp uygun koşullarda saklanmalı, temiz kaplarda ve temizlik kurallarına uygun olarak servis edilmelidir Çocuğun açlık ve tokluk durumu, iştahı, beslenme şekli (kendi kendine, kaşıkla ezme veya püre olarak) ve öğün aralıkları (günlük beslenme sayısı) düşünülerek planlanmalıdır.

     0-1 Yaş Döneminde Sakıncalı Besinler :

Çay: Çay, süt çocukları ve küçük çocuklara önerilmez. İçeriğinde tanin olması, demir ve diğer mineralleri bağlayıcı özelliğinden dolayı demir eksikliğine, içine eklenen şeker ise iştahsızlığa ve diş çürümelerine neden olur.

Bitki Çayları: Papatya çayı, yeşil çay v.s bitki çaylarının da demir emilimini azaltıcı etkisi vardır. Aynı zamanda bazı farmakolojik ajanlar içeren bitki çaylarının, süt çocukları ve küçük çocuklar için güvenilirliği konusunda yeterli bilimsel araştırma yoktur.

Bal: Bal fruktoz (%41), glukoz (%41) ve suyun (%18) bileşiminden oluş- maktadır. Clostridium botulinum sporlarını içerebilmesi nedeni ile botulizm riski taşır. Süt çocuklarının mide asidi düzeyi düşük olduğundan bu sporları öldüremez, bu nedenle bir yaşından küçük çocuklara bal önerilmez.
thumb shutterstock 573819535

Şeker: Şeker pancarından elde edilen bir besindir. Şeker pancarı % 16-20 arasında sukroz (glukoz ve fruktoz) içermektedir. Şeker vücuda enerji sağlar, başka bir besin değeri bulunmamaktadır. Boş enerji kaynağı olduğu için bebek beslenmesinde şeker yerine pekmez veya süt şekeri laktozun kullanılması daha doğru bir yaklaşımdır. Ayrıca çocuklarda fazla tüketilmesi iştahsızlığa ve diş çürüklerine, ileriye dönük hatalı beslenme davranışlarının gelişmesine ve dolayısıyla şişmanlığa neden olmaktadır.

Bakla: Toksinli baklanın neden olduğu zehirlenme anemi, hemoglobinüri ve yüksek ateşle karakterizedir. Toksinli bakla yenildikten 24-48 saat sonra etkisi görülür. Zehirlenme taze çiğ baklanın yenmesi ile olur. Bakla pişirildiği zaman toksinin etkisi kalmaz. Favizme neden olabileceği düşü- nüldüğünden süt çocukluğu döneminde bakla önerilmez.

Tamamlayıcı Besinlerin Yeterliliği ve Uygunluğu Yaşamın ilk iki yılında hızlı büyüme ve gelişmeden dolayı, süt çocuğunun kilogramı başına düşen enerji gereksinmesi çok yüksektir. Günde 500 mL anne sütü alan süt çocuklarda, anne sütü 6 aydan sonra günlük enerjinin %31’ini, proteininin %38’ini, A vitamininin %45’ini ve C vitamininin %95’ini karşılamaktadır.

Öğün Sıklığı

     Tamamlayıcı besinlerin verilme döneminde öğün sayısı besinlerin enerji yoğunluğuna ve her öğünde tüketilen miktarlarına bağlıdır. Sağlıklı beslenen anne tarafından emzirilen süt çocuğunun tamamlayıcı besinlerden alması gereken günlük öğün sayısı 6-8. aylar arasında 2-3 kez, 9-11. aylar arasında 3-4 kez, 12-24. aylar arasında 3-4 kez olmalıdır. Eğer her öğünde alınan besinin enerji yoğunluğu düşükse veya bebek emzirilmiyorsa öğün sıklığı arttırılmalıdır. Öğün sıklığının gerekenden daha fazla olması, anne sütünün daha az alınmasına yol açar. Ayrıca fazla miktarda besin hazırlığına, besinin uzun süre saklanmasına, bulaşma riskinin artmasına, güç ve zaman kaybına neden olmaktadır. Bir yaş sonrası çocuğun besin tüketimine göre 5 veya 6 farklı besin verilmesi önemlidir.

Tamamlayıcı Besinlerin Güvenilirliği

     Zararlı mikroorganizmalarla bulaşmış tamamlayıcı besinler (özellikle besin hazırlanmasında kullanılan su), ishal oluşmasına neden olabilmektedir. Bu nedenle 6 ay süresince sadece anne sütü alan bebeklerde, tamamlayıcı besinlerin başlanması ile ishal oluşum sıklığı artmaktadır. Dünyada her yıl 1.8 milyon çocuğun ishalli hastalıklar nedeniyle öldüğü bilinmektedir. Besin kaynaklı enfeksiyonlar iştahsızlığa neden olmaktadır. Besin alımının azalması, ishal, kusma malabsorpsiyon ve ateş nedeniyle artan besin öğesi kayıpları bebek ve çocukların immün sistemlerini etkilemekte, büyüme ve gelişmeleri etkilenmektedir. Yapılan çalışmalarda ishalli hastalıkların ve diğer besin kaynaklı enfeksiyonların önemli bir bölümünün ev ortamında besinlerin hijyenik olmayan koşullarda hazırlanması ile oluştuğu gösterilmiştir. Besinlerin kontaminasyon kaynakları çeşitlidir (Şekil 1). Çiğ besinlerin kendileri kontaminasyonun kaynağıdır. Ayrıca besin hazırlama ve depolama koşulları çapraz bulaşma riskini arttırmaktadır. Besin kaynaklı enfeksiyon hastalıklarını önlemek için besinlerin tüketilmeden en az birkaç saat önce hazırlanması, patojenlerin üremesine veya toksinlerin oluşumuna uygun olmayan sıcaklık ve nem ortamlarında saklanması, besindeki patojenleri azaltmak için yeterli miktarda ısıtılması gerekmektedir. Besinlerin hazırlanmasından önce annenin ellerinin, yemekten önce annenin ve bebeğin ellerinin yıkanması uyulması gereken en önemli temizlik kuralıdır. Besinlerin hazırlanması ve sunulmasında temiz kase, bardak, kaşık v.s kullanılmalıdır.

Aylara Göre Verilmesi Önerilen Tamamlayıcı Besinler

0. ay

  • SADECE ANNE SÜTÜ (Bebeğin aylara göre büyümesi izlenmelidir)

6. ay

  • Anne sütüne devam
  • Yoğurt
  • Meyve suyu, sebze suyu ve püresi
  • Pekmez
  • Şekersiz muhallebi (süt + pirinç unu)
  • Yumurta sarısı (1/4 oranında)
  • Besinlerin hazırlanmasında inek sütü küçük miktarlarda kullanılabilir.

7. ay

  • Anne sütüne devam
  • Yoğurt
  • Meyve suyu, sebze suyu
  • Pekmez
  • Pirinç unu, pirinç
  • Yumurta sarısı (tam)
  • Et (balık, tavuk etleri ve kırmızı et)
  • Bitkisel yağlar
  • Sebze püre veya sebze çorba

8. ay

  • Anne sütüne devam
  • Yoğurt
  • Meyve suyu, sebze suyu
  • Pekmez
  • Et (balık, tavuk etleri ve kırmızı et), kuzu veya tavuk karaciğeri
  • Bitkisel yağlar
  • İyi ezilmiş ev yemekleri (kıymalı ve sebzeli)
  • Tam yumurta veya pastörize peynir
  • Tahıl – kırmızı mercimek, kurufasulye, nohut ezmeleri

Broşür için pdftıklayınız.

Önceki Konulara
Aşağıdaki Başlıkları Tıklayıp
Bağlanabilirsiniz...

ლ Okul Öncesi Sağlıklı Beslenme 
ლ Okul Çağı Çocuklarında Beslenme
ლ Menapoz Döneminde Beslenme 
ლ Adölesan (Ergenlik) Çağı Çocuklar 
ლ Farklı Yaşlarda Beslenme 

13 Aralık 2020 Pazar

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ✿ Âl-i İmrân Suresi 30. ve 32. Ayet-i Kerimeler Arasının Meal ve Tefsiri

Âl-i İmrân Suresi
30. ve 32. Ayet-i Kerimeler Arasının
Meal ve Tefsiri


  • Âl-i İmrân Suresi 30. Ayet-i Kerimenin Meali
     "Herkesin yaptığı iyiliği de, işlediği kötülüğü de önüne konmuş olarak bulacağı gün, (insan) ister ki kendisi ile kötülükleri arasında uzun bir mesafe bulunsun. Allah kendisi hakkında sizi uyarıyor. Allah kullarına çok şefkatlidir."
  • Âl-i İmrân Suresi 30. Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     Burada “tergîb” (özendirme) ve “terhîb” (caydırma) bir arada yer almış, bu dünyadaki hiçbir davranışın karşılıksız kalmayacağı belirtildikten sonra, bütün hakikatlerin ortaya çıkacağı o günde kişinin yaptığı kötülüklerden duyacağı pişmanlık ve mahcubiyet tasvir edilmiştir. Kişinin önünde hazır bulacağı şey, davranışlarının karşılığı ya da amel defteri şeklinde yorumlanmıştır. Başka âyetlerde, dünya hayatında kulların yaptıkları bütün işlerin görevli melekler tarafından kayda geçirildiği (Enbiyâ 21/94; Kaf 50/18; Zuhruf 43/80) ve kıyamet gününde bu amellerin insana açılmış bir kitapta gösterileceği (İsrâ 17/13-14) bildirilmiştir.

  • Âl-i İmrân Suresi 31. Ayet-i Kerimenin Meali
    "De ki: "Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir."
  • Âl-i İmrân Suresi 31. Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     Birçok âyette genel olarak peygamberlerin, özel olarak da son dinin tebliğcisi Hz. Muhammed’in bildirdiklerine teslimiyet gösterip uymanın önemi vurgulanmıştır (Kur’an’da Resûlullah’a uymanın gerçek imanı belirlemede temel bir kriter kabul edildiği hakkında bk. Bakara 2/143).
     Burada da Peygamber’e ittibâ (uyma) Allah sevgisinin ayrılmaz bir parçası olarak nitelenmiş, Peygamber’in gösterdiği yolu gönülden benimsemeyen kişinin Allah’ı sevdiğini iddia edemeyeceği belirtilmiştir. Ayrıca Resûlullah’a uyma iradesinin ortaya konması, Allah’ın sevgisine ve mağfiretine mazhar olmanın ön şartı sayılmıştır. Sadece “elçi” sıfatını taşıyan temsilciyi dahi tanımamanın onu yollayan makamı tanımama anlamına geleceği mâlûmdur. Hz. Muhammed ise, dar anlamıyla bir elçi olmaktan öteye şâri‘ (din sahibi, yüce Allah) tarafından Kur’an’ı açıklama ve bu çerçevede Kur’an’da özel düzenlemeye tâbi tutulmamış hususlarda bağlayıcı bildirimlerde bulunma yetkisiyle donatılmıştır (bk. Nahl 16/44).
     Bu sûrenin, Ehl-i kitabın ve özellikle hıristiyanların bazı inanç ve tutumlarının yanlışlığını ortaya koyma konusuna ağırlık verdiği göz önüne alınırsa, bu âyette Allah inancı ve peygamberlik müessesesinin mahiyeti hakkında önemli hususlara dikkat çekildiği fark edilir. Şöyle ki: Allah sevgisi ve Allah’a itaatle O’nun peygamberine uyma ve getirdiklerine teslim olma arasında sıkı bir bağ vardır. Fakat bu konudaki önemli bir incelik, “Allah gibi sevmek”le “Allah için sevmek” arasında büyük fark bulunduğudur. Bu fark göz ardı edilirse söz konusu bağın anlamı tersine çevrilmiş olur. Nitekim yahudiler Hz. Mûsâ’nın, hıristiyanlar da Hz. Îsâ’nın peygamberlik sıfatından ziyade şahsında ısrar ederek bu büyük hataya düşmüşlerdir. Böylece hıristiyanlar Hz. Muhammed’i, yahudiler hem Hz. Îsâ’yı hem de Hz. Muhammed’i inkâr yolunu tutmuşlar; esasen tahrife uğramamış haliyle bütün ilâhî dinlerin ortak noktalarından olan ve Kur’an-ı Kerîm’de “Allah’ın elçilerinden hiçbirini diğerinden ayırmayız” (Bakara 2/285) şeklinde ifade edilen ilkeyi ihlâl etmişlerdir. Öte yandan hıristiyanlar Hz. Îsâ’ya olan sevgilerini onun peygamberlik sıfatı üzerine kurmadıkları için, başka bir anlatımla bu sevgi ve saygının Allah’ın ona elçilik görevi vermiş olmasından kaynaklanması gerektiği halde onun şahsını esas aldıklarından, Allah’a şirk koşmaya kadar varan sapkın bir inanca kaymışlardır. Bu durum tevhid inancını zedelememek için peygamberlik görevinin mahiyetini iyi kavramak gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim kelime-i tevhidde ve kelime-i şehâdette sadece Allah’tan başka tanrı bulunmadığının ifade edilmesiyle yetinilmemiş, Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğu da belirgin bir biçimde ortaya konmuştur (Elmalılı, II, 1076-1079).
     Bu âyetin;
     a) Sûrenin başında sözü edilen Necran heyetindekilerin “Bizim Îsâ’yı ululayan ifadelerimiz onu sevdiğimizi belirtmek içindir” demeleri,
     b) Bazı müslümanların, “Ya Resûlallah! Gerçekten biz rabbimizi seviyoruz” demeleri,
     c) Yahudilerin “Allah’ın evlâtları ve asıl sevdiği kişiler bizleriz” demeleri,
     d) Müşriklerin putlara secde etme gerekçelerini açıklarken “Biz bunlara sırf Allah’a olan sevgimizden ötürü ve bizi Allah’a daha çok yakınlaştırsınlar diye tapıyoruz” demeleri üzerine nâzil olduğuna dair rivayetler vardır (Allah sevgisi hakkında bk. Bakara 2/165; “Allah’ın kullarını sevmesi”nin anlamı için bk. Mâide 5/54).

  • Âl-i İmrân Suresi 31. Ayet-i Kerimenin Meali
    "De ki: "Allah’a ve resule itaat edin." Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez."
  • Âl-i İmrân Suresi 31. Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     Tefsirlerde âyetin nüzûl sebebi hakkında şöyle bir rivayet yer alır: Önceki âyette Hz. Peygamber’e uyulması istenince münafıkların başı Abdullah b. Übey “Gördünüz mü? Muhammed kendine itaat edilmesini Allah’a itaat gibi görüyor; bizim de hıristiyanların Îsâ’yı sevdikleri gibi kendisini sevmemizi istiyor!” şeklinde bir ithamda bulunmuştu. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi ve Hz. Peygamber’e Allah’ın elçisi sıfatıyla ve yine O’nun buyruğunun bir gereği olarak itaat edilmesinin istendiği bildirildi (Râzî, VIII, 19).


Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 542-543

12 Aralık 2020 Cumartesi

GENÇLİK VE SPOR BAKANLIĞI 515 PERSONEL ALACAK (20 Ocak 2021 Son Başvuru)

GENÇLİK VE SPOR BAKANLIĞI
515 PERSONEL ALACAK

     500 Sözleşmeli Yurt Yönetim Personeli Alınacak

     Gençlik ve Spor Bakanlığı taşra teşkilatı yurt müdürlüklerinde istihdam edilmek üzere 500 Sözleşmeli Yurt Yönetim Personeli alımı yapacak. Başvurular 4 Ocak – 20 Ocak 2021 tarihleri arasında  ‘basvuru.gsb.gov.tr’ adresi üzerinden elektronik ortamda yapılacak. Gençlik ve Spor Bakanlığı internet sitesinde yer alan duyuruya göre başvuru yapan adaylar için 2020 yılı KPSS B grubu KPSSP3 puan türü esas alınacak. Başvuruda her bir pozisyon için belirlenen kontenjan sayısından fazla olması halinde, KPSS puanı en yüksek olan adaydan başlamak üzere ilan edilen kontenjan sayısının dört (4) katına kadar aday sözlü sınava çağrılacak.

     15 Sözleşmeli Bilişim Personeli Alınacak

     Gençlik ve Spor Bakanlığı merkez teşkilatında istihdam edilecek Sözleşmeli Bilişim Personeli başvuruları 21 - 28 Aralık tarihleri arasında ‘basvuru.gsb.gov.tr’ adresi üzerinden elektronik ortamda yapılacak.

    Sözleşmeli personel alımı ile ilgili Gençlik ve Spor Bakanlığı internet sitesinde yer alan duyuruya göre başvuru yapan adaylar, KPSSP3 puanının yüzde yetmişi (%70) ile yabancı dil puanının yüzde otuzunun (%30) toplamı esas alınarak yapılacak sıralamaya göre, her bir pozisyon için en yüksek puana sahip adaydan başlanarak ilan edilen boş pozisyon sayısının 5 katı kadar aday sözlü/uygulamalı sınava çağırılacak.

SÖZLEŞMELİ YURT YÖNETİM PERSONELİ ALIMI DUYURUSU İÇİN TIKLAYINIZ 

SÖZLEŞMELİ BİLİŞİM PERSONELİ ALIMI DUYURUSU İÇİN TIKLAYINIZ 

KELİMELER ~ KAVRAMLAR: ZİNA - 1 (Müellif: Hüseyin Esen)

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
ZİNA - 1
الزنى
Evlilik dışı cinsî münasebet.

    Zinanın “meşru olmayan cinsel ilişki” şeklindeki sözlük anlamıyla dinî terminolojideki anlamı esasen farklı değildir. Ancak literatürde kavramın hakiki veya mecazi anlamda kullanımı, bütüncül yahut salt ceza hukuku açısından teknik bakış, suçun unsurlarını tarife yansıtma gayretleri, zinaya yol açan fiillerin zina kapsamına dahil edilmesi veya herkesçe bilinen bir kavram olmasından hareketle nispeten kapalı ifadelerle yetinilmesi gibi sebeplerle birbirinden hayli farklı zina tanımlarına rastlanır.
     Diğer semavî dinlerin ve insanlığın ortak kültürünün her devirde büyük günah ve suç olarak gördüğü zinayı İslâm dini de haram kılıp büyük günahlardan saymış ve bu suçu işleyenlere bazı dünyevî-cezaî yaptırımlar öngörmüştür.
     Kur’ân-ı Kerîm’de zina kelimesi beş âyette geçer.
     Bunlardan birinde (el-İsrâ 17/32) zinaya yaklaşılmaması gerektiği, onun çirkin bir iş ve kötü bir yol olduğu belirtilir;
     ikisinde (el-Furkān 25/68; el-Mümtehine 60/12) zina şirk ve adam öldürme gibi büyük günahlar arasında zikredilir.
     Diğer iki âyette de (en-Nûr 24/2-3) zina eden erkekle zina eden kadına yüzer sopa (celde) vurulması emredilir ve zina edenlerin ancak zina edenle veya bir müşrikle evlenebileceği vurgulanır.
     Kur’an’da geçen, ancak şeytana uyanların yapacağı işler olarak nitelendirilip kesin bir dille kınanan ve yasaklanan “açık hayâsızlık” anlamındaki fahşâ/fâhişe (çoğulu fevâhiş) kelimeleri de birçok âyette özellikle zina mânasında (en-Nisâ 4/15, 25; el-En‘âm 6/151; el-Ahzâb 33/30) veya öncelikli olarak zinayı ifade edecek şekilde geçer (el-Bakara 2/169; en-Nahl 16/90; en-Nûr 24/21; en-Neml 27/54; ayrıca bk. FUHUŞ).
     Yine Kur’an’da kazf (zina iftirası), edep ve hayâ, ırz ve iffetin korunmasına dair hükümler de zinanın büyük günahlardan oluşunun farklı açılardan ifadesidir. Hadislerde de zinanın büyük bir günah, ağır bir suç olduğunu bildiren ve Hz. Peygamber’in bununla ilgili uygulamalarını yansıtan zengin bir malzeme vardır.
     Dinî literatürde zina kavramının en geniş anlamıyla cinsel haramı ifade ettiği de olur ve bu yaklaşım bir hadiste geçen gözün ve dilin zinası tabirlerinden kaynaklanır (Buhârî, “İstiʾẕân”, 12, “Ḳader”, 9; Müslim, “Ḳader”, 20).
     Hadis, göz ve dille işlenen cinsel günahtan söz ederken zina kelimesinin mecazi anlamda kullanımına da örnek teşkil eder. Harama bakmak ve yaygın ahlâk kurallarına uymayan cinsel içerikli sözler söylemekle başlayan sürecin zinaya götürme ihtimalinin yüksekliğinden dolayı böyle bir ifade kullanılmış da olabilir. Nitekim ilgili âyette, “Zina etmeyin” yerine, “Zinaya yaklaşmayın” denmesi (el-İsrâ 17/32), sadece zina fiilinin değil zinaya yol açacak davranışların da haram kılındığı şeklinde anlaşılmıştır.
     Ancak fakihler, konunun ahlâkı ve bireyin dinî duyarlılığını ilgilendiren bu yönüne de temas etmekle birlikte daha çok hukukî boyutu üzerinde durmuş, zina tanımını da buna göre yapmıştır. Meselâ Hanefîler zinayı, “bir erkeğin aralarında nikâh bağı veya şüphesi bulunmayan bir kadınla önden cinsel birleşmesi” şeklinde tanımlamıştır. Bu tanıma uyan zina, dinen haram olmasının yanında unsurlarının oluşması halinde cezaî yaptırımı gerektiren bir suçtur. Ayrıca zinanın nesep, mehir, ihsan (iffetli olma) sıfatı, boşanma vb. bazı konularda da hukukî sonuçları vardır. Öte yandan zina suçunu teknik anlamda tanımlamaya çalışan Hanefîler’e göre suçun oluşması için fâilin mükellef olması, rızasının bulunması, fiilin İslâm ülkesinde işlenmesi, evlilik bağı veya şüphesi bulunmayan bir kadınla ve önden yapılması şartları da aranır.
     Böylece icbar ve tehdit altında, tecavüzle, İslâm ülkesi dışında, nikâhlı eşi zannettiği biriyle, ters ilişki (livâta) tarzında ve hemcinsiyle olan münasebet teknik anlamda zina suçunu değil farklı cezaî yaptırımları gerektiren suçları oluşturur.
     Mâlikîler buna müslüman olma şartını eklemiş, Şâfiîler ve Hanbelîler ters ilişkiyi de zina kapsamında saymıştır.
     Taraflardan birinin veya her ikisinin fiilin işlendiği sırada evli ya da bekâr olması eylemi suç olmaktan çıkarmamakta, fakat cezanın farklı şekilde belirlenmesine yol açmaktadır.
     Livâta erkek erkeğe ilişkiyi (homoseksüellik), sihâk da kadın kadına ilişkiyi (lezbiyenlik) ifade için kullanılan terimler olup ağırlıklı kanaat bu fiillerin zina kapsamına girmeyen farklı cinsel suçlar teşkil ettiği yönündedir.
     Gayri meşrû cinsel ilişkileri ifade etmek için fücûr, bigā, sifâh, fâhişe gibi kelimeler de kullanılmaktadır.

     Fıkıhta zina suçunun oluşması ve cezalandırılmasına dair geliştirilen zengin doktriner bilgi ve görüşlerin, zinanın önlenmesi için alınan hukukî tedbirlerin yanında, hâkim ahlâk terbiyesi ve bu terbiyenin doğurduğu sosyal duyarlılık gibi etkenlerle İslâm tarihi boyunca Müslüman toplumlarda zina hem yasak hem de günah ve ayıp sayıldığı için yaygın bir ahlâk sorunu oluşturmamış, muhtemelen konunun mahremiyet boyutunun da bulunması sebebiyle İslâm ahlâk literatüründe zina konusu özel bir ahlâk problemi olarak ele alınmamıştır.
     Bazı ahlâk kitaplarında “âdâbü’n-nikâh” gibi başlıklar altında genelde evlilikle ilgili konular yanında evlilik dışı ilişkiler üzerinde de durulmakla birlikte, İslâm ahlâk literatüründe -Grek ahlâk kültüründen intikal eden bir yaklaşımla- zina konusu umumiyetle nefsin güçleri ve fazilet-rezîlet konuları çerçevesinde işlenmiş, ahlâkî hayatın iki temel motifinden birinin nefsin öfke gücü, diğerinin şehvet gücü olduğu belirtilerek hevâ kavramıyla da ifade edilen şehvet gücünün ifrat ve tefritten arındırılmasıyla dört temel faziletten biri olan iffete (diğerleri hikmet, şecaat, adalet) ulaşılacağı düşünülmüş ve bu çerçevede zina konusunu da kapsayan tahliller yapılmıştır.
     Buna göre faziletten sapma niteliğindeki zina vb. fiillerin ana sebebi, bu fiillere kaynaklık eden şehvet duygusunun aklın kontrolünden çıkması ve hikmetten uzaklaşmasıdır. Bu yaklaşımın asıl gayesi, ahlâk konusunu psikolojik bir problem olarak ele almak suretiyle bireylerde zina suçunun işlenmesini önleyici bir ahlâkî melekenin oluşmasını sağlamaktır.
     İslâm ahlâkı kitaplarındaki yaygın anlayışa göre insan meleklerle hayvanlar arasında bir konumda yaratılmış olup aklını şehvetine hâkim kıldığı takdirde meleklerden üstün bir mertebeye ulaşabileceği gibi şehveti aklına galip gelirse hayvanlardan daha aşağı bir varlık haline gelebilir.
     Râgıb el-İsfahânî’nin, “İnsan, hayvanî şehvet duygularını öldürmedikçe ya da onları baskı altına alıp dizginlemedikçe hayvanlık seviyesinin üzerine çıkamaz; bunu başardığı takdirde ise özgür, arınmış, hatta ilâhî ve rabbânî bir varlık seviyesine ulaşır” şeklindeki ifadesi (eẕ-Ẕerîʿa, s. 117; ayrıca bk. s. 89-90) bu husustaki İslâmî telakkinin bir özeti gibidir (meselâ bk. İbn Miskeveyh, s. 36; Gazzâlî, Mîzânü’l-ʿamel, s. 32-33, 96-102; el-Erbaʿîn, s. 245).
     İnsanın asıl özgürlüğü haz düşkünlüğünden kurtulmaktadır. Hatta şehvet köleliği, bilinen kölelikten daha aşağı bir durum sayılmıştır (Râgıb el-İsfahânî, s. 117, 319). Bu sebeple, “Şehvetini öldüren mürüvvetini diriltir” denilmiştir (Mâverdî, s. 36). Râgıb el-İsfahânî’ye göre Kur’ân-ı Kerîm’de zinanın kötülüğünden bahseden bir âyette onun küfürle (en-Nûr 24/3), başka bir âyette adam öldürme ile (el-Furkān 25/68) yan yana zikredilmesi bu günahın büyüklüğünü gösterir (eẕ-Ẕerîʿa, s. 314-315).

     Genel olarak cinsel hayatı hem dinî boyutu hem ahlâk psikolojisi yönünden yetkin biçimde işleyen müslüman âlimlerin başında Gazzâlî gelir (İḥyâʾ, II, 21-60). Gazzâlî, evlenmeyi teşvik eden bazı âyet ve hadisleri kaydettikten sonra bunların evlenme zorunluluğu getirmemekle birlikte gözü ve cinsel organı zinadan korumayı amaçladığını belirtir. Cinsel hayatla ilgili kötülüklerin başında zina gelir. Zina gibi ağır günahlar âhiret hayatını mahveder. Bu sebeple bir hadiste dinî-ahlâkî erdemine ve iffetine güvenilen kimselerle evlenilmesi öğütlenmiş, bu ölçülere uyulmaması halinde yeryüzünde büyük fitne ve fesat çıkacağı uyarısında bulunulmuştur (İbn Mâce, “Nikâḥ”, 46). Gazzâlî bu hadiste evlenmeye teşvikin, zinadan doğacak fesadı, ahlâkî yozlaşma ve bozulmayı önlemenin amaçlandığını ifade eder (İḥyâʾ, II, 22).
     İnsanlardaki baskın cinsel duyguların dizginlenmesinde dinî duyarlılığın (takvâ) önemine özellikle dikkat çeken Gazzâlî bir kimsede şehvet baskın olur da ona mukavemet edecek takvâ bulunmazsa bu durumun o kişiyi cinsel günahlara sevk edeceğini belirtir. Bundan dolayı Hz. Peygamber anılan hadiste, “Evlenmediğiniz takdirde yeryüzünde fitne ve büyük fesat çıkar” demiştir.
     Ancak insanın zihnini vesvese ve zararlı düşüncelerden temizlemesi her zaman iradesi dahilinde değildir. Bazen insan namaz içinde bile bu tür vesveselere kapılabilir. Nitekim Gazzâlî’nin naklettiğine göre Katâde b. Diâme, “Rabbimiz! Bize güç yetiremeyeceğimiz şeyler yükleme” meâlindeki âyette (el-Bakara 2/286) şiddetli şehvet duygusunun kastedildiğini, İkrime el-Berberî ve Mücâhid b. Cebr de, “İnsan zayıf yaratılmıştır” âyetiyle de (en-Nisâ 4/28) kadınlara karşı hissedilen cinsel zaafa işaret edildiğini belirtmiştir.
     Gazzâlî zinayı adam öldürmeden sonra en büyük günah sayar (İḥyâʾ, IV, 20). Büyük günahlara dair hadislerde ve âlimlerin açıklamalarının çoğunda zina etmek, buna aracı olmak, eşcinsellik, iffetli kadınlara zina iftirasında bulunmak (kazf) gibi cinsî hayatla ilgili kötülüklere yer verildiği görülür.
     Allah, insan soyunun devamını erkekle kadın arasında meşrû evlilik yoluyla sürdürülecek olan cinsel ilişkiye bağlamış olup zinanın haram olmasının temel gerekçesi bu ilişkinin ilâhî yasanın dışına çıkarak gerçekleştirilmesidir. Nesebin belirlenmesi, miras taksimi ve hayatın devamı için gerekli olan diğer konularda sağlıklı bir düzenin oluşturulması zinanın önlenmesi ve kadın-erkek ilişkilerinin meşrû evlilik düzenine dayandırılmasına bağlıdır. İslâm toplumlarında aile ve evlilik kurumunun bir tür kutsal yapı olarak algılanmasında, zinanın yaygınlık kazanmamasında ve zinanın aile kurumunu tehdit eden en büyük tehlike ve kötülüklerden biri olarak görülmesinde, bu konuda oluşmuş hadis birikiminin ve bu birikimin geliştirdiği kültürün ve ortak duyarlılığın güçlü etkisi olmuştur.

     Zina Suçunun Unsurları.
     Fakihler suç ve cezada kanunîliği sağlamaya yönelik olarak had cezası gerektiren zina suçunun unsurları üzerinde titizlikle durmuş, bu sebeple ayrıntılı ve olabildiğince objektif bazı kriterler getirmeye çalışmıştır. Suçun oluşması için kişinin bilerek ve isteyerek gayri meşrû cinsel ilişkiye girmesi gerekir. Cinsel birleşmenin varlığı için erkeğin cinsel organının sünnette kesilen yere kadar kadının cinsel organına girmiş olması şartı bu amaçla getirilmiş, bunun dışında kalan davranışlar dinen haram olsa da had gerektiren zina suçu sayılmamıştır.
     İlişkinin gayri meşrû olması kadın ve erkek arasında nikâh veya nikâh şüphesi bulunmaması anlamındadır. Şüpheden maksat ilişkiye girenin karşı tarafı eşi zannetmesi veya onunla nikâh akdi yaptığını düşünmesidir. Zinanın bilerek ve isteyerek yapılması ise cebir ve tehdidin bulunmaması ve bilmeme, hata ve unutma sonucu meydana gelmemiş olması demektir.

     Zina Suçunun İspatı.
     İslâm hukukunda zina suçu şikâyete bağlı bir suç olmayıp kovuşturması re’sen yapılır. Suçun ispatında ikrar, şahitlik ve bazı durumlarda karîne gibi suçların ispatıyla ilgili fıkhın genel kuralları geçerli olmakla birlikte zina suçuna mahsus özel hükümler de söz konusudur.

     1. İkrar.
     Kişinin kendi aleyhindeki gönüllü ikrarının zina suçu için bir ispat vasıtası olduğu müctehidler tarafından ittifakla kabul edilmekle beraber Mâlikî ve Şâfiîler’e göre tek ikrar yeterliyken Hanefî ve Hanbelîler’e göre şahitlikle ilgili özel hükmün yansıması ve sünnetteki uygulama sebebiyle ikrarın dört defa tekrarlanması ve Hanefîler’e göre bunların farklı meclislerde, mahkemede hâkimin önünde ve her defasında hâkimin reddetmesi şeklinde yapılması gerekmektedir.
     İkrar, olayın gerçekten yaşanmış olduğunu hiçbir şüphe ve karışıklık bırakmayacak ölçüde ve kesin biçimde açıklayıcı olmalıdır. Hz. Peygamber döneminde Mâiz adında bir erkekle Gāmidli bir kadına ikrarlarına dayanılarak recm cezasının uygulandığı rivayet edilirse de kişinin, başka bir şekilde ispatı mümkün olmayan suçları için mahkemeye gidip ikrarda bulunması kural olarak dinen teşvik edilen bir husus değildir. Aksine, başka türlü ispat edilemediği için Allah ile kişi arasında kalan suçların gizlenmesi, bir daha işlememek azmiyle Allah’tan mağfiret dilenmesi teşvik edilmiştir. Hatta Hanefîler, kendi aleyhine suç ikrarında bulunmak amacıyla gelenlere hâkim tarafından ikrarlarından rücû etmeleri için telkin yapılmasının uygun olacağını söylemişlerdir.
     Salt ikrara dayanarak ceza uygulanması ise ikrarda bulunanın kendi psikolojisi içinde yaptığı günahtan temizlenme ısrarı karşısında onun gönlünü rahatlatmak ve ikrardan sonra artık toplum tarafından bilinir hale gelmiş suçu cezasız bırakmamak gibi düşüncelerle açıklanmaktadır. İkrarda bulunan kişi, cezanın infazı tamamlanıncaya kadar sürecin herhangi bir yerinde ikrarından rücû edebilir; bu takdirde suç ve ceza düşmüş olur. Aksi görüş sadece Zâhirî mezhebinde savunulmuştur. Cezanın infazı sırasında suçlunun kaçması halinde infaz durdurulur ve ekseri âlimlere göre mahkûmun bu hareketi ikrarından rücû etmesi olarak değerlendirilir.
     Fakihlerin çoğunluğuna göre ikrarda bulunana zina suçunu kiminle işlediği sorulmaz. Eğer karşı tarafın ismini vermişse onun da bu birleşmeyi ikrar etmesi istenmez ve kendisine ceza uygulanması gerekmez. Çünkü ikrar sadece sahibi aleyhine hukukî sonuç doğurabilen eksik bir ispat vasıtasıdır. Yine Hanefîler’e göre karşı tarafın bu ilişkinin nikâh içinde yapıldığına dair iddiası varsa ne karşı tarafa ne de ikrar edene zina cezası uygulanır. Âlimlerin büyük çoğunluğuna göre kişinin zina yaptığını ikrar ettiğine dair başkalarının yaptığı şahitlikler mahkemede ispat vasıtası olarak kullanılmaz.

     2. Şahitlik.
     Zina suçunda şahitliğin bir ispat vasıtası olarak kullanılabilmesi bütün âlimlerin ittifak ettikleri bir husus olmakla birlikte, özellikle kul hakkı içermeyip sadece Allah hakkı olan konuların mahkemeye taşınıp kişilerin aleyhine şahitlik yapılması hoş karşılanmamıştır. Gizli kalmış olan Allah hakkı suçlarında fâillerin suçu tekrar etmemeye ve tövbeye davet edilmesi daha uygun görülmüş, ancak fâilin utanmaz ve uslanmaz oluşu, suçunu pervasızca ifşa etmesi veya şahitlik yapılmadığı takdirde birinin zarar görmesi söz konusu ise şahitlik yapılmasının doğru olacağı ifade edilmiştir.
    Zina davasında şahitlik edenlerde diğer şahitlerde aranan niteliklere ilâve bazı şartlar aranmaktadır. Bu şartları çoğunluğun kabulüne göre dört erkek şahidin aynı mecliste şahitlik yapması, olayı ayrıntılı ve birbiriyle çelişmeden anlatması, şahitliklerini asaleten yapmaları ve kocanın karısı aleyhine şahitlik yapmaması şeklinde özetlemek mümkündür. Şahitlerin erkek olması gerektiği ve kadınların zina davasında şahitliklerinin geçerli olmadığı konusunda ittifaka yakın bir birlik bulunmakla beraber Zâhirîler ve Şevkânî gibi âlimlere göre iki kadın bir erkeğe denk sayılmak kaydıyla kadınların şahitliği de geçerlidir, hatta sadece sekiz kadın dahi şahitlik edebilir. Şahitlerin sayısının dörde ulaşmadığı, karardan önce yaptığı şahitlikten rücû eden bulunduğu veya karardan sonra yalancı şahitlik yapıldığı tesbit edildiği takdirde bu şahitlere zina iftirası suçunun fâilleri olarak seksen sopa cezası uygulanır. Buna göre şahitler ya dört kişiyi tamamlayıp şahitlik etmeli ya da suçlu duruma düşmemek için şahitlik yapmamalıdır.
     Hanefî ve Mâlikîler şahitlerin birlikte mahkemeye gelmesini şart koşarken Hanbelî ve Şâfiîler böyle bir şart aramamakta, hatta Şâfiîler şahitliğin aynı mecliste yapılmasını da gerekli görmemektedir. Olayı ayrıntılı biçimde anlatmaktan maksat kadın ve erkeğin cinsel organlarının birbirine girdiğini açıkça ifade etmektir. Yine çoğunluğa göre şahitler, fâillerin arasında nikâh veya mülkiyet bağı bulunup bulunmadığından emin olunabilmesi için kadının kimliğini de açıklamalıdır. Olayın zamanının ve geçtiği yerleşim yerinin adının zikredilmesi gerektiği konusunda ittifak varsa da mekân adı ve oda bilgisi gibi ayrıntılı beyanların gerekip gerekmediği hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Şahitliğin asaleten yapılmasından maksat olayı bizzat görenlerin şahitlik yapmasıdır; başkasının yaptığı şahitliğe dayanarak şahitlik yapılması kabul edilmez. Çünkü başkasının şahitliğine dayanma durumunda yanılma, unutma ve yalan gibi şüpheler ortaya çıkmaktadır. Kocanın karısı aleyhindeki şahitliğini sadece Hanefîler kabul etmektedir. Kocanın böyle bir iddiası varsa ya dört şahit getirmeli veya “liân/mülâane” denilen uygulamaya gidilmelidir.

    3. Karîneler.
    Zina suçunun ikrar ve şahitlik dışında bir yolla ispatı ihtilâfa yol açmış, hâkimin kişisel bilgisi gibi yolların asla ispat vasıtası olamayacağı ittifakla benimsenirken evli olmayan kadının hamileliğinin ortaya çıkışı Mâlikîler, liân uygulamasında kadının imtina etmesi hem Mâlikîler hem Şâfiîler tarafından zina suçunun ispatı olarak değerlendirilmiştir. Hamileliğin tecavüz, şüpheye dayanan bir birleşme veya birleşme yaşanmadan bulaşma vb. sonucunda da oluşabildiği düşünüldüğünde zina davasında karînelerle ispatın isabetli bir yol olamayacağı ortaya çıkmaktadır.
     Zira had suçlarında kesinlik aranmakta ve herhangi bir şüphe halinde cezanın düşmesine hükmedilmektedir. İslâm hukukunun bu hassasiyeti ve her fiili mutlaka cezalandırma isteklisi olmadığı dikkate alındığında ikrar ve şahitlik dışında kalan, sesli ve görüntülü araçlar dahil diğer ispat yollarının babalık vb. davaların aksine zina davasında dikkate alınmamasının isabetli olacağı söylenebilir.

     Zina Suçunun Cezası.
     İslâm öncesi dönemde Yahudilik’te zina edenin recmedilerek öldürülmesi hükmü bulunduğu, Hıristiyanlığın da Yahudiliğin devamı olduğu bilinmekteydi. Genel kabule göre İslâm’ın ilk dönemlerinde geçerli olan düzenleme zina ettiği dört şahitle ispat edilen kadının ev hapsine alınması, erkeğin de sözlü eziyete mâruz bırakılması şeklindeydi (en-Nisâ 4/15-16). Bu hükmü düzenleyen âyette geçen, “Allah onlar için bir yol açıncaya kadar” ifadesi asıl düzenlemenin daha sonra geleceğine işaret etmekteydi. Nitekim zamanla gerek âyet gerekse sünnetle yeni düzenlemeler gelmiş ve ev hapsi hükmünün değiştirildiği genel kabul görmüştür. Sözlü eziyet hükmünün de değiştirildiğini söyleyenler varsa da genel kanaat, bunun geçerliliğini sürdürdüğü ve yeni cezalarla birlikte uygulanabileceği yönündedir.
     Bundan sonra hangi düzenlemenin geldiği ve nasıl bir süreç geçirildiği konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Hanefî çoğunluğunun da katıldığı bir görüşe göre ilk düzenlemenin ardından bekârın bekârla zinası için yüz sopa ve sürgün, dulun dulla zinası için de yüz sopa ve recm cezalarını belirleyen hadis gelmiş (Buhârî, “Ḥudûd”, 21, 30; Müslim, “Ḥudûd”, 12), ardından bekâr ve dul ayırımı yapılmadan zina eden kadın ve erkeğe yüz sopa vurulmasını emreden âyet nâzil olmuş (en-Nûr 24/2), son olarak Hz. Peygamber’in Mâiz’e recm uygulamasıyla evlilik yapmamış kişi (muhsan olmayan) için yüz sopa hükmü âyet gereği sürdürülmüş, evlilik yapmış (muhsan) olan için de recm cezası hükmü sünnetle yerleşmiştir.
     Köle ve câriyelerin cezasının ise hürlerin yarı cezası olan elli sopa olduğu İslâm âlimleri tarafından -bazı Hâricîler dışında- ittifakla kabul edilmiştir. Ayrıca Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelîler, hür ve erkek bekâr için yüz sopaya bir yıl sürgün cezasını da ilgili hadislere dayanarak ilâve ederken Şâfiî ve Hanbelîler bir yıl sürgünü bekâr kadın için de gerekli görmüşlerdir.

     1. Recm.
     “Taşlayarak öldürme” anlamındaki recm cezasından Kur’an’da açıkça bahsedilmediğinden recm hükmü Hz. Peygamber’in hadis ve uygulamalarına dayanmaktadır. Bazılarınca lafzının mensuh, hükmünün bâki olduğu iddia edilen recm âyetinin (Müslim, “Ḥudûd”, 3; İbn Mâce, “Ḥudûd”, 7) varlığı ve yorumu derin tartışmalara yol açmış, neticede böyle bir âyetin lafzan hiç mevcut bulunmadığı görüşü hâkim olmuştur.
     Hz. Peygamber’in hükmüyle kendilerine recm uygulananlar arasında yahudiler ve müslümanlar vardır. İslâmî dönemde ilk recm uygulaması yahudilere yapılmıştır. Şöyle ki: Bir grup yahudi zina davalarını Tevrat’taki recm cezasından daha hafif bir ceza ile çözebilmek için Hz. Peygamber’e getirmişti. Hz. Peygamber onlara zinanın Tevrat’taki hükmünü sordu. Teşhir ve sopa gibi cezalardan bahsederek recmi gizlemeye çalışmaları üzerine Hz. Peygamber Allah’ın hükmü olduğunu söyleyerek recm kararı vermiş ve, “Allahım! Onların terk ettiği emri ilk defa ben ihya ettim” demiştir (Buhârî, “Ḥudûd”, 24; Ebû Dâvûd, “Ḥudûd”, 26).
     Peygamber’in vefatından sonra halifeler döneminde ve sonrasında, hatta Osmanlılar döneminde az da olsa recm uygulamaları bulunmaktadır. Diğer taraftan fıkıh kitaplarında recmin bir had cezası olduğu, ilgili hadislerin sahih ve delil olmak için yeterli bulunduğu, bu konuda sahâbenin icmâ ettiği, sahâbe sonrası dönemde de -bazı Hâricîler’le Şîa’dan birkaç kişi dışında- bu bakışın teorik düzeyde değişmeden sürdürüldüğü vurgulanmaktadır.
     Son dönemlerde yapılan tartışmalarda Hz. Peygamber’in recm uygulamasının sopa âyetinden önce olduğu, bu ceza şeklinin Yahudilik’ten alınarak uygulandığı, hadisleri bir tarafa bırakarak âyetin hükmüyle yetinmek gerektiği, recmin Kur’an hükmüyle çeliştiği, böyle ağır bir cezanın daha kesin bir delille sabit olması gerektiği, kölelere uygulanacak cezada recmin yarısının alınamayacağı gibi itirazlarla recme kökten karşı çıkanlar bulunduğu gibi recmin bir had cezası değil bir ta‘zîr türü olduğunu, Hz. Peygamber’in uygulamalarıyla diğer uygulamaların bu mahiyette yapıldığını söyleyenler de vardır.
     Recm uygulanacak kişinin muhsan, hür ve müslüman olması gerekir. Şâfiîler dışındaki âlimlere göre zimmî ve mürtedlere de recm uygulanır. Hamile olan kadının, hamileliğinin nikâhtan veya zinadan olmasına bakılmadan çocuğunu doğuruncaya ve çocuğun annesine bağımlılığı sona erinceye kadar infazı ertelenir. Klasik fıkıh kaynaklarında yer alan recmin infaz şekline dair ayrıntılar dava şahitle ispat edilmişse ilk taşı şahitlerin atması, devlet başkanı veya temsilcisinin huzurunda, halkın gözü önünde meydanda ve normal büyüklükte taş kullanılarak yapılması gibi öneriler suçun ispatında şüpheyi önleme, cezanın uygulanışında aleniyeti ve caydırıcılığı sağlama gibi düşüncelere dayanır.
     Recm edilecek kişiye daha önce yüz sopa vurulmaz, öldüğünde diğer müslümanlar gibi yıkanıp kefenlenir ve namazı kılınır. Ancak devlet başkanı ve itibarlı kişilerin böyle bir cenazenin namazını kıldırmalarını hoş karşılamayanlar da vardır.

     2. Yüz Sopa.
     Bu ceza Kur’ân-ı Kerîm’de zina eden kadına ve erkeğe yüz sopa vurulmasını emreden âyete dayanmaktadır (en-Nûr 24/2). Âyette bekâr ve evli ayırımı yapılmaksızın umumi bir ifade kullanılmış olmakla birlikte İslâm âlimleri, bu umumi hükmün Hz. Peygamber’in hadisleri ve uygulamalarıyla tahsis edilerek yüz sopa cezasının sadece muhsan olmayan kişilere uygulanacağı kanaatine varmışlardır. Cezanın infazı sırasında sopanın çok acıtan veya yaralayan türden olmaması, vurmanın ne çok sert ne de çok yavaş olması, kanamaya veya bir organın zarar görmesine yol açmaması gerekmektedir. İnfaz tehlikeli görülen çok sıcak veya çok soğuk zamanlarda yapılmaz. Çoğunluğa göre hasta, lohusa ve hamilelerin infazı ertelenir. Hastanın iyileşme ümidi bulunmuyorsa ağırlıklı görüşe göre yüz adet küçük dal ile hafifçe vurularak sembolik bir infaz yapılır. Hz. Peygamber zamanında böyle bir uygulama yapılmıştır (Ebû Dâvûd, “Ḥudûd”, 39).
     Hanefî ve Mâlikîler’e göre infaz sırasında erkek mahkûmun avret yerleri hariç vücudu çıplak olur; diğer mezheplere göre ise yalnız kalın giysileri çıkarılır. Mahkûm kadın ise ittifakla sadece kalın giysileri çıkarılır. Çoğunluğa göre erkek mahkûm ayakta, kadın ise otururken infaz yapılır. Mâlikîler’e göre ise ceza ikisi de otururken infaz edilir. Yüz ve cinsel organlar gibi hassas bölgelere vurulmadığı gibi bir yere devamlı olarak vurulmaz; Mâlikîler’e göre ise yalnız sırta vurulur.

     3. Sürgün.
     Sürgün cezası, Hz. Peygamber’in hadislerinde sopa cezasına ilâveten uygulanacak bir ceza olarak ve bir yıllık sürgün şeklinde geçmektedir (Tirmizî, “Ḥudûd”, 11). Hulefâ-yi Râşidîn döneminde sopa cezasıyla birlikte sürgün cezası uygulamaları bulunmaktadır. Ancak sürgünün bir had cezası mı yoksa ta‘zîr cezası mı olduğu konusunda iki farklı görüş ortaya çıkmıştır. Hanefîler dışındaki çoğunluğa göre sürgün had cezası niteliğindedir ve bu konuda sahâbe icmâı mevcuttur. Hanefîler’e göre ise sürgün ta‘zîr mahiyetinde olup gerekli görüldüğü takdirde uygulanır. Hadisleri ve halifelerin uygulamalarını ta‘zîr diye yorumlayan Hanefîler’e göre sürgünün had olarak kabul edilmesi âyetin sopa cezası hükmüne ziyade yapmak anlamına gelir ki böyle bir ziyade mümkün ve câiz değildir. Ayrıca sürgün her zaman beklenen olumlu sonucu vermeyebilir, hatta daha olumsuz sonuçlar doğurabilir. Sürgünü had olarak görenlerden Mâlikîler’e göre getireceği bazı olumsuzluklar yüzünden kadın mahkûmlar sürgün edilmez. Yine Mâlikîler’e göre mahkûm sürgün edildiği yerde bir yıl hapsedilir, diğer mezheplere göre ise hapsedilmeyip sadece sürgün edilir. Hanefîler’e göre sürgün bir ta‘zîr türü olduğundan gerektiğinde sürgünle birlikte hapis de uygulanabilir.

     Zina Cezasının Düşmesi.
     Zina cezasının şüphe, ikrardan rücû veya şahitlikten rücû ile düşeceği hususunda ittifak bulunmaktadır. Hanefîler’e göre bir taraf zinayı ikrar ederken diğer taraf inkâr veya birleşmenin nikâh içinde yapıldığını iddia ederse ikrar edene de karşı tarafa da zina cezası uygulanmaz. Bu durum cezayı düşüren bir şüphe olarak değerlendirilir.
     Mâlikîler; kadın zinayı ikrar eder, erkek ise nikâh bulunduğunu iddia ederse erkeğin nikâhı ispat etmesi gerektiği, aksi takdirde ikisine de had cezası uygulanacağı kanaatindedir. Şâfiî ve Hanbelîler’e göre ise sadece ikrar edene ceza uygulanır. Yine aleyhine şahitlik yapılan kadının bekâretinin bozulmamış olduğunun ortaya çıkması çoğunluğa göre cezayı düşüren bir şüphedir. Hanefîler’e göre şahitlerin ölümü, kaybolması veya hastalanması durumunda da zina cezası düşer.
     Zina suçu Allah hakkı galip olan suçlardan sayıldığı için kesinleşmiş karardan sonra zina cezası afla düşmez. Diğer mezheplerin aksine Hanefî mezhebi, gerek şahitlikte gerekse cezanın infazında zaman aşımını da düşürücü bir sebep olarak değerlendirmektedir. Sadece Ebû Yûsuf tarafların evlenmesini cezayı düşürücü bir sebep saymıştır. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelîler’e göre gayri müslim fâilin Müslümanlığı kabul etmesi cezayı düşürür.
     Fâilin davadan önce tövbe etmesi, Hanefî ve Mâlikîler’in içinde yer aldığı ağırlıklı görüşe göre davayı düşürmez, diğer mezheplerde ise davanın düşeceği yönünde görüşler bulunmaktadır.
     Nihayet suçlunun ölümü halinde dava ve ceza düşmüş olur. Zina suçuna uygulanacak ceza yaptırımı fıkıh kaynaklarında ayrıntılı biçimde ele alındığı gibi zina fiilinin sıhrî haramlık doğurup doğurmadığı, zina mahsulü çocuğun (veled-i zinâ) nesebi ve kamuya açık görev ve hizmetlerde herhangi bir hak mahrumiyetine uğratılıp uğratılmayacağı gibi konular da tartışılmıştır. Özellikle veled-i zinâ ile ilgili tartışmaları -İslâm’ın suçların şahsîliği ilkesi zedelenmeden- zinanın büyük bir günah ve toplum yapısını tehdit eden açık bir kötülük olduğu bilincini topluma yerleştirme gayretleri olarak görmek gerekir.

Müellif: Hüseyin Esen

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2013 yılında İstanbul'da basılan 44. cildinde, 440-444 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız. 

 ~ ~ ~ * ~ ~ ~ 

10 Aralık 2020 Perşembe

PSİKOLOJİ KÖŞESİ / Depresyon Nedir? Kimlerde Görülür? Tedavisi Var mı?

DEPRESYON

     Tıbbî Bir Durumdur
     Depresyon tıpkı diğer hastalıklar gibi, örneğin kalp ya da mide ülseri gibi tıbbî bir durumdur. Klinik depresyon tıpkı diğer hastalıklar gibi genellikle benzer fakat kişiden kişiye de değişiklikler gösteren bir grup belirti ve bulgulardan oluşur.
     Depresyonu olan herkeste bu belirtiler tümüyle ya da aynı şiddette olmayabilir. Eğer bir kişide aşağıda sıraladığımız bu belirtilerden dört ya da daha fazlası varsa, kişi kendi çabasıyla bu durumdan çıkamıyorsa ve belirtiler iki haftadan daha uzun bir süredir devam ediyorsa, bir psikiyatriste başvurması gereklidir.
  • Sürekli olarak üzgün ya da “boş” hissetme.
  • Umutsuzluk, çaresizlik, suçluluk ya da değersizlik duyguları.
  • Madde kötüye kullanımı.
  • Halsizlik ya da günlük işlere karşı ilgide ve cinsel istekte azalma.
  • İştah ve uyku düzeninde bozulma.
  • Sinirlilik, kolayca ağlama, kaygı ve korkular.
  • Konsantrasyonda azalma, unutkanlık ve karar vermekte güçlük.
  • İntihar düşünceleri, intihar planı ya da girişimi.
  • Uzun süreli, tedaviye yanıt vermeyen bedensel şikayetler, ağrılar.
     Diğer hastalıklar gibi klinik depresyonunda da özgül bir fizyolojik mekanizması vardır. Depresyonun umut verici yanı tedavi edilebilir olmasıdır. Fakat talihsiz yönü ise, depresyonda olan kişilerin çoğunun tıbbi yardım almayı düşünememeleri ve bunun sonucunda da büyük bir acı çekmeleridir.
Depresyonda Beyin
Depresyonda Beyin
  • Depresyon da Beyin Görüntüleme
  • Tedavi Öncesi
  • Tedavi Sonrası
  • Yaygın bir hastalıktır
     Klinik depresyonu olan çoğu kişi kendini yalnız hisseder. Kendilerinin bu hastalıktan dolayı acı çeken tek kişi olduklarını sanırlar. Aslında klinik depresyon oldukça yaygın bir hastalıktır.
     Yapılan araştırmalar her 5 kadından 1′inin ve her 10 erkekten 1 inin yaşamı boyunca bir kez depresyon geçirdiğini göstermiştir.
     Klinik depresyon her yaş, ırk, milliyet ve meslekten kişiyi etkiler. Her öğrenim ve gelir düzeyindeki kişi de depresyondan etkilenebilir. Pek çok sağlıklı görünen ve üretken kişi de buna dahildir.

     Ciddî bir hastalıktır
     Depresif bozukluk gündelik yaşamınızı bozar ve çok yoğun, gereksiz acı ve ızdıraba yol açar. Duygularınızı, aile ve arkadaşlarınızla ilişkinizi, işinizi ve yaşama bakışınızı dramatik bir biçimde değiştirir. İhmal edilirse evliliği, arkadaşlıkları,
mesleki kariyeri bozabilir.
     Depresyon çağımıza damgasını vuran hastalıklardan biri. Herkes yaşamının en az bir döneminde çok büyük üzüntüler çekmiş, kendisini yalnız ve değersiz hissetmiş, bu olumsuz duyu ve düşüncelerden kurtulamayacağını düşünmüştür. Acaba, bütün bu duygu ve düşünceler depresyona girdiğimizi mi gösteriyor? Depresyon her üzüntülü insanın yaşadığı ve kendiliğinden kurtulabildiği basit bir duygu durumu mu? Yoksa, sanıldığının aksine kimi zaman insanın yaşamla olan güçlü bağlarını bile koparmak isteyebileceği ciddi bir rahatsızlık mı?
     “O kadar güçsüzüm ki, içine yuvarlandığım derin çukurdan çıkmak için kolumu bile kıpırdatacak halim yok. Kendimi çok, başarısız ve işe yaramak hissediyorum. Nedenini tam olarak bilemediğim çok büyük bir üzüntü duyuyorum, suçluluk hissediyorum ve sanki tüm dünya birleşse bana yardım edemezmiş gibi geliyor. Canım hiç bir şey yapmadan, öylece durmak istiyor; eskiden zevk aldığım hiçbir şey şimdi bana çekici gelmiyor. Geleceğe bakınca hiç ışık göremiyorum; sürekli uyumak istiyorum hatta belki de uyumak ve bir daha uyanmamak…”
     Bunlar depresyondaki birinin ağzından dökülebilecek sözlerden yalnızca bir kısmı. Kimi zaman hepimiz bunlara benzer şeyler hissederiz, özellikle de yaşamımızı etkileyecek önemli bir olay olduğunda, sevdiğimiz birini kaybettiğimizde, işsiz kaldığımızda ya da okulda başarısız olduğumuzda. Ancak, bu durum çok uzun sürmez; zamanla yaşamın olağan akışına geri döner, acılarımızı bastırmaya çalışırız. Bizler bu durumlarla başa çıkabilecek güçte insanlarız. Peki, ya çıkamayanlar?

     Depresyon Nedir?
     Depresif bozukluk, hem vücudu, hem düşünceleri, hem de duygu durumunu (mood) etkileyebilen bir hastalık. Kişinin yemek yemesinden uyumasına, fiziksel dayanıklılığından sağlıklı düşünce üretebilmesine kadar her şeyini etkileyebiliyor. Depresyon, kesinlikle “geçici üzüntü”yle aynı şey değil. Kimi zaman kendimizi dibe vurmuş gibi hissetmek de, bu her zaman depresyonda olduğumuz anlamına gelmeyebilir. Depresyonda olan kişiler, yalnızca kendilerini yaşamın akışına bırakarak kendi kendilerine iyileşemeyebilirler. Tedavi olunmadığında belirtiler (semptomlar) haftalarca, aylarca hatta yıllarca sürebilir. Oysa uygun tedavi, depresyondaki birçok İnsana yardımcı olabilir.
     Depresyonda şiddetli üzüntü yada umutsuzluk hissi en az iki hafta sürer ve kişinin çalışmak, yemek yemek, uyumak gibi günlük yaşam etkinliklerini de etkiler. Depresif kişiler, umutsuz olmaya ve kimseden yardım göremeyeceklerine inanmaya eğilimlidirler. Böyle hissettikleri için de kendilerini suçlarlar. Sosyal etkinliklere katılmaktan kaçınır, aile ve arkadaşlarından uzaklaşırlar. Hatta kimi zaman ölümü ya da İntiharı düşünürler.

     Depresif bozukluklar birkaç farklı biçimde görülebilir. En sık rastlanan ve ciddi kabul edilenler, büyük (majör) depresyon dönemi, iki uçlu (bipolar) bozukluk ve distimi.
     Büyük depresyon tanısı için, bu tabloda yer alan semptomların en az dördünün hastada görülmesi ve bunların yine en az iki’ hafta sürmesi gerekiyor. Ayrıca, kişinin bu hissettiklerinin çalışma becerisini, uykusunu, beslenmesini ya da çeşitli etkinliklere katılmasını kısaca günlük yaşantısını etkiliyor olması gerekiyor. Depresif duygu durumu ya da her şeye ilgisizlik ve bunlara eşlik eden uyku ve iştah bozuklukları, intihar düşüncesi, psiko-motor ajitasyon ya da yavaşlama, beden ağrılarında değişiklikler, suçluluk duygusu ya da dikkat sorunları hemen hemen her gün ve neredeyse gün boyunca kişiye egemendir. Büyük depresyon terimi, bir ya da birkaç kez yaşanmış büyük depresyon dönemlerini kapsar.
     Büyük depresyon dönemi kadar ciddi olmayan depresyon türüyse, distimi ya da depresif nevroz. Distimi, en az iki yıl süren ve belirtileri ilk iki yıl içinde büyük depresyondaki gibi kişinin günlük yaşamını sürdürmesini engelleyecek boyutta olmasa da, kendisini iyi hissetmesini engelleyecek türden bir depresif bozukluk. Distimide de büyük depresyondakine benzer yan belirtiler görülür. Distimi tanısı için kişinin iki yıl içinde depresyondan çıkabildiği dönemlerin iki ayı aşmaması gerekir. Birçok distimi hastası yaşamlarının bir bölümünde büyük olasılıkla büyük depresyon dönemiyle de tanışır.
     İki kutuplu bozukluklar ya da daha yaygın adıyla manik depresif bozukluğun diğerlerinden farkı, mani denen duygu durumunun yükselmesi ya da kolay uyarılabilir olması dönemiyle, depresif döneminin birbirini izlemesi. Depresif dönemde kişi diğer depresif bozukluklardakine benzer semptomlar gösterirken, manî döneminde abartılı bir kendine güven duygusu, büyüklük düşüncelerinin artması, uyku gereksiniminin azalması, hızlı konuşma, dikkatin kolayca dağılması, psiko-motor ajitasyon, zevk alınan etkinlikleri abartılı biçimde yapma isteği gibi manik sendrom belirtileri sergiler.
     Bu belirtiler çoğu zaman kişinin toplumsal ve iş yaşantısını olumsuz etkiler. Duygu durumunun yükselmesi maninin temel özelliği olmakla birlikte, kişi engellenmeye çalışılırsa aşırı uyarılma ya da ani öfke gibi tepkiler bu iyimser duyguların yerini alabilir. Uzmanlar manik kişinin gerçekte, kendi iç dünyasından kaçmak için bu denli “dışa yönelik” tavırlar sergilediğini ve maninin tedavi edilmeden bırakıldığında daha kötü psikotik durumlara yol açabileceğini söylüyorlar.

     Nedenleri:
     Kimi zaman hiçbir çevresel etki olmadan, dışsal stres unsurları bulunmadan da depresyona giren İnsanlar olduğunu biliyoruz. Eğer depresyon, yalnızca önemli bir olay ya da durum karşısında büyük üzüntülere, umutsuzluğa kapılmak değilse, o zaman nedir depresyona neden olan şeyler?
     Gerçekte kimi depresyon türlerinin kalıtsal ya da yapısal olduğu düşünülüyor. En azından biyolojik olarak depresyona yatkınlığın anne babadan çocuklara geçebileceği tahmin ediliyor. Eğer anne babanın her ikisi de depresyon geçirmişse bunların çocuklarının depresyon geçirme olasılıklarının % 50′den fazla olabileceği söyleniyor. Bu tür savlarda genellikle başvurulan tek yumurta ikizleri, burada da en büyük kanıt olarak kullanılıyor. Yapılan çalışmalar tek yumurta ikizlerinden birinin depresyon geçirmesi durumunda diğerinin de geçirme olasılığının % 50 olduğunu, çift yumurta ikizleri ve kardeşlerdeyse bu oranın % 25 olduğunu gösteriyor.
     Elbette yalnızca depresyonun genetik bir rahatsızlık olabileceğini bilmek yeterli değil; bunun sorumlusu olan gen konusunda henüz kesin bir bilgi yok. Kimi araştırmacılar, Ob adı verilen bir genden kuşkulanıyor. Kimi insanlarda, normalden 10 DNA harfi kadar eksik Ob geni bulunuyor ve bunun depresyonla ilişkili olduğu öne sürülüyor. Bir başka şüpheli gen için, yine genin uzunluğuyla depresyon arasında bağlantı kuruluyor. Bu genin kısa türüne sahip olanlar, sinir hücreleri arasında sinyal ileten serotonin adlı bir kimyasalı, diğer insanlardan daha az üretiyor ve utangaç ve kaygılı bir kişilik yapısına sahip olma olasılıkları yüksek. Ancak yine de bunlardan kesin bir sonuç çıkarmak olası değil. Gerçi genler üzerinde yapılan çalışmaların hızı ve kat ettiği yol düşünülünce, depresyona yatkınlığı sağlayan genin ortaya çıkarılması pek de uzak bir olasılık gibi görünmüyor.
     Kendine güveni az olan, kendisine ve dünyaya karşı kötümser bir bakış açısına sahip ve aşırı stresten bunalmış insanların depresyona yatkın olduğu söyleniyor. Ancak bunun, psikolojik bir yatkınlığı mı, yoksa hastalığın erken evrelerini mi yansıttığı bilinmiyor. Yakın bir geçmişte bilim adamları, vücuttaki fiziksel değişimlere, düşünsel (mental) değişimlerin eşlik edebildiğini gösterdiler. Felç, kalp krizi, kanser, Parkinson hastalığı ya da hormonel bozukluklar da depresif hastalıklara neden olabiliyor.
     Henüz depresyonu saptamamızı sağlayacak bir DNA testi keşfedilmemiş olduğundan, bilim adamları depresyon konusunda başka fiziksel bulgular elde etme çabasındalar. Bunların başında da beyinde kimi bölgeler üzerinde yapılan araştırmalar geliyor. Beyinde hipokampus ve sol beyin yarım küresi kabuğunun bir kısmının depresyondaki hastalarda daha küçük olduğu iddia ediliyor. Bir çalışmada depresyondaki kadınlarda hipokampusun diğer kadınlara oranla % 10 daha küçük olduğu saptanmış. Hatta, hasta ne kadar çok depresyon geçirirse hipokampus o kadar küçülüyormuş. Ancak, burada da başka bir ikilemle karşılaşıyoruz “Acaba, depresyon nöbetleri mi hipokampusun küçülmesine neden oluyor, yoksa hipokampus ne kadar küçükse depresyona yatkınlık o kadar artıyor mu?” Depresyonun hipokampusu küçülttüğünü düşünen bilim adamları bunun nasıl gerçekleştiğini bulmak konusunda araştırmalarını sürdürüyorlar.
     Peki, beyindeki kimi bölgelerin boyutları dışında, acaba işlevlerde birtakım değişikliklerin depresyonla ilgisi var mı? Beyinde işler büyük oranda nöron denilen sinir hücreleri aracılığıyla yürüyor. Beyinde bulunan milyonlarca nöron, konuştuğumuzda, hareket ettiğimizde, düşündüğümüzde ya da bir şeyler hissettiğimizde etkin hale gelir; aralarında elektrik sinyalleri geçmeye başlar. Beyinle ilgili birçok araştırmada nöronlar arasındaki bu elektrik alışverişi inceleniyor. Bunun için EEG ve PET (Pozitron Emisyon Tomografi) taramaları gibi yöntemlerden yararlanılıyor. PET taramalarıyla gerçekleştirilen depresyonla ilgili araştırmalarda, depresyondaki kişilerde daha düşük beyin etkinlikleri gözlenmiş. Bununla birlikte, birtakım başka bulgulara da rastlanmış. Örneğin, kaygı ve üzüntü anlarında etkin hale gelen beynin ilgili kısmı, depresyondaki kişilerde sağlıklı kişilerdekine oranla daha etkinmiş. Belirli bilişsel görevleri ve duygusal etkinlikleri yerine getiren beynin başka bir bölümüyse depresyondaki insanlarda daha az etkinmiş.
     Beynin kimyasıyla ilgili araştırmalarda hormon ya da sinyal iletici düzeyindeki farklılıklar da araştırılıyor. Sinyal ileticiler (nörotransmitter) genel olarak, nöronlar arasında sinaps denen çok küçük boşlukları doldurarak elektrik iletiminin sürekliliğini sağlamakla görevliler. Nörotransmiterlerde herhangi bir sorunun ortaya çıkması, beynin düzgün çalışmasını da etkiliyor. Birçok nörotransmiter salgılarız, ama bunlardan serotonin ve noradrenalin, depresyonla en fazla ilgisi olduğu düşünülenler. Noradrenalin, kaçma ya da saldırma tepkileriyle, uyanma, kalp atışı ve kan basıncı düzenlenmesi gibi şeylerle bağlantılı. Serotoninse, öğrenme, iştah, uyku, libido gibi istemsiz etkinliklerle ilgili. Serotonin yalnızca beyinde değil, aynı zamanda kan damarları ya da bağırsaklar gibi başka yerlerde de bulunduğundan, araştırmacılar bunun kandaki düzeyini ölçebilmek gibi bir lükse sahipler. Kandaki kimyasalların yoğunluğunu ölçmek, beyindekini ölçmekten çok daha kolay ve eğer, kişinin kanındaki serotonin oranı düşükse, beynindekinin de düşük olma olasılığı yüksek kabul ediliyor.
     Serotonin düzeyindeki değişmenin ruh halini de etkilediği düşünülüyor. Yapılan bir testte gönüllülerin serotonin düzeyi düşürülmüş ve bu onların ruh hallerini depresyon düzeyinde olmasa da etkilemiş. Serotonin düzeylerinin yükseltilmesiyse, korku ve kızgınlık gibi olumsuz duyguları azaltabilirken, dışadönüklük ya da iyimserlik gibi olumlu duygularda pek de dikkate değer bir değişikliğe yol açmamış. Depresyondaki hastaların serotonin düzeylerini düşürmek onların depresyonunu artırmazken, serotonin düzeyini çok çabuk yükselten antidepresan ilaçların etkisi en az 2-3 haftada hissediliyor.
     Teknoloji toplumu olmanın insanı yalnızlığa sürüklediği, topluma yabancılaştırdığı ve kendisini iyi hissetmesini engellediği konusunda birçok araştırma yayımlanıyor. 20. yüzyılın başlarında telefon, 1960′larda televizyon ve günümüzde de İnternet insanların yaşantıları üzerinde benzer etkileri olan iletişim araçları. Bunlar her ne kadar iletişim araçları olsalar da, özellikle aile içi iletişimi azalttıkları ve kişinin toplumsal çevresinin çapını daralttıkları bir gerçek. Uzmanlar, teknolojinin bizi mahkum ettiği bu yalnızlığın da depresyona yatkın kişilerde depresyonu tetikleyici etkide bulunabileceğini söylüyorlar.

     Tedavisi Var mı?
     "Topla artık kendini. Çık, dolaş kafanı dağıt biraz” türünden yaklaşımların ne kadar yüzeysel ve yetersiz kaldığı artık hemen herkesçe kabullenildi. Depresyon büyük oranda tedavi edilebilir bir hastalık ve tedavi edilmediği sürece yinelemesi ya da intihar gibi ağır sonuçlarla noktalanması olası. Kimi istatistiklere göre, semptomların yarısının kaybolması anlamında bir iyileşme, ortalama 6 ay İçinde % 60-70 oranında gerçekleşiyor.
     Gerçekte, tedavi gören hastaların da dörtte birinde 1 yıl içinde, geri kalanların da 10 yıl içinde yeniden depresyon geçirme olasılıkları yüksek; ama en azından ağır depresyon durumunda hastaların bir uzman gözetiminde tedavi görüyor olmaları kötü sonuçların meydana gelmesini önleyebilir.
     Depresyondan kuşku duyulduğunda öncelikle, tedaviyi gerçekleştirecek olan uzmana kullanılmakta olan başka ilaçlar varsa bunlardan söz edilmeli. Viral enfeksiyon ilaçları bile kimi zaman depresyon belirtilerine benzer ektiler doğurabiliyor. Ayrıca, alkol ya da kimi uyuşturucu ilaçlar da bu belirtilere benzer belirtilerin görülmesine neden olabilir.
     Depresyon tedavisi olarak uygulanan üç temel yöntem var: Psikoterapi, ilaç tedavisi ve elektroşok tedavi. Bunlardan hangisinin uygulanacağına tedaviyi üstelenen uzman değerlendirme sonuçlarına göre karar verir. Hafif depresyon geçiren hastalar için yalnızca psikoterapi yeterli olabilirken, daha ağır durumdakiler psikoterapiyle birlikte antîdepresan ilaç tedavisi de görebilir. Antidepresanlar, kısa sürede etkili olabilirken, psikoterapi hastalıkla başa çıkmanın yollarını aramak açısından önemli.
     Günümüzde kullanılan antidepresanların ilk örnekleri aslında rastlantısal olarak keşfedilmiş ilaçlar. MAOI (monoamino oksidaz inhibitörleri) ve trisiklik adı verilen antidepresanlar aslında tüberküloz ve Parkinson gibi hastalıkların tedavilerinde kullanılırken, antidepresan etkileri fark edilmiş olan ilaçlar. Son yıllarda adı neredeyse Batılı toplumların adlarıyla birlikte anılır hale gelen Prozac türü ilaçlar (SSRl-Seçici Serotonin Gerialım İnhibitörleri) beyin sinir hücreleri boşluklarındaki normal serotonin emilimini bloke etmek için geliştirilmiş.
     Antidepresanların hastalık üzerinde olumlu etkileri kanıtlanmakla birlikte her grubun belirli birtakım yan etkileri var. MAOI’lar küflü peynir, şarap ya da salamura balık gıdalarla alındığında kan basıncının aniden yükselmesiyle yüksek tansiyona, hatta felce neden olabiliyor. Trisiklikler dışkılama etkinliğine engelleyici etki gösterebilirken, baygınlık, uyuşukluk, kafa karışıklığı gibi yan etkilere de yol açabiliyor. Aşırı dozda alındığındaysa bu ilaçlar ölüme neden olabiliyor. SSRI’larsa, mide bulantısı, uykusuzluk, ajitasyon ve ankisyeteye neden olabiliyor. Ancak, bütün bu yan etkiler herkeste görülmeyebilir.
     Çok ağır depresyon geçiren ve bu nedenle yaşamı tehlikede olan ya da antidepresanlara yanıt vermeyen hastalar içinse elektro şok tedavisi (EŞT) uygulanabiliyor. EŞT, daha çok antidepresanların semptomlar üzerinde yeterli etkiyi sağlayamadığı durumlarda etkili. Gerçekte belki de yüzyıllardır kullanılmakta olan EŞT, son yıllarda bilim adamlarının ve halkın güvenini yeniden kazanmaya başladı. EŞT’de anesteziyle uyutulan hastaya kas gevşeticiler veriliyor ve oksijen maskesi desteği sağlanıyor. Daha sonra 15 dakika boyunca hastanın kafasında belirli yerlere yerleştirilen elektrotlar yardımıyla elektrik itmesi veriliyor. EŞT’nin istenilen düzeyde etkili olabilmesi için en az birkaç hafta boyunca, haftada üç kez uygulanması gerekiyor.

     Kimlerde Görülür?
     Depresyon, kadınlarda erkeklere oranla iki kat daha fazla görülüyor. Menstruyal döngüde değişimler, hamilelik, düşük yapma, doğum sonrası, erken menopoz ya da menopoz gibi hormonal etkenler kadınlarda depresyon oranın yüksek olmasında etkili. Ayrıca birçok kadın, hem işte hem de evde birçok sorumluluk yüklenmek, yalnız başlarına çocuk yetiştirmek ve yaşlı insanların bakımını üstlenmek gibi fazladan strese neden olabilecek şeyler de yaşıyor.
     Birçok kadın doğum sonrasında da aşırı hassas bir dönem geçirir. Hormonal ve fiziksel değişimlerin üstüne dünyaya yeni gelmiş bir bebeğin sorumluluğunun da binmesi, kimi kadınlarda doğum sonrası depresyona neden olabilir. Birçok kadında doğumdan sonra mutsuzluk, kaygı, sinirlilik gibi belirtiler görülebilir, bunlar çoğu zaman geçicidir ve ciddi bir depresif durumu işaret etmeyebilir. Ancak depresif bir bozukluk durumunda tedavi gerekir. Tedaviye ek olarak aile bireyleri de anneye hem duygusal olarak, hem de fiziksel olarak destek olmalı.
     Erkeklerdeyse, depresyon kadınlardan daha az görülmekle birlikte, intihar oranı daha yüksek. Özellikle gelişmiş ülkelerde erkeklerde intihar oranı 70′li yaşlardan sora artış gösteriyor ve 85 yaşından sonra en yüksek düzeyine ulaşıyor. Ayrıca depresyon erkeklerde kadınlarda olduğundan daha farklı fiziksel etkilere yol açıyor. Yeni bir çalışma, her ne kadar depresyonun hem kadınlarda hem de erkeklerde kalp damar hastalıkları riskini artırdığını gösterse de, erkeklerde bu yüzden gerçekleşen ölüm oranının da daha fazla olduğunu ortaya çıkarmış.
     Depresyon erkeklerde genellikle alkol, kimi uyuşturucu haplar (drug) ya da toplumsal olarak kabullenilmiş fazla çalışma alışkanlıklarıyla maskeleniyor. Ayrıca depresyon erkeklerde umutsuzluk ya da karamsarlık hissinden çok, huzursuzluk, sinirlilik ya da cesaret kırılması biçiminde kendisini hissettiriyor. Erkekler depresyonda olduklarını hissetseler bile, yardım arama çabaları kadınlara oranla çok düşük oluyor.
     Yaşlı insanlar ne yazık ki, duyguları konusunda konuşmakta gönülsüz oldukları için, yaşlılıkta rastlanan depresyon daha çok hastaların birtakım fiziksel şikâyetlerle doktora gitmeleriyle ortaya çıkıyor. Çoğu zaman bu durumun, başka bir rahatsızlık nedeniyle kullandıkları ilaçların yan etkisi olduğu ya da hastalıklarına eşlik eden başka bir rahatsızlık olduğu düşünülür. Uzmanlara göre, birçok yaşlı insan yaşamı paylaşabileceği bir eşi, ailesi ya da arkadaşları bulunmadığından bu semptomları gösteriyor ve bu nedenle yaşlılar için en etkili tedavi yöntemi psikoterapi.
     Çocuklardaysa, neredeyse 70′li yılların sonuna kadar depresyon diye bir şeyin varlığı kabul edilmiyordu. Belki de “Minicik çocukta da depresyon olur muymuş?” düşüncesi yüzünden, çevremizdeki mutsuz çocukların rahatsızlığını göremiyoruz. Ama, çocuklarda da depresyon olabiliyor. Depresif çocuklar genellikle hastaymış gibi davranır, okula gitmeyi reddeder, anne babalarına sıkı sıkı sarılıp bırakmazlar, ailelerinin öleceğinden korkarlar. Yaşları biraz büyük çocuklarsa, küserler, somurturlar, okulda huzursuzluk yaratırlar, sürekli şikâyet ederler, olumsuz tepkiler verirler ve anlaşılmadıklarını düşünürler.
     Gerçekte, normal davranışlar bile bir çocuktan diğerine değişebildiği için bunun çocukta geçici bir dönem mi olduğunu ya da depresyon mu olduğunu söylemek uzmanlar için her zaman kolay olmuyor. Tedavinin gerekli görüldüğü durumlarda aileler özellikle olası yan etkileri nedeniyle ilaç kullanımı konusunda kaygılanıyorlar. Kimi ilaçların çocuklarda depresyona etkileri saptanmış ancak, uzmanlar ilaç kullanımı kesinlikle doktorun düzenli takibi eşliğinde yapılmalı diyorlar.

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri & Grand Alfa Karadeniz Turu

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri  &  Grand Alfa Karadeniz Turu      5 Gün - 4 Gecelik (3 gece otel konakla...