25 Kasım 2011 Cuma

HADİS-İ ŞERİFLER ... KAZAYI HACET DUASI

   HADİS-İ ŞERİFLER  
İKİNCİ BÂB: DUANIN KISIMLARI (İki kısımdır)
BİRİNCİ KISIM: SEBEBE VE VAKTE BAĞLI DUALAR (Yirmi fasıldır)
ONİKİNCİ FASIL: KAZAYI HACET DUASI
1. (1854)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kazâyı hâcet için helâya girdiği zaman şu duayı okurdu: 
     "Allahümme innî eûzu bike mine'lhubsi ve'lhabâis. (Allahım, pislikten ve (cin ve şeytan gibi) kötü yaratıklardan sana sığınırm." [Buhârî, Vudû 9, Da'avât 15; Müslim, Hayz 122, (375); Tirmizî, Tahâret 4, (5); Ebû Dâvud Tahâret 3, (4,5); Nesâî, Tahâret 18, (1, 20).]

2. (1855)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) helâdan çıkınca: "Gufrâneke (affını taleb ediyorum)" derdi." [Ebû Dâvud, Tahâret 17, (30); Tirmizî, Tahâret 5, (7); İbnu Mâce, Tahâret 10, (300).]
     Tirmizî'nin Hz. Ali'den kaydettiği diğer bir rivâyette şöyle denir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Helâya girdiği zaman insanoğlunun avretleri ile cinnîlerin gözleri arasındaki perde, kişinin "bismillah" demesidir."

AÇIKLAMA:
1- Gufrâneke: Gufrân, tıpkı mağrifet gibi mastardır. Örtmek, affetmek, bağışlamak mânasına gelir. Sondaki "ke" zamirdir. Öyleyse senin örtmen, bağışlaman demek olur. Ancak mânanın bütünleşmesi için bir fiil takdiri gerekmektedir: Yâni "senin bağışlamanı taleb ediyorum."
2- Helâdan çıkarken mağfiret talebetmenin sebebine gelince şârihler iki ihtimal beyan eder:
a) Bu esnada zikrullahın terkedilmiş olmasından.
b) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), kişinin, gıdayı alıp menfaatini te'min ve fuzûliyâtı kolayca atması gibi fevkalâde hayatî nimetlerin şükrünü ödemedeki aczi sebebiyle mağfiret dilemiştir. Böylece nimete karşı şükür vazîfesini mağfiret dileyerek yerine getirmiş olmaktadır. Bu ihtimal daha kavî gözükmektedir.
3- Bu makamda, okunacak başka merfu dualar da rivâyet edilmiştir: "Ezâyı giderip âfiyet veren Allah'a hamdolsun" veya "Gıdamızın evvelinde de sonunda da bize ihsanda bulunan Allah'a hamdolsun" veya "Lezzetini bana tattırıp, gıdasını bende bırakıp sonra da ezâsını benden gideren Allah'a hamdolsun."
     Bu rivâyetlerden sıhhatçe en üstün olanı sadedinde olduğumuz Hz. Âişe hadisidir. Resûlullah'ın farklı zamanlarda bu duaların hepsiyle dua etmiş olması mümkündür.

24 Kasım 2011 Perşembe

KELİMELER - KAVRAMLAR ... MUSTAZ'AF


KELİMELER - KAVRAMLAR
MUSTAZ'AF

     Cahiliyye toplumlarında toplumun çoğunluğunu teşkil eden, ezilen, hor görülen, güçsüz bırakılmış halk tabakası.
     Mustaz'af, "za-u-fe (zayıf oldu)" fiilinin istif'al babından ism-i mef'uldür. "Za-u-fe" kuvvetli olmanın zıddıdır. Masdarı olan "za'f-zayıflık" nefiste ve bedende olduğu gibi, durum ve vaziyette, akıl ve re'yde de olur.
     "İstaz'afahu" onu zayıf buldu, zayıf gördü anlamındadır (Rağıb el-Isfahanî, el-Müfredât Fi Ğarîb'ul-Kur'an, İstanbul 1986, s. 434). Aynı zamanda onu zayıf saydı, zillete duçar etti, demektir.
     İslâm toplumunun dışındaki her toplum, baskı ve nüfuz kabul edenler veya baskı ve nüfuz altına alınabilenlerle, onlara baskı yapanlar olmak üzere iki sınıfa ayrılır. İkisinin arasındaki fark, birinin baskıya uğrayan, baskıyı kabul eden büyük çoğunluk; diğerinin baskıyı uygulayan küçük azınlık olmasıdır.
     Farklılaşma olayı toplumdaki güçlüleri, güç ve yetenekleri kendilerinden daha az olanlara üstünlük sağlamaya, onları kendi tesirleri altına almaya sürükler. Bu durumda güç ve yeteneği daha az olanlar (mustaz'aflar) güçsüzler grubunu oluşturur. Yani bunlar inanç ve amelin söz konusu olduğu bir çok durumlarda güçlülerin tesirinde kalmayı kabul ederler.
     Topluma yeni bir nesil geldiği ve üstünlük alışkanlığını atalarından aynen devraldığında, aslında hiçbir özelliği ve insânî yeteneği bulunmayan bu neslin güçsüzlere karşı açık bir zulmü ve haksızlığı görülür. Aslında şimdi ezilen bu güçsüz kişilerin arasında hiç de liyakatları yokken hakimiyeti elinde bulunduranlardan daha yetenekli kişiler bulunmaktadır.
"Mustaz'aflar" (güçsüzler) kelimesi Kur'an-ı Kerim'de "müstekbirler" (kibirliler, büyüklük taslayanlar) kelimesinin karşıtı olarak kullanılır. Mustaz'atlarla, toplumda hiç bir tabii hâkimiyet yetkisi olmayanlar anlaşılır. Kur'ân-ı Kerim'de mustaz'aflar, müstekbirlerin istiz'af ettiği, zayıf gördüğü, zayıf bulduğu, zaafa uğrattığı, hor ve zelil kıldığı kimselerdir.
     "Anamın oğlu, dedi: Muhakkak bu topluluk beni zayıf gördü, zayıf buldu ve beni öldürüyordu" (el-A'raf; 7/150).
     Yukarıdaki anlamlarda kullandığımız mustaz'af, Kur'ân-ı Kerim'de, kullanılış şekilleri davete karşı tutumları, müstekbirlerle ilişkileri ve toplumdaki konumları gözönüne alınarak bir kaç kategoride incelenebilir.
     Bir kısım mustaz'af halk toplulukları vardır ki bunlar uzun zamandan beri nesillerin değişmesiyle vahiyden uzak kalmış, uzak bırakılmış kimselerdir. Eğer kendilerine vahiy ulaşırsa, davetçiler kendilerini Allah'ın dinine davet ederlerse daveti kabul ederler, omuzlarında taşımaya başlarlar. Bunlar müstekbirler tarafından olmadık işkencelere uğratılırlar. Davalarından vazgeçmeleri için ne kadar baskı yapılırsa yapılsın tekrar küfre dönmezler. Rasullere ilk inananlar bunlardır. Hz. Adem (a.s.) 'den bu yana peygamberler tarihi boyunca davanın ilk çilekeşleri durumundadırlar. Müstekbirlerin daveti kabul etmemelerinin bir bahanesi de rasullere ilk olarak inananların mustaz'aflar olmasıdır. Müstekbirler bu inananlarla devamlı alay ederler, onları çok küçük görürler. Rasullere de, mustaz'afları etrafından kovduğu takdirde inanacaklarını söylerler. Rasuller bunu yapmayınca, davayı ilk kabul edenler güçsüz kimselerden olduğu için, davayı haksız bulurlar. Zira bunlar mustaz'aflarla bir arada bulunmayı kibirlerine yedirmemektedirler.
     "Kavminden küfreden ileri gelenler (Nuh'a) dedi(ler) ki: Biz seni bizim gibi bir insandan başka bir şey (olduğunu) görmüyoruz. İlk bakışta bizden sana aşağı tabakanın dışında kimsenin uyduğunu da görüyoruz. Ve biz sizi bizden üstün de görmüyoruz. Biz sizi ancak (olsa olsa) yalancılardan sanıyoruz" (Hud, I1/27).
     "Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, iman eden istiz'af olunanlara (mustazaflara, zayıf düşürülenlere) "Siz gerçekten Salih'in Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?"dediler. Onlarda "Biz, doğrusu onunla ne gönderildiyse ona iman edenleriz" dediler" (el-A'raf, 7/75).
     Yukarıdaki ayetlerden Nuh (a.s.) ile, Salih (a.s.)'a inananların kavimlerinin mustaz'af kesimleri olduğunu anlıyoruz. Her peygambere inananların çoğunu mustaz'aflar oluşturduğu gibi, en son Rasul Hz. Muhammed (s.a.s)'e ilk iman edenler de mustaz'af kesimdir. Bunu şu olaylardan bariz bir şekilde anlıyoruz:
     Bizans İmparatoru Herakleios Mekke'de bir peygamberin zuhur ettiğini duymuştu. Şam'da olduğu bir sırada bu yeni peygamber hakkında bilgi edinmek istemişti. O sırada Şam'da bulunan Mekkeli tüccarları yanına çağırmıştı. Herakleios'un sorularına Rasulullah (s.a.s)'e akrabalık bakımından daha yakın olan Ebu Sufyan cevap veriyordu. Herakleios:
"Ona tâbi olanlar, ileri gelen zümre mi, yoksa fakir ve zayıf insanlar mıdır?" diye sorunca Ebu Sufyan; "Hayır, zayıf kesimden insanlardır" cevabını vermiş, bunun üzerine Herakleios: "Zaten peygamberlerin tabileri de bu zayıf halk kesimidir" demiştir (Sahih Buhari Muhtasarı-Tecridi Sarih Tercemesi, I, 22, Had. No: 7).
     İşte tüm peygamberlere iman eden bu müstaz'aflara Allahü Teâla, Kur'ân-ı Kerim'de onları yeryüzüne mirasçı kılacağını va'dediyor. "Firavun, o yerde (yeryüzünde) ululandı ve halkını çeşitli gruplara böldü. Onlardan bir zümreyi Mustaz'aflaştırıyor (zayıf düşürüyor), oğullarını boğazlıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardan idi. Biz ise istiyoruz ki yeryüzünde mustaz'aflara lütfedelim, onları (yeryüzünde) önderler ve mirasçılar kılalım " (el-Kasas, 28/5).
     "İstiz'af edilmekte olan o kavmi içini bereketlerle donattığımız yerin doğularına ve batılarına mirasçı kıldık. Rabbinin İsrailoğulları üzerindeki güzel kelimesi sabretmelerinden dolayı tam yerine geldi. Fir'avn'ın ve kavminin yapageldikleri ve yükseltmekte olduklarını da yıktık" (el-A'raf, 7/137).
     "O zamanı hatırlayın ki, siz yeryüzünde azınlık ve mustaz'aflardınız. İnsanların sizi tutup kapmasından korkuyordunuz da Allah (c.c.) sizi barındırdı, yardımıyla kuvvetlendirdi. Sizi en temiz ve güzel şeylerle rızıklandırdı. Ta ki şükredesiniz" (el-Enfâl: 8/26).
     Bir kısım mustaz'aflar da vardır ki bunlar müstekbirlerin yaptıklarına ses çıkarmazlar. Kendilerine yapılan zulme karşı çıkmayıp boyun eğerler. İster kendilerine karşı isterse başkalarına karşı yapılan haksızlıklara, kötülüklere, çirkin hareketlere, Allah'a dayanmama, dünyevi çıkarlar ve bir takım zaaflar yüzünden razı olurlar. Bunlar ya "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" düşüncesini taşımaktadırlar veya zulüm yapanlar kendilerinden güçlü olmadıkları halde, onların güçlülüğü vehmine kapılırlar. Kur'an-ı Kerim bu tür mustaz'aflar için cehennem azabının olduğunu bildirmiştir.
     "İnkâr edenler; "Bu Kur'an'a ve bundan öncekilere inanmayacağız" dediler. Sen bu zulümleri Rablerinin huzurunda dikilmiş oldukları zaman suçu birbirlerine atıp dururken bir görsen. Mustaz'aflar, müstekbirlere; "Siz olmasaydınız biz inanmış olacaktık derler. Müstekbirler, mustaz'aflara; "size hidayet geldikten sonra ondan sizi biz mi alıkoyduk? Hayır, siz zaten suçlu kimselerdiniz" dediler. Mustaz'aflar da müstekbirlere; "Hayır gece gündüz hile kuruyor ve bize Allah'ı inkâr etmemizi, O'na eşler koşmamızı emrediyordunuz" derler. Azabı gördüklerinde, ettiklerine içleri yanar. İnkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar vururuz. Yaptıklarından başka bir şeyin mi cezasını çekerler?" (es-Sebe: 34/31-33).
     Bu ayetlerin tefsiri ile ilgili bu iki zümre arasında ahirette şöyle bir konuşma ve muhasebe geçecektir: "Liderlerine, başkanlarına, yönetici ve ulularına körü körüne tabi olan ve onlara karşı hiç bir nasihatçıyı dinlemeye hazır olmayan sıradan insanlar. Bu insanlar gerçeği apaçık gördüklerinde ve dini liderlerinin nasıl her şeyi ters gösterdiklerini, liderlerine uydukları için nasıl bir akıbete sürüklendiklerini farkettiklerinde bu önderlerine dönecek ve şöyle diyeceklerdir: "Ey zâlim insanlar, bizi siz saptırdınız. Bizim düştüğümüz bütün belaların sorumlusu sizsiniz. Eğer siz bizi saptırmasaydınız biz Allah'ın elçilerini dinler ve onların söylediklerine inanırdık." Onlar (müstekbirler) da derler ki: "Biz bir kaç kişi sizin gibi yüzlerce, binlerce insanı bize tabi olmaya zorlayacak bir güce sahip değildik. Eğer siz inanmak isteseydiniz, bizi liderlik, güç, yetki ve yönetimden alıkoyardınız. Eğer sizin hediyeleriniz, vergileriniz ve hibe ettiğiniz şeyler olmasa biz fakir olurduk. Eğer siz bize bağlılık göstermeseydiniz, biz bir gün bile ulu ve aziz olarak kalmazdık. Siz bizi önder kabul edip yüceltmeseydiniz, bizi kimse tanımazdı bile. Siz bizim ordumuz olmasaydınız, biz bir tek ferdi bile yönetemezdik. Şimdi neden bize Peygamber'in gösterdiği yola kendinizin tabi olmak istemediğinizi kabul etmiyorsunuz? Siz, haram ve helaldan gafildiniz ve hayatın sadece bizim sağlayabileceğimiz sükselerinin esiriydiniz. Size her tür suç ve günahı işleme ehliyeti verebilecek ve vereceğiniz hediyeler karşılığında sizi Allah'a bağışlatma sorumluluğunu üzerine alacak rehberler arıyordunuz. Her tür şirki icad ederek, dinde bir çok yenilikler çıkararak ve sizin bütün arzularınızı gerçeğin kendisi diye sunarak sizi hoşnut eden dini liderleri dinlemek istiyordunuz. Allah'ın dinini sizin arzularınıza uydurmak için değiştirecek sahtekârlara ihtiyacınız vardı. Ahirette ne olursa olsun siz bu dünyada zengin kılacak önderlere uymak istiyordunuz. Hakimiyetleri altında her tür günah ve ahlâksızlığı işleme özgürlüğüne sahip olacağınız ahlâksız ve şerefsiz yöneticileri istiyordunuz. Bu nedenle bu alış verişte siz ve biz eşit ortaklarız. Şimdi tamamen masum olduğunuzu ve siz istemeden bizim sizi saptırdığımızı söyleyerek hiç kimseyi kandıramazsınız" (Ebu'l-A'la el-Mevdudi, Tefhimu'l-Kur'an Tercümesi, 1 V, 472).
     "Melekler kendi nefislerinin zalimleri olarak canlarını alacağı kimselere derler ki: "Ne halde idiniz?" Onlar: "Biz yeryüzünde mustaz'aflar (zayıf bırakılmış kimseler) idik" dediler. Allah'ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!" İşle onlar barınakları Cehennem olanlardır. O ne kötü bir dönüş yeridir" (en-Nisa, 4/97).
     Görüldüğü gibi Allah'a kul olmamak, zulme karşı gelmemek, Allah yolunda çalışmamak bahane olarak ileri sürülen "mustaz'aflık", kendi kendine zulmeden insanları Cehenneme girmekten kurtaramıyor. İnsanları azaptan ancak Allah'a ibadet, Allah yolunda mücadele kurtarır. Çünkü zulme rıza gösteren mustaz'aflar ise ayet-i kerimede belirtildiği gibi müstekbirlerle beraber cehennemliklerdir.
     Üçüncü bir kısım mustaz'aflar da vardır ki bunlar çok güçsüzdürler. Zulme karşı çıkmaya gerçekten güç yetiremezler. Aralarında belki onlara vahiy de ulaşmamış güçten, takattan kesilmiş ihtiyarlar, zalimlerle savaşmaya güç yetiremeyen kadınlar vardır. Yine bunların içerisinde bedence, akılca ve ruhça sakatlar vardır. Bunlar malca fakirdirler. Zâlimler, müstekbirler bu insanları ezerek, sömürerek bu duruma getirmişlerdir. Bu mustaz'afları Allahu Teâla'nın affetmesi umulur. Mü'minlerin ise zulme uğrayan, sömürülen, ezilen bu musta'zaflar uğrunda savaşması gerekir. Çünkü mü'min nerede bir zulüm varsa onun karşısındadır.
     "Ancak, erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan bir yol bulamayan mustaz'aflar müstesnadır. Bunlar Allah'ın kendilerini affetmesi umulanlardır. Doğrusu Allah affedendir, bağışlayandır" (en-Nisa, 4/98-99).
     "Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve "Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan şu memleketten çıkar ve bize katından bir velî kıl, katından bize bir yardımcı kıl!"diye dua eden mustaz'af erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?" (en-Nisa: 4/75).
     Zamanımızda anlattığımız bu üç tür mustaz'af da vardır. Asrımız, mustazafların uyandığı, zulme başkaldırdığı bir çağdır. Eğer bu mustaz'aflar Allah yolunda gerçekten mücadele ederlerse Allah onları yeryüzüne önderler yapacaktır. Çünkü Allah bunu yüce kitabında va'detmiştir.

Şamil İslam Ansiklopedisi
Muammer ERTAN

    

23 Kasım 2011 Çarşamba

İSLAM TARİHİ ... Peygamberimizin Hz. Cüveyriye ile Evlenmesi


İSLAM TARİHİ
Peygamberimizin Hz. Cüveyriye ile Evlenmesi
     Hz. Cüveyriye, Benî Müstalık kabilesi reisi Hâris b. Ebî Dırar’ın kızı idi. Müreysi Gazâsı’nda alınan esirlerden biri de oydu. Kocası Müsafi b. Safvan, Pey­gam­be­ri­mizin amansız düşmanlarından biriydi. Harpte öldürülünce, Hz. Cüveyriye dul kalmıştı.
Esirler, mücahitler arasında bölüştürüldüğü zaman, Hz. Cü­veyriye, Sâbit b. Kays ile amcası oğlunun hissesine düşmüştü. [1]
     Hz. Cüveyriye, Sâbit b. Kays’la anlaşmış, kesişme yapmıştı. [2] Tayin edilen fidyeyi ödediği takdirde hürriyetine kavuşacaktı. Fakat fidye ödeyecek imkânı yoktu. Bu sebeple Peygamber Efendimize müracaat etti ve fidye-i necatının ödenmesi hususunda yardım talebinde bulundu.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, ona; “Sana, bundan daha hayırlı olan yok mu­dur?” diye sordu. Beklenmedik bir soruya muhatab olan Hz. Cüveyriye, birden şaşırdı. Hürri­yetine kavuşmaktan, tekrar anne ve babasına, yurduna varmaktan daha hayırlı ne olabilirdi?
Bir anlık bir tereddütten sonra, “Yâ Re­sû­lal­lah; hakkım­da yapaca­ğınız bundan daha hayırlı şey nedir?”
     Peygamber Efendimiz, “Senin fidye-i necatını ödemem ve seni zevceliğe ka­bul etmemdir” buyurdu.
     Hz. Cüveyriye bütün bütün şaşırdı. Esaretten kurtulduğu gibi, böylesine bü­yük bir şerefe de nâil olacaktı. Bir an kendi âlemine daldı. Peygamber Efen­dimizin yurtlarına varmadan birkaç gün önceki rüyasını hatırladı: Ay, Me­dine’den sanki yürüyüp gömleğine girmişti. [3] Bir anlık şaşkınlıktan sonra, yü­zünde sevinç alâmetleri belirdi. Pey­gam­be­ri­mizin teklifine cevabı şu oldu: “Yâ Re­sû­lal­lah! Eğer beni bu şerefe nâil ederseniz, şüp­he­siz benim için bun­dan daha hayırlı bir devlet ve saadet olamaz!” [4]
     Hâris b. Ebî Dırar’ın Müslüman Olması
     Hz. Cüveyriye’nin babası Hâris b. Ebî Dırar da, o sırada, kızını kurtarmak için yanına develer alarak Medine’ye doğru yola çıkmış idi. Akik vadisine va­rınca develerine baktı. Kıyamadığı ikisini, vadide iki dağ arasında kuytu bir yere sakladı. Sonra, Peygamber Efendimizin huzuruna geldi.
     “Yâ Muhammed! Kızımı esir almışsınız. Şunlar, onun fidye-i neca­tıdır” diye konuştu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Akik’te, filan dağlar arasında filan kuytuya sak­lamış olduğun iki deveyi neden getirmedin?” diye sordu.
     Haris, birden şaşırdı. Hiç kimse, develeri oraya saklamış olduğunu bilmi­yordu. Artık beklemek manasızdı. Derhal, “Ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur; muhakkak sen de Allah’ın Resûlüsün! Vallahi, yaptığımı Al­lah’tan başka kimse bilmiyordu!” diyerek Müslüman oldu. Onunla birlikte, iki oğlu ve kavminden ya­nın­da bulunanlar da orada Müslüman oldular. [5]


     Pey­gam­be­ri­mizin, Hz. Cüveyriye’nin Fidye-i Necatını Ödemesi
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, Sâbit b. Kays’a (r.a.) haber gön­de­rip, durumu ken­disine arz etti. Hz. Cüveyriye’yi kendisinden istedi. Sâbit b. Kays tereddüt göstermeden, “Babam anam sana feda olsun yâ Re­sû­lal­lah! Sana onu bağışla­dım!” dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, fidye-i necatını ödeyerek Hz. Cü­vey­ri­ye’­yi baba­sına teslim etti.
     Hz. Cüveyriye’nin, Pey­gam­be­ri­mizle Evlenmesi
     Müslüman olan Hz. Cüveyriye’yi zevceliğe kabul etmek üzere, Peygamber Efendimiz, onu, babası Hâris b. Ebî Dırar’­dan istedi. Baba Haris buna muvafa­kat gösterdi.
Peygamber Efendimiz, dört yüz dirhem mehir vererek Hz. Cü­veyri­ye’­yi zev­celiğe aldı. [6]Peygamber Efendimizin Hz. Cüveyriye’yi zevceliğe aldığını gören ashab-ı ki­ram, “Re­sû­lul­lah’ın zevcesinin akraba ve taallûkatı artık esir kalmamalıdır” diyerek ellerindeki bütün esirleri serbest bıraktılar. Bu esirler arasında sadece yüz tane kadın vardı.
Bunun için Hz. Âişe der ki: “Ben, kavmi için Cüveyriye’den daha hayırlı, daha mübarek bir kadın bil­miyorum!” [7]     Gerçekten de, Hz. Cüveyriye bahtiyar bir kadındı. Bir günde, esir iken hem Resûl-i Ekrem Efendimize zevce olma şerefi ve saadetine erdi, hem de kavmi­nin esaretten kurtulmasına sebep oldu.
     Peygamber Efendimizin Hz. Cüveyriye’yi zevceliğe aldığını duyan Müsta­lıkoğullarından birçok kimse de, bu mürüvvet ve âli­ce­nab­lığa hayran ka­lıp, Medine’ye gelerek Müslüman oldular.
     Peygamber Efendimizin bütün evliliklerinde ayrı ayrı hikmet ve maslahat­lar vardır. Bu evliliğinde de içtimaî bir hikmet ve maslaha­tı göz önünde bu­lundurmuştur. O da, kalpleri kendisi­ne ve İslam’a ısındırmak, kabileleri akra­balık bağı kurarak etrafında toplamak, kendisine ve İslam’a yardımcı kılmaktı. Malumdur ki insan bir kabileden veya bir aşiretten evlendiği zaman, onunla o kabile veya aşiret arasında bir yakınlık meydana gelir; bu da tabii olarak, on­ları o insanın yardımına koşturur.
     İşte, Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Cüveyriye’yle evlenmesinde bu maksat ve gayeyi gütmüştür. Ve bunda, görüldüğü gibi, muvaffak da olmuştur.
     Hz. Cüveyriye’nin Asıl Adı
     Hz. Cüveyriye’nin asıl adı “Berre” idi. Bu ismi beğenmeyen Resûl-i Ekrem Efendimiz, evlendikten sonra, ona cariyenin musağğarı olan ve “kadıncık” ve­ya “kızcağız” manasına gelen Cüveyriye ismini taktı. [8]     Hz. Cüveyriye, son derece ittika sahibi idi. Yoksullara, fa­kirlere karşı son de­rece şefkatli, merhametli davranırdı. Ye­mez, başkasına yedirir; içmez, baş­ka­sına içirirdi.
     Bir gün Resûl-i Ekrem, odasına girerek, “Yiyecek bir şey var mı?” diye sor­muştu.
     Hz. Cüveyriye, “Hayır yâ Re­sû­lal­lah! Yanımda yiyecek bir şey yok. Sadece bir davar kemiği vardı ki onu da kadın azatlımıza sadaka olarak verdim!” [9] ce­vabını vermişti.
     Hz. Cüveyriye, Hicret’in 57. yılında vefat etti. Bâkî Kabristanı’na defnedildi.
_______________________________________________________________________
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 307; İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 116.
[2] Kesişme yapmak, bir esirin tayin edilen muayyen miktarı kazanıp efendisine vererek esirlikten kurtul­maya kendini müsait hâle getirmesi demektir.
[3] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 303.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 307; İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 117.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 308.
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 308.
[7] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 308; İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 177.
[8] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 118.
[9] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 6, s. 430.
Yazar:
Salih Suruç
Salih SURUÇ

22 Kasım 2011 Salı

TBMM 'ye 25 Uzman Yardımcısı Alınacak

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığından:

Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Sekreterliği Teşkilatının yasama hizmetlerinde çalıştırılmak üzere, yarışma ve yeterlik sınavı ile (24) uzman yardımcısı alınacaktır.

I- SINAV ŞEKLİ VE PUAN TÜRLERİ:
Uzman Yardımcılığı sınavının yazılı kısmı için, Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezince ve (A) grubu kadrolar için 2010-2011 yıllarında gerçekleştirilen Kamu Personeli Seçme Sınavlarının sonuçları esas alınacaktır.
Atanacak Yasama Uzman Yardımcısının, Kamu Personeli Seçme Sınavı puan türü ile yabancı dil bilgisi aşağıda belirtildiği şekilde tespit edilmiştir.

KPSS/KPDS YAB.DİL TESTİ
PUAN TÜRÜ DOĞRU CEVAP SAYISI / DÜZEYİ
KPSSP 33 KPSS Dil Sınavından 42 (En az) veya
KPDS (İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Arapça, Rusça), (C) düzeyi (En az)
KPSSP 82 KPSS Dil Sınavından 42 (En az) veya
KPDS (İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Arapça, Rusça), (C) düzeyi (En az)
KPSSP 88 KPSS Dil Sınavından 42 (En az) veya
KPDS (İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Arapça, Rusça), (C) düzeyi (En az)
KPSSP 108 KPSS Dil Sınavından 42 (En az) veya
KPDS (İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Arapça, Rusça), (C) düzeyi (En az)
KPSS sonuçlarına göre seçilecek adaylar, ayrıca TBMM tarafından yapılacak sözlü sınava alınacaklardır.

II - ARANAN ŞARTLAR :
1. 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinde belirtilen şartları taşımak,
2. Eğitim süresi en az dört yıl olan hukuk, siyasal bilgiler, iktisat, işletme, iktisadi ve idari bilimler fakülteleri ile aynı konularda eğitim veren ve bunlara denkliği Yükseköğretim Kurulunca kabul edilen yurt dışındaki fakülte ya da yüksek okulların bölümlerinden mezun olmak.
3. Birinci bölümde belirtilen puan türleri itibariyle KPSS Sınavında en az yetmiş ve üzerinde puan almış olmak,
4. 01.01.2012 tarihi itibariyle otuz yaşını doldurmamış olmak,
5. Erkek adaylar için askerlikle ilişiği olmamak (Askerliğini yapmış veya tecil ettirmiş olmak),
6. Devamlı olarak görev yapmasına engel olabilecek, daimi vücut ya da akıl hastalığı ile vücut sakatlığı ya da özrü bulunmamak,

III-BAŞVURU :
2010-2011 yıllarında (A) grubu kadrolar için yapılan KPSS LİSANS sınavları sonucunda, 100 üzerinden 70 ve daha yüksek puan alarak başarılı olan adaylardan, Kurumumuzdan görev talebinde bulunacaklar, bu ilanın Resmi Gazete’de yayımladığı tarihten başlamak üzere 16.12.2011 tarihine kadar,
1- 2010 veya 2011-KPSS LİSANS Sınav Sonuç Belgesi (Aday şifresi ile kontrol edilecektir),
2 - Giriş sınavı başvuru dilekçesi,
3 - Yükseköğrenim diplomasının aslı veya noter tasdikli örneği,
4 - Nüfus Cüzdanı Örneği ve 2 adet vesikalık fotoğraf,
5 - Erkek adaylar için askerlikle ilişiği olmadığına dair belge,
6 - El yazısıyla yazılmış özgeçmiş,
ile birlikte mesai saatleri içerisinde TBMM Personel ve Özlük İşleri Müdürlüğüne (TBMM Genel Sekreterliği Ek Hizmet Binası, Atatürk Bulvarı No:153) şahsen veya posta yoluyla başvuracaklardır. Postadaki gecikmeler ve ilanda belirtilen süre içinde yapılmayan başvurular dikkate alınmayacaktır.

IV- SÖZLÜ SINAV :
2010-2011-KPSS LİSANS Sınavlarında 100 üzerinden 70 ve daha yüksek puan alan adaylar arasından, en yüksek puan alan adaydan başlayarak bu ilanın I. Maddesinde belirtilen kadro sayısının en fazla dört katı aday, onbeş gün önce yer, gün ve saat bildirilmek suretiyle sözlü sınava çağrılacaktır.
Yapılacak sıralamaya göre sözlü sınava katılmaya hak kazanan adayların isim listesi TBMM Genel Sekreterliği  http://www.tbmm.gov.tr/duyurular/insan_kaynaklari.htm  İnternet adresinden duyurulacaktır.
Sözlü sınavda başarılı sayılabilmek için en az yetmiş puan almak şarttır.
Sözlü sınav için yapılacak başvurularda istenen belgelerde, gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu tespit edilenlerin sınavları geçersiz sayılacak ve atamaları yapılmayacaktır. Bunların atamaları yapılmış olsa dahi iptal edilecektir.
İlanen duyurulur.

İSLAM İLMİHALİ ... Altıncı Bölüm: NAMAZ ... 7. Konu: NAMAZIN KILINIŞI

İ S L Â M   İ L M İ H A L İ
Altıncı Bölüm: Namaz
7. Konu: NAMAZIN KILINIŞI

     Namazın farz ve vâciplerine, sünnet ve âdâbına uygun şekilde kılınışına ilmihal dilinde "sıfâtü's-salât" denilir. Namaz kılacak kişi abdestli ve kıbleye yönelik olarak durup ellerini kaldırır ve niyet ederek Allahüekber der, ellerini bağlar. "Sübhâneke'llâhümme ve bihamdike ve tebârekesmüke ve teâlâ ceddüke velâ ilâhe gayrük" der. İmama uymuş (muktedî) değilse, "Eûzü billâhi mine'ş-şeytâni'r-racîm. Bismillâhi'r-rahmâni'r-rahîm" der ve Fâtiha'yı okur. Fâtiha'nın bitiminde âmin der, besmelesiz olarak bir sûre veya birkaç âyet okur (zamm-ı sûre). Ardından Allahüekber diyerek rükûa gider. En az üç kere Sübhâne rabbiye'l-azîm dedikten sonra Semiallâhü limen hamideh diyerek doğrulur ve Rabbenâ lekel-hamd der. Ardından Allahüekber diyerek secdeye gider. Bedensel bir engeli yoksa yere önce dizlerini, sonra ellerini ve sonra yüzünü koyar, kıyama dönerken de bunun aksini yapar. Secdede en az üç kere Sübhâne rabbiye'l-a`lâ dedikten sonra yine Allahüekber diyerek ara oturuşu (celse) yapar, sonra yine Allahüekber diyerek ikinci secdeye gider ve yine üç kere Sübhâne rabbiye'l-a`lâ dedikten sonra Allahüekber diyerek ikinci rek`ata kalkar.

     İkinci rek`at da birinci rek`at gibidir. Şu kadar ki ikinci rek`atta elleri kaldırma, Sübhâneke ve eûzü yoktur. Ayağa kalkınca el bağlayıp besmele ile Fâtiha'yı okur ve âmin dedikten sonra Fâtiha'ya bir sûre veya birkaç âyet ekler. Daha sonra birinci rek`atta olduğu gibi rükû ve secdeleri yapar. İkinci secdeden sonra ka`de yapıp et-Tahiyyâtü lillâhi ve's-salavâtü ve't-tayyibât. es-Selâmü aleyke eyyühe'n-nebiyyü ve rahmetullâhi ve berekâtüh. es-Selâmü aleynâ ve alâ ibâdillahi's-sâlihîn. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûlüh der. Kılacağı namazın rek`at sayısı ikiden fazla ise bu "ilk oturuş" (ka`de-i ûlâ) olur. Bu oturuşta Tahiyyât'a bir şey eklenmez ve Allahüekber diyerek üçüncü rek`ata kalkılır. Kalkacağı zaman ellerini dizleri üzerine getirir, öyle kalkar. Kıyamda el bağlayıp besmele ile Fâtiha'yı okur ve âmin der. Bundan sonra yapılacak şeyler namazın farz olup olmamasına göre küçük değişiklikler gösterir:

a) Bu kıldığı farz namaz ise Fâtiha'dan sonra sûre veya âyet okumayıp rükûa varır. Secdelerden sonra, eğer varsa dördüncü rek`ata kalkar, dördüncü rek`at da üçüncü rek`at gibidir. Dördüncü rek`at yoksa ikinci secdeden sonra oturur (son oturuş=ka`de-i ahîre).

b) Kıldığı namaz farz değilse, farklı olarak üçüncü rek`atın Fâtiha'sına âmin dedikten sonra, bir sûre veya birkaç âyet okur. Sonra rükûa ve secdeye varır. Dördüncü rek`at, üçüncü rek`at gibidir. Dördüncü rek`atın secdeleri yapılınca oturulur. Bu oturuş, üç rek`atlı namazların üçüncü rek`atının ve iki rek`atlı namazların ikinci rek`atının bitiminde yapılan oturuş gibi, son oturuş (ka`de-i ahîre) adını alır. Son oturuşta Tahiyyât'tan sonra salavat ve dualar okunur, ardından selâm verilir.

Salavat şudur: Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîm. İnneke hamîdün mecîd. Allâhümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ bârekte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîm. İnneke hamîdün mecîd.
Dualar: Son oturuşta salavat getirdikten sonra yapılacak dua, âyetlerden iktibas edilebileceği gibi hadislerden de edilebilir.

     Âyetlerden alınarak yapılabilecek duaya örnek:
Rabbenâ âtinâ fi'd-dünyâ haseneten ve fi'l-âhireti haseneten ve kınâ azâbe'n-nâr, bi rahmetike yâ erhame'r-râhimîn (el-Bakara 2/201).

Rabbenâ lâ tüziğ kulûbenâ ba`de iz hedeytenâ ve heb lenâ min ledünke rahmeten inneke ente'l-vehhâb (Âl-i İmrân 3/8).

Rabbic'alnî mukýme's-salâti ve min zürriyyetî rabbenâ ve tekabbel duâ. Rabbenağfir lî ve li-vâlideyye ve li'l-mü'minîne yevme yekumü`l hisâb (İbrâhîm 14/40-41).

Hadislerden iktibas edilebilecek duaya örnek:
Allahümme innî es'elüke mine'l-hayri küllihî mâ âlimtü minhü ve mâ lem a`lem ve eûzü bike mine'ş-şerri küllihî mâ âlimtü minhü ve mâ lem a`lem.
Türkçesi: "Allahım bildiğim bilmediğim bütün iyilikleri senden istiyorum, bildiğim bilmediğim bütün kötülüklerden sana sığınıyorum".

     İsteyen bu duaların anlamlarını da söyleyebilir. Şimdi bu vesileyle namazda Türkçe dua etmenin namazı bozup bozmayacağı konusu ile Hz. Peygamber'den nakledilenlerden başka bir duanın namazda okunup okunamayacağı sorusuna açıklık getirmeye çalışalım.

     Namazda Türkçe Olarak Dua Edilebilir mi?

     "Namazda insanların kelâmından hiçbir şey uygun olmaz. Çünkü namaz ancak tesbih, tekbir ve Kur'an okumadan ibarettir" (Müsned, V, 447-448; Nesaî, "Sehv", 20; bk. Müslim, "Mesâcid", 35; Ebû Dâvûd, "Salât", 174).

     Hadiste geçen "insanların kelâmı" sözü, başka biriyle karşılıklı konuşmak anlamına gelebileceği gibi insanların kendi aralarındaki konuşmaları türünden konuşma, gündelik konuşma ve insan sözü anlamına da gelebilir.

     "Namaz ancak tesbih, tekbir ve Kur'an okumadan ibarettir" ifadesi ise, hasr ifade edecek şekilde anlaşılacak olursa, namazda bunların dışında bir şey yapılamayacağı sonucu çıkar. Nitekim bazı Hanefîler bu noktadan hareketle Kur'an lafızları dışında bir şeyle namazda dua edilemeyeceğini söylemişlerdir. Diğer âlimler ise, namazda konuşma yasağının Mekke döneminde geldiğini, halbuki namazdaki özel dua ve zikirlerin pek çoğunun Medine döneminde hadislerle sabit olduğunu ve bu hadislerin "Namaz tesbihten? ibarettir" hadisinin kapsamını daralttığını öne sürerek, namazda her türlü lafızla dua edilebileceğini savunmuşlardır.

     Hz. Peygamber bir gün namaz kılarken arkasında bir adamın "Ey Allahım, bana ve Muhammed'e merhamet et, başka da hiç kimseye merhamet etme" diye dua ettiğini duymuş, selâm verdikten sonra bu şekilde dua eden bedevîye dönerek "Geniş olan bir şeyi (Allah'ın rahmetini) daralttın" demiştir (Buhârî, "Edeb", 27). Hz. Peygamber, namazda bu şekilde dua ettiği için o kişiye namazı yeniden kılmasını söylememiş, sadece bencillik yapmaması için uyarmıştır. Bu olay, namaz kılan kimsenin namazın dua ve münâcâta ayrılmış bu bölümünde Kur'an ve Sünnet lafızları dışında fakat onlara uygun içerikte sözlerle istediği gibi dua edebileceğini göstermektedir.

     Hz. Peygamber rükûdan doğrulurken "Semiallahü limen hamideh" demiş, kendisiyle birlikte namaz kılan arkadaşlarından Rifâa "ve leke'l-hamd hamden kesîren tayyiben mübâreken fîh" diye ilâve etmiş; Hz. Peygamber selâm verince arkaya dönerek "Demin konuşan kimdi?" diye sormuş; Rifâa "Bendim" deyince, bunun üzerine Hz. Peygamber, "Otuz küsur melek gördüm, senin söylediğin o sözü önce yazıp göğe götürmek için birbirleriyle yarışıyorlardı" diyerek, Rifâa'nın ihdas ettiği bu sözü onaylamıştır (bk. Şevkânî, II, 317-322).

     Bu hadisler, namazda konuşma yasağının başka biriyle konuşmaya ilişkin olduğunu, içerik bakımından uygun olmak şartıyla, kişinin istediği lafızlarla dua edebileceğini göstermektedir.

Namazda "Ey Allahım, beni evlendir, karnımı doyur" gibi insanların konuşmalarına benzeyen sözler söylenirse, Hanefîler'e göre bunu söyleyen kişinin namazı bozulur. Çünkü bu söz, Kur'an'daki dualara ve Hz. Peygamber'in namazda okuduğu veya okunabileceğini bildirdiği dualara benzememekte, içerik olarak namazın genel çerçevesine aykırı düşmektedir. Fakat Şâfiî, dünyevî bir arzunun gerçekleşmesine yönelik olmakla birlikte sonuçta bunun da bir dua olduğunu, dolayısıyla bu şekilde dua etmekle namazın bozulmayacağını ileri sürmüştür.

18 Kasım 2011 Cuma

Bir canın bedeli kaç paradır? / Demet Tezcan / Milat Gazetesi

Bir canın bedeli kaç paradır?

Demet TEZCAN
demettezcan@gmail.com

Osman Aslı, 2009 yılında dağıtım iznini İstanbul’da bulunan ailesinin yanında geçirirken Avcılar İlçe Emniyet Müdürlüğü Önleyici Yunus Ekibi tarafından alınarak Firuzköy Şehit Ilgaz Aykutlu Polis Merkezi’ne sorgusu yapılmak üzere teslim edilir. GBT sorgulaması için bekletilen Osman nezarethaneye değil avukat görüşme odasına alınır. Çünkü nezarethanenin anahtarı bulunamaz o esnada. İlginç değil mi bir karakolun nezarethanesinin anahtarının bulunamaması? Diyelim ki büyük bir hadise çıktı ve birçok kimseyi gözaltına almak durumundalar belki de bir katili ama nezarethanenin kapısı kilitli. Veya içeride birileri var yangın çıktı, acilen tahliye edilmeleri lazım, anahtar yok.
Osman görüşme odasında iken de ifadeye göre görevli memurlar geçici olarak oradan ayrılırlar ve gözaltına alınmış bir şahıstan alınması gereken kendisine zarar verebileceği eşyaları da almamışlardır Osman’dan. Tam da o geçici olarak ayrıldıkları süre içinde Er Osman Aslı asar kendisini ve kimse duymaz bunu. Avukatlarının “ölüme sebebiyet” suçundan davanın ağır ceza mahkemesinde görülmesi talebi reddedilerek “görevi kötüye kullanmak” isnadı ile sulh ceza mahkemesinde sadece bir polis memuru hakkında dava açılır.
Ailenin iddiasına göre evlatlarının vücudundaki morluklar, alnında kırık ve çökme olması işkence ihtimalini kuvvetlendirmektedir.
İntihar ihtimalini ispatlamak için görevli memurlarca “bali tüpleri” resimlenerek savunmaya destek oluşturulur. Ne var ki adli tıp kurumu raporunda Osman’ın kanında uyuşturucu ve benzer madde izine rastlanmaz.
Bali kullandığı iddiası adli tıp raporunda çürütülmüşken, dosyadaki çelişkili ifadeler, ailenin anlatımları, kamera kayıtlarının avukatlar tarafından incelemesine izin verilmemesi, olay yerinin bilirkişi incelemesinin yaptırılmaması gibi şüphelerle, ailenin ve avukatlarının tüm girişimlerine rağmen sorular cevaplanmadan, karanlık pek çok nokta aydınlığa kavuşmadan bu ayın 3’ünde Küçükçekmece Cumhuriyet Savcılığı “Görevi Kötüye Kullanmak Suçu” ile bir polis memuruna 6 bin lira para cezası vererek davayı karara bağladı. Üstelik erteleyerek.(Bu şu manaya geliyor polis memuru bir daha aynı suçu işlerse bu para cezasını ödeyecek)
Şimdi aile, evlatlarının ölümüne mi, iddialarının dikkate alınmadığına mı, kafalarındaki soruların cevapsızlığına mı, yüreklerini bir nebze olsun soğutacak bir karar çıkmamış olmasına mı hangisine yansın?
Baba zaten olaydan sonra kalp rahatsızlığı geçirmiş, işini kaybetmiş, sağlığı gün geçtikçe daha da bozulmuş, iş için Urfa’ya taşınmış hayat mücadelesi veriyor. Tüm bu adalet arayışının sonunda kolu kanadı kırılmış olan aile “bari ölümüze iftira atılmasın” diyor.
Nereden baksanız acı! İntihar ise karakolda ne oldu da birliğine dönüş biletini almışken, yola çıkacakken alelacele kendini astı? İntihar değilse nasıl bir muamele ile karşılaştı da ölümüne sebep oldu? Hadi öyle veya böyle öldü. Bir evladın, bir canın bedeli var mı? Varsa 6 bin lira mı? Bu kararı verenler kendi evlatlarının bir gülüşüne, saçının bir teline, evlatları üstüne kurdukları gelecek hayallerine kaç para bedel koyuyorlar acaba? Anne- babanın içine düşen ateşi söndürecek bir yöntem var mı mesela?
Adalet yerini bulmuş mudur?

16 Kasım 2011 Çarşamba

HADİS-İ ŞERİFLER ... GİYİNME VE YEMEK DUALARI


İKİNCİ BÂB: DUANIN KISIMLARI (İki kısımdır)
BİRİNCİ KISIM: SEBEBE VE VAKTE BAĞLI DUALAR (Yirmi fasıldır)
ONBİRİNCİ FASIL: GİYİNME VE YEMEK DUALARI
1. (1848)- el-Hudrî (radıyallâhu  anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) elbiseyi yenilediği zaman şu duayı okurdu: Allahım! Hamd sanadır. -(giydiği şey ne ise) ismen söyleyerek- Bunu bana sen giydirdin. Bunun hayırlı olmasını, yapılış gayesine uygun olmasını diliyor, şerrinden ve yapılış gayesine uygun olmamasından da sana sığınıyorum."
(Ebû Dâvud, Libas 1, (4020); Tirmizî, Libâs 29, (1767).]
AÇIKLAMA:
1- Rivâyetler, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yeni bir elbise giyeceği zaman bunu cumaya rastlattığını ve giyme sırasında dua okuduğunu gösterir. Şu halde bu dua onlardan biri olmaktadır.
2- Elbiseyi, Resûlullah'ın dua sırasında tesmiyesi, cinsini zikretmesidir. Meselâ yeni bir ayakkabı giymiş ise: "Allahım! Hamd sanadır. Bu ayakkabıyı bana sen giydirdin..." demesidir.
3- Giyilen şeyin hayrı onun hemen eskimeyip dayanıklı olmasıdır, temizliğidir, bir ihtiyaç için giyilmiş olmasıdır. "Yapılış gayesine uygun olması" şeklinde tercüme ettiğimiz cümle de elbise ne maksadla yapılmış ise onun hayrını, o maksada uygun kullanımını talep etmektedir. Mâlum olduğu üzere elbise, tesettürü sağlamak, sıcak ve soğuğa karşı korumak gibi maksadlarla yapılır. Şu halde, elbisenin bu hizmetlerinde hayırlı olması, yapılmış olduğu bu gâyeleri yerine getirmesi Allah'tan taleb edilmiş olmaktadır. Elbiselerin bu gayelere uygun kullanımı bir bakıma kulluk ve ibadet vazifelerini hakkıyla yapmayı netice verir.
     Elbisenin şerri ve yapılış gayesine uygun olmayan kullanılış şekli de böylece anlaşılmış oluyor. Elbisenin haram olması, pis olması çabuk eskimesi, israf gösteriş, kibir, riya, tefâhur gibi kulluk edebine aykırı ve günah olan durumlara sebep olması, setrü'l-avreti yerine getirememesi, soğuk ve sıcağa karşı yeterli korunmayı sağlayamaması gibi akla gelebilecek çeşitli durumlar elbisenin şerri olarak değerlendirilebilir.
4- Hadis, yeni bir elbise giyerken Allah'a hamdetmenin müstehap olduğuna delâlet eder, Müstedrek'den gelen bir rivayet, bir veya yarım dinara aldığı elbiseyi giyen kimse hamdederse, Allah'ın giyer giymez onu mağfiret edeceğini haber verir.

2. (1849)- Ebû Ümâme (radıyallâhu anh) anlatıyor: "İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) yeni bir elbise giymişti ve şöyle dua etti: "Avretimi örtebileceğim ve hayatta güzellik sağlayabileceğim bir elbise giydiren Allah'a hamd olsun."
Sonra şunu söyledi: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı dinledim: "Kim yeni bir elbise giyer, böyle söyler, daha sonra da eskittiği elbiseyi tasadduk ederse, sağken de öldükten sonra da Allah'ın himâyesi, hıfzı ve örtmesi altında olur." [Tirmizî, Daavât 119, (3555); İbnu Mâce, Libâs 2, (3557).]

3. (1850)- Ebû Saîd (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir şey yeyip içti mi şu duayı okurdu: "Bize yedirip içiren ve bizi Müslümanlardan kılan Allah'a hamdolsun." [Tirmizî, Daavât 75, (3453); Ebû Dâvud, Et'ıme 53, (3850); İbnu Mâce, Et'ıme 16, (3283).]


4. (1851)- Muâz İbnu Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim bir şey yer ve: "Bana bu yiyeceği yediren ve tarafımdan hiçbir güç ve kuvvet olmadan bunu bana rızık kılan Allah'a hamdolsun" derse geçmiş günahları affolunur" dedi." [Ebû Dâvud, Libâs 1, (4023); Tirmizî, Da'avât 75, (3454); İbnu Mâce, Et'ime 16, (3285).]
Ebû Dâvud'un rivayetinde şu ziyâde var: "Kim bir elbise giyer ve: "Bunu bana giydirip, tarafımdan bir güç ve kuvvet olmaksızın beni bununla rızıklandıran Allah'a hamdolsun" derse geçmiş ve gelecek günahları affedilir."

5. (1852)- Muâz İbnu Enes (radıyallâhu anh) der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Muhakkak ki Allah, kulun bir şey yiyip hamdetmesinden veya bir şey içip hamdetmesinden râzı olur." [Müslim, Zikr 89, (2734); Tirmizî, Et'ime 18, (1817).]


6. (1853)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Sa'd İbnu Ubâde'nin yanında ekmek ve zeytinyağı yemişti. Sonunda şöyle bir dua buyurdu:
"Yanınızda oruçlular yemek yesin, yemeğinizden ebrarlar yesin, üzerinize melekler dua etsin." [Ebû Dâvud, Et'ime 55, (3854).]
     Ebû Dâvud'un Hz. Câbir (radıyallâhu anh)'den kaydettiği diğer bir rivâyette şöyle denir:
"Ebû'l-Heysem bir yemek hazırladı, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Ashâbını(radıyallâhu anhüm) dâvet etti. Hz. Peygamber yemekten kalkınca: "Kardeşinizi mükâfaatlandırın!" buyurdu. Ashâb: "Mükâfaatı da ne?" diye sordular. Efendimiz: "Kişinin evine girilip yemeği yendi, içeceği içildi mi ev sâhibi için dua edilir. İşte bu onun mükâfaatıdır" cevabını verdi."
AÇIKLAMA:
1- Bâzı rivâyetler yukarıdaki duanın Sa'd İbnu Muâz'ın evinde geçtiğini belirtir. Bu, vak'anın iki sefer cereyanına delil olabilir.
2- Dua cümlesi olarak tercüme ettiğimiz hadis, aslında ihbar cümlesi gibidir. Ancak Münavî'nin de belirttiği üzere, ev sâhibine mükâfaat mânası, dua cümlesi ile gerçekleşir.
3- Bu hadis, yemeğe dâvet edilen kimsenin, yemekten sonra ev sâhibi için dua etmesinin müstehab olduğuna delildir.

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri & Grand Alfa Karadeniz Turu

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri  &  Grand Alfa Karadeniz Turu      5 Gün - 4 Gecelik (3 gece otel konakla...