Dini hayatta ihtiyatlı olunması gerektiği durumlarda, böyle bir tutum takınmayı lüzumlu kılan sebepler vardır. Bu sebeplerin başında şüphe (iştibâh) gelmektedir. Şüphe hükmün elde edildiği delilde vaki olabileceği gibi hükmün bizzat kendisinde ve neticesinde de vaki olabilir.
Delildeki şüphe, ya müçtehidin kendisine vakıf olamamasından veya asıl maksadın anlaşılmasına mani olacak tarzda bir kapalılığın bulunmasından, ya da başka bir delille çatışır bir halde olmasından kaynaklanabilir. Bu tür şüpheler müçtehitlerin karşılaşabilecekleri şüphelerdir. (1) Böyle bir durumda müçtehit ihtiyata yönelmek durumundadır.(2)
Hükmün bizzat kendisindeki şüphe, ihtiyatlı olma konusunda en kapsamlı etkiye sahiptir. (3) Hükümde şüphe vaki olduğunda mükellef dini hükmün gereğini yerine getirme konusunda bir belirsizlik içinde bulunur ve nasıl hareket edeceği yönünde kararsız kalır.İşte böyle bir durumda mükellef ihtiyat yolunu tercih etmek durumundadır. Bir şeyin helal mi haram mı olduğu konusunda şüphe olduğunda mükellef o şeyin haram olma ihtimalini esas alarak o işi yapmaktan kaçınmak suretiyle ihtiyat yapmış olacaktır.
Herhangi bir hükme tabi olan bir ameli işlemenin bir sonucunun olması tabiidir. Bu netice olumlu mu yoksa olumsuz mu şeklinde bir belirsizlik olursa, hükmün neticesinde vaki olan şüpheden söz edilir. Çünkü bir eylem sonuç itibariyle ya iyi neticeler doğurur, ya da kötü neticeler doğurur. (4) Bu kabil şüpheler daha çok sedd-i zerâyi ile gündeme gelen ve bundan dolayı da ihtiyatı gerektiren şüphedir. İbnu’s-Subkî -zerâyiin kısımlarından söz ederken- babasından naklen şunu söylüyor: “Kötü sonuca götürmeyeceği kesin olduğu halde, o sonuca götürecek olanla karışırsa, (ihtilât) kapının kapatılması ve harama götürmeyeceği kesin olan nadir durumun, çoğu kere harama götüren duruma ilhak edilmesi ihtiyattır.” (5)
İhtiyata sebep teşkil edecek şüphenin muteber olabilmesi için şu şartların bulunması gerekir. (6) Buna dair bazı detaylara ihtiyatın şartlarında yer verilecektir.
Dini yaşantıda ihtiyatî tutum teşvik ve tasvip edilen bir davranış olduğu kadar aynı zamanda hassas bir konudur. Çünkü ölçüsü ve dozajı kaçırılmış ihtiyat yaklaşımları mükellefe fayda yerine zarar veren boyutlara varabilir. Hatta sadece yanlış ihtiyat uygulaması yapan mükellefin kendisine değil aynı zamanda onun şahsında genel olarak İslam dininin özel olarak da dini hükümlerin suretinin çarpıtılmasına da yol açmaktadır. Nitekim gerçek hayatta yanlış ihtiyat tezahürlerine şahit olmaktayız. Bu sebeple ihtiyatın gerektiği yerde ve gerektiği ölçüde olması için bazı şartları taşıması gerekmektedir.
~~~~ * ~~~~
Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İbn Hamîd, Raf‘u’l-Harac, s. 338.
2) Semâ‘î, Nazariyyetu’l-İhtiyât, 92.
3) Gazâlî, İhyâu ‘Ulûmi’d-Dîn, II/117.
4) Senûsî, İ‘tibâru’l-Meâlât, s. 19.
5) İbnu’s-Subkî, el-Eşbâh, I/120.; Krş.: Zerkeşî, el-Bahru’l-Muhît, IV/385.
6) Pala, İhtiyat, s. 238.
~~~~ * ~~~~
4. İhtiyatî Tutumun Geçerlilik Şartları
Fıkıh kaynaklarımızda fakihlerin çok sıklıkla kendisine atıf yapılmış olmasına rağmen ihtiyatın meşruiyet dairesini belirleyecek muayyen şartlardan söz etmemişlerdir. Fakat ihtiyattan bahsettikleri konularda yer alan bilgiler ışığında ihtiyat için öngörülen şartları tespit etmek mümkündür. Nitekim İslam hukuku açısından ihtiyata dair yaptığımız çalışmada bu şartlar tespit edilmiştir. Bu nedenle söz konusu şartları adı geçen kitabımızdan (bazı tasarruflar dışında) aynen aktarmakla yetinmek istiyorum. (1) Bu şartlar vesilesiyle kimi olumsuz ihtiyat yaklaşımlarına da yer verilmiştir.
1- Naslara Aykırılık Teşkil Etmemelidir:
İhtiyat kuralının geçerli ve meşru olmasının en başta gelen şartı, Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet naslarına aykırı olmamasıdır. Bütün usul kurallarında söz konusu olan bu ön şartın ihtiyat için de öngörülmüş olması son derece tabiidir. Mükellef bazı durumlarda nasların açık ifadelerine veya ruhuna aykırı olduğu halde ihtiyat yapmak isteyebilir.Pek tabiidir ki bu halde ihtiyat yapılması caiz olmaz, yapılsa bile dinî bakımdan bir meşruiyet kazanmaz. Aksine günah olur. İbn Kayyim gerçek ihtiyatın nasıl olması gerektiğine dairşöyle demektedir: “Bilinmelidir ki, kişiye fayda veren ve Allah (c.c.)’ın kendisi sebebiyle mükâfatlandıracağı ihtiyat, sünnete uygun davranmak (muvâfakat) ve ona aykırı olanı terk etmede gösterilecek ihtiyattır. İhtiyat tamamen buradadır. Aksi halde sünnetin dışına çıkan kimse kendi lehine ihtiyat yapmış olmaz, bilakis gerçek ihtiyatı terk etmiş olur.” (2) Bir başka yerde: “İhtiyatın tamamı, sünnete muhalif olan şeyin dışına çıkmaktır.” (3) İbn Hazm da bunu teyit eden şu ifadeyi kullanıyor: “Gerçek ihtiyat Kur’ân-ı Kerîm ve sünnete bağlı kalmaktır.” (4)
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, bu şartı teyit eden şu hadisi manidardır: Hz. Aişe (r.a.) validemizin anlattığına göre, Resulullah (s.a.v.)’ın yaptığı ve hakkında ruhsat verdiği bir işi bazı kimseler hoş karşılamadılar ve onu yapmaktan sakındılar. Bu bilgi Resulullah (s.a.v.)’a ulaşınca Allah (c.c.)’a hamdettikten sonra şöyle buyurmuştur: “Bazı kimselere ne oluyor ki, benim yaptığım şeyi yapmaktan sakınıyorlar. Allah (c.c.)’a yemin ederim ki, ben Allah (c.c.)’ı onlardan daha iyi biliyor ve O’na karşı gelmekten daha çok sakınıyorum.’” (5) Hadiste her ne kadar onların ihtiyat saikiyle sakındıkları açıkça yer almıyorsa da, iyi niyet gösterip “zühd” maksadıyla kaçındıkları izlenimi edinilmektedir. Zühdün de bir çeşit ihtiyatî tutum olabileceği göz önüne alınırsa, “zühd veya ihtiyat yapıyorum” diye Resulullah (s.a.v.)’ın ruhsat verdiği bir fiili yapmaktan kaçınmanın sünnete aykırılık teşkil ettiği hadisten anlaşılmaktadır. Çünkü bu tutum Hz. Peygamber (s.a.v.)’den daha “takva” olmayı çağrıştırmaktadır ki, bu mümkün değildir. Nitekim Resulullah (s.a.v.)’ın, onların bu tutumuna kızma gerekçesinin de bu olduğu anlaşılmaktadır.
~~~~ * ~~~~
Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Pala, İhtiyat, s. 243-257.
2) İbn Kayyim, İğâsetu’l-Lehfân, II/162.
3) İbn Kayyim, er-Rûh, I/256.
4) İbn Hazm, el-İhkâm, V/8.
5) Buhârî, İ‘tisâm - 5, Hd. No: 6871, VI/2662.
İhtiyatın Kur’ân ve sünnete aykırılık teşkil edebileceği durumlardan biri de şudur: İhtiyata başvurabilmek için, hakkında şüphe bulunan mesele ile ilgili olarak, mükellefin ne yapması gerektiği konusunda Şârî tarafından net bir açıklama yapılmamış olması gerekir. Eğer böyle bir durum varsa mükellefin ona göre hareket etmesi lazımdır. Alimlerin şöyle bir tespiti vardır: “Amaç başka şekilde gerçekleşirse, artık vesileye itibar edilmez.” (1) Sorumluluktan çıkmak amaç, ihtiyat ise onu sağlayan bir araçtır. Eğer Şâri‘, sorumluluktan çıkmayı vesilesiz olarak başka hükümlerle belirlemişse ona göre hareket edilmek durumundadır.
Öyleyse nasların ihtiyat dışında belirlediği yol izlenmelidir. Böyle bir açıklama olmadığı takdirde ancak ihtiyata başvurulabilir. Şüpheli durumlarda mükellefin nasıl davranacağı konusunda kanun koyucunun bir açıklaması (hükmü) olduğu halde mükellef ihtiyat cihetine giderse, nassa aykırı hareket etmiş olur. Bu aykırılık, ya Şâri’in hakkında hüküm belirtmediği bir meselede “istishab”a göre hareket edilmesi yönündeki emrine uymamakla olur, ya da bazı durumlarda görünürdeki (zâhir) duruma göre hareket edilmesi şeklindeki emrini yapmamakla olur. (2)
Örneğin, abdestli olduğundan emin olan kimsede sonradan oluşan “abdestli olup olmadığı” yönündeki şüpheye itibar edilmez. Dolayısıyla bu şüpheden ötürü ihtiyaten yeniden abdest almak gerekmez. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) böyle durumlarda bir ses duyulmadıkça yahut bir koku almadıkça şüpheye itibar edilmemesini emretmiştir. Şu halde bu hadise rağmen ihtiyat yapmak nassa aykırılık teşkil edecektir. Zira nas bu durumlarda “istishab”a göre hareket edilmesini öngörmektedir. Semâ‘î bu tür aykırılığı, ihtiyat için “dinî alternatif uygulama imkânının olmaması” adıyla ayrı bir şart olarak belirlemiştir. (3)
Kanaatimize göre, buna gerek yoktur. Çünkü bu açıkça nassa aykırı bir ihtiyat özelliği taşımaktadır. Dolayısıyla nassa aykırılık şartı kapsamında mütalaa edilmesi daha isabetlidir. Nitekim kendisi de bu şartın nassa aykırılık şartına bağlı (lâzım) bir şart olduğunu ifade etmektedir. (4) Naslara aykırı ihtiyat tutumunun söz konusu olabileceği diğer bir hususta ruhsatlar konusudur. Münib Şakir bunu ayrı bir şart olarak zikretmişse de, bize göre bu, naslara aykırı olmama şartıyla doğrudan ilişkili olduğu için bu çerçevede değerlendirilmesi gerekir. Ruhsatlar geçici hükümler olup belli zaman ve şartlarla sınırlıdır. Yolculuk sırasında namazların kasredilmesi hükmü, zaruret hallerinde bazı haramların –zaruret miktarıyla sınırlı olmak üzere- mübah kılınması hükmü böyledir. Bu bağlamda ihtiyat, bazı ruhsatlardan yararlanmama şeklinde kendini gösterir. Bazı insanlar ruhsatlardan yararlanma hakkından feragat etmenin, ihtiyat bakımından daha iyi ve aynı zamanda daha dindar olmanın bir göstergesi olarak düşünebilmektedirler.
~~~~ * ~~~~
Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bk. A. Buhârî, Keşfu’l-Esrâr, II/340.; Krş.: Şâtıbî, elMuvâfakât, II/212.
2) Semâ‘î, Nazariyyetu’l-İhtiyât, s. 246.
3) Semâ‘î, Nazariyyetu’l-İhtiyât, s. 245-247.
4) Semâ‘î, Nazariyyetu’l-İhtiyât, s. 246.
Kanatimizce insanları böyle bir duruma sevk eden sebep, azimetle ruhsattan hangisinin faziletli olduğuyla ilgili tartışmadır. (1) Bu tartışmada ruhsatın daha faziletli olduğu görüşünü esas alanlar, bunun ihtiyata da uygun olacağını düşünmüş olabilirler. Gerçek şu ki, her iki hüküm de Şâri‘ tarafından meşru kılınmış olduğundan, birinin diğerine üstünlüğü söz konusu değildir. Eğer bir üstünlük söz konusu ise bu, bahis konusu olan hükümlerin uygulanması sırasındaki yer, zaman ve şartlara göre değişebilir. Dolayısıyla bazen azimet ruhsattan, bazen de ruhsat azimetten üstün olabilir. (2)
Şu halde ruhsatlardan yararlanmamak ihtiyatî bir tutum olması bir tarafa, ruhsatları emreden, meşru kılan naslara açık bir aykırılık da içerebilir. Ancak hemen belirtelim ki, burada naslara aykırılığı söz konusu olan ihtiyat, yapılması zorunlu olan, yani kesin emredilmiş ruhsatlardır. Mübah ya da mendup kabilinden olan ruhsatlarda ihtiyat yapılabilir, (3) hatta bunun müstehap ve mükafata vesile olduğu da ifade edilmiştir. (4) Açlıktan dolayı hayati tehlikeye maruz kalan kimsenin, ihtiyatlı olmak adına yenilmesi aslen haram kılınmış olan bir şeyi yememesi nassa aykırı ihtiyata bir örnektir.
2- İhtiyatı Gerektiren Şüphenin Kuvvetli Olması Gerekir:
İhtiyatın şüpheden kaynaklanan belirsizlik sebebiyle gerektiğini biliyoruz. Dolayısıyla ihtiyata mesnet olacak şüphenin mahiyeti bu açıdan önem arz etmektedir. Her şüpheye itibar edilemeyeceğinden anlaşılıyor ki, ihtiyatın meşru olabilmesi için şüphenin güçlü olması gerekir. Bu, ihtiyat için öngörülen ikinci önemli şarttır. Çünkü insanın iç dünyasında oluşan kuşkular her zaman aynı derecede olmayabilir. Haliyle her şüpheye itibar edilerek ihtiyat yapılacak olursa bu, ihtiyatın nerede başlayıp nerede biteceği konusunda, hükümlerin istikrarsızlığına yol açabilir. Oysa hukuk kurallarında istikrar önemlidir.
O halde mükellefin ihtiyatla hareket etmesine sebep olan şüphenin kuvvetli şüphe olması bir zorunluluktur. (5) İbn Abdisselâm’ın şu tespiti manidardır: “Bazen vera‘, mefsedet ve maslahatların ortaya çıkması ihtimali sırasında zanna göre hareket etmeyi terk etmek şeklinde olabilir. İtibar edilmesi halinde, meşru maslahatların engellenmesine (askıya alınmasına) yol açacak her ihtimal, reddedilmiş olup itibara alınmaz.” (6) İbn Teymiyye, dinin temel ilkelerinin (usûl) ihtiyatı yasaklamadığını, ancak mücerret şüphe (şek) ile de sabit olmayacağını söylemektedir. (7) İbn Abdisselam da ihtimalin uzak olduğu durumlarda vera‘(ihtiyat)ı bir tür vesvese olarak nitelemiştir. (8) Şüphenin kuvvetini belirleyecek net bir kriterden söz etmek oldukça zordur.
Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bu konudaki ihtilaf hakkında bk. Şâtıbî, el-Muvâfakât, 300 vd.; Dimaşkî, Abdulkadir Bedrân, elMedhal ilâ Mezhebi Ahmed b. Hanbel, Thk.: Abdullah et-Turkî, Muessesetu’r-Risâle, 2. bs., Beyrut, 1980, s. 168.
2) Bk. İbn Abdisselâm, el-Fevâid, s. 116.
3) Bk. Şâtıbî, el-Muvâfakât, I/338.; a.mlf.: el-İ‘tisâm, I/161.
4) İbn Rüşd, el-Beyân ve’t-tahsîl, XVII/269.
5) Suyûtî, el-Eşbâh, s. 124.; Krş.: Meyyâre, Şerhu Meyyâr, II/292.; İbn Nuceym, el-Eşbâh, s. 130.; Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, IV/146.
6) İbn Abdisselâm, Şeceretu’l-Me‘ârif, s. 308.
7) İbn Teymiyye, Mecmû‘u Fetâvâ’ibn Teymiyye, XXV/125.
8) İbn Abdisselam, Şeceretu’l-Me‘ârif, s. 309.; Krş.: San‘ânî, Subulu’s-Selâm, IV/173.
Bu konuda kişinin kendi iç dünyasında oluşan kanaat daha belirleyici gibi gözükmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Vâbısa’ya söylediği: “Kalbine danış…” hadisi buna işaret etmektedir. Ebû Muhammed Cüveynî şöyle demektedir: “Ne zaman ki bir mesele hakkında işkale maruz kalır da, hafif ve ağır (et-tevsu‘a ve’t-teşdîd) hüküm arasında kalırsan, o meseleyi senin için yazdığım esaslara (el-usûl) arz et. Sakın bu esaslardan birini ihmal etme! Böyle yaparsan (ihmal edersen) Allah (c.c.)’ın senin için çizdiği sınırı aşarak günaha girersin.” (1) Bu anlamı biraz daha açık olarak Karâfî şöyle dile getirmektedir: “Sende galip bir durum vaki olup; onun geçersiz sayılan türden mi muteber olan türden mi olduğunu bilemezsen, bu hususta izleyeceğin yol: Nasların ‘mevâridi’ni (hareket noktalarını) ve fetvaları, hıfzın geniş ve anlayışın iyi olduğu halde güzelce tespit etmendir. Sendeki galib görüşün ilgası tahakkuk etmezse, onun muteber olduğuna inan. Bu fark ancak, fıkhî meseleler ve dinî hareket noktaları hakkında geniş vukufiyeti olanın elde edeceği bir durumdur.” (2)
3- Mükellefi Sıkıntıya Sokacak Nitelikte Olmamalıdır:
İslamiyet’in, insanları dinî mükellefiyetlerde kullar için sıkıntı ve zorluğa sebep olacak şeylerle mükellef tutmaması, onlar için kolay olanı öngörmesi, onun ayırıcı özelliklerinden biridir. Bu, bizzat Kur’ân-ı Kerîm ayetleriyle sabit olmuş, (3) Hz. Peygamber (s.a.v.)’in söz ve uygulamalarıyla da perçinleşmiş önemli bir prensiptir. (4) O yüzden ihtiyatın, mükellefi altından kalkamayacağı sıkıntıya sokmaması gerekir. İslam hukukçuları, ihtiyat zarardan ya da zarar ihtimalinden kesin surette hali olduğu zaman başvurulacak bir yoldur, derken bu şarta işaret etmektedirler. (5)
Bu şartın önemi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadislerinde kaçınılmasını emir ve tavsiye ettiği şüpheli şeyler (müştebihât) ile, “kolaylık ilkesi” (raf‘u’l-harac) arasında sağlıklı bir denge kurmada kendini gösterir. İhtiyatın en kaygan olduğu zeminlerden birinin bu dengenin kurulamaması olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki, kimi insanlar dinî yaşantılarında ihtiyat adına, hayatı kendileri için adeta yaşanmaz hale getirirken, kimileri de “dinde kolaylık vardır” diyerek helaller ve haramların sınırlarını zorlayacak tarzda şüpheli şeyleri önemsememe (mütesâhil) gafletine düşebilmektedirler. İşte bu dengenin sağlanabilmesi için, uygulanmak istenen ihtiyatın, mükellefi meşakkate sokacak nitelikte olmaması öngörülmüştür. Yani ihtiyatın yapılması veya uygulanması mümkün olmalıdır. Şâtıbîo dengeyi şu sözleriyle özetlemektedir: “Din (şerî‘at) kendi ‘muktezâ’sıyla teklif konusunda vasat ve en dengeli (a‘del) yolu izlemekte; bir tarafa meyletmeyen bir ayarda her iki taraftan da alan, kula sıkıntı vermeyecek ve çözülmeye sebep olmayacak şekilde onun gücü dahilinde olan bir mükellefiyet öngörmektedir. Hatta bütün mükelleflerde son derece itidali gerektiren bir denge (muvâzene) üzerinde yürür.
Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Cüveynî, et-Tebsira, s. 13.
2) Karâfî, el-Furûk, IV/251.; İbnu’ş-Şât, İdrâru’ş-Şurûk, IV/241.; Mekkî, Tehzîbu’l-Furûk, IV/279.
3) Bk. “…din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi…” Hac, 22/78.
4) Bk. Çalış, İslam’da Kolaylık Prensibi.
5) Râzî, el-Mahsûl, III/367.; Amidî el-İhkâm, 1/240.
(...) Şayet hükümler, mükellefin orta yoldan saparak iki taraftan birine yönelmesinden ya da sapma beklentisinden dolayı konulmuş ise bu, mükellefi orta yola ve itidale getirmek içindir.”1 Şâtıbî bu noktada alimler ve müftüler üzerine düşen önemli göreve işaretle şöyle demektedir: “Fetvada, en üst dereceye ulaşabilen müftü, insanları, halkın çoğunluğuna uygun düşecek biçimde itidal üzere olmaya sevkedebilen kimsedir. Böyle bir alim, onları aşırılığa (şiddet) ve çözülmeye sevk etmez. Bunun doğruluğunun delili, şeriatın orta yolcu özelliğidir. Bilindiği üzere İslâm şeriatı denge şeriatıdır. Daha önce de geçtiği üzere, Şâri‘ Teâlâ’nın mükelleften istediği şey, ifrat ve tefrite düşmeksizin din yoluna sülük etmesidir. Buna göre müftî, müsteftîye vereceği fetvada bu noktayı göz önünde bulundurmaz ve orta yoldan çıkarsa, Sâri‘ Teâlâ’nın kasdını ihlal etmiş olur. Bu yüzdendir ki dinde derinleşmiş ilim erbabı, orta yoldan çıkan ve ifrat ya da tefriti temsil eden görüşlerin yerilmiş olduğunu ve iyi karşılanmadığını dile getirmişlerdir.” (2)
Belirtilmelidir ki, söz konusu edilen meşakkat mutlak anlamda değildir. Aksine mükellefin gücünü aşacak boyutta olan sıkıntıdır. Yoksa kastedilen, hiç bir surette sıkıntının olmaması değildir. Zira bu, anlam olarak da zaten “yük ve külfet” demek olan mükellefiyet (teklîf)in mantığına aykırıdır. Esasen imtihan için yaratılmış olan insan için meşakkat teklifin yapısında vardır. Ancak bu sıkıntı, Allah (c.c.)’ın kendisine bahşettiği maddî ve manevî nimet ve donanımlar sayesinde insanın üstesinden gelebileceği, kaldırabileceği bir sıkıntı ve yüktür. Öyleyse ihtiyatta da mükellef kimi zahmetlere maruz kalabilir. Fakat bunlar üstesinden gelemeyeceği türden değildir. İnsanın gücünü aşan seviyedeki sıkıntılara sebep olduğu takdirde mükelleften ihtiyat talep edilmez. Şâtıbî’nin şu ifadeleri bu hususu isabetli bir şekilde açıklar niteliktedir: “Vera‘ın bizzat kendisinin zor bir davranış olduğunda söylenecek bir şey yoktur. Nitekim takva üzere yaşamanın zor olduğu da bir gerçektir. Ne var ki, vera‘ ve takvadaki zorluk, ilgili davranışların yapılması açısından değildir. Çünkü Yüce Allah dinde bizim için bir güçlük kılmamıştır. Zorluk, nefsin (insan psikolojisinin) alışık olduğu şeyleri terk etmesinde ve özellikle arzularını (hevâ) engellemesindedir.” (3)
İslam düşünce sisteminde teklifin nimet-külfet dengesi üzerine kurulduğu göz önüne alındığında, müslüman kişinin, Kur’ân ve sünnetin çizdiği daire içerisinde, kulluk görevlerini ifa ederken çekeceği sıkıntı ve karşılaşacağı zorluklar oranında Allah (c.c.) katında mükâfata nail olacağı muhakkaktır. Hatta Kur’ân-ı Kerîm’in ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadislerinden anlaşıldığına bakılırsa, söz konusu mükâfat oranı kulun lehinde daha fazla olabilecektir. Vera‘ ve ihtiyatın dinde övülmüş olmasının sırrı da bu olsa gerektir.
İslam hukukunda bu şartın en belirgin tezahürlerinden biri, sınırı veya miktarı tespit edilemeyecek derecede belli olmayan helal-haram karışması durumunda mükellefin ihtiyattan muaf tutulmuş olmasıdır. Çünkü böyle durumlarda mükellefin ihtiyatı uygulama imkanı bulunmamaktadır.
Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Şâtıbî, el-Muvâfakât, II/163.
2) Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/258.
3) Şâtıbî, el-Muvâfakât, I/106.
Buna rağmen onun ihtiyatla mükellef tutulması ise “zorluğun kaldırılması” ilkesine terstir. İhtiyatın uygulanmasının zor olduğunu gösteren ve mükellefi sıkıntıya sokacak durumlardan biri de fakihlerin; “Kendisinden sakınmak mümkün değildir.” (1) İfadesini kullandıkları meselelerdir. Bu ifade bazen ihtiyat anlamına da geldiğinden, bu tür meselelerin bazıları ihtiyatı gerektiriyor olsa bile, onu gerçekleştirmek mümkün olmadığından mükellef ihtiyattan sorumlu tutulmamıştır.
4- İhtiyat Kendisinden Beklenen Amacı Gerçekleştirici Olmalıdır:
İhtiyattan beklenen en nihaî amaç ve yarar, müslüman mükellefin, şüpheli durumlarda manevi yönden kendi lehinde olanı yaparak uhdesindeki sorumluluktan kesin olarak çıkmasını sağlamaktır. Eğer uygulanmak istenen ihtiyat bu amacı kesin veya zann-ı galibe göre gerçekleştirecek durumdaysa uygulanır. Değilse uygulanmaz. Çünkü beklenen amaca ulaştırmayan ihtiyat anlamsız olacaktır. Bu yüzden böyle bir şart öngörülmüştür. Nitekim Makkarî’nin zikrettiği şu kural bunu izah eder niteliktedir: “Amaca götürmeyeceği açıkça anlaşılan araca (vesîle) itibar edilmez.”(2) Mükellef ihtiyat yapmak istediğinde ondan beklenen amaç ve yararı gerçekleştirecek şekilde yapmalıdır. Örneğin, beş vakit namazdan birini unutarak kılmamış olan kimse, kılmadığı bu namazın hangi vakit olduğunda şüpheye düşer ve belirleyemezse, farz olan namaz sorumluluğundan kesin çıkmış olabilmesi için, beş vakit namazın hepsini ihtiyaten kılması gerekir. Böyle yapmayıp ihtiyat adına namazlardan bir kısmını kılmak isterse bu gerçek bir ihtiyat olmaz. (3) Çünkü kıldığı namazın unuttuğu namaz olduğu kesin belli değildir. Dolaysıyla sorumluluktan henüz kurtulmuş olmaz. Böylece ihtiyat da amacına ulaşmamış olur.
5- Dinî Bakımdan Olumsuz Durumlara Yol Açmamalıdır:
Bu şart, naslara aykırılıktan daha genel anlamda dinin ruhuna, temel felsefesine ve ilkelerine aykırı olmamayı öngörmektedir. İhtiyat dine aykırı bir duruma götürmediği sürece güzeldir. Aksi halde asıl ihtiyat bu tür ihtiyatın terk edilmesidir. (4) Burada bahse konu olan olumsuzluk iki şekilde olabilir:
Birincisi: İhtiyatın dinî bir farizanın veya sünnetin terk edilmesine yol açmasıdır ki böyle bir ihtiyat anlayışı, deyim yerindeyse “kaş yaparken göz çıkarmak” olur. Zira böylesi yaklaşımlar çoğu kere iyi niyetten hareket etmektedir. Ne var ki, ihtiyatın hangi durum ve şartlarda yapılması konusunda sağlıklı bilgiye sahip olunmadığı zaman, ihtiyat yapmak adına belki kimi farzların ihmal, hatta terk edilmesi söz konusu olabilmektedir.
Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bk. Serahsî, el-Usûl, I/376, 378.; a.mlf.: el-Mebsût, III/140, IV/142, 147, IX/172.; Şîrâzî, et-Tenbîh, s. 188.; Kâsânî, el-Bedâi‘, I/68, 215, 221, 239, 242.; II/202.; İbn Kudâme, el-Muğnî, I/39, 68, II/122, 436.; Ensârî, Fethu’l-Vehhâb, I/208, II/324.; İbn Nuceym, el-Eşbâh, s. 111.
2) Makkarî, el-Kavâ‘id, I/242.; Krş.: Karâfî, el-Furûk, II/270-271.; Erdoğan, İslam Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, s. 109-110.
3) Şakir, el-‘Amel, s. 309. 4 İbn Kayyim, İğâsetu’l-Lehfân, I/163.
Bu bağlamda İbn Âşûr şu tespiti yapmaktadır: “Aşırılık, mübalağaya,mubah olan bir şeyi emredilen veya yasaklanan şeye katma yahut dini bir görevi Şâri‘in istemediği derecede ağırlaştırarak yapma konusundaki abartıya dayanır. Bu tutumun nedeni, Şâri‘in isteğini yerine getirmede kusurlu davranma endişesidir ki, bu yaklaşım Resulullah (s.a.v.) tarafından aşırılık ve müşkülpesentlik (tanattu‘) olarak nitelendirilmiştir. İstinbat ehlinin ve müftülerin Müslümanları dine yöneltirken aşırılığa ve müşkülpesentliğe yol açacak durumlardan kaçınmaları gerekir.”1 İbn Abdisselâm: “Allah (c.c.)’ın farzlarının iskâtına (terk ya da ihmal edilmesine) yol açan bir vera‘(ihtiyat)da hayır yoktur.”2Diyerek bu şartın önemine işaret etmektedir.
İkincisi:
İhtiyatın vesvese ve evhama dayalı olarak aşırılığa yol açmasıdır. Şu halde mükellefin zihninde vaki olan şüpheye dayanarak gelişigüzel ihtiyat yapması, gerçekte ihtiyat olmaz. Aksine o bir vesvese ve boş kuruntudan başka bir şey değildir. Bunun için alimler, gerek ibadetlerde gerekse diğer konularda ihtiyatlı olmanın, vesvese boyutuna varmadığı sürece tasvip edildiğini belirtmişlerdir. (3) Bir müslümanın dinî yaşantısında normal olan durum, kesin belirlenmiş hükümlerin egemen olmasıdır. Şüpheli durumlar ve ondan ötürü ihtiyatlı olmak ise istisnaî ve nadiren vukubulabilecek hallerdir. Oysa vesvese boyutuna varan ihtiyat anlayışlarında tam tersine, o kimselerin dinî hayatlarına normal hükümler değil, vesvese ve vehimler hakimdir. Elbette dinin böyle bir tutumu onaylaması düşünülemez. İbn Abdisselâm diyor ki: “Vera‘ (ihtiyat) olarak saymadığım hususlardan biri de, bilhassa dinin katılmaya teşvik ettiği düğün yemeği gibi mahza helal olan yemekleri, zalim kimse taşıdı (hazırlayıp getirdi) diye yememektir. Çünkü vasfı ve sebebi itibariyle helal olan şeyden kaçınmanın meşru bir gerekçesi yoktur. Bu tür kaçınmalar ancak olsa olsa, dinin itibar etmediği vesvese, evham vb. sebeplerle olur.” (4) Nitekim İbn Abdisselâm çoğu vera yaklaşımlarının vehimlere dayandığını ifade etmiştir. (5)
İhtiyatın vesveseye dönüşmemesini sağlayacak ölçüt nedir? Diye sorulduğunda, bu sorunun cevabını net olarak vermek çok da kolay gözükmüyor. Zerkeşî’nin nakline göre İbn Dakîk el-‘Îd şöyle demiştir: “Vera‘ (ihtiyat) ile vesvese arasındaki fark çok hassastır ve tespit etmek zordur. Müsamahakâr (mutesâhil/önemsemeyenler) olanlar vera‘ kabilinden olan bazı hususları vesvese olarak değerlendirmekte, aşırı gidenler de vesvese kabilinden olan kimi durumları vera‘ (ihtiyat) olarak değerlendirmektedir. (…) Aradaki farkı şöyle belirlemek gerekir: Dinin temel esaslarına (el-usûlu’ş-şer‘iyye) dayanan hiçbir şey vesvese değildir.”6 Şu halde ihtiyat belli bir alamete dayanmalıdır. Yani ihtiyatı gerektirecek şüpheyi işaret eden bir alamet mutlaka olmalıdır.
Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İbn Âşûr, Makâsıdu’ş-Şerî‘a, s. 370.
2) İbn Abdisselâm, Fetâvâ Sultâni’l-‘Ulemâ el-‘İzzi’bni Abdisselâm, Thk.: Mustafa Âşûr, Mektebetu’lKurân, Kahire, 1987, s. 48.
3) Nevevî, el-Mecmû‘, I/413.; a.mlf.: Şerhu Sahîhi Muslim, III/179.; Munâvî, Feydu’l-Kadîr, I/278.
4) İbn Abdisselâm, Kavâ‘idu’l-Ahkâm, I/199.
5) İbn Abdisselâm, el-Fevâid, s. 42.
6) Zerkeşî, el-Mensûr, II/230.
Eğer bir alamet yoksa, o takdirde bir vesveseden söz edilir. (1) İbn Hacer el-Heytemî (ö. 974/1567) bu farkı şu misalle açıklıyor: sık sık pislenme durumunda olan bir elbiseyi ihtiyaten yıkamak doğru ve tasvip edilen bir tutumdur. Fakat yeni alınan bir elbiseyi pis olma ihtimali vardır düşüncesiyle ve ihtiyat maksadıyla yıkamak ise vesveseden kaynaklanan bir harekettir. (2) Bu durumda gerçek ihtiyat vesveseden doğan ihtiyatı terk etmek olacaktır. (3)
İhtiyat adına, vesvese ve vehimlere göre hareket etmek, üçüncü şart vesilesiyle sözünü ettiğimiz itidalin bozulması anlamına da gelir. Zira bu orta zeminden, tasvip edilmeyen aşırı bir uca kaymaktır. Dinde aşırılığın ne derece yerilmiş olduğu açıktır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in: “Biriniz namazda iken, makatında bir hareket hisseder de, abdestinin bozulup bozulmadığı hususunda tereddüde düşerse, bir ses işitmedikçe veya bir koku almadıkça mescidi terketmesin.” (4) Buyurması, şüpheli durumlarda vesveseye karşı alınacak önlem konusunda çarpıcı bir hareket tarzını ortaya koyması bakımından oldukça dikkat çekicidir. Benzer amaç taşıyan başka bir hadis-i şerif şöyledir: Hz. Peygamber (s.a.v.)’e: “Ya Resulellah! bazı kimseler bize et getiriyorlar; Fakat ona besmele çekilip çekilmediğini bilmiyoruz, (ne yapalım?)” diye sorduklarında O şöyle buyurmuştur: “Allah (c.c.)’ın adını anın ve yiyin.” (5)
İhtiyat konusunda aşırılığa kaçmak, ihtiyatı ihtiyat olmaktan çıkarır. Bu bakımdan, genel manada dinde aşırılığı kınayan ve yasaklayan ayet ve hadislere binaen, ihtiyat konusunda da aşırılığa gitmenin doğru olmayacağı rahatlıkla söylenebilir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in aşırılığı yeren pek çok hadisi vardır. Onlardan birinde şöyle buyurmuştur: “Dinde aşırlıktan sakının! Sizden öncekileri, dinde aşırı gitmeleri helak etmiştir.” (6) Başka bir hadisinde ise üç kere: “Aşırı gidenler helak oldular” (7) buyurmuştur. Bu hadisin metninde geçen ve ‘aşırı gidenler’ diye tercüme ettiğimiz “المتنطعون “ kelimesi, söz ve davranışlarında aklının ermediği derinlere dalan, aşırı hareketlerde bulunan ve sınırları aşanlar olarak tefsir edilmiştir. (8)
Gazâlî vera‘da mübalağa göstermenin güzel bir şey olduğunu, ancak belli sınıra kadar olması gerektiğini söylerken9 isabetli bir tespitte bulunmaktadır. Yine Gazâlî’nin belirttiği gibi dinî yaşantıda aşırı hareket edenlerin bu tutumlarının doğuracağı olumsuz neticeler sadece kendileriyle sınırlı değildir. Kendilerine bir zarar vermese bile, başkaları üzerinde dince tasvip edilmeyen etkilere yol açabilir.
Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bk. Dimyâtî, İ‘ânetu’t-Tâlibîn, II/47.; Bâ‘alevî, Abdurrahman b. Muhammed b. Hüseyin, Buğyetu’lMusterşdîn, Dâru’l-Fikr, Beyrut, ts., s. 6.
2) Heytemî, el-Fetâvâ, I/220.
3) Dimyâtî, İ‘ânetu’t-Tâlibîn, II/47.; Bâ‘alevî, Buğyetu’l-Musterşdîn, s. 6.
4) Ebû Dâvûd, Tahâret - 68, Hd. No: 177, I/94.; Hadisin benzer rivayetleri için bk. Buhârî, Vudû‘ - 4, 33, Hd. No: 137, 175, I/64, I/77.; Müslim, Hayız -26, Hd. No: 98, 99, I/276.; Tirmizî, Tahâret - 56, Hd. No: 74, I/109.
5) Buhârî, Buyû‘ -5, Zebâih- 21, Hd. No: 1952, 5188, II/726, V/2097.
6) İbn Mâce, Menâsik -63, Hd. No: 3029, IV/228.
7) Müslim, İlim -4, Hd. No: 7, IV/2055.; Ebû Dâvûd, Sünnet -6, Hd. No: 4608, II/611.
8) Bk. Müslim, es-Sahîh, IV/2055.; Ebû Dâvûd, es-Sunen, II/611. 9 Gazâlî, İhyâu ‘Ulûmi’d-Dîn, II/11.
Söz gelimi işin iç yüzünü bilmeyenler, ihtiyat adına yapılan aşırılıkların önemli ve yapılması gereken davranışlar olduğu zehabına kapılabilirler (1) ki, günümüzde din adına tanık olduğumuz birçok yanlışlıkların sebeplerinden biri budur. Bazı insanlar dinde ihtiyat adına nafile amellerle meşgul olurken pek çok farzı ihmal etmektedirler. Abdestte ihtiyatlı davranmış olmak için israf derecesinde su tüketen kimsenin davranışı böyledir. (2)
İmamu’l-Haremeyn el-Cüveynî’nin babsı Ebu Abdillah el-Cüveynî kendisinin bizzat şahit olduğu ihtiyat adına yapılan bazı vesveseci tutumları sert bir şekilde eleştirmektedir. Mesela namazda iftitah tekbirini mükemmel alıp almadığından şüphe ederek, tekrar tekrar tekbiri yenileyen kimseleri gördüğünden bahseder. (3) Bu kimseler o derece aşırı gitmektedirler ki, namazın neredeyse vakti çıkacak veya Cuma namazında imam rekatı tamamlayacak, onlar hala tekbir almakla meşguldürler. (4) Kimisi öyle tekbir alır ki, mescit sallanır. (5)
Ezan ve kamette de aynı tutum vardır. Kimisi büyük abdeste çıkar, taharet için dünyanın taşını toplar, kimisi taharette kovalar dolusu su kullanır. (6) Cüveynî bu kimselerle ilgili olarak ironik bir değerlendirme yaparak şöyle demektedir: “Kendilerine bu tür vesveselerin arız olduğu kimselerden hiç birinin, malî ibadetlerde de böyle davranıp niyetindeki bir halelden dolayı zekatını ikinci kez verdiğini, veya şüpheden dolayı bir ortaklıktan çekildiğini, ya da asıl sakınması gereken kazanç ve muamelelerdeki gizli şüphelerden sakındığını görmedim.” (7) Cüveynî’nin bu sözleri yaklaşık bin sene öncesini tasvir ediyor olmakla beraber, adeta günümüzde olanları betimlemektedir. Bu anlamda tespitler güncelliğini hala korumaktadır. (8) O yüzden bu sözler üzerine bir şey söylemek zait olur. Şu kadarını söyleyebiliriz ki, burada sözü edilen tekbir, ezan vb. konulardaki vesveseye dayalı ihtiyat tutumlarına şahsen ben de defaatle şahit olmuşumdur. (9)
6- Önceliği Olanı İhmal Edici Olmamalıdır:
İhtiyatla hareket etmek isteyen kişinin önünde bazen, aynı konuda birbiriyle çatışık halde birden fazla ihtiyat alternatifi bulunabilir. Böyle durumlarda, kişiyi sorumluluktan çıkarma konusunda en güçlü ihtiyat hangisiyse onun tercih edilmesi gerekir. İhtiyatın güçlülüğü, ona sebep teşkil eden iştibâh durumunun kuvvetiyle doğru orantılı olduğundan, bu konuda tercih yapabilmek için belirleyici şey şüphenin kuvvetidir. Hakkında ihtiyatın hangi yönde olduğu ihtilaflı olan bazı fıkhî meseleler bu kapsamda görülebilir. Söz gelimi, adet günlerini unutmuş veya şaşırmış (mutehayyira) ve kendisinden hastalık kanı gelen (mustehâda) kadının, adet günleri dışında namazı nasıl kılacağı ya da kılıp kılmayacağı konusundaki ihtilaf
böyledir.
Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Gazâlî, İhyâu ‘Ulûmi’d-Dîn, II/11.
2) Gazâlî, İEsnâfu’l-Mağrûrîn, Thk.: Abdullatif Âşûr, Mektebetu’l-Kur'ân, Kahire, ts., s. 53.
3) Cüveynî, et-Tebsira, s. 14.
4) Cüveynî, et-Tebsira, s. 14.
5) Cüveynî, et-Tebsira, s. 14.; Krş.: Gazâlî, İhyâu ‘Ulûmi’d-Dîn, III/401.
6) Cüveynî, et-Tebsira, s. 14.; Krş.: Gazâlî, İhyâu ‘Ulûmi’d-Dîn, III/401.
7) Cüveynî, et-Tebsira, s. 14.
8) Benzer tespitler ve eleştirisi için bk. İbn Kudâme, Zemmu’l-Muvesvisîn, s. 10-41.
9) İhtiyat adına vesvese ile hareket edenlerin gerekçeleri ve eleştirisi için bk. İbn Kayyim, Mekâidu’şŞeyâtîn, s. 6-29.
Zira bu halde olan bir kadın adet günlerini karıştırmış olduğundan, önceden belli olan adet günleri dışında namazını kılacak mı, kılmayacak mı? Çünkü adet günlerini şaşırmıştır ve kendisinden kan gelmektedir. Bu halde, gelen kanın aynı zamanda adet kanı olması kuvvetle muhtemeldir. Dolayısıyla burada bir belirsizlik bulunduğundan ihtiyatlı hareket etmesi gerektiği aşikârdır. Fakat bu ihtiyat, söz konusu günlerde kadının namazlarını kılmasıyla mı yapılmış olur, yoksa kılmamasıyla mı? Görüldüğü gibi burada, farz olan namazın kılınması maslahatını gerçekleştirmek ile adetli iken namaz kılmış olma mefsedetini bertaraf etme arasında tearuz vakidir.
Bu durumda hangi ihtiyat daha güvenli ise ona göre hareket edilmelidir. Böyle durumlarda kuvvetli ihtiyatın tespitinde görüşler farklılaşabilir. Nitekim fıkıh kitaplarında bu meseleyle ilgili bilgilere bakıldığında, vakıanın da böyle olduğu anlaşılmaktadır. (1) Belirtelim ki, her şüpheli konuda olduğu gibi böyle durumlarda da şüpheyi giderecek bilgi ortaya çıktığı an artık ihtiyata başvurulmaz. Modern tıp bu durumda olan kadınlardan gelen kanın adet kanı mı, hastalık kanı mı olduğunu tespit ederse belirsizlik ortadan kalkar.
7- İhtiyat Başkalarının Hakları Konusunda Bir İhlal Ya da İhmale Yol Açmamalıdır:
İhtiyat Uygulaması bazen özel ya da tüzel kişileri ilgilendirecek tarzda olabilir. O takdirde böyle bir ihtiyat yapılmamalıdır, başlanmışsa terk edilmelidir. Bu şart, kişi hakları konusunda İslam hukukunun koyduğu genel esaslara dayandırılabilir. Şöyle ki; Bu hususta şöyle bir kural vardır: “İhtiyatla hareket etmek, Allah (c.c.) haklarında (hukûkullah) caiz, kul haklarında (hukûku’l-‘ibâd) ise caiz değildir.” (2) Nesefî kul hakkıyla ilgili şu misali verir: “Kul haklarıyla ilgili bir tazminatın, caiz olup olmaması konusunda tereddüt edildiği zaman, ihtiyat gerekçesine dayanılarakkişi tazminatla sorumlu tutulamaz. Çünkü şüphe ile tazminata hükmedilemez.” (3) Özellikle Hanefi doktrininde bu husus daha da öne çıkmaktadır. Onlar bu kuralı bazen: “Kul hakkı ihtiyat üzerine bina edilmez”, (4) “kul haklarında ihtiyat cari değildir” (5), bazen de ihtiyatın sebebine işaretle: “Şüphe kul haklarına etki etmez” (6) şeklinde değişik ifadelerle belirtirler. Örneğin bir kimsenin, hamile bir kadının karnına veya herhangi bir yerine darp etmesi sonucunda kadın ölür de peşinden çocuk ölü olarak düşerse, o kimseye tam diyet ve kefaret gerekir. Cenin için ayrıca diyet gerekmez. Çünkü ceninin söz konusu darbenin sonucu mu, yoksa başka bir sebeple mi öldüğü şüphelidir. (7) İşte bu şüpheden dolayı ihtiyaten o kimse, cenin için de diyet ödemeye mahkum edilemez. Burada -şüphe ile kul hakkı sabit olamayacağından- ihtiyat geçersizdir. Ancak günümüzde ceninin aynı darp sonucu ölüp ölmediğinin adli tıp tarafından tespiti mümkün olduğundan oradan çıkan rapora göre hüküm verilir. Çünkü bu durumda belirsizlik (şüphe) ortadan kalkmaktadır.
Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bu mesele hakkında bk. İbn Abdilberr, el-İstizkâr, I/340.; Serahsî, el-Mebsût, III/203, 207.; Kâsânî, el-Bedâi‘, I/41.; İbn Kudâme, el-Muğnî, I/370.; Nevevî, el-Mecmû‘, II/426 vd..; İbn Abdisselâm, Kavâ‘idu’l-Ahkâm, II/17-18.
2) Kerhî, el-Usûl, s. 166.
3) Kerhî, el-Usûl, s. 166.
4) Serahsî, el-Mebsût, IV/88.; Burhânî, el-Muhîtu’l-Burhânî, II/727.
5) Kâsânî, el-Bedâi‘, III/62.;
6) Kâsânî, el-Bedâi‘, VII/7.
7) Semerkandî, Tuhfetu’l-Fukahâ, III/118.; Bilmen, Hukuku İslâmiye, III/150.
8- İhtiyat İhtilaftan Çıkış Şartlarını Taşımalıdır:
Eğer ihtiyat, ihtilaflı bir meselede karşı görüşün dikkate alınması yani ihtilaftan çıkış maksadıyla yapılacaksa, ihtilaftan çıkış kuralının uygulanabilmesi için gerekli bazı şartları taşıması gerekir. Zira ihtilaftan çıkış kuralı kendi şartlarını taşıyorsa ihtiyata konu olabilir. Aksi halde geçersizdir. Mesela o şartlardan birisi: Dikkate alınacak karşı görüşün delilinin hatırı sayılır nitelikte kuvvetli olması gerekir. (1) Delili çok zayıf olan görüşe itibar edilmez. Cüveynî diyor ki: “Bilmiş ol ki ihtiyat görüşlerin (mezâhib) kendisi hakkında değil, onların delilleri (delâil) hakkında söz konusudur. Nice ihtilaflı mesele vardır ki, o konuda muhalif olanın ihtilafına itibar edilmez. Delillerinin zayıflığından dolayı onların görüşleri konusunda bizde herhangi bir şüphe ve kuşku oluşmaz. Belki de onlar senetleri zayıf haberlere dayanırlar. Fakat bu haberlerin senetleri zayıf olmakla beraber, zayıf kıyaslarının bile doğurmadığı şüpheye yol açarlar. Bu tür meselelerde daha fazla ihtiyatlı olunur.” (2)
Sonuç:
Bu tebliğde yer alan bilgi ve tespitler şunu ortaya koymuştur; dini hayatta gerektiği yerde ve zamanda ihtiyatlı tutum takınmak dinî açıdan tasvip ve teşvik edilen bir tutum olarak dindarlık göstergesi olabilir ve kul samimiyeti ölçüsünde ilahî mükâfata nail olabilir. Bu konuda İslam bilginleri arasında aykırı bir düşünce tespit edilmemiştir. Fakat dinde ihtiyatlı davranmak adına –bilinçli olsun ya da olmasınyapılan kimi davranışların ihtiyat olmaktan çıktığı, kişiye sevap getirmek yerine vebal getirecek boyutlara ulaştığı da sosyolojik bir vakıadır. Bu tutumların, ister ifrat ister tefrit boyutunda olsun, dini değerlerin çarpıtılmasına ve İslam’ın imajına ne denli zarar verdiğini dikkate alırsak bu yanlışlıkların düzeltilmesinin bir mecburiyet olduğu anlaşılacaktır. Bu yanlışlıkların düzeltilmesinin öncelikli yolu doğru bilginin yayılması ve yerleştirilmesidir. Olması gereken ihtiyatın sınırlarını fıkıh ilminin kaideleri ışığında ana hatlarıyla ortaya koymaya çalıştığımız bu tebliğin doğru İslam anlayışına bir nebze de olsa katkı sağlamasını umuyoruz.
Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İbnu’ş-Şyeh, Murâ‘âtu’l-Hilâf, s. 287.
2) Cüveynî, et-Tebsira, s. 14.