24 Aralık 2020 Perşembe

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER ♥ ✿ܓ ♥ ANA BABAYA İYİLİK ve AKRABAYI ZİYARET * 2

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN
(40)
باب بر الوالدين وصلة الأرحام

ANA BABAYA İYİLİK ve
AKRABAYI ZİYARET
1

  • Âyet-i Kerimeler:
     1. “Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve mâliki bulunduğunuz kimselere iyi davranın.”
Nisâ Sûresi -  36

     Bu âyet-i kerîmede mü’minlere on görev verilmektedir. Bunlardan birincisi insana her şeyi esirgemeden vermiş olan Allah Teâlâ’ya ibadet etmek ve ona hiçbir şeyi ortak koşmamak. Peygamber Efendimiz, bir hadîs-i şerîfte bu görevimizi, “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı” diye ifade buyurmuştur.
     İkincisi anaya babaya saygıda kusur etmemek ve onlara karşı evlatlık görevini yapmak. Evlatlık görevinin, kulluk görevinin hemen peşinden zikredilmesi üzerinde dikkatle düşünülmelidir. Üstelik bu sıranın daha başka âyetlerde de gözetilmesi son derecede mânalıdır.
     Üçüncüsü akrabayı koruyup gözetmek ve onlara iyi davranmak. Yukarıda sözünü ettiğimiz önem sırası burada da söz konusudur. Ana babadan sonra kendilerine karşı ahlâkî sorumluluk taşıdığımız kimseler akrabalardır. Tanımadığımız birine yaptığımız yardım bir iyilik sayıldığı hâlde, akrabaya yapılan yardım iki iyilik sayılmaktadır.
     Dördüncüsü yetimlere sahip çıkmak. Kendilerini himâye eden yakınlarını kaybetmiş olan yetimlere kol kanat germek, onlara sahip çıkmak insânî bir görevdir.
     Beşincisi fukaraya yardım etmek. Zaruri ihtiyaçlarını giderecek maddî imkâna sahip olmayanların sıkıntısını gidermek, bu imkâna sahip olanların Allah’a şükran borcudur.
     Altıncısı yakın komşuya iyilik etmek. Evi bize yakın olan veya hem yakın komşu, hem akraba, hem de din kardeşi olan kimselere el uzatmak Allah Teâlâ’yı hoşnut eder. Aşağıdaki hadis-i şeriflerde bu konu işlenecektir.
     Yedincisi uzak komşuya iyilik etmek. Evi uzak olan veya akrabalık bağı bulunmayan yahut müslüman olmayan kimselere de yardım etmeyi dinimiz tavsiye etmiştir.
     Sekizincisi yanındaki arkadaşa yardım etmek. Okul arkadaşı, sanat arkadaşı, yol arkadaşı, hatta hayat arkadaşı olan kimseleri koruyup kollamak makbul birer ibadettir.
     Dokuzuncusu yoldan gelen kimseye ve misafire ikram etmek. Memleketine veya gitmekte olduğu yere ulaşabilecek imkânı bulamamış kimselere yardımcı olmak, onları yurtlarına yuvalarına kavuşturmak ne güzel bir iyiliktir.
     Onuncusu köle ve câriye gibi himayeye muhtaç olanlara yardım etmek. Kölesi ve câriyesi bulunanlar, onları kendi kardeşleri ve birer Allah emaneti sayacak, yediğinden onlara da yedirecek, giydiğinden giydirecektir.

     2. “Adını anarak birbirinizden bir şeyler istediğiniz Allah’a karşı gelmekten sakının ve akrabalık bağlarına saygı gösterin.”
Nisâ Sûresi - 1

     Karşımızdaki insanın bir şeyi ihmâl etmeden yapmasını istediğimizde, genellikle “Allah aşkına şunu yapıver!”, deriz. Araplar akrabalarından bir şey isteyecekleri zaman buna bir de yakınlık bağını ekleyerek “Allah aşkına ve akrabalık adına şunu yapıver!” derlermiş. İşte âyet-i kerîmede “adını anarak birbirinizden bir şeyler istediğiniz” ifadesiyle bu mâna kastedilmiştir.
     Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerîmede müslümanları, ağızlarından çıkan söze dikkat etmeye dâvet ediyor ve buyuruyor ki, mâdemki birbirinizden bir şey isterken bile Allah’ı anıyor ve O’nun hâtırı için işimi yap diyorsunuz, böyle dediğiniz zaman o işin Allah hâtırına yapılacağını düşünüyorsunuz, öyleyse başkalarından önce siz Allah’a saygılı olun ve buyruklarını yapın. Yine mecbur kalınca sığındığınız akrabalık bağına önem verin. Akrabalarla ilgiyi kesmeyin. Zira akrabalarla ilgiyi kesmek Allah’ı gücendirir. İşte o zaman çok zor durumda kalırsınız.
     Akrabalarla ilgiyi koparan kimseleri bekleyen kötü sonuçlar, aşağıdaki hadis-i şeriflerde görülecektir.

     3. “Onlar, gözetilmesini Allah’ın emrettiği şeyleri gözeten, Rablerinden sakınan ve kötü hesaptan korkan kimselerdir.”
Ra`d Sûresi - 21

     Kendilerini güzel bir âkıbetin beklediği haber verilen bu üç grup bahtiyardan konumuzla ilgili olanlar, “gözetilmesini Allah’ın emrettiği şeyleri gözeten” kimselerdir. Allah Teâlâ’nın bu kimselerden gözetmelerini istediği şeyler, öncelikle akrabalık bağlarını sürdürmek ve mü’minlerle bir arada dostça yaşamaktır. Bu kimseler akrabaya şefkat besledikleri, muhtaç olanlarına yardım ettikleri, onları koruyup savundukları, başlarına bir kötülük gelmemesi için canla başla çalıştıkları için Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmışlardır.

     4. “Biz insana ana ve babasına iyilik etmesini emrettik.”
Ankebût Sûresi - 8

     Bu Ayet-i Kerîme Sa`d İbni Ebû Vakkâs radıyallahu anh ile annesi Hamne hakkında nâzil olmuştur. Aşere-i mübeşşere’den olan Hz. Sa`d ilk müslümanlardan biridir. Ya yedinci veya beşinci müslüman odur. On yedi yaşında İslâmiyet’i kabul etmiştir. Sa`d müslüman olunca annesi buna çok üzüldü. Kendisini çok seven oğlunu şöyle tehdit etti:
     - Sa`d! Eğer kabul ettiğin bu dinden geri dönmezsen, ağzıma bir lokma koymam; açlıktan ölür giderim; sen de ömür boyu “ana kâtili” diye anılırsın.
     Hamne dediğini yaptı. İki gün iki gece bir şey yemedi. Tâkatten düştü. Bunu gören Sa`d, canı gibi sevdiği annesine şu sözleri söyledi:
     - Anne! Yüz canın olsa ve bunlar birer birer çıksa, vallahi ben yine de dinimi terk etmem. Artık ister ye, ister yeme!

     Oğlunun bu kararını gören Hamne, inadından vazgeçti.
     Bu bilgilerin ışığında âyet-i kerîmeye bakıldığında şu sonuç elde edilmektedir:  Anne ve baba kâfir bile olsalar, kendilerine saygı göstermek ve itaat etmek gerekir.

     Anne ve babaya her konuda itaat etmek gerekir mi?

     Bu âyetin devamında, şâyet anne ve baba Allah’ı inkâr etmeye ve O’na karşı gelmeye dâvet ederlerse, onların sözünün dinlenmemesi emredilmektedir. Demek oluyor ki, anne ve baba oğlundan Allah’a şirk koşmasını isterse sözleri dinlenmeyecek, ama onun dışındaki buyrukları, elden geldiğince yapılacaktır.

     5. “Rabbin şöyle emretti: Sadece Allah’a ibadet edeceksiniz. Ana ve babanıza iyi davranacaksınız. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, sakın onlara “of!” bile deme! Onları azarlama! Onlara saygıyla hitap et! Onlara merhamet ederek tevâzu kanatlarını aç da, “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl şefkatle büyüttülerse, sen de onlara öyle merhamet et, de!”
İsrâ Sûresi - 23-24

     Birçok âyet-i kerîmede Allah’a ibadet emrinin hemen peşinden ana ve babaya itaatin gelmesi çok mânalıdır. Bunu şöyle anlamak uygun olur: Sen yüzüne konan bir sineği bile kovamayacak kadar güçsüzken, Allah’ın yetiştirip büyütme, merhamet edip koruma sıfatları onlarda kendini gösterdi. Öyleyse sen öncelikle Allah’ın birliğini kabul edecek, onun peşinden de ana ve babana iyilik ve itaat edeceksin.
     Onlar senin yanında yaşlanacak olursa, hoşuna gitmeyecek bir hareket yaptıklarında sakın onları azarlama; gönüllerini kırma! Bir zamanlar sen de hoşa gitmeyen işler yaptığında, annen ve baban seni anlayışla karşılardı. Şimdi onlar yaşlandı. Senin çocukluk günlerinde yaptıklarına benzer garip hareketler yapabilirler; yersiz bulacağın sözler söyleyebilirler. Sen de onlara aynı şekilde anlayış göster; şefkatli ve merhametli ol! Bununla da kalma, onlara merhamet etmesi, günahlarını bağışlaması için Cenâb-ı Hakk’a dua edip yalvar!

     6. “Biz insana, ana ve babasına iyi davranmayı emrettik. Özellikle de anası nice sıkıntılara katlanarak onu karnında taşımış; emzirmesi de iki yıl sürmüştür. İşte bu sebeple, bana, ana ve babana şükret, diye tavsiye ettik.”
Lokman sûresi (31), 14

     Birine teşekkür etmenin de bir şekli vardır. Teşekkür edilecek kimseye karşı mütevâzi olunur. Ona duyulan sevgi belirtilir. Yaptığı iyilik anılır ve bundan dolayı kendisine teşekkür edilir. Onun sağladığı imkân, kendisini üzecek ve gücendirecek şekilde kullanılmaz. Ana ve babaya yaptıklarından dolayı teşekkür ederken de bu esasa uymalı, kendilerine tevâzu göstermeli, ne çok sevildikleri hissettirilmeli, bir zamanlar kendisi için ne zahmetlere katlandıkları -fırsat düştükçe- söylenmeli, kendilerine duyulan minnet ifade edilmeli ve onların hoşnut olmayacağı işler yapılmamalıdır.

  • Hadis-i Şerifler
     314. Ebû Abdurrahman Abdullah İbni Mes`ûd radıyallahu anh şöyle dedi:
     Peygamber aleyhisselâm’a:
     - Allah’ın en çok beğendiği amel hangisidir? diye sordum.
     - “Vaktinde kılınan namazdır” diye cevap verdi.
     - Sonra hangi ibadet gelir? dedim.
     - “Ana ve babaya iyilik ve itaat etmek” buyurdu.
     - Daha sonra hangisi gelir? diye sordum.
     - “Allah yolunda cihâd etmek” buyurdu.

Buhârî, Mevâkît 5, Cihâd 1, Edeb 1, Tevhîd 48;
 Müslim, Îmân 137-139.
Ayrıca bk. Tirmizî, Salât 14, Birr 2;
Nesâî, Mevâkît 51

  • Açıklamalar
     Allah Teâlâ’nın en fazla beğendiği ibadetlerden üçünü bu hadîs-i şerîften öğrenmekteyiz. Bunlar: Vaktinde kılınan namaz, ana babaya itaat ve Allah yolunda cihaddır.
     Vaktinde kılınan namazın öncelikle zikredilmesinin sebebi, bu ibadetin önem sırası bakımından imândan hemen sonra gelmesidir. Namaz dinin direğidir. Namazı kılmayan ve namazı önemli bir ibadet olarak görmeyen kimseden, Allah’ın diğer buyruklarına saygı göstermesi de beklenemez.
     Bu hadise göre bir namazın Allah katında en makbûl ibadet olabilmesi, vakti girince kılınmasına bağlıdır. Vaktinde kılınmayan, ihmâl edilerek son vaktine bırakılan bir namaz, kabul edilmekle beraber, Allah Teâlâ’nın en çok sevdiği bir ibadet olma özelliğini kaybeder.
     Ana babaya itaat, Cenâb-ı Hakk’ın pek önem verdiği ve kendisine şirk koşulmamasını istedikten hemen sonra tavsiye ettiği önemli bir görevdir. Çocuğunu bin bir sıkıntı ile dünyaya getiren, hayata atılacağı zamana kadar yıllar boyu onun eziyetini çeken ana ile baba, şüphesiz her iyiliğe ve en üstün saygıya lâyık insanlardır. Bu sebeple Allah Teâlâ onlara “of!” bile denmemesini emretmektedir. Kendisine sayılamayacak kadar çok iyilik yapmış olan ana ile babanın haklarına saygılı olmayan bir kimsenin, diğer insanların haklarına saygılı olması elbette düşünülemez.
     Allah yolunda cihâd, dini bilmeyenlere onu öğretmek, bu saâdeti tatmayanların ayağına kadar giderek Allah’a kul olmanın gerçek bahtiyarlık olduğunu anlatmak, İslâm’ın şan ve şerefini devam ettirmek, canla ve malla fedakârlık yapmaya bağlıdır. Sağlığı yerinde, varlığı yolunda olan mü’min, Allah’ın dinine hizmeti en önemli görev kabul etmelidir. Allah’ın dinini lâyık olduğu en yüce mevkie yükseltmek ve kendi tattığı saâdeti başkalarına da taddırmak için gayret etmeyen kimse, Allah rızasını kazanmaya sebep olan diğer ibadetleri kolaylıkla terk edebilir.
     Düşman maddî güçleriyle sınırlarımıza dayanmışsa veya mânevî yıkım vasıtalarıyla bizi içten çökertmek için evlerimize girmişse, işte o zaman hem malımız ve mülkümüz, hem de dinimiz, imânımız ve namusumuz tehlikede demektir. Maddeten ve mânen ayakta durmak, malımızı ve canımızı ortaya koyarak düşman güçleriyle savaşmaya bağlıdır. Bu durumda “Allah yolunda cihâd etmek” en önemli ibadet olur.

     1076 ve 1289 numarayla tekrar okuyacağımız hadisimizi açıklamayı bitirmeden önce şu iki soruya da cevap arayalım:
     Allah Teâlâ’nın beğendiği ibadetler, acaba bunlardan mı ibarettir?
     Bu hadisin yukarıda kaydedilen bazı rivayetlerinde Abdullah İbni Mes`ûd’un şöyle dediği belirtilmektedir:
     - Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana işte bunları söyledi. Eğer ondan daha fazlasını söylemesini isteseydim, söylerdi. Demek oluyor ki, Allah katında makbûl ibadetler bunlardan ibaret değildir. Nitekim benzeri hadislerde: “insanlara yedirip içirmek”, “herkese selâm vermek”, “insanları eliyle ve diliyle rahatsız etmemek”, “içine günah ve riya karışmamış makbûl bir hac yapmak” en değerli ibadetler olarak zikredilmiştir.
     İkinci soru da şu: Acaba hadisimizde zikredilen üç ibadet önem sırasına göre mi söylenmiştir? Diğer bir ifadeyle, bu sıra her zaman geçerli midir?
     Peygamber Efendimiz “hangi ibadet daha üstündür?” şeklindeki sorulara genellikle soranın durumuna, sorunun sorulduğu zamana göre cevaplar vermiştir. Soru soran kimsenin bir konuda ihmâli varsa, onun mânevî hastalığını bilen Efendimiz, ihmâl ettiği ibadeti veya ahlâk esasını öncelikle söylemiştir. Sorunun sorulduğu zamanı da dikkate almıştır. Düşmanın kapıya dayandığı bir sırada nâfile ibadetle uğraşmak uygun olmayacağı için böyle durumlarda “Allah yolunda cihâd” etmenin daha sevap olduğunu söylemiş, kıtlık zamanında ise insanları yedirip içirmeyi öncelikle tavsiye etmiştir.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz
     1. Allah Teâlâ’nın kulları üzerindeki haklarının en üstünü, ona imândan sonra namaz kılmaktır.
     2. Kul haklarının en büyüğü, ana baba hakkıdır.
     3. Fedakârlıkların en üstünü, Allah yolunda cihâd etmektir.

     315. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Hiçbir evlâd babasının hakkını ödeyemez. Şayet onu köle olarak bulur ve satın alıp âzâd ederse, babalık hakkını ödemiş olur.”

Müslim, İtk 25.
Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 120;
Tirmizî, Birr 8;
İbni Mâce, Edeb 1
  • Açıklamalar:
     Hadîs-i şerîf baba hakkının büyüklüğünü ve bu hakkı ödemenin hemen hemen mümkün olmadığını ifade etmektedir. Peygamber Efendimiz bu hakkın önemini, hayatta kolay meydana gelmeyecek bir olaya bağlayarak anlatmaktadır. Nasıl ki bir insanın köle edilen babasını arayıp bulması ve onu sahibinden satın alıp hürriyetine kavuşturması pek duyulmadık bir olay ise, babasının yaptığı iyilik ve fedakârlıkları bir evlâdın ödemesi de aynı derecede zordur.
     Evlat babasına ihsanda bulunamaz. Babasını el üstünde tutması, bir dediğini iki etmemesi, ona saygıda kusur etmemesi evlatlık görevidir. Bu görevini en iyi şekilde yapması, ona elbette hem sevap hem de Allah’ın rızasını kazandıracaktır. Fakat kazandığı bu sevap, bir başkasına yaptığı iyilikten ve fedakârlıktan dolayı elde ettiği sevap gibi değildir. Zira başkasına yaptığı iyiliği, mecbur olduğu için değil, sevap kazanmak için yapmıştır. Bu iyiliği yapmasaydı, kendisine niye yapmadın diye sorulmayacaktı. Evlatlık görevini ise mecbur olduğu için yapacak, yaptığı için de Allah’ın hoşnutluğunu kazanacaktır. Bu görevi yapmadığı takdirde de hesaba çekilecektir.
     Meselenin hukûkî yönüne gelince: Şayet hadîs-i şerîfte anlatılan olay gerçek hayatta meydana gelir ve bir evlâd babasını köle olarak bulup satın alırsa, baba o andan itibaren hürriyetine kavuşur. Evlâdın babasını âzât ettiğine dair sözlü veya yazılı bir belgeye ihtiyaç yoktur.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz:
     1. Babanın evlâdı üzerindeki hakkı, ödenemeyecek kadar büyüktür.
     2. Evlâd köle olan babasını satın aldığı andan itibaren baba hürriyetine kavuşur. Evlâdın onu âzâd ettiğini ayrıca belirtmesine gerek yoktur.

     316. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse misafirine ikram etsin. Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse akrabasına iyilik etsin. Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse ya faydalı söz söylesin veya sussun!”
Buhârî, Edeb 85; Müslim, Îmân 74, 75.
Ayrıca bk. Buhârî, Nikâh 80, Edeb 31, Rikak 23;
Ebû Dâvûd, Edeb 123; Tirmizî, Kıyâmet 50;
İbni Mâce, Edeb 4
  • Açıklamalar
     Peygamber Efendimiz çok önem verdiği bazı konuları, çoğu zaman çarpıcı ifadelerle ortaya koyar. Bu hadiste de üç ahlâk esasını, imânın iki ana konusuyla destekleyerek sunmaktadır. Müslüman olduğunu söyleyen kimse mutlaka bu üç esasa uysun demektedir.
     310 ve 311 numaralı hadislerde, bu üç ahlâk esasına ilâve olarak bir de “komşuya iyilik etmek”ten söz edildiğini görmüştük.
     Hadisimizin bizden istediği şudur:
     Ben müslümanım diyen kimse, misafirine iyilik ve ikram etmelidir. Çünkü İslâm dini insanların dayanışmasına çok önem verir. Denebilir ki, İslâmiyet’in bütün emir ve yasakları, insanların birbiriyle yardımlaşmasını ve iyi geçinmesini sağlamak için ortaya konmuştur. Misafiri iyi karşılamak ve maddî imkânlar ölçüsünde ona ikramda bulunmak, bu dayanışma ve yardımlaşmanın bir gereğidir.
     Müslüman olmanın bir gereği de akrabasıyla ilgisini devam ettirmek ve onlara iyilikte bulunmaktır. Bu ihmâl edilmemesi gereken bir görevdir. Akrabalarıyla ilgiyi koparmak ve onlara kötü davranmak büyük bir günahtır. Akrabaya iyiliğin ölçüsü, onların yakınlık derecesine, ihtiyaç durumlarına, bizim de maddî gücümüze göre değişiklik gösterir. Amcalar, dayılar, teyzeler ve bunların çocukları yakın akrabalardır. Aç açık kalmışlarsa, onları doyurmak, giydirip kuşatmak şart olur. Böyle muhtaç bir durumda değil iseler, zaman zaman kendilerini ziyaret etmek, elden geliyorsa müşkillerini çözmeye çalışmak, mektupla veya telefonla hatırlarını sormak, sevinç ve kederlerine ortak olmak, hiçbir şey yapılamıyorsa selâm vermek veya selâm göndermek suretiyle akrabalık ilgisini devam ettirmek gerekir.
     Bir diğer ahlâk esası da insanlara faydalı sözler söylemektir. Faydalı söz söyleme imkânına sahip değilse susmaktır. İyi ve hayırlı söz insanı nasıl iyi ve güzele yönlendirirse, kötü ve zararlı sözler de kötü yola ve zararlı davranışlara sevkeder.
     Bir defasında Peygamber Efendimiz’in ağlamakta olan ashâbına, gözyaşından veya üzüntüden dolayı azâba uğramayacaklarını, fakat dil yüzünden ilâhî azâbı veya merhameti kazanacaklarını söylemesi (Buhârî, Cenâiz 45), konumuzun önemini göstermektedir. Yunus Emre dilin insana neler kazandırıp neler kaybettirdiğini ne güzel anlatmıştır:

     Dil ola kese savaşı
     Dil ola kestire başı
     Dil ola ağulu aşı
     Bal ile yağ ede bir söz
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     Mü’min olduğunu söyleyen bir kimsenin uyması gereken önemli ahlâk esaslarından üçü şunlardır:
     1. Misafire iyilik ve ikram etmek.
     2. Akrabalık bağını iyi bir şekilde sürdürmek.
     3. Faydalı söz söylemek veya susmak.

     317. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Allah Teâlâ varlıkları yaratma işini tamamlayınca, akrabalık bağı (rahim) ayağa kalkarak:
     - (Huzurunda) bu duruş, akrabalık bağını koparan kimseden sana sığınanın duruşudur, dedi.

     Allah Teâlâ:
     - Pekâlâ, seni koruyup gözeteni gözetmeme, seninle ilgisini kesenden rahmetimi kesmeme râzı değil misin? diye sordu.
     Akrabalık bağı:
     - Evet, râzıyım, dedi.
     Bunun üzerine Allah Teâlâ:
     - Sana bu hak verilmiştir, buyurdu.
     Bunları anlattıktan sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
     - İsterseniz (bunu doğrulayan) şu âyeti okuyunuz, buyurdu:

     “Ey münâfıklar! Siz iş başına geçecek olursanız, yeryüzünde fesat çıkarır, akrabalarla ilginizi kesersiniz, değil mi? İşte Allah’ın lânete uğrattığı, kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimseler bunlardır” 
[Muhammed sûresi (47), 22-23].
Buhârî, Tefsîru sûre 47, Edeb 13, Tevhîd 35;
Müslim, Birr 16

     Buhârî’nin bir rivayetine göre Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:
     “Ey akrabalık bağı! Seni gözeteni gözetirim. Seninle ilgiyi kesenden ben de ilgimi keserim.”
Buhârî, Edeb 13
  • Açıklamalar
     Peygamber Efendimiz anlaşılması zor konuları zaman zaman câzip misâllerle anlatmıştır. Akrabalık bağı sözü de, herkesin kolayca anlamayacağı bir mefhûmdur. Bu sebeple Efendimiz onu temsîlî bir anlatım ve canlı bir örnekle öğretmek istemiştir.
     Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bize demiştir ki, akrabalık bağı dediğimiz rahim şayet bir canlı olsaydı, Allah Teâlâ’nın huzurunda ayağa kalkar, kendisiyle ilgisini kesenlerden Allah’a sığınır ve onları Cenâb-ı Hakk’a şikâyet ederdi. Akrabalık bağına çok değer veren Allah Teâlâ da ona, hadîs-i şerîfte geçtiği şekilde, haklar tanır ve değer verirdi. Meselenin bir açıklaması budur.
     Şuna eminiz ki, Cenâb-ı Hakk’ın herşeye gücü yeter. Bu sebeple hadiste tasvir edilen manzaranın aynen yaşanması da mümkündür. Zira Allah Teâlâ herşeyi melekleri vasıtasıyla yönetir. Olabilir ki, kâinât yaratıldığı zaman, akrabalık bağını temsilen bir melek ayağa kalkmış, akrabasını unutup terk edecek olanlardan Kâinâtın Sahibi’ne sığınmış ve onların vefasızlığından şikâyette bulunmuştur. Allah Teâlâ da onu teskin ederek hakkını bizzat koruyacağını vaad buyurmuş, akrabasını unutmayanları rahmet ve ihsânıyla mutlu edeceğini, akarabasını unutanları da rahmet ve ihsanından uzak tutacağını söylemiştir. Bu da meselenin bir başka açıklamasıdır.
     Aslında bu olayın yaşanıp yaşanmaması bizim için önemli değildir. Önemli olan, bize bunu anlatmak için Allah Teâlâ’nın veya Peygamber Efendimiz’in tuttuğu yol ve üslûptur. Demekki akrabalık bağı, korunup gözetilmesi ve asla ihmâl edilmemesi gereken pek önemli bir vazifedir.
     Denebilir ki, akrabalık bağı niçin rahim kelimesiyle anlatılmıştır? Bunun cevabı şudur: Birbirine akraba olan kimseler, bu akrabalığın kaynağını araştırmak, nerede başladığını, kaç nesildir devam ettiğini öğrenmek için eskilere doğru bir yolculuk yapsalar, sonunda akrabalığın bir anada yani bir rahimde son bulduğunu, diğer bir ifadeyle, akrabalığın bu rahimden başlayıp geldiğini görürler. Demekki akrabalığı sağlayan şey rahimdir.

     Hadis-i Şerif bize şunu anlatmaktadır:
     İnsanlar arasında akrabalık bağını kuran Allah Teâlâ’dır. Bu bağın ve sıcak ilginin devam ettirilmesini isteyen de O’dur. Birbirlerine nikâh düşmeyecek kadar yakın olanların, hatta bir görüşe göre kan bağıyla bağlı bulunanların akrabalık bağını devam ettirmesi farzdır. Onların birbirleriyle ilgiyi kesmesi günahtır.
     Akrabalarla ilgisini devam ettirenlerden Cenâb-ı Hak râzı olacak, onlara nimetlerini bol bol ihsan edecektir. Akrabası ile ilgisini kesen kimselerden de şefkat ve merhametini, nimet ve ihsânını kesecek ve onları dünyada ve âhirette perişan edecektir.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Allah Teâlâ akrabalık bağına çok önem vermekte, akrabaların birbirini ihmâl etmemesini arzu etmektedir.
     2. Akraba ile iyi geçinmek, onları ziyaret etmek, muhtaç olanlarına yardım etmek en önemli görevlerimizden biridir.
     3. Akrabasını ihmâl etmeyenler, Allah’ın rızâsını kazanır, O’nun lutuf ve yardımını görürler.
     4. Akrabasıyla ilgisini kesenler, Allah’ın rahmet ve ihsânından mahrum kalırlar.

22 Aralık 2020 Salı

TİCARET BAKANLIĞI TİCARET UZMAN YARDIMCILIĞI (60 Personel Alınacak) GİRİŞ SINAV İLANI

T.C.
TİCARET BAKANLIĞI
TİCARET UZMAN YARDIMCILIĞI
GİRİŞ SINAV İLANI

     I. GENEL BİLGİLER
     Ticaret Bakanlığında Genel İdare Hizmetleri Sınıfından 8 inci ve 9 uncu derece kadrolara atanmak üzere, giriş sınavı ile aşağıda belirtilen alanlarda ve sayılarda Ticaret Uzman Yardımcısı alınacaktır.
     Giriş sınavı yazılı ve sözlü olmak üzere 2 aşamalı yapılacaktır.
     Yazılı sınava, aşağıda belirtilen her bölüm için karşılarında belirtilen KPSS puan türünden başarı sırasına göre kontenjan sayısının 20 katına kadar aday çağrılacaktır.
     Çağrılan son sıradaki aday ile eşit puana sahip adayların tamamı yazılı sınava çağrılacaktır. 

Sıra NoÖğrenim DalıBirimKontenjan Sayısı
KPSS
Puan Türü
1İktisatMerkez12KPSS-P14 KPSS-P15 KPSS-P16 KPSS-P17
2Kamu YönetimiMerkez10
KPSS-P29 KPSS-P30 KPSS-P31
KPSS-P32
3HukukMerkez9KPSS-P4
4Uluslararası İlişkilerMerkez8KPSS-P34 KPSS-P35 KPSS-P36 KPSS-P37
5İşletmeMerkez7
KPSS-P24 KPSS-P25 KPSS-P26
KPSS-P27
6İstatistikMerkez5
KPSS- P12
KPSS-P13
7Endüstri MühendisliğiMerkez5KPSS-P2 KPSS-P3
8MaliyeMerkez2
KPSS-P19 KPSS-P20 KPSS-P21
KPSS-P22
9Uluslararası Ticaret ve LojistikMerkez2KPSS-P25
TOPLAM60

     II. SINAV HAKKINDA GENEL BİLGİLER
     a. SINAVA KATILMA ŞARTLARI
     a) 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinde belirtilen genel şartları taşımak,
     b) Giriş sınavının yapıldığı yılın ocak ayının birinci günü itibarıyla otuz beş yaşını doldurmamış olmak (01.01.1986 ve daha sonra doğanlar başvurabilecektir.),
     c) En az dört yıllık eğitim veren yükseköğretim kurumlarının siyasal bilgiler, hukuk, iktisadi ve idari bilimler, iktisat, işletme ve mühendislik fakülteleri ile diğer fakültelerin yukarıda belirtilen bölümlerinden veya bunlara denkliği Yükseköğretim Kurulu (YÖK) tarafından kabul edilen yurt içindeki veya yurt dışındaki öğretim kurumlarının yukarıda belirtilen bölümlerinden mezun olmak, (Adayların, söz konusu bölümlere denk sayılan bölümlerden mezun olmaları halinde YÖK tarafından onaylanmış denklik belgelerini jpeg formatında tarayarak müracaatları sırasında Bakanlığımız internet sitesinden ulaşacakları talep formuna eklemeleri gerekmektedir.),
     ç) ÖSYM tarafından 2019 ve 2020 yıllarında yapılan Kamu Personeli Seçme Sınavından, yukarıdaki tabloda belirtilen ilgili KPSS puan türünden 70 ve üzeri puan almak,
     d) Son başvuru tarihi itibarıyla son iki yıl içinde Almanca, Fransızca ve İngilizce dillerinin birinden YDS/e-YDS’den en az (C) seviyesinde puan almış olmak veya dil yeterliliği bakımından bunlara denkliği ÖSYM tarafından kabul edilen ve uluslararası geçerliliği bulunan belgeye sahip olmak,
     e) Başvuru yapacak adaylardan 100 TL sınav ücreti tahsil edilecek olup sınav ücretini yatırmayan adaylar sınava alınmayacaktır. Sınav ücretini yatırıp da yazılı sınava katılmaya hak kazanamayan adaylara yatırdıkları tutar iade edilecektir.

     b. YAZILI SINAV KONULARI
     Yazılı sınav klasik usulde ve 2 (iki) oturum şeklinde yapılacaktır.
     I.Oturum : Alan Bilgisi ve Genel Ekonomi Bilgisi
     II.Oturum : Yabancı Dil Bilgisi
     Yazılı sınavda sonuç puanı hesaplamada soruların ağırlıkları % 20 Alan Bilgisi, % 40 Genel Ekonomi Bilgisi ve % 40 Yabancı Dil Bilgisi şeklinde olacaktır.
     - Alan Bilgisi Sınavı
     Adayların kendi bölümleri ile ilgili aşağıda belirtilen konu başlıkları, yazılı Alan Bilgisi Sınavının genel çerçevesini belirlemekte olup bu husus, her konu başlığından soru sorulacağı anlamına gelmemektedir.
     İktisat: İktisadi Doktrinler Tarihi, Mikro İktisat, Makro İktisat, Para-Banka-Kredi, Uluslararası İktisat, Kalkınma-Büyüme
     Kamu Yönetimi: Siyaset Bilimi, Anayasa Hukuku, Yönetim Bilimleri, Yönetim Hukuku, Kentleşme ve Çevre Sorunları, İdarenin Kuruluşu,
     Hukuk: Hukukun Temel İlkeleri, İdare Hukuku ve İdari Yargı, Ceza Hukuku (Genel Hükümler), Medeni Hukuk, Borçlar Hukuku (Genel Hükümler), Ticaret Hukuku (Genel Hükümler- Şirketler- Kıymetli Evrak), İcra ve İflas Hukuku
     Uluslararası İlişkiler: Uluslararası İlişkiler Teorileri, Uluslararası Hukuk, Siyasi Tarih, Uluslararası Güncel Sorunlar, Uluslararası Örgütler, Türk Dış Politikası
     İşletme: Temel Kavramlar, İşletme Yönetimi, Üretim Yönetimi, Pazarlama Yönetimi, Finansal Yönetim, Uluslararası Finans, İşletme İktisadı ve Genel İşletme
     İstatistik: Olasılık Teorisi, Örneklem Analizi, Zaman Dizileri Analizi, Stokastik Süreçler, Regresyon Analizi, Varyans Analizi, Kategorisel Veri Analizleri
     Endüstri Mühendisliği: Yöneylem Araştırması, Mühendislik Ekonomisi, Mühendislik İstatistiği, Üretim Yönetimi ve Planlaması, Sistem Analizi, Yönetim Bilgi Sistemleri
     Maliye: Kamu Maliyesi (Kamu Harcamaları, Kamu Gelirleri, Kamu Borçları), Maliye Teorisi, Bütçe ve Kamu Finansmanı, Vergi Hukuku, Maliye Politikası
     Uluslararası Ticaret ve Lojistik: Lojistik Yönetimi, Uluslararası İşletmecilik, Uluslararası Lojistik,

     Dış Ticaret İşlemleri ve Belgeleri, Dış Ticaretle İlgili Kurum ve Kuruluşlar, Türkiye’de Dış Ticaret ve Gümrük İşlemleri - Genel Ekonomi Bilgisi Sınavı Genel Ekonomi Bilgisi Sınavı yukarıdaki tabloda belirtilen tüm bölümler için ortak olacaktır.
     Genel İktisat Bilgisi ve Teorileri, Türkiye ve Dünya Ekonomisinde Yaşanan Güncel Gelişmeler, Küresel Dış Ticarette Yaşanan Güncel Gelişmeler, Ticaret Bakanlığının Görev ve Yetki Alanında Bulunan Konularla İlgili Güncel Gelişmeler
     - Yabancı Dil Bilgisi Sınavı Yabancı Dil Bilgisi Sınavı yukarıdaki tabloda belirtilen tüm bölümler için ortak olacaktır.
     Yabancı Dil Bilgisi Sınavı Almanca, Fransızca ve İngilizce dillerinden birinde Bakanlıkça belirlenen konu başlıkları çerçevesinde kompozisyon ile yabancı dilden Türkçeye Türkçeden yabancı dile tercüme şeklinde yapılacaktır.

     c. SÖZLÜ SINAV KONULARI
     Sözlü sınava, yukarıdaki tabloda belirtilen öğrenim dalları itibarıyla yazılı sınav puanı en yüksek olan adaydan başlamak suretiyle giriş sınavı duyurusunda belirtilen atama yapılacak kadro sayısının üç katı kadar aday, öğrenim dalları itibarıyla ayrı ayrı çağrılacaktır. Ancak yazılı sınavda başarılı olan aday sayısının, ilan edilen kadronun üç katının altında olması halinde başarılı olan tüm adaylar sözlü sınava çağrılır. Çağrılan son sıradaki aday ile eşit puana sahip adayların tamamı sözlü sınava çağrılacaktır. Sözlü sınav, adayların;
     a) Giriş sınavı duyurusunda belirtilen sınav konularına ilişkin bilgi düzeyi,
     b) Bir konuyu kavrayıp özetleme, ifade yeteneği ve muhakeme gücü,
     c) Liyakati, temsil kabiliyeti, davranış ve tepkilerinin mesleğe uygunluğu,
     ç) Özgüveni, ikna kabiliyeti ve inandırıcılığı,
     d) Genel yetenek ve genel kültürü,
     e) Bilimsel ve teknolojik gelişmelere açıklığı, Yönlerinden değerlendirilerek, ayrı ayrı puan verilmek suretiyle gerçekleştirilecektir.

     Adaylar, giriş sınavı komisyonu tarafından (a) bendi için elli puan, diğer bentlerde yazılı özelliklerin her biri için onar puan üzerinden değerlendirilecektir. Sözlü sınavda başarılı sayılmak için, giriş sınavı komisyonu başkan ve üyelerinin yüz tam puan üzerinden verdikleri puanların aritmetik ortalamasının en az yetmiş olması gerekir.

     ç) DİĞER BİLGİLER
     i. Sınav başvuru tarihi ve şekli
     Sınav başvuruları 18/12/2020 - 28/12/2020 tarihleri arasında Bakanlığımız kurumsal internet sitesinden (www.ticaret.gov.tr) gerçekleştirilecek olup duyuruda belirtilen süre içinde elektronik ortamda yapılmayan başvurular dikkate alınmayacaktır.
     Adaylar söz konusu bölümlerden yalnızca birisi için başvuruda bulunabileceklerdir.
     ii. Sınav tarihi ve yeri:
     Yazılı sınav 31 Ocak 2021 tarihinde Ankara’da yapılacak olup, sınav yeri ve saati adayların sınav giriş belgelerinde belirtilecektir. Adayların sınav saatinden en az bir saat önce sınava girecekleri yerde hazır bulunmaları ve yanlarında geçerli kimlik belgesi (nüfus cüzdanı, sürücü belgesi veya pasaport) olması gerekmektedir.
     Sözlü sınav Ankara'da yapılacak olup sözlü sınavın tarihi ve yeri, yazılı sınav sonucu ile birlikte Bakanlığımız kurumsal internet sitesinden (www.ticaret.gov.tr) ilan edilecektir.
     iii. Değerlendirme yöntemi:
     Yazılı sınav yüz tam puan üzerinden değerlendirilir. Yazılı sınavda başarılı sayılabilmek için her konu grubundan en az altmış puan alınması ve bunların ortalamasının en az yetmiş puan olması gerekir.
     Sözlü sınavda başarılı sayılabilmek için giriş sınavı komisyonu başkan ve üyelerinin yüz tam puan üzerinden verdikleri puanların aritmetik ortalamasının en az yetmiş olması gerekir. Başarı puanı, yazılı sınav ile sözlü sınav notlarının aritmetik ortalaması alınarak belirlenir. Başarı puanı en yüksek olan adaydan başlamak suretiyle giriş sınavı duyurusunda belirtilen atama yapılacak kadro sayısı kadar asıl adayın ismi, öğrenim dalları itibarıyla ayrı ayrı belirlenir ve sınav sonuçları Bakanlığın internet sitesinde ilan edilir. Giriş sınavında bir öğrenim dalına ayrılan kontenjan sayısı kadar adayın başarılı olamaması hâlinde Bakanlık, öğrenim dallarının kontenjanları arasında değişiklik yapabilir. Adayların başarı puanlarının aynı olması halinde sırasıyla yazılı puanı, giriş sınavına başvurduğu KPSS puanı ve yabancı dil puanı yüksek olana öncelik tanınır.

     d. DİĞER HUSUSLAR:
     Giriş sınavını kazananlardan, gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu tespit edilenlerin sınavları geçersiz sayılır ve atamaları yapılmaz. Bunların atamaları yapılmış olsa dahi iptal edilir. Bunlar hiçbir hak talep edemez ve haklarında 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun ilgili hükümleri uygulanmak üzere Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulur. Bu şekilde Bakanlığı yanıltanlar kamu görevlisi ise durumları çalıştıkları kurumlara bildirilir.

     e. İLETİŞİM BİLGİLERİ:
     Ticaret Bakanlığı Söğütözü Yerleşkesi (Merkez Bina)
     Söğütözü Mah. 2176. Sk. No:63
     06530 Çankaya / Ankara
     Tel: +90 312 204 75 00

21 Aralık 2020 Pazartesi

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ✿ Âl-i İmrân Suresi 33. ve 37. Ayet-i Kerimeler Arasının Meal ve Tefsiri

Âl-i İmrân Suresi
33. ve 37. Ayet-i Kerimeler Arasının
Meal ve Tefsiri


  • Âl-i İmrân Suresi 33-34. Ayet-i Kerimelerin Meali
     "Allah, birbirinden gelme nesiller olarak Âdem’i, Nûh’u, İbrâhim ailesini ve İmrân ailesini seçip âlemlere (bütün yaratılmışlara) üstün kıldı. Allah işiten ve bilendir.
  • Âl-i İmrân Suresi 33-34. Ayet-i Kerimelerin Tefsiri
     Kur’an-ı Kerîm’in birçok âyetinde peygamberlerin Allah’ın seçkin kulları olduğunu belirten ifadeler vardır. Bu hususu özellikle belirten “ıstafâ” fiili için:
     a) Onların bütün yaratılmışların özü kılındığı,
     b) onların kötü sıfatlardan arındırılıp övgüye lâyık hasletlerle bezendiği şeklinde yorumlar yapılmıştır (Râzî, VIII, 20-22).

     Tefsirlerde ve genel olarak İslâm düşüncesine dair eserlerde, bu gibi âyetlerde geçen “ıstafâ” fiili, varlıkların oluşum ve gelişim süreci ile ilgili “ıstıfâ” kanunu arasında bağ kurularak peygamberlerin üstünlüğü konusunda geniş açıklamalar yapılmıştır (meselâ bk. Elmalılı, II, 1081 vd.).
     Âyette geçen “âlemîn” kavramı kendi zamanındaki veya kendi cinsinden olan yaratılmışlar şeklinde yorumlandığı gibi, bütün yaratılmışlar şeklinde de açıklanmıştır (Râzî, VIII, 19-21; ayrıca bk. İsrâ 17/70).
     Bu iki âyette peygamberlerin seçilmiş üstün özelliklere sahip kişiler ve hep Hz. Âdem’in soyundan gelmiş oldukları hususuna değinilmesini, Hz. Îsâ’nın yaratılışı konusuna fikrî hazırlık sağlama şeklinde açıklamak mümkündür. Hatırlanacağı üzere, hıristiyanların bazı inanç ve tutumlarının yanlışlığını ortaya koyma bu sûrenin ana hedefleri arasında bulunmaktadır. İşte müteakip âyetlerde, babasız olarak dünyaya gelmiş olması Hıristiyanlık’ta tek tanrı inancından sapmanın hareket noktası haline getirilen Hz. Îsâ’nın ailesine, doğumuna ve hayatına dair bilgiler yer aldığından, burada zihnin sırf tabiat kanunlarının tek düzeliğine saplanıp kalmaması ve tabiat kanunundan önce gelen yaratma fiilinin göz ardı edilmemesi gerektiği, buna göre dilediğini dilediği biçimde yaratmaya kadir olan yüce Allah’ın iradesini kısıtlayabilecek hiçbir güç bulunmadığı hatırlatılmaktadır (Elmalılı, II, 1087).
     Bunun yanı sıra –aşağıda açıklanacağı üzere– Hz. Meryem’in babası olan İmrân’ın ailesi peygamberler dizisi içinde anılarak, Hz. Îsâ’nın annesinin de Hz. Âdem ve onu izleyen peygamberler soyundan olduğuna dikkat çekilmektedir.

  • Âl-i İmrân Suresi 35. Ayet-i Kerimenin Meali
     "Bir zamanlar İmrân’ın karısı şöyle demişti: "Rabbim! Karnımdakini kayıtsız şartsız sana adadım, benden kabul buyur; kuşkusuz sensin her şeyi işiten, her şeyi bilen."
  • Âl-i İmrân Suresi 35. Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     Kur’an-ı Kerîm’de İmrân ismi üç âyette geçmektedir. Bu âyette ve Tahrîm sûresinin 12. âyetinde anılan İmrân’ın Hz. Meryem’in babası (Hz. Îsâ’nın dedesi) olduğu açıktır. Bu sûrenin 33. âyetinde geçen İmrân ile kimin kastedildiği hususunda ise iki görüş bulunmaktadır: Bir görüşe göre bu, Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’un babası olan İmrân’dır. Diğer görüşe göre bu iki zatın yaşadıkları zaman dilimleri arasında yaklaşık 1200 yıl fark bulunduğu ve bu sûrede, özellikle 35. âyetten itibaren Hz. Îsâ’nın ailesinden söz edildiği dikkate alınırsa 33. âyette zikri geçen İmrân’ın da Hz. Meryem’in babası olan İmrân olarak anlaşılması uygun olur. Buradaki İmrân Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’un babası olarak düşünülse bile, onların da Meryem adında bir kız kardeşinin bulunduğuna dair rivayet ile Kur’an-ı Kerîm’de yer alan Hz. Meryem’e “Ey Hârûn’un kız kardeşi!” şeklinde hitap edildiği bilgisi (Meryem 19/28) arasında bağ kurulması doğru olmaz. Böyle bir bağ kurulması, anılan âyet-i kerîmedeki maksadın anlaşılmamış olmasından kaynaklanmaktadır. İyi incelendiğinde görülür ki, kendi toplumunda Hz. Meryem’e “Ey Hârûn’un kız kardeşi!” diye hitap edilmesi, “onun din kardeşi ve onun soyundan gelen” anlamını taşımaktadır. Her ne kadar bir kısım Doğu bilimciler bazı müslüman yazarların eserlerindeki bu karışıklığa dayanarak Kur’an-ı Kerîm’e eleştiri yöneltmişlerse de, Kur’an-ı Kerîm’in bu konudaki açıklamalarında herhangi bir çelişki ve tarihî verilerle uyumsuzluk bulunmamaktadır. Genellikle hıristiyan muhitinden gelen bu eleştirilerin objektif olmadığı, kendi kutsal kitaplarında aynı yönde yer alan bilgilere itiraz etmemelerinden kolayca anlaşılmaktadır. Nitekim Luka İncili’nde Hz. Zekeriyyâ’nın eşi Elizabeth için “Hârûn kızlarındandı” (Luka, 1/5) denmektedir (Ömer Faruk Harman, “Hz. İsa”, İFAV Ans., II, 424).
     Bu âyette İmrân’ın hanımı diye anılan ve Hz. Meryem’in annesi olan kadının ismi Kur’an-ı Kerîm’de zikredilmez. Onun adı İslâmî kaynaklarda Hanne, hıristiyan kaynaklarda Anna diye geçer. İmrân’ın hanımının, karnındaki çocuğu Allah için adamasıyla ilgili değişik rivayetler vardır. Bunlardan birine göre, uzun zaman çocuğu olmayan İmrân’ın karısı bir gün bir kuşun yavrusunu beslediğini görünce buna imrenmiş ve yüce Allah’a yalvarıp çocuk ihsan etmesini dilemiş ve çocuğu olduğunda onu Beytülmakdis’in hizmetine vermeyi adamıştı. Meryem’e hamile olduktan sonra da kocası İmrân ölmüştü.
     İmrân’ın karısının karnında taşıdığı çocuğu tam anlamıyla Allah’a adadığı ve kabulü için niyazda bulunduğu âyetten açıkça anlaşılmaktadır. Fakat âyette geçen “muharrar” kelimesi ve adağın içeriği farklı şekillerde yorumlanmıştır. Sözlük anlamı itibariyle muharrar “âzat edilmiş, tamamen özgürlüğüne kavuşturulmuş, kimsenin kendisi üzerinde hak ilintisi kalmamış kişi” demektir. Burada kelimeye, dünya işlerinden âzâde kılınmış ve kendini sırf Allah’a kulluk etmeye veren; halis bir kul; –Yahudilik’te mâbedin ve özellikle Beytülmakdis’in hizmeti için çocuk adanması uygulamasının bulunduğu noktasından hareketle– “mâbede veya kutsal kitabı okuyanlara hizmet eden” gibi anlamlar verilmiştir. İster Allah’a kulluk yönü ister mâbede hizmet yönü vurgulanmak istensin, burada her türlü kayıt ve sınırlamadan uzak mutlak bir adama iradesinin bulunduğu anlaşılmaktadır. O sebeple meâlinde bu kelimeye “kayıtsız şartsız” anlamı verilmiştir.
  • Âl-i İmrân Suresi 36. Ayet-i Kerimenin Meali
     "Onu doğurunca dedi ki: "Rabbim! Onu kız doğurdum. -Oysa Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilmektedir- erkek de kız gibi değildir. Ben onun adını Meryem koydum, işte ben onu ve soyunu kovulmuş şeytana karşı senin korumana bırakıyorum."

  • Âl-i İmrân Suresi 36. Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     İmrân’ın karısı adakta bulunduğu esnada, adadığı konuya (muhtemelen Beytülmakdis hizmetine) elverişli cinsiyete sahip, yani bir erkek çocuğu dünyaya getirme ihtimalini esas almıştı. Çocuğun kız olduğunu görünce, duyduğu üzüntü ve burukluğun ifadesi olarak ağzından şu söz dökülüverdi: “Rabbim! Onu kız doğurdum”. Âyet-i kerîmede “Oysa Allah ne doğurduğunu daha iyi bilmektedir” buyurularak, bu hayıflanmanın onun işin hakikatini bilmemesinden kaynaklandığı ve dünyaya getirdiği bu kız evlâdın ne kadar ulvî bir mertebeye sahip olacağı ima edilmiştir. İşte bu cümleden sonra gelen “Erkek de kız gibi değildir” cümlesi bazı müfessirlerce bu mâna ile bağlantılı olarak Allah’ın sözünün devamı olarak düşünülmüş ve her iki kelimenin başında bulunan belirlilik takısı (lâm-ı ta‘rîf) bilinen birini belirtme anlamı taşıdığı (“ahd” için olduğu) anlayışıyla bu iki cümleye şöyle mâna verilmiştir: “Oysa Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilmektedir; o (onun dilediği) erkek (Allah’ın lutfettiği ve yüce bir mertebeyle onurlandırılacak olan) bu kız gibi değildir” (Zemahşerî, I, 186); belirlilik takısına bilinen birini belirtme anlamını vermekle birlikte, bu cümleyi Meryem’in ifadesi olarak açıklayan başka bir yorum için (bk. Râzî, VIII, 27). Buna karşılık müfessirlerin çoğunluğu, bu cümlenin Meryem’in annesine ait olduğu, fakat adağın konusunun yerine gelmesi açısından erkek çocuğunun kız çocuğuna üstünlüğünü ve bu konudaki üzüntüsünü belirtmek üzere söylendiği kanaatindedir. Bize göre, bu cümleyi iki cinsten birinin diğerine üstünlüğü değil, Meryem’in annesinin adakta bulunurken –kavminin âdetine uyarak– niyetine aldığı erkek çocuğun kız çocuğundan farklı olduğunu belirten bir ifade olarak düşünmek, hem sözün akışına hem de lafza daha uygun bir yorum olur.
     İmrân’ın eşinin çocuğuna “Meryem” adını vermesi, –kız çocuğu dünyaya getirmiş olmasına rağmen– onu Allah yoluna adama yönündeki sözüne sadakatini sürdürme çabası içinde olduğunu göstermektedir. Zira yukarıda anıldığı üzere Meryem, Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’un kız kardeşinin adıdır ve İsrâiloğulları geleneğinde kadın cinsi için Meryem adı çok makbul bir isim sayıla gelmiştir.
     Bir de İmrân’ın eşi kızına bu adı vermek suretiyle onun babasının adıyla Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’un kız kardeşi olan Meryem’in babası arasında anlamlı bir bağ kurmuş oluyordu. Çünkü o da İmrân kızı Meryem idi. Tefsirlerde Meryem adının onların dilinde “Allah’a kulluk eden” (Zemahşerî, I, 186) ve “Rabbin hizmetinde olan” (Şevkânî, I, 372) anlamına geldiği ileri sürülürse de, Kāsımî Tevrat ve İncil’de geçen isimlerin açıklamalarına bakıldığında farklı bir mâna ile (“acılık”, “denizin acılığı”) karşılaşıldığını ifade eder (IV, 835).
     Kitâb-ı Mukaddes sözlüklerinde de Meryem’in basit veya bileşik kelime olabileceği ihtimallerine işaret edildikten sonra bunun ne anlama geldiği konusunda pek çok görüş ve izah bulunduğu belirtilir; burada anılan başlıca mânalar şunlardır: Acı deniz, onların isyanı, denizin hanımefendisi, deniz damlası, deniz yıldızı (meselâ bk. H. Lesétre, “Marie”, Dictionnaire De La Bible, IV/I, 774-776).
     Meryem’in annesi onun adını koyduktan sonra “İşte ben onu ve soyunu kovulmuş şeytana karşı senin korumana bırakıyorum” şeklinde içtenlikle dua etmişti. Bu duada Meryem’in soyunu da zikretmesi, Allah yoluna adadığı çocuğunun şeytana uymaması ve iffetini koruması için rabbinden yardım dilemesi veya genel olarak kendi soyundan gelenler için hayır duada bulunması şeklinde anlaşılabilir. Bununla birlikte önceki cümleye Cenâb-ı Hakk’ın ilhamıyla kızının büyük bir peygambere anne olacağını bildiği anlayışı ile mâna verenlerin yorumunu da destekleyici görünmektedir (“kovulmuş şeytanın şerrinden sığınma”nın anlamı için bk. Fâtiha sûresinin başında yer alan “eûzü” hakkındaki açıklama).

  • Âl-i İmrân Suresi 37. Ayet-i Kerimenin Meali
     Bunun üzerine rabbi ona hüsnükabul gösterdi ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi. Zekeriyyâ’yı da onun bakımı ile görevlendirdi. Zekeriyyâ onun bulunduğu yere, mâbeddeki odaya her girdiğinde yanında (yeni) bir rızık bulur ve "Ey Meryem! Bu sana nereden?" diye sorar, o da "Allah tarafından" cevabını verirdi. Kuşkusuz Allah dilediğine sayısız rızık verir.
  • Âl-i İmrân Suresi 37. Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     Yüce Allah’ın hüsnükabul göstermesi hakkında şu yorumlar yapılmıştır: Allah, Meryem’in kendi himayesine bırakılması ve şeytanın şerrinden korunması hakkındaki duayı kabul buyurdu; alışılagelmiş uygulama dışında kalan bir adağı, yani bir kız çocuğunun mâbed hizmetine verilmesini kabul etti; Meryem’in bakımı için –44. âyette açıklanacağı üzere– hahamların birbirleriyle yarışmalarını sağladı ve sonunda bu görevi Hz. Zekeriyyâ’ya verdi.
     “Onu güzel bir şekilde yetiştirdi” diye çevirdiğimiz cümleyi, lafzî anlamını esas alarak “Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi” şeklinde mânalandıran ve bunu bazı rivayetlerden hareketle Meryem’in biyolojik gelişimindeki olağan üstü durumlarla açıklayan müfessirler vardır (bk. Râzî, VIII, 29). Bazı müfessirler ise bu cümleyi “onu büyük bir peygambere anne kılmak suretiyle” diye açıklamışlardır (bk. Kāsımî, IV, 836). Fakat bunun, Meryem’in eğitim açısından sağlıklı bir muhitte iyi bir biçimde yetiştirildiğini ve ahlâkî erdemlerle donatıldığını belirten mecazi bir ifade olduğu görüşüyle (bk. Zemahşerî, I, 187) gerek eğitimi gerekse rızkının temini açısından iyi bir ortamda büyüdüğü, yani hem ruh hem beden sağlığı bakımından özenle yetiştirildiği yorumu (bk. Reşîd Rızâ, III, 292) daha isabetli görünmektedir.
     Hz. Zekeriyyâ’nın Hz. Meryem’in teyzesinin kocası olduğu rivayet edilir. Hz. Zekeriyyâ hakkında müteakip âyette ve Meryem’in bakımını üstlenmesi hakkında 44. âyette bilgi verilecektir.
     Toplantı mahallinin ön kısmına veya yüksekçe yapılmış özel bölümüne, ibadet ve dua için kapanılan ve genellikle merdivenle çıkılan özel mekâna “mihrap” denir. İslâm kültüründe camilerin ön tarafında imamın namaz kıldırırken duracağı yere de mihrap adı verilmiştir. Kelimenin Kur’an-ı Kerîm’deki kullanımları (Âl-i İmrân 3/37, 39; Meryem 19/11; Sâd 38/21) ve konuya ilişkin tarihi bilgiler göz önüne alındığında, âyette geçen “mihrâb” kelimesiyle Beytülmakdis’te yüksekçe yapılmış özel bir odanın kastedildiği anlaşılmaktadır
     Kimi müfessirler âyetteki “rızık” ifadesini, “Meryem’in meme kabul etmeyip ilâhî ikramlarla beslendiği ve Hz. Îsâ gibi beşikteyken konuştuğu” şeklindeki bazı rivayetlerle destekleyerek, bundan Meryem’in bebeklik çağından itibaren mâbedde kaldığı sonucunu çıkarmışlar, karşı görüşte olanlar ise âyetten Meryem’in konuşma çağına eriştikten sonra mâbede verildiğinin anlaşıldığını ileri sürmüşlerdir. Öte yandan ifadenin akışından olağan üstü bir duruma işaret edildiği mânasını çıkaran ve Hz. Zekeriyyâ’nın Meryem’in yanında o mevsimde yetişmeyen meyveler gördüğü yönündeki rivayetleri dikkate alan müfessirler bunu Hz. Meryem açısından bir keramet olarak değerlendirmişler ve âyeti de kerametin hak olduğuna delil saymışlardır. Âyette olağan üstü bir duruma işaret bulunduğunu kabul etmekle beraber, bunu Hz. Zekeriyyâ’ya veya Hz. Îsâ’ya nisbetle bir mûcize şeklinde açıklamaya çalışan bilginler de mevcuttur. Buna karşılık, bu ifade akışında olağan üstü bir hale değinme anlamı bulunmadığı, yüce Allah’ın Meryem’e kendini zühd ve ibadete vermiş kişilere ikramda bulunmak isteyen müminler vasıtasıyla rızık lutfettiği, Zekeriyyâ’nın da bunun tasvip etmeyeceği bir yoldan gelip gelmediğini anlamak maksadıyla “Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor” diye sorduğu kanaatini taşıyan müfessirler de vardır (bk. Râzî, VIII, 30-31). M. Reşîd Rızâ, Kur’an’da ve hadislerde açıklanmayan, tarihen de sabit olmayan bilgilerden hareketle Kur’an’a anlam verilmemesi gerektiğini, Hz. Zekeriyyâ’nın sorusunun o sıralarda kıtlık bulunmasıyla açıklanabileceğini, dolayısıyla hârikulâde bir durumdan söz edilmediğini savunur. Daha sonra, bu olayın burada zikredilmesinin gerçek sebebi üzerinde durulması ve bundan sonuçlar çıkarılması gerektiğini hatırlatır. Bu açıdan bakıldığında görülür ki, tevhid (Allah’tan başka tanrı olmadığı) inancını pekiştirmeyi hedefleyen sûrenin bu bölümünde peygamberlerin seçimi ve dinlerin tekâmülü konusunun da Allah’ın mutlak iradesine bağlı olduğuna dikkat çekilmekte ve alışılagelmişin aksine bir yöntemle bir kız çocuğunun mâbed hizmetine adanıp kabul edildiği, bu şekilde onun büyük bir peygambere anne olmaya hazırlandığı canlı bir biçimde ortaya konmakta ve böylece peygamberliği sırf kendi ırklarına özgü saydığı için Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmeyen yahudilerle bir “beşer” olduğu için onu peygamber kabul etmek istemeyen müşriklere reddiyede bulunulmaktadır (III, 293-295). İbn Âşûr, mâbed hizmetine kadınların kabul edilmemesi âdetinin dışına çıkılmasını ve ilâhî bildirimle Meryem’in Hz. Zekeriyyâ’nın himayesine verilmesini, Tevrat’taki birçok hükmü değiştirecek bir peygamberin geleceğine işaret olarak değerlendirir (III, 235).
     Âyetin sonundaki cümleyi Meryem’in konuşmasının devamı olarak veya Allah’ın sözü olarak anlamak mümkündür (Zemahşerî, I, 187; Râzî, VIII, 32).

     Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 544-551

20 Aralık 2020 Pazar

KELİMELER ~ KAVRAMLAR: ZİNA - 2 (Müellif: Eldar Hasanov)

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
ZİNA - 2
الزنى
Diğer Dinlerde

     En iptidaisinden en gelişmiş olanına kadar bütün dinlerde zina kavramının tanımı birbirine oldukça benzer unsurlardan meydana gelir. Toplulukça onaylanmış veya resmî olarak kabul edilmiş birliktelikler dışında gizlice yaşananlar veya tecavüz türünden teşebbüsler daima suç ve günah sayılmıştır. İptidai topluluklarda çok rastlanmasa da tabuların çiğnenmesine yol açan gayri meşrû her türlü ilişki cezalandırılmıştır. Bu cezalandırma hem topluluğun hukukî normları çerçevesinde hem de dinî inançlar bağlamında icra edilmekteydi. Hukukî olarak zina suçu işleyenler öldürülür, topluluk dışına sürülür veya bedenlerinde iz bırakan bir işleme mâruz bırakılırdı. Meselâ Kuzey Amerikan kızılderililerinden Wydot kabilesinde zina işleyen kadının saçı çok kısa kesilir veya sol kulağı koparılırdı. Afrika’da Buşmen zencilerinde zina eden erkek ve kadının görünür yerleri dağlanırdı. Dinî bağlamdaki müeyyidelerin sonucu ise doğa üstü güçlerin lânetine mâruz kalmaktı. Bu lânetin zânilere hastalık getirdiği, onları fakirleştirdiği veya öldürdüğü kabul edilirdi.
     Zina ile ilgili ulaşılabilen ilk verilere Mezopotamya’daki çivi yazılı belgelerde rastlanır. Sumerler’e ait Ur Nammu ve Eşnunna, Bâbilliler’e ait Hammurabi kanunnâmelerinde zina hakkında çeşitli hükümler vardır. Zina suçundan mahkûm olan tarafların her ikisi de evliyse onlara verilecek ceza ölümdü. Taraflar ya suda boğulur ya kazığa oturtulur ya da yüksek bir yerden atılırdı. Eğer erkek kadının evli olduğunu bilmediğini iddia eder ve ispat edebilirse daha küçük bir ceza ile kurtulabilirdi. Tecavüz de zina kapsamında algılanmaktaydı. Evli olmayanların birlikteliği ise daha hafif cezalarla karşılanıyordu. Dünyevî cezaların yanında tanrıların lânetine mâruz kalmak kaçınılmaz bir durumdu.
     Roma hukukunda zina suçuna verilen cezalar erken dönemlerden son zamanlara kadar oldukça farklı aşamalar geçirmiştir. Roma hukuku metinlerinde “adulterium” olarak geçen zina fiili erken dönemlerde bazı haklardan mahrum bırakılmakla cezalandırılırdı. Konstantin’in Hıristiyanlığı kabulü ile zina suçunun karşılığı ölüm olarak tesbit edildi.
     Zerdüştî metinlerine göre zina, Ahura Mazda’yı inciten en ağır günah olup (Vendidad, 18:61-62) neslin bozulmasına yol açmaktadır (Dadistan-i Dinik, 77). İnsan, başkasının eşiyle sadece zina yapmaktan uzak durmakla kalmayıp onun aklını çelmekten ve eşinin yatağından ayrılmasına sebep olmaktan da sakınmalıdır (Sad Dar, 305, 324). Zerdüştîlik’te zina çok iğrenç ve âdi bir suç görülerek bu işin ilk defa Pers mitolojisinde despotizmin sembolü olan Zahak ile annesi tarafından gerçekleştirildiği belirtilmiş, zina neticesinde ortaya çıkan kötü sonuçlar sıralanarak insanların bundan çekinmeleri istenmiştir (Dadistan-i Dinik, 71, 77). Söz konusu dinin metinlerine göre zina eden kadın cehennemde göğsünden asılacak, erkeği yılanlar yiyecektir (Arda Viraf, 171, 188, 191, 194-195, 197).
     Budizm genel olarak cinselliğe olumsuz bakmakta, “samsara” döngüsünden kurtulmaya engel olduğunu kabul ettiği için bekârlığı teşvik etmektedir. Budizm’de temel ahlâk normu olan Beş Buyruk’tan üçüncüsü cinsel ahlâkla ilgili olup zina konusu dışında fuhuş, ensest ilişki, tecavüz ve mastürbasyon gibi konuları da içerir. Bu buyruğa uymama durumunda insan mânevî düşüşe uğramaktadır. Budizm’de kavram olarak zina evli bir kadınla ilişkiyle sınırlanmış olup bekâr bir kızla yapılan ilişki zina suçu teşkil etmemektedir (Anguttara Nikaya, I, 189; Sutta Nipata, 396). Bu dinin hükümleri arasında zina olayında kadına yönelik herhangi bir cezadan bahsedilmezken erkeğe yönelik cezalar vardır ve bunlar çeşitli şekilde icra edilebilir. Zina hem devlete hem aile namusuna karşı günah sayıldığı için suçlu hapsedilmekten öldürülmeye kadar çeşitli cezalara çarptırılırdı.
     Hinduizm’de kadının eşine mutlak bağlılığı vurgulanmakta olup zina da bu bağlamda ele alınmıştır. Bu dinde zina (samgrahana) evli kadınla cinsel ilişkiye hasredilmiş, hatta yabancı evli bir kadına hediye vermek, onun elbisesine veya süs eşyasına dokunmak ve yatağın üzerinde onunla birlikte oturmak da zina kapsamında görülmüştür (The Laws of Manu, 8:357-358). Zina Hindu aile yapısını yıpratarak kast sistemini bozma sonuçları doğuracağından (Bhagavad Gita, 1:41-43; The Laws of Manu, 8:353) bu dinin kaynaklarında geniş biçimde ele alınmıştır. Buna göre zina yapanın bu dünyada günleri kısalacak, öldükten sonra cehenneme gidecek, başkasının eşi hakkında zina yapmayı düşünen kişi gelecek doğumlarda sürüngen haşere şeklinde doğacaktır (Vişnu Purana, 3:11). Hinduizm’de zina suçu için ceza tayininde tarafların ait oldukları kast önemli yer tutmaktadır. Bu suçun karşılığı olarak para cezası, demir çubukla dövme, iki parmağını keserek merkep üzerinde dolaştırılma, hapis, mal varlığına el koyma, cinsel organını kesme, yakma, saçlarını tıraş etme, köpeklere parçalatma (The Laws of Manu, 8:364-385) gibi yaptırımlar ve cezalar uygulanırdı.
     Eski Türkler’de de zina oldukça ağır bir suçtu. Zina ettiği ispat edilen taraflar iki hayvanın (çoğunlukla inek, manda, at) arasına bağlanır ve farklı yönlere çekilen hayvanların arasında kalan zâninin vücudu parçalanırdı. Kutluk Türkleri’nde zina eden taraflar yakılırdı.
     Yahudilik’te “niuf, zenut” gibi İbrânîce kelimelerle anlatılan zina en büyük suçlardan biridir. Erken dönemlerde zina kavramı büyük oranda kadının kocasının mülkü oluşu kavramıyla ilişkilendirilmişti. Kadın kocanın özel mülkü olduğuna göre zina doğrudan doğruya mülke tecavüz anlamına geliyordu (Çıkış, 20/13; Tesniye, 5/17). Bu hukukî anlayışın yanında dinsel bağlamda zina eden kirlenmiş kabul edilirdi (Levililer, 18/20). Sürgün sonrasında daha teolojik bir anlama bürünen zina Tanrı’ya karşı işlenen bir suç (Tekvîn, 20/6; 39/8-9) ve putperestlik olarak algılanmıştır (Hoşea, 1-3; Yeremya, 3). Zinanın On Emir’de şiddetle yasaklanması da (Çıkış, 20/13; Tesniye, 5/18) muhtemelen yine aynı dönemin ürünüdür. Zina eden yahudiler taşlanarak öldürülürdü (Tesniye, 22/24). Bunların yakıldığına (Tesniye, 38/24) ve çırılçıplak sokağa terkedildiğine dair referanslar da vardır (Hoşea, 2/5). Nişanlı kızla zina durumunda suçlunun recmedileceği Tevrat’ta belirtilmekte (Tesniye, 22/13, 20-21, 23-25), evli kadınla zina durumunda da öldürüleceği kaydedilmektedir (Levililer, 20/10; Tesniye, 22/22). Rabbinik gelenek, şayet zina eden evli kadın kâhin sınıfından birinin kızı ise onun yakılarak cezalandırılmasını talep eder (Levililer, 21/9; Sanhedrin, XV/13; The Code of Maimonides, “Holiness: Forbidden Intercourse”, 1/6).
     Hıristiyanlık’ta zina her ne kadar kavram ve hüküm olarak yahudi şeriatından alınıp devam ettirilse de (Markos, 10/19; Luka, 18/20; Resullerin İşleri, 15/19-20) Hz. Îsâ tarafından bu kavramın kapsamı biraz daha genişletilmiş, insanın karşı cinse şehvetle bakışı dahi kalben zina kapsamında düşünülmüş (Matta, 5/27-28), boşandıktan sonra evlenme her iki taraf için zina sayılmış (Matta, 19/9; Markos, 10/11-12; Luka, 16/18), zina vb. cinsel suçlar toplu halde kötülenmiştir (Matta, 15/19; Markos, 7/21; Galatyalılar’a Mektup, 5/21). “Ruha karşı savaşan bedenin şehvetlerinden sakının” önerisi (I. Petrus’un Mektubu, 2/11) dikkate alındığında zina kavramının bir nevi “zihinsel veya fiziksel bütün şehevî olgular, fuhşiyat” anlamında kullanıldığı söylenebilir.
     İncil’de zinaya bir ceza belirlenmemekle birlikte zina edenlerin yargılanacağı (İbrânîler’e Mektup, 13/4), bu gibilerin Tanrı’nın egemenliğinde yer bulmaktan mahrum kalacakları (I. Korintoslular’a Mektup, 6/9-10) belirtilmiştir. Kutsal metinlerden anlaşıldığına göre Hz. Îsâ zina ederken yakalanmış bir kadına recm cezası uygulamamış (Yuhanna, 8/3-11), ancak zinanın boşama için yegâne sebep olduğunu vurgulamıştır (Matta, 19/9; Markos, 10/11-12; Luka, 16/18).
     Ayrıca Pavlus tarafından fuhuş yapanların toplumdan dışlanması önerilmektedir (I. Korintoslular’a Mektup, 5/1-2, 9-13). Daha sonraki dönemlerde kiliseler konuyla ilgili, süresi değişmek üzere kefâret, geçici veya sürekli olarak toplumdan dışlama gibi cezaî düzenlemelerde bulunmuştur.

Müellif: Eldar Hasanov
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2013 yılında İstanbul'da basılan 44. cildinde, 444-445 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri & Grand Alfa Karadeniz Turu

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri  &  Grand Alfa Karadeniz Turu      5 Gün - 4 Gecelik (3 gece otel konakla...