ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 809 - 827
İSLÂM, SEVGİ ve AİLE
İslam Diniyle İlgili
Yanlış Algılar Bağlamında
Ailede Yozlaşma ve Şiddet
Nazım BAYRAKDAR *
Bu bildiride ailede yozlaşma ve şiddet problemi, din eğitimi perspektifinden ele alınmıştır. Bildirinin temel iddiası, insanlara yeterli ve nitelikli bir din eğitimi hizmeti sunulamamasının ailede yozlaşma ve şiddet probleminin temelinde yatan en önemli nedenlerden birisi olduğu; örgün ve yaygın din eğitimi faaliyetlerinin bilimsel bir temel üzerine bina edilmesinin, söz konusu problemin çözümüne büyük bir katkı sunabileceğidir. Bildiri, öğretime konu edilecek olan İslam dininin, işin ehli olan kişiler tarafından, temel ilke ve esaslardan taviz verilmeksizin, günümüzün ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yorumlanıp güncellenmesinin gerekliliği ön kabulünden hareketle kaleme alınmıştır. Bildiride ailede yozlaşma ve şiddet probleminin, aile fertlerinin birbirlerine yönelik bakış açılarındaki çarpıklıkla ve sevgi duygusundaki yozlaşma ile doğrudan ilişkisi olduğu vurgulanmıştır. Bu bağlamda İslam dininin temel kaynaklarında yer alan hükümler esas alınarak aile fertlerinin birbirlerine bakış açılarının ne olması ve birbirlerine yönelik hissettikleri sevginin hangi nitelikleri taşıması gerektiği hususunda değerlendirmelerde bulunulmuştur. Bildiri genel itibariyle; aile fertlerinin birbirleri için huzur kaynağı oldukları zamanlarda nimet; sıkıntı ve huzursuzluk kaynağı oldukları zamanlarda ise emanet oldukları gerçeğine uygun hareket etmeleri durumunda aile içi şiddet probleminin büyük ölçüde çözüme kavuşacağı iddiasını temellendirme gayesi ile yazılmıştır.
Yüce Allah katında yegâne din olan İslam’ın doğru anlaşılması ve yaşanması, öteden beri var olan önemli bir problemdir. İslam dininin kıyamete kadar varlığını koruyacağına dair -bu dinin inanırları olarak- en ufak bir kuşkumuz yoktur. Günümüzde sorumluluk bilincine sahip her Müslümanın endişe duyması gereken asıl mesele, İslam dininin özüne ve evrensel niteliğine uygun şekilde yorumlanıp yorumlanmadığıdır. Çünkü Müslümanlar, söz konusu endişeyi haklı ve gerekli kılan iki önemli tehditle karşı karşıyadır. Bunlardan birincisi, halka din hizmeti yapıyor görüntüsü vererek ortaya çıkıp gelişen, büyüyen, yayılan ancak asıl amacı dine hizmet değil, nefse ve dış güçlere hizmet olan gruplara liderlik eden kişilerin İslam dininin temel esaslarıyla bağdaşmayan yorumlarının halkta bir karşılık bulabilmesidir. Diğeri ise, insanların ayetleri ya da hadisleri, etkisi altında kaldıkları popüler kültür ile uyumlu şekilde yorumlama çabası içerisinde olmalarıdır. Müslümanların bu iki tehdide karşı kendilerini koruya bilmelerinde en büyük sorumluluk elbette ki İlahiyat ve Diyanet camiasına düşmektedir. Bu nedenle bugün burada yapılan sempozyumun, bu sorumluluğun ifası bakımından büyük bir önemi haiz olduğu kanaatindeyim.
~~~~ * ~~~~
Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot:
* Yrd. Doç. Dr. Uşak Ün. İlahiyat Fak.
~~~~ * ~~~~
İslam dininin çeşitli konularla ilgili ortaya koyduğu hükümlerin anlaşılması noktasında yaşanan problemin, Hz. Peygamberin vefatından sonra ortaya çıktığı rahatlıkla söylenebilir. Zira Hz. Peygamber hayattayken Müslümanlar arasında O’nun sözünün üstüne söz söyleyecek bir kimse olamazdı. O vefat ettiğinde ise durum değişti. Müslüman olmuş ama iman henüz kalplerine yerleşmemiş bazı kimseler, Efendimizin vefatını bir fırsat olarak görmüşlerdi. Bu bakımdan Hz. Peygamberin vefat etmesi, İslam dininin anlaşılması ve yorumlanması noktasında ortaya çıkacak ciddi bir tehlikenin kapısının ardına kadar açıldığı anlamına geliyordu. Nitekim münafık olarak nitelendirilen insanlar böylesine elverişli bir ortamı kendi çıkarları adına değerlendirmek üzere hemen harekete geçmişler ve işe fitne faaliyetlerine hız vermekle başlamışlardı. Onlar bütün enerjilerini kabilecilik zihniyetini körükleme üzerine yoğunlaştırmışlardı. Onların bu faaliyetleri kısmen de olsa amacına ulaşmış ve Müslümanlar arasındaki kardeşlik duygularının zayıflamasına, bütünlüğün zarar görmesine yol açmıştı. Buna bağlı olarak Müslümanların bir kısmı, ana gövdeden kopmuş ve farklı oluşumlar altında bir araya gelmişlerdi. Bu oluşumlar, İslam dininin temel kaynakları olan Kur’an’ı ve Hz. Peygambere ait söz ve uygulamaları farklı şekilde anlama eğilimine girerek adeta kendi farklarını ortaya koymak istemişlerdi. Temelinde akl-ı selimden ziyade kin ve husumet bulunan böyle bir yaklaşımla İslam dininin ortaya koyduğu hükümlerin, özüne sadık kalınarak doğru bir şekilde anlaşılıp uygulanması zaten mümkün değildi.
~~~~ * ~~~~
Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot:
* Yrd. Doç. Dr. Uşak Ün. İlahiyat Fak.
~~~~ * ~~~~
İslam dininin çeşitli konularla ilgili ortaya koyduğu hükümlerin anlaşılması noktasında yaşanan problemin, Hz. Peygamberin vefatından sonra ortaya çıktığı rahatlıkla söylenebilir. Zira Hz. Peygamber hayattayken Müslümanlar arasında O’nun sözünün üstüne söz söyleyecek bir kimse olamazdı. O vefat ettiğinde ise durum değişti. Müslüman olmuş ama iman henüz kalplerine yerleşmemiş bazı kimseler, Efendimizin vefatını bir fırsat olarak görmüşlerdi. Bu bakımdan Hz. Peygamberin vefat etmesi, İslam dininin anlaşılması ve yorumlanması noktasında ortaya çıkacak ciddi bir tehlikenin kapısının ardına kadar açıldığı anlamına geliyordu. Nitekim münafık olarak nitelendirilen insanlar böylesine elverişli bir ortamı kendi çıkarları adına değerlendirmek üzere hemen harekete geçmişler ve işe fitne faaliyetlerine hız vermekle başlamışlardı. Onlar bütün enerjilerini kabilecilik zihniyetini körükleme üzerine yoğunlaştırmışlardı. Onların bu faaliyetleri kısmen de olsa amacına ulaşmış ve Müslümanlar arasındaki kardeşlik duygularının zayıflamasına, bütünlüğün zarar görmesine yol açmıştı. Buna bağlı olarak Müslümanların bir kısmı, ana gövdeden kopmuş ve farklı oluşumlar altında bir araya gelmişlerdi. Bu oluşumlar, İslam dininin temel kaynakları olan Kur’an’ı ve Hz. Peygambere ait söz ve uygulamaları farklı şekilde anlama eğilimine girerek adeta kendi farklarını ortaya koymak istemişlerdi. Temelinde akl-ı selimden ziyade kin ve husumet bulunan böyle bir yaklaşımla İslam dininin ortaya koyduğu hükümlerin, özüne sadık kalınarak doğru bir şekilde anlaşılıp uygulanması zaten mümkün değildi.
İlk dönemlerde ortaya çıkan anlayış farklılıkları, ana gövdeyi temsil eden yapı içerisinde de ortaya çıkmıştır. Ancak bu farklılıklar çoğunlukla esasa müteallik meseleler olmadığı için yadırganmamış / anlayışla karşılanmıştır. Esasen bu tür farklılıkların ortaya çıkmasında birçok faktörle birlikte, o dönemde yaşamış âlimlerin içerisinde yaşadıkları yerleşim bölgelerine ait koşullar da etkili olmuştur. Bu nedenle ben bu noktada önemli gördüğüm bir hususa değinmek istiyorum. Dört büyük mezhep imamının yaklaşık aynı dönemde ve birbirine birçok yönden benzeyen toplumsal koşullarda yaşamalarına rağmen ortaya koydukları fetvaların farklılaşabildiği ve bu farklılaşmanın genel itibariyle yadırganmadığı bir gerçektir. Bu durumda, söz konusu âlimlerimizin yaşadığı dönemden oldukça farklı toplumsal koşullarda yaşadığımız şu asırda, ilk dönemlerde ortaya konulmuş yorumların ve fetvaların günümüz ihtiyaçlarına cevap vermekte yeterli olduğu, yeni yorumlara ve fetvalara gerek olmadığı iddiasının sağlam bir temele dayanmadığını belirtmemiz gerekir.
İslam dininin anlaşılması ve hayata tatbik edilmesi ile ilgili problemin, tarihsel süreçte daha da derinleşmesine yol açan çeşitli faktörlerden söz edilebilir. Fetihler sayesinde Müslümanların farklı kültürlere sahip topluluklarla karşılaşmaları ve onlarla yaşadıkları etkileşim, yeni Müslüman olmuş toplulukların atalarından tevarüs ettikleri kültürün etkisinden kurtulamamış olmaları, eğitim siteminde yaşanan aksamalar bu faktörler arasında sayılabilir. Ancak meseleye günümüz açısından bakılacak olursa, Müslümanların değer yargılarındaki, hayata bakış açılarındaki ve yaşam tarzlarındaki yozlaşmanın büyük ölçüde, kapitalist odaklar tarafından küresel ölçekte estirilen değişim rüzgârından kaynaklandığı söylenebilir.
İnsan, fıtratı gereği etkilenen ve etkileyen yani fiziki ve sosyal çevresi ile sürekli etkileşim halinde bulunan bir varlıktır. İnsanın eğitiminde, kişiliğinin oluşumunda, sosyal, dini, ahlaki ve zihinsel gelişiminde söz konusu etkileşimin rolü oldukça büyüktür. İnsanın etkileşim halinde olma özelliği doğal olarak insanlardan oluşan toplumlara da sirayet etmiştir. Günümüzde hiçbir toplum, hiçbir kültür kendini diğer toplumların / kültürlerin etkisinden soyutlama kabiliyetine sahip değildir (Taylan,1991:139). Bu durumda yapılması gereken şey diğer toplumlarla etkileşimi önlemeye çalışmak değil, bu etkileşimi başarılı bir şekilde yönetmektir. Denizde yolculuk yapan bir geminin fırtınadan ve dalgalardan etkilenmemesi düşünülemez. Önemli olan duruma uygun tedbirler alarak dezavantajlı gibi görünen durumları en az hasarla atlatabilmek ve hatta mümkünse avantaja dönüştürebilmektir. Tabi ki bu, gemiyi yöneten kişilerin ilgili alanda yeterli donanıma sahip olmalarını gerektirir.
Toplumlar ve kültürler arası etkileşimin hızı, küreselleşme olgusu ile birlikte iyice artmıştır. Teknolojik araçların ve özellikle de kitle iletişim araçlarının gelişip yaygın olarak kullanılmaya başlaması ve hızlı ulaşım imkânlarının artması ile birlikte dünyamız adeta küçük bir köy haline gelmiştir (Çalık, Sezgin, 2005: 57). Küreselleşme adı verilen bu olgunun insanlar için bir nimet mi yoksa bir tehdit mi olduğu tartışılabilir. Ticari kuruluşlar yönüyle ele alındığında küreselleşmenin özellikle de büyük sermayedarlar açısından cazip fırsatlar sunduğu ortadadır. Diğer yandan geleneksel dini ve milli değerler açısından bakıldığında hâlihazırdaki durumun hiç de iç açıcı olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Zira toplumlar ve kültürler arası etkileşimin giderek artması ile birlikte insanlar, farklı kültürlerle sıkça karşılaşmaya başlamışlardır. Bu karşılaşma sürecinde kendi kültürünü daha etkili / başarılı şekilde sunabilen / pazarlayan toplumlar doğal olarak diğer kültürlerin dönüşümüne ya da yozlaşmasına neden olabilmektedirler. O halde burada önemli bir gerçeğe işaret etmekte fayda vardır: Küreselleşme olgusu ile birlikte hızı artan kültürler arası etkileşim sürecinde her kültürün etki gücü eşit değildir. Kültürlerin etki gücü, yaşandığı toplumların gelişmişlik ve refah düzeylerinin yanı sıra kitle iletişim araçlarını etkili şekilde kullanma durumları ile doğru orantılıdır (Avcıoğlu, 2013: 23-25). Bu açıdan bakıldığında İslam kültürünü temsil ettiği düşünülen toplumların söz konusu etkileşim sürecinde daha çok, “etkilenen” konumda bulunmaları doğaldır. Hayat anlayışı ve yaşam tarzı başta olmak üzere Müslüman toplumların hal ve hareketlerinin her geçen gün daha fazla batılı tarza bürünmesi, daha çok “etkilenen” konumda bulunduklarının açık göstergelerinden birisidir. Bugün gençlerimizin, küreselleşme denilen değişim rüzgarının önünde adeta bir yaprak gibi savrulmaları, popüler kültürün elinde şekillenen bir kuklaya dönüşmeleri gibi acı realiteler ile karşı karşıya isek, toplumlar arası etkileşim sürecinde “etkileyen” konumda bulunduğumuzu iddia etmemiz mümkün değildir.
Toplumlar ve kültürler arası etkileşim sürecinde daha çok ‘etkilenen’ konumda bulunmamız, Müslüman bilginlerin İslam dinini evrensel niteliğine uygun şekilde yorumlayıp öğretime konu edemediklerine işaret etmektedir. İslam dininin evrensel niteliğine uygun şekilde yorumlanamaması ve sağlıklı şekilde öğretime konu edilememesi, küreselleşme denilen değişim rüzgârının etkisinde kalan Müslümanları şu üç yoldan birine yönelmeye mahkûm etmektedir. Birinci yol, tepkisel bir yaklaşımı benimseyerek radikalleşmektir. Yani bireyin, kendisi ile aynı inançları ve yorumları paylaşmayan kişi ya da grupları düşman olarak görmesi ve hatta onları yok etmenin en doğru yol olduğuna dair bir inanç geliştirmesidir. Anlayış bu olunca, ayetlerin ve hadislerin buna göre yorumlanması kaçınılmaz hale gelmektedir. İkinci yol, insanların din ile aralarındaki gönül bağlarını zayıflatmalarıdır. Üçüncü yol ise, dini bilginin -özünden uzaklaşılarak- popüler kültür ile uyumlu şekilde yorumlanmasıdır.
Dikkat edilirse bu üç yol, bilinçli hiçbir Müslümanın arzu edebileceği nitelikte değildir. Bu durumda özellikle de İlahiyat ve Diyanet camiasına önemli bir sorumluluk düşmektedir. Bu sorumluluk, insanlara dördüncü bir yolun da var olduğunu ve bu yolun kendileri için en isabetli seçenek olduğunu göstermektir. Bir diğer ifadeyle; İslam dininin gerçekten evrensel bir din olduğu, her toplumda ve her dönemde yaşanabileceği ve yaşandığı takdirde kendileri için hayat kaynağı olacağı konusunda insanları ikna edebilmektir. Bu ikna çabasının başarıya ulaşması, İslam dininin yanlış algılanması probleminin çözüme kavuşması açısından oldukça önemlidir.
Küresel düzeyde yaşanan kültürler arası etkileşim ve toplumsal değişim sürecinden en çok etkilenen kurumların başında aile gelmektedir. Bireysel ve toplumsal açıdan saymakla bitirilemeyecek kadar çok yararları olan aile, yeri başka hiçbir şeyle doldurulamayacak bir kurumdur. Neslin devamında, toplumun geleceği için ihtiyaç duyulan nitelikli bireylerin yetiştirilmesinde, aile fertlerinin huzura kavuşup ahlaksızlıklara karşı kendilerini korumalarında, toplumda huzur ve güvenin sağlanmasında ailenin rolü yadsınamaz. Bu açıdan bakıldığında, aile kurumundaki yozlaşmanın toplumumuzun geleceği açısından ciddi bir tehdit unsuru olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Her toplumsal yapı gibi aile de belli değerler, normlar etrafında teşekkül etmektedir. Söz konusu norm ve değerler aile içerisindeki rolleri belirleyen ve ilişkilere yön veren temel unsurlar arasındadır. (Yazıcı, 2013: 1490). Bununla birlikte günümüz toplumlarında yaşanan hızlı değişme, bireyler arası ilişkilere yön veren geleneksel / dini norm ve değerlerin aşınmasına, içlerinin boşaltılmasına, yozlaştırılmasına yol açmıştır / açmaktadır. Kitle iletişim araçları başta olmak üzere çeşitli yollar ve araçlar kullanılarak bireylere dayatılan yeni yaşam tarzları karşısında özellikle de çocuklarımız ve gençlerimiz kendilerini yeterince savunabilme / koruyabilme imkânı bulamamaktadır.
Bugün ailede yozlaşma, aile içi şiddet ve İslam dininin ortaya koyduğu hükümlerin yanlış anlaşılması gibi problemlerle karşı karşıya isek ve bu problemler toplumun geneline sirayet etmişse, bunun tek bir izahı vardır. Demek ki biz insanımıza yeterli ve nitelikli bir din eğitimi hizmeti sunamadık. Demek ki Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin 1982’den bu yana okullarda zorunlu olarak okutulması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, sayısı yüz bini aşan öğretici kadrosu ile yaygın din eğitimi hizmeti sunması toplumda İslam dini ile ilgili var olan cehaletin yok edilmesinde yetersiz kalmıştır. Bu yetersizliğin nedenleri ile ilgili elbette birçok faktöre vurgu yapılabilir. Ancak şunu vurgulamakta yarar vardır ki, ülkemizde din eğitimi faaliyetlerinin bilimsel bir temel üzerine bina edilmesinin önemi ve gerekliliği oldukça geç fark edilmiştir. Cumhuriyet dönemi boyunca din eğitimi meselesi çoğunlukla siyasi ve ideolojik kaygılarla ele alınmıştır. Din eğitimine yönelik bakış açısındaki bu çarpıklık doğal olarak örgün ve yaygın din eğitimi hizmetlerinin niteliğini olumsuz etkilemiştir.
Dini bilgiler, inançlar ve değerler kalplere tam olarak yerleşip kişiliğin bir parçası haline gelememişse, bireyin duygularına, düşüncelerine, davranışlarına istikamet veremez. 1 Özellikle de günümüz şartları dikkate alındığında bu tür bilgilerin, inançların ve değerlerin bireyi çevrenin olumsuz etkisine karşı yeterince koruması da düşünülemez. Bu nedenle çocuklarımızın ve gençlerimizin kendi dinlerine ve kültürlerine yabancılaşmasından rahatsızlık duyan her aydınımızın, din eğitimi meselesi üzerinde ciddiyetle durması gerektiği kanaatindeyim.
Cumhuriyet dönemi boyunca din eğitimi meselesinin ihmal edilmesi ve halka nitelikli bir din eğitimi hizmeti sunulamamasının bir bedeli elbette olacaktı. Çağın doğru okunamamasının, tehlikelerin zamanında fark edilememesinin, toplumlar ve kültürler arası etkileşim sürecinin başarılı şekilde yönetilememesinin, çarenin yanlış yerlerde aranmasının bedelini ne yazık ki acı bir şekilde ödemek durumunda kaldık / kalmaktayız. Bu bedelin ne kadar ağır olduğunu görebilmek için toplumun temelini oluşturan aile kurumunda yaşanan huzursuzluklara / problemlere bakmak zannediyorum yeterli olacaktır.
Çok yakın bir zamana kadar belirli bir yaşa gelmesine rağmen evlenmeyip bekâr kalmak, nikâhsız bir şekilde karşı cinsle aşk birlikteliği yaşamak, evliliğin üzerinden epey bir zaman geçmesine rağmen çocuk sahibi olmayı düşünmemek, sudan sebepler ileri sürerek boşanmaya kalkışmak toplumun büyük bir kesimi tarafından yadırganan ve hatta kınanan durumlardı. Ancak günümüzde bu tür durumlar, toplumun önemli bir kesimi tarafından alternatif yaşam tarzları olarak görülmeye ve normal karşılanmaya başlamıştır. Bu anlayış değişikliği, evlenip aile kurmanın ve çocuk sahibi olmanın toplumdaki değerinin giderek azaldığını ortaya koyması yönüyle oldukça düşündürücüdür (Şentürk, 2008: 8). Nitekim son yıllarda evlenme yaşının kademeli bir şekilde yükselmesi, boşanma oranının –özellikle de bazı bölgelerde- evlenme oranından daha hızlı bir şekilde artması bu anlayış değişikliğinin bir ürünü olarak görülebilir.
~~~~ * ~~~~Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot:
1) M.Şevki Aydın, “Din Öğretiminde Öğrenci Merkezlilik”, Diyanet Aylık Dergi, Haziran 2011, Sayı 46, s. 28
~~~~ * ~~~~
Küreselleşme sürecinin bireylere dayattığı öyle değer yargıları ve hayat anlayışları vardır ki, bunlardan bazıları ailenin yozlaşmasını ve aile içerisindeki şiddetin artmasını doğrudan etkilemektedir. Bunlar arasında bireycilik, bencillik, farklı ve görünür olmaya teşvik, imaja ve gösterişe aşırı önem verme, özgürlüğe aşırı vurgu, geleneksel değerleri insanlar için ayak bağı olarak nitelendirme, tüketime teşvik, sübjektifliği ön plana çıkarma, hiçbir değer vazgeçilmez değildir anlayışı, hedonizme teşvik ilk akla gelenlerdir.
Bireycilik, özgürlük, hazcılık gibi popüler kültürün insanlara dayattığı anlayışlar, evlenip aile kurmanın özgürlükleri kısıtlayıcı bir durum olarak nitelendirilmesine ve evliliğe karşı olumsuz bir tutum geliştirilmesine yol açabilmektedir (Bayer, 2013: 112). Birey için ailenin değersizleşmesi, ailesi ile arasındaki bağların zayıflaması anlamına gelir. Ailesi ile arasındaki bağları zayıflayan bireyin, aile içi sorumluluklarını yeterince ciddiye alması oldukça zordur. Bu durumun, ailenin huzuru açısından önemli bir tehdit oluşturacağı açıktır.
Günümüzde ailenin yozlaşmasını hızlandıran en önemli faktörlerden birisini, küresel güçlerin aile mahremiyetini ortadan kaldırmaya yönelik çalışmaları oluşturmaktadır (Bayer, 2013: 105). Söz konusu güçler bu çalışmalarını büyük ölçüde görüntülü araçlar üzerinden yapmaktadır. Bu araçlar kullanılarak aile içindeki en mahrem durumlar bile bütün dünyaya dizi filmler, sinema filmleri, yarışma ve magazin programları yoluyla servis edilmektedir. Bu tür programların etkisiyle, aile içerisinde gizli olarak yapılması gereken birçok davranış, toplum huzurunda alenen yapılır hale gelmiştir. Toplumun önemli bir kesiminin yüzünün kızarmasına neden olsa da, bu tür davranışların zamanla kanıksanıp normal karşılanır hale geldiğini ve bireysel özgürlükler kapsamında değerlendirildiğini de belirtmek gerekir.
Peki, küreselleşme sürecinde popüler kültür çeşitli araçları kullanarak insanların kalplerine kendi değerlerini ve anlayış tarzını yerleştirmeye çalışırken, dini inançların bireyler üzerinde koruyucu etkisini yeterince gösterememesi nasıl izah edilebilir?
Kendi değerler sistemini sağlam temeller üzerine bina etmiş yani ahlaki gelişimini sağlıklı bir şekilde tamamlamış kimseler için inançlar, söz konusu değişim rüzgârına karşı bireylerin direncinin artmasına önemli bir katkı sunabilir. Ancak içinde yaşadığımız toplumu ele aldığımızda, dini ve ahlaki değerleri öğrenip içselleştirmiş, bu değerleri kişiliğinin bir parçası haline getirebilmiş insanların oranının maalesef oldukça düşük olduğu gözlenmektedir. Kendi değerler sistemini sağlam temeller üzerine bina etmeyi başaramamış insanların, değişim rüzgârının yıkıcılığına karşı yeterli direnci göstermeleri zordur. Bu bakımdan tekrar vurgulamakta fayda vardır ki, çocuklarımıza nitelikli bir din ve ahlak eğitimi hizmeti sunulması ve böylelikle onların dini / ahlaki açıdan sağlıklı şekilde gelişmelerinin sağlanması, kültürel kimliğin korunması, ailede yozlaşma ve şiddet probleminin çözüme kavuşması açısından bir zarurettir.
Bireyin dini / ahlaki gelişiminde en büyük sorumluluğun aile büyüklerine ait olduğu açıktır. Bu durumda, dinin yozlaştırılmasından sonra en tehlikeli olan ikinci yozlaşma alanının, aile kurumundaki yozlaşma olduğu rahatlıkla söylenebilir. Aile kurumundaki yozlaşmanın önlenebilmesi için İslam dininin aile kurumu ile ilgili ortaya koyduğu hükümlerin net bir şekilde ortaya konulup sağlıklı bir şekilde yorumlanması ve bu hükümlerin birer ayak bağı / sıkıntı kaynağı değil, hayat ve huzur kaynağı olduğu hususunda insanların ikna edilmeleri oldukça önemlidir. Bu noktada yüce Rabbimizin, “Ey iman edenler! Allah ve resulü sizi hayat verecek şeylere davet ettiğinde bu davete icabet edin…” (Enfal Suresi 8/24) buyruğunu zikretmekte fayda görüyorum.
Bazı Müslümanların aile fertlerine uyguladıkları şiddet içeren davranışlara kılıf olarak bazı ayet-i kerimeleri ya da hadis-i şerifleri kullanmaya kalkışmaları, oldukça ibret verici bir durumdur. Aklı selimle telif edilemeyecek bu tür yaklaşımların esasen, İslam dininin anlaşılması / yorumlanması sürecinde yapılan şu iki yanlıştan kaynaklandığı değerlendirilmektedir:
Birinci Yanlış: Her din gibi İslam dininde de kişiler arası ilişkilerin hangi esaslara göre yürütülmesi gerektiğini belirten çeşitli hükümler bulunmaktadır. Bu hükümlerin hayata tatbik edilmesi sürecinde işe en yakınlardan başlamak aklın ve dinin gereğidir. Örneğin kendisine iyilik yapılmaya en çok layık olan kişiler başta anne olmak üzere aile fertleridir (Bkz. Buhari, Edeb 2; Müslim, Birr 1). En çok sevilmesi, korunması, gözetilmesi, affedilmesi, anlayışla karşılanması, vefalı olunması, fedakârlık yapılması, güler yüz gösterilmesi gereken kişiler aile fertleridir. Bu bakımdan genel olarak insanlara, özel olarak da Müslümanlara iyi / güzel davranılması gerektiğini ifade eden çok sayıda ayetin ve hadis-i şerifin bulunması, Müslümanların aile fertlerine güzel davranmaları için yeterli bir sebeptir.
Aile fertleri ile ilişkilerinde İslam’ın temel esaslarına riayet etmeyen kişilerin, aile dışındaki fertlerle ilişkilerinde nezakete, kırıcı olmamaya dikkat etmeleri samimiyetsizliklerini ya da cahilliklerini gösterir. Çünkü bir insanın sorumluluk sahası, dışarıdan içeriye doğru artış gösterir. Yani sorumluklar önem ve büyüklük derecesine göre nefisten başlar; aile, akrabalar, komşular… şeklinde azalarak devam eder. Onun içindir ki; kendine sürekli zulmeden insanın, başkalarına adaletli davranması zordur; kendine hayrı olmayan insanın başkalarına hayrı olmaz; aile fertlerine güven vermeyen insan, komşularına güven veremez. Kendi çocuklarına sürekli zulmeden bir ebeveynin, başkasının çocuklarına sürekli şefkatle yaklaşmasında; bir bayanın kocasına göstermediği güler yüzü, iş yerindeki erkek çalışma arkadaşlarına göstermesinde, bir erkeğin iş yerindeki bayan arkadaşlarına gösterdiği nezaketi kendi eşinden esirgemesinde; mahallesindeki fakirlere zerre kadar ilgi göstermeyen bir Müslümanın dünyanın öbür ucundaki fakir insanlar için adeta yardım seferberliği ilan etmesinde sizce bir gariplik yok mu kıymetli hocalarım? Bence bu tür davranışlar İslam’ın doğru anlaşılmadığını göstermesinin yanı sıra, bireylerin kişilik yapıları yönüyle de ciddi problemleri olduğuna işaret etmektedir.
İkinci Yanlış: İslam dininin temel kaynaklarında, farklı anlaşılmaya / yorumlanmaya kapı aralamayacak ölçüde net, herkesin anlayabileceği nitelikte, herkesi bağlayan genel geçer hükümler mevcuttur. Müslümanların öncelikle sarılmaları ve hayata tatbik etmeleri gereken ayetler bunlardır. Ancak yapılan gözlemlerde durumun böyle olmadığı açık bir şekilde görülebilmektedir. Bazı Müslümanlar, İslam’ın net hükümlerini görmezden gelebilmekte, özel bazı durumlar için, dönemin toplumsal koşulları dikkate alınarak konulmuş istisnai hükümlere, genel geçer hükümlermiş gibi dört elle sarıla bilmektedir. Peki onlar bunu ne adına yapmaktadırlar? Elbette ki, kendi zaaflarından kaynaklanan olumsuz davranışlarına kılıf bulabilmek için. Örneğin eşine karşı sorumluluklarını yerine getirmeyen ve ona şiddet uygulayan bir koca, “falanca ayette Allah, bana hanımımı dövme yetkisi vermiştir” diyebilmektedir. Ya da çocuğuna ibadet konusunda sağlıklı bir eğitim hizmeti sunamayan ve bu nedenle çocuğunu ibadetlerden nefret eder hale getiren bir baba, “falanca hadis-i şerifte bana, ibadetlerini yerine getirmeyen çocuklarımı dövme yetkisi verilmiştir” diyebilmektedir. Bu insanların, İslam’ın herkesi bağlayan net hükümlerini ıskalayıp, istisnai hükümlerine kurtarıcı bir simit gibi sarılmalarının, İslam dinini doğru anlamamalarının da ötesinde bir mantık zafiyeti içerisinde bulundukları açıktır.
Herhangi bir ailenin huzur dolu bir ortam haline gelmesi ve bu huzurun devamlı olmasının hiç kimsenin itiraz edemeyeceği netlikte bazı ön şartları vardır. İslam dininin temel kaynaklarında bu şartlar açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Meselenin özünü oluşturan bu esasları ıskalayıp yok efendim “Bir kocanın, hanımını dövmesi caiz midir, caizse hangi hallerde nasıl dövmelidir?” gibi meseleler üzerinde yoğunlaşmanın hayırlı bir netice vermeyeceği açıktır. Herhangi bir ailede eşler arasında, “aile ile ilgili kararlarda kimin dediği olacak, kadın kendi aldığı maaşı kendisi mi çekecek yoksa maaş kartını kocasına mı verecek, koca, hanımı üzerinde ne gibi yaptırımlar uygulayabilecek” türünden tartışmalar yaşanıyorsa, o ailenin temelinde çok derin ve tehlikeli fay hatları oluşmuş demektir. Çünkü bu tür tartışmalar ailenin, bir huzur ortamı olmaktan uzaklaşıp mücadele ortamı haline geldiğine, ailede işlerin yolunda gitmediğine işaret etmektedir.
Ailede huzurun hâkim olabilmesi için aile içi ilişkilerin sevgi ve güven temeline dayalı olması ve ebeveynin sorumluluk bilinci ile hareket etmesi gerektiği, salim akıl sahibi hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir hakikattir. Fıtrat dini olan İslam’ın temel kaynaklarında da sevgi, güven ve sorumluluk bilinci, üzerinde önemle durulan hususların başında gelmektedir. Rum suresindeki şu ayet bu noktada oldukça önemlidir: “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi O’nun (varlığının) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rûm Suresi, 30/21)
Dünya hayatında her insan, huzur arayışı içerisindedir. Yüce Allah bu ayet-i kerimede önemli bir huzur kaynağına işaret etmektedir. Ayette, nikâh bağı ile bir araya gelen eşlerin, birbirleri için huzur kaynağı olduklarına vurgu yapılmaktadır. Çünkü onlar, fıtratlarında bulunan sevme ve sevilme ihtiyacını eşleri sayesinde karşılayacaklardır. Bu, yüce Allah’ın kalplerine, eşleri için koyduğu sevgi sayesinde gerçekleşecektir. O halde aile kurumu içerisinde eşler, yüce Allah’ın bir lütfu eseri kalplerinde var edilen söz konusu sevginin azalmaması için gayret sarf etmeli ve bu şekilde birbirlerinin huzur ve sükûna ermelerine vesile olmaya çalışmalıdır.
Eşlerin birbirlerine karşı kalplerinde gerçek anlamda sevgi beslemeleri, evlilik sürecinde ortaya çıkabilecek birçok sorunun bertaraf edilmesini, yaşanan sorunların üstesinden gelinmesini kolaylaştıracaktır. Sevginin yerini nefret duygusunun alması durumunda ise aile, huzur bulunan bir ortam olmaktan çıkacak; bir mücadele alanı haline dönüşecek ve bu mücadele her iki taraf açısından da olumsuz sonuçlara yol açabilecektir. Bu nedenle eşlerin, birbirlerine karşı hissettikleri olumlu duyguların yara almasına yol açacak tavır ve davranışlardan sakınmaları gerekmektedir.
Ailenin huzur dolu bir ortam haline gelmesinde eşlerin birbirlerini sevmelerinin yanı sıra bu sevgiyi davranışları ile açığa vurmaları da oldukça önemlidir. Nitekim sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), “Bir kimse din kardeşini sevdiği zaman bunu ona söylesin” (Ebu Davud, Edeb 112) buyurmaktadır. “Eşinin ağzına koyacağın bir lokma bile senin için sadakadır” (Buhari, İman 41; Müslim, Vasiyyet 5) hadisi de eşlerin birbirlerine karşı hissettikleri sevgiyi davranışları ile dışa yansıtmaya teşvik etmesi bakımından oldukça önemlidir.
Birer din kardeşi olarak bizler zaten birbirimizi sevmekle mükellefiz. Sevgili peygamberimiz bunu, “İman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız” (Müslim, İman 93-94) sözüyle ifade etmiştir. Din kardeşliğinin yanı sıra işin içerisine bir de birbirine eş olma durumu girdiğinde, sevginin en çok olması ve en fazla yaşanması gereken yerin aile kurumu olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır.
Aile kurumundaki yozlaşmanın önemli bir boyutunu, aile fertlerinin birbirlerine yönelik hissettikleri sevgi duygusundaki yozlaşma oluşturmaktadır. Bireyde fıtraten bulunan aile fertlerine yönelik sevgi duygusu, çeşitli faktörlerin etkisiyle yozlaşabilmektedir. Yozlaşmış sevgi, aile huzurunu dinamitleyen önemli etkenlerden biridir. İslam dinine göre Müslümanlar, birbirlerini Allah için sevmelidir (Bkz. Buhari, İman 9).Yani Müslüman öncelikle Allah’ı sevmeli; Allah dışındaki varlıkları ise Allah’ın birer lütfu olmaları yönüyle sevmelidir. Allah için sevmek demek, sevgide nefsi tamamen devre dışı bırakmak anlamına gelmez. Allah için sevmek, sevginin yöneldiği varlık karşısındaki konumumuzu doğru belirlemek demektir. Bu bakımdan birbirlerini Allah için seven eşler, birbirlerini putlaştırmayacağı gibi birbirlerinden kendilerini putlaştırma ölçüsünde itaat ve sadakat beklemezler. Allah için sevmek, sevginin ifadesinde ifrat ve tefritten kaçınmak demektir. Allah için sevmek, sevginin yöneldiği varlığa yönelik davranışlarımızda Allah’ın koyduğu ölçülere riayet etmek demektir. Bu bakımdan birbirini Allah için seven eşler, birbirlerinin kötülüğünü istemez; birbirlerini aşağılamak için kusur arayışına girmez; birbirlerini rakip olarak değil, bir bütünün parçası olarak görür; birbirlerinin hatalarını anlayışla karşılar; birbirlerinin sevimsiz görünen özelliklerine değil, sevimli ve hoş görünen özelliklerine yoğunlaşırlar. Birbirlerini Allah için seven eşler had bildirme, gününü gösterme, intikam alma gibi fenalıklara da geçit vermezler.
Görüldüğü üzere aile fertlerini Allah için sevmek ile nefis hesabına sevmek birbirinden oldukça farklıdır. Aile fertlerine karşı nefis hesabına duyulan sevgi, şartlı bir sevgidir. Yani bu sevgi, aile fertleri nefsani arzuların tatmininde rol oynadıkları sürece varlığını devam ettirebilir. Eşi yaşlanıp cazibesini kaybettiğinde, bakıma muhtaç hale geldiğinde, işini kaybedip evin temel ihtiyaçlarını karşılamakta bile yetersiz kaldığında nefis hesabına duyulan sevgi bütün gücünü kaybeder. Allah için duyulan sevgi ise iyi günde de kötü günde de gücünü kaybetmez.
Allah için duyulan sevgi, kalpteki imanın kontrolü altındadır. Bu nedenle bu tür sevgiler bireyi sevginin ifade edilmesi sürecinde gösterilebilecek aşırılıklara karşı korur. Nefis hesabına duyulan sevgide temel belirleyici nefsani arzular olduğu için herhangi bir kontrol mekanizması yoktur. Bu nedenle nefis hesabına duyulan sevgi bireyin gözünü kör edip gerçekleri görmesine engel olabilir. Kalbinde bu tür sevgi taşıyan bireylerin sevdikleri kişilere karşı ölçülü ve ilkeli davranmaları da oldukça zordur. Örneğin çocuklarını nefis hesabına seven bir baba, çocuklarına üstün başarı gösterip gurur vesilesi olduklarında aşırı ilgi ve sevgi gösterirken, başarısızlıkları ile bir utanç kaynağı haline geldiklerinde onlara şiddet uygulayabilmektedir. Dolayısıyla aile fertlerinin birbirlerine yönelik duygularının istikamet kazanması, ailede yozlaşmanın ve şiddetin önlenebilmesi adına oldukça önemlidir.
İslam dinine göre yüce Allah, insanları dünya hayatında imtihana tabi tutmaktadır (Bkz. Enfâl, 8/27-28; Ankebut Suresi 29/1-3; Mülk Suresi 67/2). İnsanların en çetin imtihanlardan birini ailesi ile geçirdiği muhakkaktır. Anne-babaların aile fertleriyle imtihan olma sürecinde en çok dikkat etmeleri gereken hususlardan birisi, fıtratlarında bulunan aile fertlerine yönelik sevginin niteliği ve davranışlara yansıma biçimidir. Toplumda öyle ebeveynler vardır ki, eşlerini ya da çocuklarını adeta birer şirk unsuru haline dönüştürmüşlerdir. Onlara düşkünlükleri öyle bir noktaya ulaşmıştır ki onlar, aile fertlerinin rahatını ve mutluluğunu Allah’ın rızasının önüne geçirebilmektedirler. Onlar, yeter ki çocuğum ya da eşim mutlu olsun, rahat etsin, yeter ki onların sevgisini kaybetmeyeyim düşüncesiyle yola çıkıp bu düşüncenin etkisiyle günah sayılan davranışlara kolayca savrula bilmektedirler. Bu gruptaki anne-babaların eşini ya da çocuklarını Allah için sevmedikleri, nefis hesabına sevdikleri ortadadır. Oysa yüce Allah, anne-babaları “Ey inananlar! Sizi mallarınız ve çocuklarınız Allah'ı anmaktan alıkoymasın; böyle olanlar hüsrana uğrayanlardır” (Münafikun 63/9) ayeti ile uyarmaktadır.
Bazı anne-babalar ise çeşitli nedenleri bahane ederek aile fertlerini ihmal edebilmekte, onlara yeterince zaman ayırmamakta ve ilgi göstermemektedir. Sevgiyi davranışları ile ortaya koyma konusunda ihmalkâr davranan bu tür anne-babaların, aile fertlerinin en azından psikolojik ihtiyaçlarını görmezden geldikleri söylenebilir. Kendi rahatları için çocuklarının cep telefonu, tablet, televizyon gibi teknolojik araç-gereçlerin esiri haline gelmesine müsaade eden ya da kendilerini bu araçların esiri haline getirerek aile fertlerine karşı sorumluluklarından kaçan anne-babaların sayısı maalesef her geçen gün artmaktadır. Kendilerinden sevgi ve ilgi bekleyen eş ve çocuklarına “yorgunum, kendimi iyi hissetmiyorum, şimdi çok işim var” gibi bahaneler ileri sürerek zaman ayırmayan kişiler bu ihmalkârlıklarının cezasını aslında henüz dünya hayatında iken görmeye başlamaktadırlar. Çünkü en yakınında bulunan aile fertleri ile ilişkilerinden psikolojik anlamda doyum alamayan eş ya da çocukların bunun tesiriyle nelere tevessül edebildikleri toplumda açık bir şekilde görülebilmektedir. O halde aile fertlerinin yeterli sevgi ve ilgiden mahrum bırakılmalarının, ailede huzursuzluğa yol açan ve aile içi şiddeti körükleyen önemli faktörlerden biri olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Aile kurumunda huzurun sağlanmasının ikinci temel şartı, aile fertleri arasındaki güven duygusudur. Güven içerisinde olma da bireylerin fıtri ihtiyaçları arasındadır. Bireylerin tehdit olarak algıladıkları oldukça fazla sayıdaki unsura karşı kendilerini tek başına koruyabilecek güç ve imkândan mahrum olmaları, onları güvenli bir liman arayışına yöneltmektedir. İnsanlar için en güvenli limanların başında ise aile gelmektedir. Aile ortamında kendilerini güvende hissetmeyen insanların, farklı limanlara yelken açmaları kuvvetle muhtemeldir. Ancak bu limanların, bireylere aradıkları huzur ve güven ortamını verebilmesi oldukça düşük bir ihtimaldir. Bu nedenle ailenin, bireyler için huzur ve güven ortamı haline gelmesi oldukça önemlidir.
Hz. Peygamber, Müslümanların bir güven toplumu oluşturabilmeleri için ciddi çaba sarf etmiş, onlara sürekli telkinlerde bulunmuştur. O’nun, “Müslüman, elinden ve dilinden zarar gelmeyeceği konusunda insanların emin olduğu kişidir” (Tirmizi, İman 12) sözü, bir Müslümanın, çevresindeki insanların güvenini sarsacak hal ve hareketlerden uzak durma noktasında göstermesi gereken hassasiyeti açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Yine sevgili peygamberimiz, “Hiçbiriniz kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe gerçek mümin olamaz” (Buhari, İman 7; Müslim, İman 71) sözüyle müminler arasında güvenin tesis edilmesi için riayet edilmesi gereken önemli bir ilkeye işaret etmektedir.
Allah resulünün yalan söyleme, verdiği sözü yerine getirmeme ve emanete hıyanet etme gibi davranışları münafık alameti olarak nitelendirmesi (Bkz. Buhari, İman 24; Müslim, İman 109), toplumu oluşturan fertler arasında güvenin tesis edilmesine verdiği önemi açık bir şekilde göstermektedir. İftira atan, dedikodu yapan, toplumda fitneye sebep olan kişilerin ayet ve hadislerle şiddetli bir şekilde uyarılmış olmasının da kanaatimce en önemli sebeplerinden birisi, insanlar arasındaki güven duygusunun yara almasının, insanların birbirlerine kuşku ile bakmalarının önlenmesidir. Zira birbirlerinden kuşku duyan, birbirlerini tehdit olarak algılayan Müslümanların birbirlerine karşı kalplerinde olumlu hisler beslemeleri oldukça zordur. Ayrıca kişiler arasında kaybolan güven duygusunun yeniden tesis edilmesinin zorluğunu vurgulamakta da yarar vardır.
Popüler kültürün günümüzde insanlara dayattığı anlayışlardan bir tanesi, insanlara asla güvenilmemesi gerektiğidir. “Babana bile güvenmeyeceksin” sözü günümüzde maalesef sıkça kullanılır hale gelmiştir. Bu sözü haklı çıkaracak somut olaylar toplumda elbette yaşanmaktadır. Ancak bunlardan hareketle bireylerin en yakınlarında bulunan insanlardan bile kuşku duyar hale gelmeleri oldukça problemli bir durumdur. Birbirine güvenmeyen, birbirine güven vermeyen insanlardan oluşan bir toplum, İslami bir toplum olamaz. Çünkü İslam’a göre Müslümanlar kardeştir ve bu nedenle onlar birbirlerine zulmetmez, birbirlerinin kötülüğünü istemezler (Bkz. Buhari, Mezalim 3; Müslim, Birr 58). Din kardeşliği, Müslümanların birbirlerine güven duymalarını gerektirir.
Birbirlerine en çok güven duyması ve güven vermesi gereken kişiler, kuşkusuz aile fertleridir. Aynı çatı altında yaşayan, aynı odayı ve hatta aynı yatağı paylaşan, birlikte yiyip içen, acıları da sevinçleri de ortak olan insanların birbirlerine güven duymamaları kadar acı bir durum olamaz. Birbirlerine güven duymayan aile fertlerinin huzurlu bir aile ortamı oluşturabilmeleri mümkün değildir. Çünkü güven duygusunun zayıflığı onların birbirleriyle sağlıklı ilişkiler kurabilmelerini adeta imkânsız hale getirir.
Günümüzde aile içerisinde görülen şiddet vakalarının önemli bir kısmının temelinde eşler arasındaki güven eksikliğinin yattığı kanaatindeyim. Çünkü güven eksikliği, aile fertlerinin birbirlerine hüsn-ü zanla yaklaşmalarının önünde önemli bir engel teşkil eder. En masum sözlerin, en masum davranışların altında bile türlü türlü bit yenikleri aranmaya başlanır. Ve ebeveynler bir süre sonra kuşkularının baskısına daha fazla dayanamayıp aile fertlerine karşı şiddet uygulayarak kendilerini rahatlatma yoluna başvurabilirler. Bu nedenle ailenin huzuru ve devamlılığı için aile fertlerinin güven sarsıcı hal ve hareketlerden uzak durmaları şarttır.
Günümüz toplumunda eşleri birbirlerinden kuşku duymaya yöneltecek faktörler maalesef had safhaya ulaşmıştır. Bireyleri zina gibi çirkin bir fiile teşvik eden faktörlerin alabildiğine yaygın olduğu, söz konusu çirkin fiile tenezzül etmeye karar vermiş kişilerin işlerinin iyice kolaylaştığı, çok seyredilen birçok dizide aldatmanın sıradan bir hadise gibi nakledildiği bir toplumsal yapı içerisinde eşlerin, “acaba ben de aldatılır mıyım?” kaygısını zaman zaman yaşamaları doğaldır. Bununla birlikte bazı kişilerin sırf bu kaygı nedeniyle eşlerinin her hareketinden şüphe eder hale gelebildiğini de belirtmek gerekir. Bu durum zamanla tahammül sınırlarını aşabilmekte ve aile içi şiddete ve boşanmalara kapı aralayabilmektedir.
Eşler arasındaki güven eksikliği sadece ailenin namusunun korunması ile ilgili de olmayabilir. Örneğin parasal konularda birbirlerine güven duymayan eşlere de rastlanabilmektedir. Hangi konuda ve hangi sebeplerle olursa olsun eşler arasındaki güven eksikliği, mutlaka çözüme kavuşturulması gereken bir problemdir. Çünkü söz konusu güven eksikliği kısa ve uzun vadede aile ile ilgili çok olumsuz gelişmelere sebebiyet verebilir. Tek başına, eşlerin birbirlerine karşı sevgi ve şefkat duygularının azalmasına sebebiyet verme potansiyeline sahip olması bile onun ne kadar ciddiye alınması gereken bir problem olduğunun anlaşılması için yeterlidir.
Bireyin evlilik hayatında yaşayabileceği en acı durumlardan birisi, eşinin kendisine güven duymadığını fark etmesidir. Bu durum bireyin içe kapanıp suçluluk hissi yaşamasına yol açabileceği gibi saldırıya geçerek kendisine güvenmeyen eşini suçlayıcı, aşağılayıcı bir tavır takınmasına da sebebiyet verebilir. Her iki durumun da ailenin huzuru ve geleceği açısından olumlu neticeler vermeyeceği açıktır. Güven eksikliği problemi yaşayan eşlerin atacakları en sağlıklı adım, söz konusu probleminin ortaya çıkmasına neden olan durumların neler olduğu hususunu netliğe kavuşturarak olası yanlış anlaşılmaları gidermeye çalışmaktır.
Aile huzurunun teminatı olan sevgi ve güven duygularının yara almaması, aile fertlerinin sorumluluk bilincine sahip olma durumlarına bağlıdır. Sorumluluk bilincini yeterince kazanmamış ebeveynler, çok hassas anlarda, telafisi oldukça zor olan kritik hatalara imza atabilirler. Kırılan kalplerin tamir edilmesinin ve kaybedilen güvenin yeniden tesis edilmesinin hiç de kolay olmadığı açık bir gerçektir. Bu nedenle aile fertlerinin sorumluluk bilinci ile hareket etmeleri oldukça önemlidir.
Yüce Allah insanı başıboş bırakmamıştır (Bkz. Kıyame Suresi 75/36). İnsan diğer canlılara göre çok üstün kabiliyetlerle donatılmış ve yeryüzünün halifesi kılınmıştır (Bkz. Bakara Suresi, 2/30). İnsanın üstün özelliklere sahip olarak yaratılıp yeryüzünün halifesi kılınması, sorumluluk bilinci ile hareket etmesini zorunlu kılar. Zira sorumluluk bilinci ile hareket etmediği takdirde onun yeryüzünde ne kadar büyük tahribatlara ve zulümlere sebebiyet verebileceğine tarih defalarca şahitlik etmiştir.
İnsan öncelikli olarak, kendisini yaratan yüce Allah’a karşı sorumludur. Çünkü o, sadece ve sadece yüce Allah’ın kuludur. Her şeyiyle yüce Allah’ın mülkü olan, yüce Allah’ın mülkü üzerinde yaşayan, yüce Allah’ın verdiği nimetlerle hayatını devam ettirebilen ve sonuçta yüce Allah’ın huzuruna çıkıp dünyada yaptıklarının hesabını verecek olan insanların, Allah’tan başkasına kulluk yapmaları aklen ve dinen kabul edilebilir bir durum değildir.
İnsanın yüce Allah’a karşı kulluk görevleri namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetlerle sınırlı değildir. Yüce Rabbimizin insana yüklediği, kendi nefsine, ailesine, komşularına, akrabalarına, vatanına ve içinde yaşadığı tabiata karşı birtakım sorumluluklar da vardır. Bu sorumlulukların neler olduğunun öğrenilerek en güzel şekilde yerine getirilmesi, Allah’a kulluğun bir gereğidir.
Yüce Allah’ın insana yüklediği sorumlulukların önemli bir kısmı aile hayatı ile ilgilidir (Bkz. İsra Suresi 17/23-24). Zira aile, bireyin sadece barınma / sığınma ihtiyacının ve nefsani arzularının giderildiği bir ortam değildir. Ailenin bunlardan çok daha önemli işlevleri vardır. Ailenin bu işlevleri yerine getirebilmesi için özellikle de aile büyüklerinin sorumluluk bilinci ile hareket etmeleri gerekir. Sorumluluk bilinci ile hareket etmek, yetki ve sorumluluklarını bilip buna göre davranmak demektir. Sorumluluk bilinci ile hareket etmek, her davranışın kayıt altına alındığını ve hesabının yüce Allah tarafından sorulacağını bilip buna göre davranmak demektir. Sorumluluk bilinci ile hareket etmek, aile fertlerinin hangi söz, tavır ve davranışlardan nasıl etkileneceğini bilmek ve buna göre davranmak demektir. Sorumluluk bilinci ile hareket etmek, kaş yapayım derken göz çıkarmamak demektir.
Yüce Allah’ın ebeveyne yüklediği en büyük ve önemli sorumluluk, aile fertlerini cehennem ateşine karşı korumaktır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de yüce Allah, “Ey iman edenler! Kendinizi ve aile fertlerinizi yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyun” (Tahrim Suresi 66/6) buyurmaktadır. Bu ayette Müminlerden aile fertlerini cehennem ateşinden zorbalık yaparak ya da şiddete başvurarak korumaları istenmemektedir. Bu gibi olumsuz uygulamaların, aile fertlerini cehennem ateşinden koruma konusunda işe yaramayacağı ve hatta onların cehennem ateşinden korunmalarını sağlayacak güzel amellerden daha da uzaklaşmalarına sebebiyet vereceği açıktır. “Öğüt ver, çünkü sen ancak bir öğüt vericisin. Onlar üzerinde bir zorba değilsin” (Gaşiye Suresi 88/21,22) şeklindeki ilahi buyruk, insanları irşat etme ve böylelikle cehennem ateşinden korunmalarına vesile olma sürecinde şiddet ve zorbalığa asla yer olmadığını göstermesi açısından oldukça önemlidir.
Sevgili peygamberimizin gerek aile fertlerini ve gerekse aile dışındaki insanları irşat etme sürecinde neler yaptığı, hangi uygulamalara başvurduğu ortadadır. Allah resulü bu süreçte insanları incitmeme konusunda büyük bir hassasiyet göstermiştir. Nitekim Hz. Aişe (ra) şöyle buyurmaktadır:
“Allah resulü, hanımlarından hiçbirini asla dövmedi. Allah yolunda cihat etmenin dışında asla hiç kimseye vurmadı…” (Müslim, Fezail 79)
Çocukluk döneminin önemli bir kısmını Allah resulünün yanında geçiren Hz. Enes b. Malik’e (ra) ait olan şu söz de dikkate şayandır:
“Hz. Peygambere on yıl hizmet ettim. Beni bir kerecik olsun ‘şunu niye yaptın’ ya da ‘şunu niye yapmadın’ diyerek azarlamadı.” (Buhari, Edeb 39)
Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de, hidayetlerine vesile olabilmek için kâfirlere bile hikmetle ve güzel öğütle yaklaşılması gerektiğini (Nahl Suresi 16/125) belirtmişken anne-babaların, çocuklarını günah sayılan davranışlardan alıkoymak, güzel davranışlara yönelmelerini sağlamak amacıyla şiddete başvurmaları kabul edilemez.
Şiddet, terbiye usullerini yeterince bilmeyen ya da ruh sağlığı yerinde olmayan kişilerin başvurabileceği çirkin bir uygulamadır. Örnek insan Hz. Muhammed’in (sav) terbiye sürecinde şiddete başvurmaması ve Müslümanları şiddet içeren davranışlara karşı önemle uyarması şiddetle aramıza mesafe koymamız için yeterli bir nedendir.
Ailenin yozlaşması ve aile içi şiddetin artması temelde anne-babaların sorumluluk bilincini kaybetmelerini ifade eden bir süreçtir. Aile kurumu ile ilgili annebabaların sahip olmaları gereken sorumluluk bilincinin iki önemli boyutu bulunmaktadır. Bunlar nimet bilinci ve emanet bilincidir.
Peki, nimet ve emanet bilinci derken ne kastediyorum? Bildirinin kalan kısmında bu konu üzerinde kısaca durmak istiyorum.
Nimet Bilinci: Ebeveyn için ailesi yani eşi ve çocukları Allah’ın birer nimetidir. Çünkü onlar birçok fıtri ihtiyacını aile sayesinde karşılamakta, birçok sıkıntıdan onlar sayesinde kurtulmakta ve birçok beladan da yine onlar sayesinde korunmaktadırlar. Evlendiği halde çocuk sahibi olamayan eşlerin çektiği çocuk hasretine, eşi vefat ettikten sonra yalnız başına kalan kişinin yaşadığı sıkıntılara şahit olduğumuzda ya da ailemizden bir süre uzak kaldığımızda aile fertlerinin ne kadar büyük bir nimet olduğunu daha iyi idrak etmekteyiz.
Ailenin bir nimet olmasının ebeveyn açısından iki önemli sonucu vardır. Birincisi aile nimeti sebebiyle yüce Allah’a şükretmeleri gerektiğidir. Çünkü her nimet şükür gerektirir. İkincisi ise aile nimetinin hesabının yüce Allah tarafından mutlaka sorulacağıdır. Zira yüce Allah Tekasür Suresinde, “Sonra o gün nimetlerden dolayı mutlaka hesaba çekileceksiniz” (Tekasür, 102/8) buyurarak bu hakikati ifade etmektedir.
Ailenin bir nimet olduğu konusunda zannedersem bütün Müslümanlar hemfikirdir. O halde asıl problem, ailenin nimet olduğunun bilinmemesi değil, ebeveynin bu nimetin şükrünü nasıl yerine getireceği konusundaki cehaletidir. Peki, ebeveyn aile nimetinin şükrünü nasıl yerine getirebilir?
Yüce Rabbimiz insanlara hiçbir nimeti, herhangi bir ölçü gözetmeden tepe tepe kullansınlar diye vermemiştir. Rabbimiz her nimetle birlikte insanlara o nimetle ilgili sorumluluklar yüklemiştir. Yüce Allah’a olan şükür borcunun eda edilebilmesi için nimetlerin Allah’ın birer lütfu olduğunun idrak edilmesi, nimetlerden, Allah’ın koyduğu ölçüler çerçevesinde istifade edilmesi ve nimetlerle ilgili sorumlulukların yerine getirilmesi gerekir. O halde ebeveynlerin, ‘aile bir nimettir’ deyip geçmemeleri gerekir. Şükreden bir kul olabilmeleri için onların, aile nimetini veren yüce Allah’a karşı kalplerinin şükran hisleriyle dopdolu olması ve aile fertlerine karşı sorumluluklarını yerine getirmeleri şarttır. Aksi takdirde aile, nimet olmaktan çıkar ve bir ıstırap kaynağı haline dönüşür. Evet, genel bir kaidedir ki; şükrü eda edilmeyen her nimet, kişi için hem dünyada hem de ahirette bir huzursuzluk / ıstırap kaynağına dönüşür. Bu bakımdan ailesinden yana büyük sıkıntılar yaşayan anne-babalar, bu sıkıntıların sebeplerini doğru yerde aramalıdırlar. Çocukları her gün eve yeni bir problemle gelen, çocukları tarafından sevilmeyen, değer verilmeyen, azarlanan ve hatta dövülüp sokağa atılan nice anne-babalar vardır. Onların yaşadıkları bu sorunların temel sebeplerinden birisi, evlat nimetinin şükrünü zamanında gereken şekilde eda etmemeleridir.
Emanet Bilinci: Ebeveyn için eş ve çocuklar, Allah’ın birer emanetidir. Eşine ve çocuklarına yönelik davranışlarında ebeveyn bu hakikati göz ardı etmemelidir. Sevgili peygamberimiz Veda Hutbesi’nde şöyle buyurmaktadır:
“Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah’ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah’ın izniyle helal kıldınız…” (Müslim, Hac 147)
Bir başka hadis-i şerifte ise şöyle buyrulmaktadır:
“Hepiniz çobansınız. Hepiniz raiyetinizden sorumlusunuz. Âmir (memurlarının) çobanıdır. Erkek ailesinin çobanıdır. Kadın da evinin ve çocuğunun çobanıdır. Netice itibariyle hepiniz çobansınız ve hepiniz idare ettiklerinizden sorumlusunuz.” (Buhari, Cum’a 11; Müslim, İmara 20)
Ebeveynin, eşlerinin ya da çocuklarının gerçek sahibinin kendileri olduğuna ve dolayısıyla onlara istedikleri şekilde muamele edebileceklerine inanmaları, aile içi şiddetin önemli nedenlerinden biridir. Oysa dinimize göre eş ya da baba olmak hiç kimseye, aile fertlerine yönelik davranışlarında sınırsız serbestlik yetkisi vermez. Bedensel ya da ruhsal, maddi ya da manevi açıdan insanlara verilen her türlü zarar İslam dininde kul hakkı kapsamında değerlendirilir ve yüce Allah tarafından hesabı mutlaka sorulur. “Babadır, hem sever hem döver” anlayışı İslami bir anlayış değildir. Eş ve çocuklar babaya Allah’ın bir emaneti olarak verildiğine göre babalar, emanete hıyanet etmemek adına onlara yönelik davranışlarında kılı kırk yararcasına hassasiyet göstermelidir. Babanın eşine ve çocuklarına yönelik davranışlarına, içinde bulunduğu psikolojik durum değil, emanet bilinci yön vermelidir.
Aile hayatında öfkeye yol açan ve özellikle de çocuklardan kaynaklanan durumlar oldukça fazla yaşanır. Anne-babaların bu tür durumlarda çocuklarına yönelik şiddet içeren davranışlardan uzak durabilmeleri, durumu sabır ve olgunlukla karşılamaları sahip oldukları emanet bilinci ile yakından ilişkilidir. Bu bakımdan emanet bilincinin, aile fertlerini zor zamanlarda birbirlerine karşı olumsuz davranışlara yönelmekten koruyan bir kalkan vazifesi gördüğü rahatlıkla söylenebilir.
Eşlerin birbirlerine ve çocuklarına karşı olan sorumluluklarını ihmal etmeleri emanet bilincinden yoksun olduklarına işaret eder. Anne-babaların çocuklarına karşı en büyük sorumluluklarından birisi, terbiyelerinin güzel şekilde yapılmasıdır. Dinimize göre hiçbir anne-baba çocuğuna güzel terbiyeden daha değerli bir miras bırakamaz. (Bkz. Tirmizi, Birr 33)
Günümüzde aile kurumunda yaşanan yozlaşma, Müslüman anne-babaların terbiye anlayışlarına da sirayet etmiştir. Zira Müslüman anne-babaların birçoğu için asıl olan, çocuklarının okul başarısıdır. Çocuklarının akademik başarı düzeyinin yüksek olması için her yolu deneyen anne-babalar, çocuklarının dini ve ahlaki gelişimleri hususunda oldukça ihmalkâr davranabilmektedirler. Anne-babaların, çocuklarının akademik başarılarını öncelikli olarak hedefleyip dini ve ahlaki gelişimlerini ihmal etmeleri sorumluluk bilinci ile bağdaşır bir durum değildir. Çünkü sorumluluk bilincine sahip olan anne-babalar, çocuklarının tek yönlü gelişmelerine asla razı olmazlar. Zira onlar, aksi bir durumda çocuklarının gelecekte ne gibi tehlikelere maruz kalabileceklerini bilirler.
Sonuç
Küreselleşme sürecinin etkisiyle toplumumuzda yaşanan kültürel yozlaşmanın İslam dininin yanlış anlaşılmasına, yanlış yorumlanmasına sebebiyet vermemesi için dini hassasiyetlere sahip Müslüman aydınlara büyük görevler düşmektedir. Bu görev, değişimi doğru okumak, değişimin yönünü, değişime yol açan faktörleri tespit etmek ve eğitim sistemimiz başta olmak üzere söz konusu değişimin olumlu yöne kanalize edilmesine katkı sağlayacak araçların etkin şekilde kullanımını gerçekleştirmek adına çözüm önerileri ortaya koymaktır.
Günümüzde kültürel yozlaşmaya ve dinimizin yanlış anlaşılmasına yol açan en büyük faktörlerden birisi kitle iletişim araçlarının büyük ölçüde yabancı kültürlerin tanıtım aracı olarak işlev görmesidir. Dolayısıyla Müslümanların söz konusu araçları, kendi kültürlerini tanıtmada en az yabancılar kadar etkin / başarılı şekilde kullanmaları kültürel yozlaşmanın önlenmesi adına oldukça önemlidir.
Kültürel yozlaşmanın ve dinimizin yanlış anlaşılmasının önlenmesinde çeki düzen verilmesi gereken üçüncü alan eğitim sistemimizdir. Türk-İslam kültürü ve bu kültüre ait değerler yeni yetişen nesillere öyle bir şekilde öğretilmelidir ki, çocuklarımız ve gençlerimiz dini ve milli değerlerimizi içselleştirsinler, farklı kültürlere sahip bireylerle iletişim ve etkileşim sürecinde kendi kültürlerinden dolayı bir aşağılık hissine kapılmasınlar. Okullarda çocuklarımız kendi dinlerini ve kültürlerini yeterince tanımadan, onların ne kıymetini bilebilir ne de onları hayatlarına anlam ve değer katan bir unsura dönüştürebilirler.
İslam dinine göre aile kurumunun hangi değerler üzerine bina edileceği, aileyi oluşturan fertlerin rolleri ve sorumlulukları, aile içi ilişkilerin hangi esaslara göre yürütüleceği, aile içerisinde yaşanan problemlere getirilen çözüm önerileri gibi konularda toplumda kanaat önderi olarak görülen kişiler tarafından ortak bir dil ve ortak bir anlayış geliştirilmesi yerinde olacaktır. Bu tür önemli meseleler hakkında kişi ya da kuruluşlar tarafından yapılan, halkta kafa karışıklığı meydana getirici nitelikteki açıklamalara karşı ortak ve güçlü bir tepki verilmelidir. Aile içi huzur, aile fertlerinin birbirlerini gerçekten Allah için sevmeleri ve birbirlerine güven vermeleri ile sağlanabilir.
Aile içi huzurun devamı ise nimet ve emanet bilincinden oluşan sorumluluk bilincinin, aile fertleri tarafından kazanılması ile sağlanır. Aile fertlerinin huzur ve mutluluk kaynağı oldukları anlarda “nimet” oldukları gerçeğinin; sıkıntı kaynağı haline geldikleri durumlarda ise “emanet” oldukları gerçeğinin hatırlanıp bu gerçeklere uygun şekilde hareket edilmesi, ailenin huzur dolu bir ortam haline gelmesi ve kendisinden beklenen fonksiyonları layıkıyla yerine getirmesi açısından oldukça önemlidir.
Kaynakça
* Avcıoğlu, Gürcan Şevket (2013). “Bilginin Küreselleşmesinde Kitle İletişim Araçlarının Manipülatif Rolü”, Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, S 29, s. 21-34
* Aydın, M. Şevki, (2011). “Din Öğretiminde Öğrenci Merkezlilik”, Diyanet Aylık Dergi, Haziran Sayısı, Sayı 46, s. 26-29
* Bayer, Ali (2013). “Değişen Toplumsal Yapıda Aile”, Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C 4, S 8, s. 101-129
* Çalık, Temel; Ferudun Sezgin (2005). “Küreselleşme, Bilgi Toplumu ve Eğitim”, Kastamonu Eğitim Dergisi, C 13, S 1, s. 55-66
* Şentürk, Ünal (2008). “Aile Kurumuna Yönelik Güncel Riskler”, Aile ve Toplum Dergisi, C 4, S 14, s. 7-31
* Yıldız, Mehmet (2013). “Toplumsal Değişim ve Sosyal Değerler”, Turkish Studies, C 8, S 8, s.1489-1501 Taylan, Necip (1991).
* Ana hatlarıyla İslam Felsefesi Kaynakları – Temsilcileri Tesirleri, Ensar Neşriyat, İstanbul.