İSLAM TARİHİ
İslam Ordusunun Dağılması!
(Uhud Muharebesi)
“O, Cehennemliktir!”
Müslümanlar safında mertçe çarpışıp cesaretle düşmanın üzerine hücum eden biri vardı. Hatta Müslümanlar arasından müşriklere ilk ok yağdıran da o olmuştu. Gariptir ki Kuzman adındaki bu adamın ismi her ne zaman zikredilse, Efendimiz “O, cehennemliktir” derdi. Sahabeler, bunun sırrını bir türlü çözemiyorlardı.
Kuzman, harbin en şiddetli ânında büyük kahramanlıklar gösterdi. Hatta İslam ordusu bozulup dağıldığı sırada kılıcının kınını kırdı ve “Ölmek, kaçmaktan hayırlıdır! Ey Evs Hanedanı! Siz de benim gibi, şeref ve şan için çarpışınız” diye seslenerek müşriklerin arasına daldı. Yedisini sekizini öldürdükten sonra, kendisi de muharebe meydanında yaralanıp kan revan içinde kaldı.
Sahabeler hâlâ Efendimizin, “O, cehennemliktir” sözünün manasını anlamış değillerdi: Bunca, kahramanlık ve cesareti Müslümanlar safında gösteren Kuzman, nasıl cehennemlik olabilirdi?
Ancak Hz. Resûlullah, Kuzman’ın gerçek yüzünü Cenab-ı Hakk’ın bildirmesiyle biliyordu.
Ağır yaralarının sızısıyla kıvranan Kuzman’ı, sahabeler, “Tebrikler ey Kuzman! Cenneti müjdeleriz sana!” diyerek tebrik ettiler.
Kuzman ise, verdiği cevapla, gerçek mahiyetini ortaya koydu: “Ne diye beni tebrik ve tebşir ediyorsunuz? Benim maksadım şehâdete ermek değildir. Dinin muhafazası hususu dahi asla hatırımdan geçmemiştir. Ben, kavmimin gayreti için ve Kureyşliler, Medine hurmalıklarına zarar vermesin diye çarpıştım!”[58]Yaralarının ağrısı şiddetlenip yaşayacağından ümidini kesince de, bir ok alıp kolunun damarını keserek intihar etti. [59]
Sahabeler, bundan sonra, Resûl-i Kibriya Efendimizin sözünün hakikatini anladılar. Kuzman’ın bunca kahramanlığı ve fedakârlığı, Allah yolunda, Allah için değil de, kavminin ve kabilesinin şan ve şerefi ile Medine’deki hurmalıklarını korumak uğrunda gösterdiğini öğrendiler.
“Kuzman’ın kendi kendisini öldürdüğü” haberini alan Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Allahü Ekber! Allahü Ekber! Ben, Allah’ın Resûlü olduğuma şüphesiz şehâdet ederim!” dedi. Sonra da, “Şüphe yok ki Allah, isterse, bu dini fâcir bir adamla da teyit eder!”[60]diye buyurdu.
Amellerin makbuliyet ölçüsü ihlâs ve samimiyettir; yani, amelin Allah’ın rızası gözetilerek yapılmış olmasıdır. İhlâsla söylenmeyen bir sözün, yapılmayan bir hareketin, gösterilmeyen bir kahramanlığın Allah katında hiçbir kıymeti ve değeri yoktur. İşte, bunun apaçık bir misâli Kuzman hadisesidir.
Resûl-i Ekrem’in, Kavmine Duası
Çok az sayıda mücahidin, yağmur gibi yağan müşrik oklarına karşı, kendisini korumaya çalışırken, Resûl-i Kibriya Efendimizin mübarek dudaklarından ise şu cümleler dökülüyordu: “Allahım, kavmimi affet, onlara doğru yolu göster. Çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar.” [61]
Hazin Netice
Müşrikler, daha fazlasını yapamayacakları kanaatine varınca, derlenip toparlanan mücahitler karşısında tekrar bir hezimetle karşı karşıya gelmemek için, en uygun yolun geri çekilmek olacağını hesapladılar ve mağrur bir eda ile geri çekildiler. Netice, gerçekten hazin, ibretli ve düşündürücü idi. Harpte, mücahitlerden yetmiş şehit düşmüştü. Bunlar arasında Hz. Hamza, Hz. Mus’ab b. Umeyr gibi çok güzide sahabeler de bulunuyordu. Ebû Dücâne, Nesibe Hâtun gibiler, Resûl-i Kibriya’yı muhafaza etmeye çalışırlarken vücudları delik deşik olmuştu.
Harbin ilk safhasında mücahitlere gülen parlak muzafferiyet, Hz. Resûlullah’ın emir ve tâlimatına riayet etmeyen okçulardan bir kısmının yerlerini terk etmeleriyle bir anda hazin ve acı bir mağlubiyete inkılâb etmiş, Uhud, Müslümanların kanıyla boyanmıştı. Peygamber Efendimizin, “O bizi sever, biz de onu severiz” buyurduğu Uhud’u bir hüzün bulutu kaplamıştı.
Peygamberimizin Kayalığa Doğru Çıkması
Peygamber Efendimiz yaralıydı, yorgundu. Kendi başına yürüyecek kuvveti kalmamıştı. Sa’d b. Muaz ve Sa’d b. Ubâde’ye dayanarak, Müslümanların sığındığı Şi’b’deki kayalığa doğru çıktı. Burada dinlenmek, yorgunluğunu gidermek istiyordu. Bir müddet yürüdükten sonra, bu takatten de mahrum kaldı. Üzerindeki iki zırh ise, oldukça ağırlık yapıyordu. Bu sırada Talha b. Ubeydullah yere çöktü. “Buyur yâ Resûlallah... Ben kuvvetliyim” diyerek Peygamber Efendimizi sırtına aldı ve kayalığa kadar taşıdı.
Resûl-i Ekrem, kanlar içinde kalan yüzünü gözünü burada suyla yıkadı ve başına su döktürdü.
Peygamberimizin, Ubey b. Halef’i Öldürmesi
Bedir Harbi’nden önceydi. Resûl-i Kibriya Efendimiz harp sahasında dolaşırken, “Burası Ebû Cehil’in, burası Utbe’nin, burası Ümeyye’nin, buralar da filan ve filanın öldürülecekleri yerlerdir. Ubey b. Halef’i de, ben kendi elimle öldüreceğim!” buyurmuştu. Bedir’de haber verdiği gibi, Ebû Cehil, Utbe ve Ümeyye b. Halef, mücahitler tarafından gösterilen aynı yerlerde öldürülmüşlerdi. Geriye Ubey b. Halef kalmıştı. Bu adam Kureyş’in ileri gelenlerinden biri idi. Peygamberimize her karşılaşmasında, “Ey Muhammed! Bir atım var. Her gün ona on altı ölçek darı yedirip besliyorum. Bir gün gelir, onun sırtında olduğum halde seni öldürürüm!” derdi.
Peygamber Efendimizin ise, bu azgın ve şaşkın adama cevabı sadece şu oluyordu: “Belki, inşallah, ben seni öldürürüm!” [62] İşte, Ubey b. Halef, Bedir’de mücahitler tarafından canı cehenneme yollanan kardeşi Ümeyye’nin intikamını almak ve Peygamber Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmak üzere yemin ederek Uhud’a çıkıp gelmişti.
Hz. Resûlullah’ın Şib’e doğru çıktığı sırada idi. Übey’in gelmekte olduğu görüldü. Mekke’de günde on altı okka darıyla beslediği atının üzerindeydi. İntikam dolu bakışlarla Peygamberimize yaklaşıyordu. Bunu fark eden sahabeler, önüne çıkıp hesabını görmek istediler. Ancak Hz. Resûlullah, “Bırakın, gelsin” diyerek, mücahitlerin karşı çıkmasına mani oldu. Resûl-i Ekrem’e oldukça yaklaşan bu azgın müşriğin ağzından, “Ey Muhammed! Sen kurtulursan, ben kurtulmayayım!” lâfları dökülüyordu.
Bu sözleri duyan Resûl-i Kibriya Efendimiz, bir anda celâllendi. Elindeki mızrağıyla, heybet ve haşyet verici adımlarla hasmının üzerine yürüdü. Übey, bir anda şaşkına döndü. Hz. Resûlullah’ın heybet ve haşyet verici tavrı karşısında duramayıp geri kaçmaya başladı. Peygamber Efendimiz peşini bırakmıyor ve arkasından, “Nereye kaçıyorsun ey yalancı?” diye sesleniyordu.
Bu kaçışla Übey kendini kurtaramadı. Peygamber Efendimizin fırlattığı mızrak, miğferle zırhı arasındaki kısma saplandı ve Übey, sığır böğürmesi gibi böğürerek atından yere yuvarlandı. Müşrikler, yaralı halde onu alıp götürdüler, Yarasından kan akmıyordu. Ağrısına sızısına zor dayanıyordu. Zaman zaman arkadaşlarına, “Vallahi, Muhammed beni öldürdü!” diyordu. Arkadaşları bu sözünü ciddiye almıyorlar ve yarasının önemsiz olduğunu ifade ederek teselli etmeye çalışıyorlardı. Ne var ki Übey, kurtulamayacağını anlamıştı. Arkadaşlarına, “O bana (Mekke’de) ‘Seni öldüreceğim’ demişti. Vallahi, o benim üzerime tükürse, yine beni öldürür!” [63] dedi.
Ubey b. Halef, bir gün bile yaşamadan “Susadım, susadım!” çığlıkları arasında ölüp gitti. Resûl-i Kibriya’nın, Allah’ın izniyle, istikbâlden haber verdiği bir mucizesi de böylece tahakkuk etmiş oldu.
Peygamberimizin Vücudunu Ortadan Kaldırmak İçin And İçenlerin Belâlarını Bulmaları
Müslümanların bozulup dağılmaya yüz tuttukları bir sıradaydı. Azılı müşriklerden Abdullah b. Şihâb-ı Zührî, Utbe b. Ebî Vakkas, Abdullah İbni Kamîe ve Ubey b. Halef, bir araya gelerek, Peygamber Efendimizin hayatına son vermek için sözleşip ant içmişlerdi. [64]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu dört azılı müşrik hakkında, “Allahım, onların hiçbirisi senesine ulaşmasın!” diye dua etti.
Sa’d b. Ebî Vakkas der ki: “Vallahi, Resûlullah’ı vuran veya yaralayanlardan hiçbirinin üzerinden yıl geçmedi.” Bunlardan biri olan İbni Şihab’ı, Mekke yolunda ak benekli, dişi bir yılan ısırıp öldürdü. Ubey b. Halef’i, Peygamber Efendimiz bizzat kendi eliyle öldürdü. Utbe b. Ebî Vakkas’ı, Hâtıb b. Ebî Beltea öldürdü.
Resûl-i Kibriya Efendimizin yüzünü yaralayan İbni Kamîe ise, Uhud’dan Mekke’ye döndükten sonra davarlarının yanına gitti. Dağın en yüksek tepesinde davarını buldu. Önünü kesip tutmak isteyince, bir koç üzerine yürüyerek onu boynuzlarıyla toslaya toslaya didik didik edip parçaladı. [65]
Ebû Süfyan’ın Seslenişi
Müşrik ordusu, harp sahasından yavaş yavaş çekiliyordu. Kumandan Ebû Süfyan, muharebe meydanında bir tur attıktan sonra, kayalıklara çıkmış bulunan mücahitlerin yanına geldi ve “Müslümanlar arasında Muhammed var mı?” diye seslendi. Bu sorusunu üç kere tekrarladığı halde Peygamber Efendimiz, “Cevap vermeyiniz” buyurdu. Bu sefer Ebû Süfyan, “Aranızda Ebû Bekir var mı?” diye sordu. Hz. Resûlullah yine cevap verilmesine müsaade etmedi. Kureyş reisi bu sefer, “Aranızda Ömer yok mu?” diye sordu. Peygamber Efendimiz yine cevap verilmesini istemedi. Bunun üzerine Ebû Süfyan adamlarına dönerek, “Herhalde bunların hepsi öldürülmüş. Sağ olsalardı elbette cevap verirlerdi” diye bağırdı.
Son konuşması karşısında Hz. Ömer dayanamadı ve ayağa kalkarak yüksek sesle, “Yalan söylüyorsun, ey Allah’ın düşmanı, vallahi yalan! Söylediklerinin hepsi sağdırlar ve işte buradadırlar” dedi.
Bundan sonra Ebû Süfyan ile Hz. Ömer arasında şu konuşma geçti:
Ebû Süfyan: “Hübel’in şânı yüce olsun!”
Hz. Ömer (Peygamberimizin emriyle): “En büyük ve en yüce olan, Allah’tır!” “Bizim Uzzâ’mız var, sizin yok!” “Bizim Mevlâmız Allah’tır. Sizin Mevlânız yok!” “Bir gün yenildik, bir gün yendik! “Bir gün üzüldük, bir gün güldük! Hanzala’yı Hanzala’ya karşı, filanı filana karşı öldürdük!” “Biz sizinle bir değiliz. Bizim öldürülenlerimiz cennette, sizinkiler ise cehennemdedir.”
Bu sefer Ebû Süfyan tekrar asıl maksadına geldi ve Hz. Ömer’e, “Ey Ömer! Allah aşkına doğru söyle! Muhammed’i öldürdük mü?” diye sordu.
Hz. Ömer: “Hayır... Vallahi, onu öldürmediniz. O şimdi söylediklerinizi dinliyor!” diye cevap verdi.
Hz. Ömer’e itimadı olan Ebû Süfyan, Peygamberimizin hayatta olduğuna inanmıştı artık... Ayrılıp gidecekleri sırada ise şöyle bağırdı: “Gelecek yıl, sizinle Bedir’de buluşup çarpışmaya söz veriyoruz!”
Hz. Ömer, Allah Resûlüne baktı. Kanaatini beyan etmesini bekledi. Kendisinden, “Olur! İnşallah, orası bizimle sizin buluşma yerimiz olsun” emri gelince, Hz. Ömer, “Olur!” diye cevap verdi. [66]
Peygamberimizin, Şehitler Arasında Dolaşması
Düşman kuvvetler, harp meydanını terk edip Mekke’ye doğru hareket edince, Peygamber Efendimiz mücahitlerle birlikte çıktığı kayalıktan indi. Cesetleriyle yerde yatan, fakat ruhlarıyla yüksek âlemlerde pervaz eden şehitler arasında dolaştı.
Gönlü hüzünle doluydu. Kadere teslimiyetin verdiği inşirah olmasaydı manzara seyredilecek gibi değildi. En güzide sahabelerini kaybetmişti. Kureyş müşrikleri şehitler hakkında vahşîce muamelelerde bulunmuşlardı. Çoğunu parça parça ederek tanınmaz hale getirmişlerdi. Onların arasında durdu. İçler parçalayıcı manzarayı bir müddet hüzünle seyrettikten sonra, “Ben, kıyamet gününde, şu şehitlerin Allah yolunda canlarını feda ettiklerine şahitlik edeceğim” buyurdu.
Daha sonra ashabına dönerek: “Bunları, kanlarıyla sarıp gömünüz! Allah yolunda çarpışarak yara alanlar, kıyamet gününde mahşere yaraları kanayarak geleceklerdir. Kanlarının rengi kan rengi, ama kokuları misk kokusu gibi olacaktır” diye ferman etti. [67]
Peygamberimiz, Hz. Hamza’nın Cesedi Başında
Şehitler arasında Efendimizin amcası kahraman sahabe Hz. Hamza da vardı. Karnı yarılmış, ciğeri çıkarılmış, burnu ve kulakları kesilmiş, cesedi parça parça edilmişti. Zor tanınıyordu. Onun mübarek cismini gören Resûl-i Kibriya Efendimiz, öylesine üzüldü, öylesine elem duydu ki bir anda gözlerinden yaşlar boşandı. O âna kadar öylesine mahzun olduğu görülmemişti. “Seyyidü’ş-Şüheda [Şehitlerin Efendisi]” olan bu cesaret âbidesi sahabenin cesedi başında durdu.
Gözyaşları arasında ona şöyle seslendi: “Ey Hamza! Hiçbir zaman, hiçbir kimse senin gibi böyle bir musibete uğramamış ve uğramayacaktır! Benim için bundan daha büyük bir musibet olamaz! “Ey Resûlullah’ın amcası Hamza! Ey Allah’ın ve Resûlünün arslanı Hamza! Ey hayırlar işleyen Hamza! Ey Resûlullah’a koruyucu olan Hamza! Allah, sana rahmet etsin! Eğer senden sonra yas tutmak gerekseydi, sevinmeyi bırakıp sana yas tutardım!” [68]
Uhud dağı ve Uhud şehitliği
O esnada, Medine tarafından, tozu dumana kata kata birinin gelmekte olduğu görüldü. Yaklaşan, bir kadın idi. Hz. Hamza’nın anne baba bir kardeşi olan Hz. Safiyye idi bu... Kardeşinin durumunu öğrenmek istiyordu. Önüne gelene Hz. Hamza’nın nerede olduğunu, kendisine nelerin yapıldığını soruyordu.
Hz. Resûlullah, yaklaşmakta olduğunu görünce, oğlu Hz. Zübeyr b. Avvam’a, “Annene söyle; geri dönsün, kardeşinin cesedini görmesin” diye emretti.
Hz. Zübeyr, annesini karşıladı. “Anneciğim! Resûlullah, ‘Geri dönsün’ diye emretti!” dedi.
Hz. Safiyye, “Eğer ona yapılanı görmemek için döneceksem, ben zaten kardeşimin cesedinin kesilip biçildiğini öğrenmişim. O, bu musibete Allah yolunda uğramıştır. Biz, Allah yolunda bundan daha beterine de râzıyız. Sevabını Allah’tan bekleyeceğiz. İnşallah sabredip katlanacağız”[69]diye kahramanca cevap verdi.
Hz. Zübeyr, gelip durumu haber verince, Efendimiz, Hz. Safiyye’nin, kardeşi Hz. Hamza’yı görmesine müsaade buyurdu.
Hz. Safiyye, Şehitlerin Efendisi olan kardeşinin yanına vardı, başucunda oturdu, sessizce ağlamaya başladı. Yanında duran Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu manzara karşısında gözyaşlarını tutamadı. Bu hazin ve ibretli manzaraya Hz. Fâtıma da gelip gözyaşlarıyla katılınca, ortalığı bir başka duygulu, içli ve acıklı hava kapladı. Allah’ın kaderine gönülden tereddütsüz teslim olmuş Hz. Safiyye, musibete karşı sabrın ifadesi olan “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn” ayet-i kerimesini okudu, aziz kardeşine de Allah’tan rahmet ve mağrifet dileğinde bulundu. [70]
O esnada Hz. Cebrail geldi; Peygamber Efendimize, Hz. Hamza’nın göklerde, “Allah’ın ve Resûlullah’ın Arslanı” diye yazılmış olduğunu haber verdi. Resûl-i Ekrem, bu müjdeyi Hz. Safiyye’ye iletti. [71]
Abdullah b. Cahş’ın Başına Gelenler
Muharebenin şiddetli gününde Abdullah b. Cahş ile Sa’d b. Ebî Vakkas Hazretleri, bir kenara çekilip Cenab-ı Hakk’a dua etmişlerdi. Sa’d, “Yâ Rabbi! Bir büyük düşmana rastgelip cenk ederek ona galip ve muzaffer olayım!” diye dua etmişti. Abdullah b. Cahş (r.a.) ise, onun duasına “Âmin” dedikten sonra, “Ben de bir büyük düşmanla karşılaşayım, onunla çarpışayım ve sonunda şehit olayım. Burnum ve kulaklarım kesilsin. Yarın mahşer gününde Cenab-ı Hak bana, ‘Burnun ve kulakların nerede kesildi?’ diye sorunca, ‘Yâ Rabbi! Senin ve Resûlünün yolunda kesildi’ diye cevap vereyim” şeklinde dua etmişti.
Şehitler arasında Abdullah b. Cahş da vardı ve aynen, dua ettiği gibi burnu ve kulakları kesilmişti. Bunu gören Sa’d b. Ebî Vakkas hayretini gizleyemedi.
Peygamberimiz, Mus’ab b. Umeyr’in Cesedi Başında
Şehitler arasında İslam ordusunun sancaktarı Hz. Mus’ab b. Umeyr de vardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onun yanına vardı, “Mü’minlerden öyle yiğitler vardır ki onlar Allah’a verdikleri sözde sadâkat gösterdiler. Onlardan bazıları şehit oluncaya kadar çarpışacağına dair yaptığı adağını yerine getirdi. Kimisi de şehit olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler” meâlindeki ayet-i kerimeyi okudu. [72]
Hz. Mus’ab’a kefen olacak bir şey bulamamışlardı. Üzerinde kaftanı vardı. Sahabeler, bu kaftanını baş tarafına örttüklerinde ayak tarafı açılıyor, ayak tarafına çektiklerinde ise baş tarafı açılıyordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu durumu görünce, “Baş tarafını kaftanı, ayaklarını ise ızhır otu (bir çeşit kokulu ot) ile örtünüz” diye emretti.
Allah yolunda, Resûlullah ve İslam uğrunda her fedakârlığı göstermek, her meşakkati göze almak ve sonunda şehit olmak, şehit olduktan sonra ise örtülecek kefenden bile mahrum kalıp ottan kefene sarılmak! İbret ve şeref dolu bir sahne!
Bütün bunlardan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, şehitlerin namazlarını kıldı. O zaman, Uhud şehitlerinin namazlarının kılınmadığı, defnedildikten sekiz sene sonra kılındığı da rivayet edilmiştir. [73]
Daha sonra Peygamber Efendimiz, üzerlerindeki silah ve zırhları çıkarıldıktan sonra şehitlerin kanları ve kanlı elbiseleri ile gömülmelerini emretti. Sahabeler, “Yâ Resûlallah, önce hangilerini defnedelim?” diye sordular. Resûl-i Ekrem, “En çok Kur’an bileni önce defnediniz” buyurdu. [74]
Hz. Ali’nin Keşfe Gönderilmesi
Resûl-i Ekrem, müşriklerin Medine üzerine yürüyüp, kadınlarla çocukları yok etmelerinden endişe duyuyordu. Bunun için düşmanın gerçekten Mekke’ye gidip gitmediğini öğrenmek istiyordu. Hz. Ali’yi huzuruna çağırdı ve “Git, müşrikleri takip et! Gör bakalım, ne yapıyorlar, ne yapmak istiyorlar? Eğer onlar develerine biniyor, atlarını ise yedeklerine alıyorlarsa, Mekke’ye dönmek istiyorlar demekti; şayet, atlara biniyor, develeri sürüyorlarsa, niyetleri Medine’ye yürümektir” diyerek kendisini keşfe memur kıldı.
Müşrikleri takibe çıkan Hz. Ali, develere bindiklerini, atlarını ise yedekte götürdüklerini gördü. Gelip durumu Resûl-i Ekrem’e haber verdi.
Peygamberimizin Harp Sonrası Duası
Şehit sahabeler defnedildikten sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahitlerle birlikte Medine’ye dönmek üzere harekete geçti. Harre mevkiine geldiğinde, ordusunu durdurarak Rabb-i Rahîm’ine şu içli niyazı yaptı:
“Allahım! Hamd ve senâ ancak sanadır.
“Allahım! Senin açıp yaydığını dürecek, senin dürdüğünü de açıp yayacak, hiçbir kuvvet yoktur. Senin dalâlette bıraktığını hidayete erdirecek yok, senin hidayete erdirdiğini de saptıracak yoktur. Senin vermediğini kimse veremez ve senin verdiğini de kimse engelleyemez.
“Allahım! Rahmet ve bereketini, fazl ve keremini bize aç, yay üzerimize!
“Allahım! Ben, yoksul olduğum günde senden nimet, korkulu olan günde de emniyet dilerim!
“...
“Allahım! İmanı sevdir bize! Kalplerimizi imanla süsle! Küfür, isyan ve tuğyandan nefret ettir bizi! Din ve dünyamıza zararlı olan şeyleri bilenlerden, doğru yola erenlerden eyle bizi!
“Allahım! Bizleri, Müslüman olarak yaşat, Müslüman olarak öldür! Bizi, sâlihler ve iyiler zümresine kat; ki onlar, ne şeref ve haysiyetlerini kaybedenler ve ne de dinlerinden dönenlerdir.
“Allahım! Senin Peygamberini yalanlayan, senin yolundan yüz çeviren, Peygamberinle savaşan kâfirlerin cezalarını ver, onlara hak ve gerçek olan azabı indir!” [75]
Fahr-i Kâinat’ın bu içli, hazin ve düşündürücü duasına mücahitler de “âmin”lerle katılıyorlardı.
Cenab-ı Hak, Sevgili Resûlünün bu duasını kabul buyuracak, İslam dininin düşmanlarını kısa zamanda mahv-ü perişan edecektir!
Medine’ye Dönüş ve Karşılanış
Ensar kadınları Medine sokaklarına dökülmüşlerdi; gelen orduyu seyrediyorlar, Hz. Resûlullah’ın sağ salim gelip gelmediğini öğrenmek ve görmek istiyorlardı. İslam ordusu 7 Şevvâl Cumartesi günü akşamüzeri Medine’ye giriyordu. Kadınlar, şehit olan erkekleri için ağlıyorlardı. Bunu duyan Resûl-i Ekrem’in de gözlerinden yaşlar aktı.
Sadâkatin Böylesi
Atı üzerinde bulunan Peygamber Efendimize bir kadın yaklaştı. Bu kadın, Efendimizin atının dizginini elinde tutan Sa’d b. Muaz’ın annesi Ubeyd kızı Kebşe idi. Uhud’da oğlu Amr b. Muaz’ı şehit vermişti. İçi acıyla buruk buruktu. Resûl-i Ekrem’e iyice yaklaştı, onun nurani simasına başını kaldırıp baktı ve “Babam anam sana feda olsun yâ Resûlallah! Seni sağ sâlim gördüm. Sen sağ sâlim olunca hangi felâkete uğrarsam uğrayayım bana hiç gelir!” diye konuştu.
Bu cümleler, gerçek imanın ve Resûl-i Ekrem Efendimize sonsuz sadâkatin ifadesiydi. Şehit düşen oğlunu sormuyor, Hz. Resûlullah’ın sağ salim dönmesinden dolayı hadsiz sevinç duyuyordu. Resûl-i Ekrem de, bu kahraman İslam kadınına şehit olan oğlundan dolayı taziye diledi ve “Ey Sa’d’ın annesi (Sa’d b. Muaz)! Sana ve onun ev halkına müjdeler olsun ki onlardan şehit düşenlerin hepsi cennette toplandılar ve birbirlerine arkadaş oldular. Onlar, ev halklarına da şefaat edeceklerdir” buyurdu; sonra da, Kebşe Hâtun’un arzusu üzerine, ev halkına şu duada bulundu:
“Allahım! Onların kalplerinde bulunan üzüntüleri yok et; geri kalanlarını da, geride kalmışların en hayırlısı kıl!” Kalbi, nübüvvet iksiriyle temas halinde olan sahabenin, Allah ve Resûlü için göze alamayacağı fedakârlık, zahmet ve meşakkat yoktu. Öz evladını da kaybetse, bu yolda yine sabırlı, yine mütehammil olurdu. Zira, İslam davasının ancak fedakârlıklar, feragat ve meşakkatlerle yücelebileceğini gayet iyi biliyordu. İslam uğrunda, Resûlullah uğrunda gösterilecek fedakârlıkların, Allah katında en makbul fedakârlık olduğunun derin şuurunda idiler. Onun içindir ki Kâinatın Efendisi, onlar hakkında şöyle buyurmuştur:
“Cenab-ı Hak, ashabımı —nebi ve resûller hâriç— bütün âlemin üzerine üstün ve seçkin kıldı!” [76]
Peygamberimiz Hâne-i Saadetinde
Uhud’dan dönen sahabeler, mağlubiyetin kalplerinde meydana getirdiği acı ve buruk bir hava içinde evlerine dağılırken, Peygamber Efendimiz de hâne-i saadetine gitti. Kızı Hz. Fâtıma’ya kılıcı Zülfikâr’ı uzatarak, “Yavrucuğum, al bunun kınını yıka. Vallahi, o, bugün yapacağı vazifeyi bîhakkın yaptı!” buyurdu.[77]
Kâinatın Efendisi, ümitli idi. Tattığı bu acı mağlubiyetten dolayı asla me’yus değildi. Hak ve hakikatin er geç şerre ve bâtıla galip geleceğini çok iyi biliyordu. Kızı Hz. Fâtıma’ya söylediği, “Allah, fethi bize nasip edinceye kadar, müşrikler bizi bir daha böyle bir musibete uğratamayacaklardır”[78]sözü bu gerçeği aksettiriyordu.
Medine’ye gelen Peygamberimiz, hâlâ müşrik tehlikesinden emin değildi. Yarı yoldan dönüp şehre ani baskın yapma tehlikesi her an muhtemeldi. Bu sebeple bütün gece Müslümanlar, hâne-i saadetin kapısında nöbet tuttular.
Peygamberimizin Bir Yetimi Evlat Edinmesi!
Uhud mağlubiyeti neticesinde birçok Müslüman kadın dul kalmış, birçok anne ciğerpârelerini kaybetmiş ve birçok çocuk da yetim kalmıştı. Hepsi de, acılarını dindirmek, üzüntülerini giderip ruhlarını teselliye kavuşturmak için Peygamber Efendimize koşuyorlardı. O da, onların dertlerine derman olmaya çalışıyordu.
Büceyr isminde melek yüzlü bir çocuk da, yarasının sarılması için Efendimize koşanlar arasındaydı. Uhud’da babası Akrabe şehit olmuştu. Hz. Resûlullah’ın huzuruna babasız kalmanın verdiği ızdıraptan ağlayarak girmiş, onun şefkat ve merhamet duygularını coşturmuştu.
Resûl-i Ekrem, Büceyr’in derdine derman oldu. “Ey sevimli çocuk! Ne diye ağlayıp duruyorsun? Sus, ağlama! Baban ben, annen de Âişe olursa râzı olmaz mısın?” dedi.
Bu teklif karşısında henüz şefkate muhtaç yaşta bulunan Büceyr’in gözlerinin içi güldü. Üzüntüsünü, kederini unuttu ve babasız kalmanın verdiği eziklik duygusundan kurtularak, “Babam anam sana feda olsun yâ Resûlallah! Râzı olurum elbet!” [79] diyerek sevincini izhar etti.
Resûl-i Ekrem, şefkatli elleriyle sevimli çocuğun başını okşadı ve “Adın ne?” diye sordu.
Çocuk, “Büceyr...” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Hayır! Sen, Beşir’sin!” buyurarak ismini değiştirdi.
Peygamberimizin kendisine verdiği yeni ismiyle Beşir, sonradan şöyle diyecektir:
“Başımda Resûlullah’ın elinin değdiği yerlerdeki saçlarım siyah kaldı, diğer taraftaki saçlarım ağardı. Dilimde pelteklik vardı; peltekliğim de o andan itibaren geçti gitti!” [80]
_________________________________________________
[58] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 171-172; Taberî, Tarih, c. 3. s. 26.
[59] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 172; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 26.
[60] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 26.
[61] İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 24.
[62] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 89.
[63] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 89.
[64] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 125.
[65] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 89; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 324; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 13.
[66] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 99-100; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 48; Taberî, Tarih, c. 3, s. 24.
[67] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 103-104; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 13-14.
[68] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 101-102; İbn- Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 13-14; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 360.
[69] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 103.
[70] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 101-102.
[71] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 103-104; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s.13-14.
[72] Ahzab, 23.
[73] Buharî, Sahih, c. 2, s. 26.
[74] Ebû Dâvûd, Sünen, c. 2, s. 174; Nesaî, Sünen, c. 4, s. 83.
[75] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 424.
[76] Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 2, s. 119.
[77] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 106.
[78] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 106.
[79] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 1, s. 176.
[80] İbn Hacer, el-İsabe, c. 1, s. 154.
_________________________________________________
Bu notlar; Salih Suruç'un kaleme aldığı
Dünya Siyer Birinciliği Ödülü almış olan
Sevgililer Sevgilisi - Kainatın Efendisi Kitabından alınmaktadır
“O, Cehennemliktir!”
Müslümanlar safında mertçe çarpışıp cesaretle düşmanın üzerine hücum eden biri vardı. Hatta Müslümanlar arasından müşriklere ilk ok yağdıran da o olmuştu. Gariptir ki Kuzman adındaki bu adamın ismi her ne zaman zikredilse, Efendimiz “O, cehennemliktir” derdi. Sahabeler, bunun sırrını bir türlü çözemiyorlardı.
Kuzman, harbin en şiddetli ânında büyük kahramanlıklar gösterdi. Hatta İslam ordusu bozulup dağıldığı sırada kılıcının kınını kırdı ve “Ölmek, kaçmaktan hayırlıdır! Ey Evs Hanedanı! Siz de benim gibi, şeref ve şan için çarpışınız” diye seslenerek müşriklerin arasına daldı. Yedisini sekizini öldürdükten sonra, kendisi de muharebe meydanında yaralanıp kan revan içinde kaldı.
Sahabeler hâlâ Efendimizin, “O, cehennemliktir” sözünün manasını anlamış değillerdi: Bunca, kahramanlık ve cesareti Müslümanlar safında gösteren Kuzman, nasıl cehennemlik olabilirdi?
Ancak Hz. Resûlullah, Kuzman’ın gerçek yüzünü Cenab-ı Hakk’ın bildirmesiyle biliyordu.
Ağır yaralarının sızısıyla kıvranan Kuzman’ı, sahabeler, “Tebrikler ey Kuzman! Cenneti müjdeleriz sana!” diyerek tebrik ettiler.
Kuzman ise, verdiği cevapla, gerçek mahiyetini ortaya koydu: “Ne diye beni tebrik ve tebşir ediyorsunuz? Benim maksadım şehâdete ermek değildir. Dinin muhafazası hususu dahi asla hatırımdan geçmemiştir. Ben, kavmimin gayreti için ve Kureyşliler, Medine hurmalıklarına zarar vermesin diye çarpıştım!”[58]Yaralarının ağrısı şiddetlenip yaşayacağından ümidini kesince de, bir ok alıp kolunun damarını keserek intihar etti. [59]
Sahabeler, bundan sonra, Resûl-i Kibriya Efendimizin sözünün hakikatini anladılar. Kuzman’ın bunca kahramanlığı ve fedakârlığı, Allah yolunda, Allah için değil de, kavminin ve kabilesinin şan ve şerefi ile Medine’deki hurmalıklarını korumak uğrunda gösterdiğini öğrendiler.
“Kuzman’ın kendi kendisini öldürdüğü” haberini alan Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Allahü Ekber! Allahü Ekber! Ben, Allah’ın Resûlü olduğuma şüphesiz şehâdet ederim!” dedi. Sonra da, “Şüphe yok ki Allah, isterse, bu dini fâcir bir adamla da teyit eder!”[60]diye buyurdu.
Amellerin makbuliyet ölçüsü ihlâs ve samimiyettir; yani, amelin Allah’ın rızası gözetilerek yapılmış olmasıdır. İhlâsla söylenmeyen bir sözün, yapılmayan bir hareketin, gösterilmeyen bir kahramanlığın Allah katında hiçbir kıymeti ve değeri yoktur. İşte, bunun apaçık bir misâli Kuzman hadisesidir.
Resûl-i Ekrem’in, Kavmine Duası
Çok az sayıda mücahidin, yağmur gibi yağan müşrik oklarına karşı, kendisini korumaya çalışırken, Resûl-i Kibriya Efendimizin mübarek dudaklarından ise şu cümleler dökülüyordu: “Allahım, kavmimi affet, onlara doğru yolu göster. Çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar.” [61]
Hazin Netice
Müşrikler, daha fazlasını yapamayacakları kanaatine varınca, derlenip toparlanan mücahitler karşısında tekrar bir hezimetle karşı karşıya gelmemek için, en uygun yolun geri çekilmek olacağını hesapladılar ve mağrur bir eda ile geri çekildiler. Netice, gerçekten hazin, ibretli ve düşündürücü idi. Harpte, mücahitlerden yetmiş şehit düşmüştü. Bunlar arasında Hz. Hamza, Hz. Mus’ab b. Umeyr gibi çok güzide sahabeler de bulunuyordu. Ebû Dücâne, Nesibe Hâtun gibiler, Resûl-i Kibriya’yı muhafaza etmeye çalışırlarken vücudları delik deşik olmuştu.
Harbin ilk safhasında mücahitlere gülen parlak muzafferiyet, Hz. Resûlullah’ın emir ve tâlimatına riayet etmeyen okçulardan bir kısmının yerlerini terk etmeleriyle bir anda hazin ve acı bir mağlubiyete inkılâb etmiş, Uhud, Müslümanların kanıyla boyanmıştı. Peygamber Efendimizin, “O bizi sever, biz de onu severiz” buyurduğu Uhud’u bir hüzün bulutu kaplamıştı.
Peygamberimizin Kayalığa Doğru Çıkması
Peygamber Efendimiz yaralıydı, yorgundu. Kendi başına yürüyecek kuvveti kalmamıştı. Sa’d b. Muaz ve Sa’d b. Ubâde’ye dayanarak, Müslümanların sığındığı Şi’b’deki kayalığa doğru çıktı. Burada dinlenmek, yorgunluğunu gidermek istiyordu. Bir müddet yürüdükten sonra, bu takatten de mahrum kaldı. Üzerindeki iki zırh ise, oldukça ağırlık yapıyordu. Bu sırada Talha b. Ubeydullah yere çöktü. “Buyur yâ Resûlallah... Ben kuvvetliyim” diyerek Peygamber Efendimizi sırtına aldı ve kayalığa kadar taşıdı.
Resûl-i Ekrem, kanlar içinde kalan yüzünü gözünü burada suyla yıkadı ve başına su döktürdü.
Peygamberimizin, Ubey b. Halef’i Öldürmesi
Bedir Harbi’nden önceydi. Resûl-i Kibriya Efendimiz harp sahasında dolaşırken, “Burası Ebû Cehil’in, burası Utbe’nin, burası Ümeyye’nin, buralar da filan ve filanın öldürülecekleri yerlerdir. Ubey b. Halef’i de, ben kendi elimle öldüreceğim!” buyurmuştu. Bedir’de haber verdiği gibi, Ebû Cehil, Utbe ve Ümeyye b. Halef, mücahitler tarafından gösterilen aynı yerlerde öldürülmüşlerdi. Geriye Ubey b. Halef kalmıştı. Bu adam Kureyş’in ileri gelenlerinden biri idi. Peygamberimize her karşılaşmasında, “Ey Muhammed! Bir atım var. Her gün ona on altı ölçek darı yedirip besliyorum. Bir gün gelir, onun sırtında olduğum halde seni öldürürüm!” derdi.
Peygamber Efendimizin ise, bu azgın ve şaşkın adama cevabı sadece şu oluyordu: “Belki, inşallah, ben seni öldürürüm!” [62] İşte, Ubey b. Halef, Bedir’de mücahitler tarafından canı cehenneme yollanan kardeşi Ümeyye’nin intikamını almak ve Peygamber Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmak üzere yemin ederek Uhud’a çıkıp gelmişti.
Hz. Resûlullah’ın Şib’e doğru çıktığı sırada idi. Übey’in gelmekte olduğu görüldü. Mekke’de günde on altı okka darıyla beslediği atının üzerindeydi. İntikam dolu bakışlarla Peygamberimize yaklaşıyordu. Bunu fark eden sahabeler, önüne çıkıp hesabını görmek istediler. Ancak Hz. Resûlullah, “Bırakın, gelsin” diyerek, mücahitlerin karşı çıkmasına mani oldu. Resûl-i Ekrem’e oldukça yaklaşan bu azgın müşriğin ağzından, “Ey Muhammed! Sen kurtulursan, ben kurtulmayayım!” lâfları dökülüyordu.
Bu sözleri duyan Resûl-i Kibriya Efendimiz, bir anda celâllendi. Elindeki mızrağıyla, heybet ve haşyet verici adımlarla hasmının üzerine yürüdü. Übey, bir anda şaşkına döndü. Hz. Resûlullah’ın heybet ve haşyet verici tavrı karşısında duramayıp geri kaçmaya başladı. Peygamber Efendimiz peşini bırakmıyor ve arkasından, “Nereye kaçıyorsun ey yalancı?” diye sesleniyordu.
Bu kaçışla Übey kendini kurtaramadı. Peygamber Efendimizin fırlattığı mızrak, miğferle zırhı arasındaki kısma saplandı ve Übey, sığır böğürmesi gibi böğürerek atından yere yuvarlandı. Müşrikler, yaralı halde onu alıp götürdüler, Yarasından kan akmıyordu. Ağrısına sızısına zor dayanıyordu. Zaman zaman arkadaşlarına, “Vallahi, Muhammed beni öldürdü!” diyordu. Arkadaşları bu sözünü ciddiye almıyorlar ve yarasının önemsiz olduğunu ifade ederek teselli etmeye çalışıyorlardı. Ne var ki Übey, kurtulamayacağını anlamıştı. Arkadaşlarına, “O bana (Mekke’de) ‘Seni öldüreceğim’ demişti. Vallahi, o benim üzerime tükürse, yine beni öldürür!” [63] dedi.
Ubey b. Halef, bir gün bile yaşamadan “Susadım, susadım!” çığlıkları arasında ölüp gitti. Resûl-i Kibriya’nın, Allah’ın izniyle, istikbâlden haber verdiği bir mucizesi de böylece tahakkuk etmiş oldu.
Peygamberimizin Vücudunu Ortadan Kaldırmak İçin And İçenlerin Belâlarını Bulmaları
Müslümanların bozulup dağılmaya yüz tuttukları bir sıradaydı. Azılı müşriklerden Abdullah b. Şihâb-ı Zührî, Utbe b. Ebî Vakkas, Abdullah İbni Kamîe ve Ubey b. Halef, bir araya gelerek, Peygamber Efendimizin hayatına son vermek için sözleşip ant içmişlerdi. [64]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu dört azılı müşrik hakkında, “Allahım, onların hiçbirisi senesine ulaşmasın!” diye dua etti.
Sa’d b. Ebî Vakkas der ki: “Vallahi, Resûlullah’ı vuran veya yaralayanlardan hiçbirinin üzerinden yıl geçmedi.” Bunlardan biri olan İbni Şihab’ı, Mekke yolunda ak benekli, dişi bir yılan ısırıp öldürdü. Ubey b. Halef’i, Peygamber Efendimiz bizzat kendi eliyle öldürdü. Utbe b. Ebî Vakkas’ı, Hâtıb b. Ebî Beltea öldürdü.
Resûl-i Kibriya Efendimizin yüzünü yaralayan İbni Kamîe ise, Uhud’dan Mekke’ye döndükten sonra davarlarının yanına gitti. Dağın en yüksek tepesinde davarını buldu. Önünü kesip tutmak isteyince, bir koç üzerine yürüyerek onu boynuzlarıyla toslaya toslaya didik didik edip parçaladı. [65]
Ebû Süfyan’ın Seslenişi
Müşrik ordusu, harp sahasından yavaş yavaş çekiliyordu. Kumandan Ebû Süfyan, muharebe meydanında bir tur attıktan sonra, kayalıklara çıkmış bulunan mücahitlerin yanına geldi ve “Müslümanlar arasında Muhammed var mı?” diye seslendi. Bu sorusunu üç kere tekrarladığı halde Peygamber Efendimiz, “Cevap vermeyiniz” buyurdu. Bu sefer Ebû Süfyan, “Aranızda Ebû Bekir var mı?” diye sordu. Hz. Resûlullah yine cevap verilmesine müsaade etmedi. Kureyş reisi bu sefer, “Aranızda Ömer yok mu?” diye sordu. Peygamber Efendimiz yine cevap verilmesini istemedi. Bunun üzerine Ebû Süfyan adamlarına dönerek, “Herhalde bunların hepsi öldürülmüş. Sağ olsalardı elbette cevap verirlerdi” diye bağırdı.
Son konuşması karşısında Hz. Ömer dayanamadı ve ayağa kalkarak yüksek sesle, “Yalan söylüyorsun, ey Allah’ın düşmanı, vallahi yalan! Söylediklerinin hepsi sağdırlar ve işte buradadırlar” dedi.
Bundan sonra Ebû Süfyan ile Hz. Ömer arasında şu konuşma geçti:
Ebû Süfyan: “Hübel’in şânı yüce olsun!”
Hz. Ömer (Peygamberimizin emriyle): “En büyük ve en yüce olan, Allah’tır!” “Bizim Uzzâ’mız var, sizin yok!” “Bizim Mevlâmız Allah’tır. Sizin Mevlânız yok!” “Bir gün yenildik, bir gün yendik! “Bir gün üzüldük, bir gün güldük! Hanzala’yı Hanzala’ya karşı, filanı filana karşı öldürdük!” “Biz sizinle bir değiliz. Bizim öldürülenlerimiz cennette, sizinkiler ise cehennemdedir.”
Bu sefer Ebû Süfyan tekrar asıl maksadına geldi ve Hz. Ömer’e, “Ey Ömer! Allah aşkına doğru söyle! Muhammed’i öldürdük mü?” diye sordu.
Hz. Ömer: “Hayır... Vallahi, onu öldürmediniz. O şimdi söylediklerinizi dinliyor!” diye cevap verdi.
Hz. Ömer’e itimadı olan Ebû Süfyan, Peygamberimizin hayatta olduğuna inanmıştı artık... Ayrılıp gidecekleri sırada ise şöyle bağırdı: “Gelecek yıl, sizinle Bedir’de buluşup çarpışmaya söz veriyoruz!”
Hz. Ömer, Allah Resûlüne baktı. Kanaatini beyan etmesini bekledi. Kendisinden, “Olur! İnşallah, orası bizimle sizin buluşma yerimiz olsun” emri gelince, Hz. Ömer, “Olur!” diye cevap verdi. [66]
Peygamberimizin, Şehitler Arasında Dolaşması
Düşman kuvvetler, harp meydanını terk edip Mekke’ye doğru hareket edince, Peygamber Efendimiz mücahitlerle birlikte çıktığı kayalıktan indi. Cesetleriyle yerde yatan, fakat ruhlarıyla yüksek âlemlerde pervaz eden şehitler arasında dolaştı.
Gönlü hüzünle doluydu. Kadere teslimiyetin verdiği inşirah olmasaydı manzara seyredilecek gibi değildi. En güzide sahabelerini kaybetmişti. Kureyş müşrikleri şehitler hakkında vahşîce muamelelerde bulunmuşlardı. Çoğunu parça parça ederek tanınmaz hale getirmişlerdi. Onların arasında durdu. İçler parçalayıcı manzarayı bir müddet hüzünle seyrettikten sonra, “Ben, kıyamet gününde, şu şehitlerin Allah yolunda canlarını feda ettiklerine şahitlik edeceğim” buyurdu.
Daha sonra ashabına dönerek: “Bunları, kanlarıyla sarıp gömünüz! Allah yolunda çarpışarak yara alanlar, kıyamet gününde mahşere yaraları kanayarak geleceklerdir. Kanlarının rengi kan rengi, ama kokuları misk kokusu gibi olacaktır” diye ferman etti. [67]
Peygamberimiz, Hz. Hamza’nın Cesedi Başında
Şehitler arasında Efendimizin amcası kahraman sahabe Hz. Hamza da vardı. Karnı yarılmış, ciğeri çıkarılmış, burnu ve kulakları kesilmiş, cesedi parça parça edilmişti. Zor tanınıyordu. Onun mübarek cismini gören Resûl-i Kibriya Efendimiz, öylesine üzüldü, öylesine elem duydu ki bir anda gözlerinden yaşlar boşandı. O âna kadar öylesine mahzun olduğu görülmemişti. “Seyyidü’ş-Şüheda [Şehitlerin Efendisi]” olan bu cesaret âbidesi sahabenin cesedi başında durdu.
Gözyaşları arasında ona şöyle seslendi: “Ey Hamza! Hiçbir zaman, hiçbir kimse senin gibi böyle bir musibete uğramamış ve uğramayacaktır! Benim için bundan daha büyük bir musibet olamaz! “Ey Resûlullah’ın amcası Hamza! Ey Allah’ın ve Resûlünün arslanı Hamza! Ey hayırlar işleyen Hamza! Ey Resûlullah’a koruyucu olan Hamza! Allah, sana rahmet etsin! Eğer senden sonra yas tutmak gerekseydi, sevinmeyi bırakıp sana yas tutardım!” [68]
Uhud dağı ve Uhud şehitliği
O esnada, Medine tarafından, tozu dumana kata kata birinin gelmekte olduğu görüldü. Yaklaşan, bir kadın idi. Hz. Hamza’nın anne baba bir kardeşi olan Hz. Safiyye idi bu... Kardeşinin durumunu öğrenmek istiyordu. Önüne gelene Hz. Hamza’nın nerede olduğunu, kendisine nelerin yapıldığını soruyordu.
Hz. Resûlullah, yaklaşmakta olduğunu görünce, oğlu Hz. Zübeyr b. Avvam’a, “Annene söyle; geri dönsün, kardeşinin cesedini görmesin” diye emretti.
Hz. Zübeyr, annesini karşıladı. “Anneciğim! Resûlullah, ‘Geri dönsün’ diye emretti!” dedi.
Hz. Safiyye, “Eğer ona yapılanı görmemek için döneceksem, ben zaten kardeşimin cesedinin kesilip biçildiğini öğrenmişim. O, bu musibete Allah yolunda uğramıştır. Biz, Allah yolunda bundan daha beterine de râzıyız. Sevabını Allah’tan bekleyeceğiz. İnşallah sabredip katlanacağız”[69]diye kahramanca cevap verdi.
Hz. Zübeyr, gelip durumu haber verince, Efendimiz, Hz. Safiyye’nin, kardeşi Hz. Hamza’yı görmesine müsaade buyurdu.
Hz. Safiyye, Şehitlerin Efendisi olan kardeşinin yanına vardı, başucunda oturdu, sessizce ağlamaya başladı. Yanında duran Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu manzara karşısında gözyaşlarını tutamadı. Bu hazin ve ibretli manzaraya Hz. Fâtıma da gelip gözyaşlarıyla katılınca, ortalığı bir başka duygulu, içli ve acıklı hava kapladı. Allah’ın kaderine gönülden tereddütsüz teslim olmuş Hz. Safiyye, musibete karşı sabrın ifadesi olan “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn” ayet-i kerimesini okudu, aziz kardeşine de Allah’tan rahmet ve mağrifet dileğinde bulundu. [70]
O esnada Hz. Cebrail geldi; Peygamber Efendimize, Hz. Hamza’nın göklerde, “Allah’ın ve Resûlullah’ın Arslanı” diye yazılmış olduğunu haber verdi. Resûl-i Ekrem, bu müjdeyi Hz. Safiyye’ye iletti. [71]
Abdullah b. Cahş’ın Başına Gelenler
Muharebenin şiddetli gününde Abdullah b. Cahş ile Sa’d b. Ebî Vakkas Hazretleri, bir kenara çekilip Cenab-ı Hakk’a dua etmişlerdi. Sa’d, “Yâ Rabbi! Bir büyük düşmana rastgelip cenk ederek ona galip ve muzaffer olayım!” diye dua etmişti. Abdullah b. Cahş (r.a.) ise, onun duasına “Âmin” dedikten sonra, “Ben de bir büyük düşmanla karşılaşayım, onunla çarpışayım ve sonunda şehit olayım. Burnum ve kulaklarım kesilsin. Yarın mahşer gününde Cenab-ı Hak bana, ‘Burnun ve kulakların nerede kesildi?’ diye sorunca, ‘Yâ Rabbi! Senin ve Resûlünün yolunda kesildi’ diye cevap vereyim” şeklinde dua etmişti.
Şehitler arasında Abdullah b. Cahş da vardı ve aynen, dua ettiği gibi burnu ve kulakları kesilmişti. Bunu gören Sa’d b. Ebî Vakkas hayretini gizleyemedi.
Peygamberimiz, Mus’ab b. Umeyr’in Cesedi Başında
Şehitler arasında İslam ordusunun sancaktarı Hz. Mus’ab b. Umeyr de vardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onun yanına vardı, “Mü’minlerden öyle yiğitler vardır ki onlar Allah’a verdikleri sözde sadâkat gösterdiler. Onlardan bazıları şehit oluncaya kadar çarpışacağına dair yaptığı adağını yerine getirdi. Kimisi de şehit olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler” meâlindeki ayet-i kerimeyi okudu. [72]
Hz. Mus’ab’a kefen olacak bir şey bulamamışlardı. Üzerinde kaftanı vardı. Sahabeler, bu kaftanını baş tarafına örttüklerinde ayak tarafı açılıyor, ayak tarafına çektiklerinde ise baş tarafı açılıyordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu durumu görünce, “Baş tarafını kaftanı, ayaklarını ise ızhır otu (bir çeşit kokulu ot) ile örtünüz” diye emretti.
Allah yolunda, Resûlullah ve İslam uğrunda her fedakârlığı göstermek, her meşakkati göze almak ve sonunda şehit olmak, şehit olduktan sonra ise örtülecek kefenden bile mahrum kalıp ottan kefene sarılmak! İbret ve şeref dolu bir sahne!
Bütün bunlardan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, şehitlerin namazlarını kıldı. O zaman, Uhud şehitlerinin namazlarının kılınmadığı, defnedildikten sekiz sene sonra kılındığı da rivayet edilmiştir. [73]
Daha sonra Peygamber Efendimiz, üzerlerindeki silah ve zırhları çıkarıldıktan sonra şehitlerin kanları ve kanlı elbiseleri ile gömülmelerini emretti. Sahabeler, “Yâ Resûlallah, önce hangilerini defnedelim?” diye sordular. Resûl-i Ekrem, “En çok Kur’an bileni önce defnediniz” buyurdu. [74]
Hz. Ali’nin Keşfe Gönderilmesi
Resûl-i Ekrem, müşriklerin Medine üzerine yürüyüp, kadınlarla çocukları yok etmelerinden endişe duyuyordu. Bunun için düşmanın gerçekten Mekke’ye gidip gitmediğini öğrenmek istiyordu. Hz. Ali’yi huzuruna çağırdı ve “Git, müşrikleri takip et! Gör bakalım, ne yapıyorlar, ne yapmak istiyorlar? Eğer onlar develerine biniyor, atlarını ise yedeklerine alıyorlarsa, Mekke’ye dönmek istiyorlar demekti; şayet, atlara biniyor, develeri sürüyorlarsa, niyetleri Medine’ye yürümektir” diyerek kendisini keşfe memur kıldı.
Müşrikleri takibe çıkan Hz. Ali, develere bindiklerini, atlarını ise yedekte götürdüklerini gördü. Gelip durumu Resûl-i Ekrem’e haber verdi.
Peygamberimizin Harp Sonrası Duası
Şehit sahabeler defnedildikten sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahitlerle birlikte Medine’ye dönmek üzere harekete geçti. Harre mevkiine geldiğinde, ordusunu durdurarak Rabb-i Rahîm’ine şu içli niyazı yaptı:
“Allahım! Hamd ve senâ ancak sanadır.
“Allahım! Senin açıp yaydığını dürecek, senin dürdüğünü de açıp yayacak, hiçbir kuvvet yoktur. Senin dalâlette bıraktığını hidayete erdirecek yok, senin hidayete erdirdiğini de saptıracak yoktur. Senin vermediğini kimse veremez ve senin verdiğini de kimse engelleyemez.
“Allahım! Rahmet ve bereketini, fazl ve keremini bize aç, yay üzerimize!
“Allahım! Ben, yoksul olduğum günde senden nimet, korkulu olan günde de emniyet dilerim!
“...
“Allahım! İmanı sevdir bize! Kalplerimizi imanla süsle! Küfür, isyan ve tuğyandan nefret ettir bizi! Din ve dünyamıza zararlı olan şeyleri bilenlerden, doğru yola erenlerden eyle bizi!
“Allahım! Bizleri, Müslüman olarak yaşat, Müslüman olarak öldür! Bizi, sâlihler ve iyiler zümresine kat; ki onlar, ne şeref ve haysiyetlerini kaybedenler ve ne de dinlerinden dönenlerdir.
“Allahım! Senin Peygamberini yalanlayan, senin yolundan yüz çeviren, Peygamberinle savaşan kâfirlerin cezalarını ver, onlara hak ve gerçek olan azabı indir!” [75]
Fahr-i Kâinat’ın bu içli, hazin ve düşündürücü duasına mücahitler de “âmin”lerle katılıyorlardı.
Cenab-ı Hak, Sevgili Resûlünün bu duasını kabul buyuracak, İslam dininin düşmanlarını kısa zamanda mahv-ü perişan edecektir!
Medine’ye Dönüş ve Karşılanış
Ensar kadınları Medine sokaklarına dökülmüşlerdi; gelen orduyu seyrediyorlar, Hz. Resûlullah’ın sağ salim gelip gelmediğini öğrenmek ve görmek istiyorlardı. İslam ordusu 7 Şevvâl Cumartesi günü akşamüzeri Medine’ye giriyordu. Kadınlar, şehit olan erkekleri için ağlıyorlardı. Bunu duyan Resûl-i Ekrem’in de gözlerinden yaşlar aktı.
Sadâkatin Böylesi
Atı üzerinde bulunan Peygamber Efendimize bir kadın yaklaştı. Bu kadın, Efendimizin atının dizginini elinde tutan Sa’d b. Muaz’ın annesi Ubeyd kızı Kebşe idi. Uhud’da oğlu Amr b. Muaz’ı şehit vermişti. İçi acıyla buruk buruktu. Resûl-i Ekrem’e iyice yaklaştı, onun nurani simasına başını kaldırıp baktı ve “Babam anam sana feda olsun yâ Resûlallah! Seni sağ sâlim gördüm. Sen sağ sâlim olunca hangi felâkete uğrarsam uğrayayım bana hiç gelir!” diye konuştu.
Bu cümleler, gerçek imanın ve Resûl-i Ekrem Efendimize sonsuz sadâkatin ifadesiydi. Şehit düşen oğlunu sormuyor, Hz. Resûlullah’ın sağ salim dönmesinden dolayı hadsiz sevinç duyuyordu. Resûl-i Ekrem de, bu kahraman İslam kadınına şehit olan oğlundan dolayı taziye diledi ve “Ey Sa’d’ın annesi (Sa’d b. Muaz)! Sana ve onun ev halkına müjdeler olsun ki onlardan şehit düşenlerin hepsi cennette toplandılar ve birbirlerine arkadaş oldular. Onlar, ev halklarına da şefaat edeceklerdir” buyurdu; sonra da, Kebşe Hâtun’un arzusu üzerine, ev halkına şu duada bulundu:
“Allahım! Onların kalplerinde bulunan üzüntüleri yok et; geri kalanlarını da, geride kalmışların en hayırlısı kıl!” Kalbi, nübüvvet iksiriyle temas halinde olan sahabenin, Allah ve Resûlü için göze alamayacağı fedakârlık, zahmet ve meşakkat yoktu. Öz evladını da kaybetse, bu yolda yine sabırlı, yine mütehammil olurdu. Zira, İslam davasının ancak fedakârlıklar, feragat ve meşakkatlerle yücelebileceğini gayet iyi biliyordu. İslam uğrunda, Resûlullah uğrunda gösterilecek fedakârlıkların, Allah katında en makbul fedakârlık olduğunun derin şuurunda idiler. Onun içindir ki Kâinatın Efendisi, onlar hakkında şöyle buyurmuştur:
“Cenab-ı Hak, ashabımı —nebi ve resûller hâriç— bütün âlemin üzerine üstün ve seçkin kıldı!” [76]
Peygamberimiz Hâne-i Saadetinde
Uhud’dan dönen sahabeler, mağlubiyetin kalplerinde meydana getirdiği acı ve buruk bir hava içinde evlerine dağılırken, Peygamber Efendimiz de hâne-i saadetine gitti. Kızı Hz. Fâtıma’ya kılıcı Zülfikâr’ı uzatarak, “Yavrucuğum, al bunun kınını yıka. Vallahi, o, bugün yapacağı vazifeyi bîhakkın yaptı!” buyurdu.[77]
Kâinatın Efendisi, ümitli idi. Tattığı bu acı mağlubiyetten dolayı asla me’yus değildi. Hak ve hakikatin er geç şerre ve bâtıla galip geleceğini çok iyi biliyordu. Kızı Hz. Fâtıma’ya söylediği, “Allah, fethi bize nasip edinceye kadar, müşrikler bizi bir daha böyle bir musibete uğratamayacaklardır”[78]sözü bu gerçeği aksettiriyordu.
Medine’ye gelen Peygamberimiz, hâlâ müşrik tehlikesinden emin değildi. Yarı yoldan dönüp şehre ani baskın yapma tehlikesi her an muhtemeldi. Bu sebeple bütün gece Müslümanlar, hâne-i saadetin kapısında nöbet tuttular.
Peygamberimizin Bir Yetimi Evlat Edinmesi!
Uhud mağlubiyeti neticesinde birçok Müslüman kadın dul kalmış, birçok anne ciğerpârelerini kaybetmiş ve birçok çocuk da yetim kalmıştı. Hepsi de, acılarını dindirmek, üzüntülerini giderip ruhlarını teselliye kavuşturmak için Peygamber Efendimize koşuyorlardı. O da, onların dertlerine derman olmaya çalışıyordu.
Büceyr isminde melek yüzlü bir çocuk da, yarasının sarılması için Efendimize koşanlar arasındaydı. Uhud’da babası Akrabe şehit olmuştu. Hz. Resûlullah’ın huzuruna babasız kalmanın verdiği ızdıraptan ağlayarak girmiş, onun şefkat ve merhamet duygularını coşturmuştu.
Resûl-i Ekrem, Büceyr’in derdine derman oldu. “Ey sevimli çocuk! Ne diye ağlayıp duruyorsun? Sus, ağlama! Baban ben, annen de Âişe olursa râzı olmaz mısın?” dedi.
Bu teklif karşısında henüz şefkate muhtaç yaşta bulunan Büceyr’in gözlerinin içi güldü. Üzüntüsünü, kederini unuttu ve babasız kalmanın verdiği eziklik duygusundan kurtularak, “Babam anam sana feda olsun yâ Resûlallah! Râzı olurum elbet!” [79] diyerek sevincini izhar etti.
Resûl-i Ekrem, şefkatli elleriyle sevimli çocuğun başını okşadı ve “Adın ne?” diye sordu.
Çocuk, “Büceyr...” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Hayır! Sen, Beşir’sin!” buyurarak ismini değiştirdi.
Peygamberimizin kendisine verdiği yeni ismiyle Beşir, sonradan şöyle diyecektir:
“Başımda Resûlullah’ın elinin değdiği yerlerdeki saçlarım siyah kaldı, diğer taraftaki saçlarım ağardı. Dilimde pelteklik vardı; peltekliğim de o andan itibaren geçti gitti!” [80]
_________________________________________________
[58] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 171-172; Taberî, Tarih, c. 3. s. 26.
[59] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 172; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 26.
[60] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 26.
[61] İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 24.
[62] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 89.
[63] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 89.
[64] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 125.
[65] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 89; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 324; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 13.
[66] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 99-100; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 48; Taberî, Tarih, c. 3, s. 24.
[67] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 103-104; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 13-14.
[68] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 101-102; İbn- Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 13-14; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 360.
[69] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 103.
[70] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 101-102.
[71] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 103-104; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s.13-14.
[72] Ahzab, 23.
[73] Buharî, Sahih, c. 2, s. 26.
[74] Ebû Dâvûd, Sünen, c. 2, s. 174; Nesaî, Sünen, c. 4, s. 83.
[75] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 424.
[76] Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 2, s. 119.
[77] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 106.
[78] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 106.
[79] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 1, s. 176.
[80] İbn Hacer, el-İsabe, c. 1, s. 154.
_________________________________________________
Bu notlar; Salih Suruç'un kaleme aldığı
Dünya Siyer Birinciliği Ödülü almış olan
Sevgililer Sevgilisi - Kainatın Efendisi Kitabından alınmaktadır