6 Kasım 2012 Salı

İSLAM TARİHİ ... UMRE SEFERİ


İSLAM TARİHİ
UMRE SEFERİ
Hicret’in 6. senesi Zilkade ayı
Milâdî 13 Mart 628
     Pey­gam­be­ri­mizin Rüyası
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir gece rüyasında, hiçbir kor­ku ve en­dişe duy­madan ashabıyla birlikte gidip Kâbe-i Muazzama’yı tavaf ettiklerini, kimin ba­şını kazıttığını, kiminin de saçını kısalttığını görmüştü. [1]
     Efendimiz, bu rüyasını anlatınca, ashab-ı kiram, görülmedik bir sevinç ve heyecan izhar etmişlerdi. Zira, muhacir Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicretlerinin üzerinden kocaman bir altı yıl geçmişti. Bu altı yıl zarfında bü­yüklü küçüklü birçok hadise cereyan etmişti, ama vatanlarının hasreti yine de gözlerinde tütüyordu. Doğup büyüdükleri vatanlarına bir gün tekrar kavuşa­caklarını her an hayallerinde yaşatıyorlardı. Hasret duydukları belde alelâde bir yer de değildi; her gün beş vakit namazlarında yöneldikleri Kâbe-i Muaz­zama’nın bulunduğu mübarek bir belde idi.
     Resûl-i Ekrem Efendimizin, “Siz muhakkak Mescid-i Haram’a gireceksiniz! ” müjdesi, bu bakımdan Müslümanlar arasında büyük bir sevinçle karşılanmıştı. Hatta hemen o yıl gidip Kâbe-i Muazza­ma’yı tavaf edeceklerini zan­net­tiler ve bunu umdular.
     Resûl-i Kibriya Efendimizin bu rüyasını Kur’an-ı Kerim de bize haber ve­rir. [2]

     Medine’den Hareket
     Peygamber Efendimiz, yerine Medine’de Abdullah b. Ümmü Mektum’u bı­raktı. Yemen işi giydiği iki elbisesiyle Pazartesi günü yola çıktı. Kendisiyle bir­likte hazırlanan Müslümanların sayısı bin dört yüz idi. Kafilede dört de kadın sahabe vardı. Bunlardan biri, Efendimizin muhtereme hanımları Ümmü Se­leme (r.anha) idi. Sadece iki yüz Müslüman'ın atı vardı. Yanlarında yolcu silahı olan kılıçtan başka bir silah da bulunmuyordu; onlar da kınlarında idi. Umre kafilesiyle birlikte ayrıca kurbanlık yetmiş de deve vardı. [3]

     Hz. Ömer’le Sa’d b. Ubâde’nin, Endişelerini İzhar Etmeleri
     Peygamber Efendimiz, ashabıyla Zülhuleyfe mevkiine gelmişti. Bu sırada Hz. Ömer huzura çıkıp, “Yâ Re­sû­lal­lah! Seninle harp halinde bulunan bir kavmin üzerine silahsız ve atsız mı gireceksin? Gerektiğinde, onlarla çarpışmak için yanımıza silahlarımızı almayalım mı?” diyerek endişesini izhar etti.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ben, umreye niyetlenmişim; silah taşımak iste­mem” diyerek, mübarek niyetlerinin muharebe olmayıp, Mücerred Umre, yani Kâbe-i Muazzama’yı ziyaretten ibaret olduğunu ifade buyurdu.

     Aynı endişeyi bu sefer ensarın ileri gelenlerinden Sa’d b. Ubâde Hazretleri izhar etti.
“Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Keşke yanımızda silah taşısaydık! Onların şüpheli bir hareketini gördüğümüz takdirde üzerlerine yürürdük!”
     Peygamber Efendimizin, bu sahabeye de cevabı aynı oldu: “Ben silah taşı­mam; ben sadece umreye niyetlenerek yola çıkmışımdır!” [4]
     Zülhuleyfe, Medinelilerin mikatı, yani ihrama girme yeridir. Pey­gamber Efen­dimiz de burada öğle namazını kıldıktan sonra ihrama girdi. Yetmiş kadar olan kurbanlık develere de işaret vurdurdu.

     Müslümanlardan bir kısmı da burada ihrama girdi.
     Peygamber Efendimiz, öğle namazını kıldıktan sonra, kıbleye döndü ve “Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk! Leb­bey­ke lâ şerîke Leke Lebbeyk! İnnel hamde ven’ni­me­te le­ke ve’l-Mülke lâ şerîke leke” diyerek telbiye etti. Bu ulvî sedâ, her tarafı nurani bir havaya büründürdü. Sahabelerin heye­canları zirvedeydi.
     Henüz Zülhuleyfe’den ayrılmamışlarken, Resûl-i Ekrem Efendimiz müşrikle­rin durumunu öğrenmek ve kendi geliş gayesini de bildirmek üzere Büsr b. Süfyân’ı Mekke’ye gözcü olarak gönderdi. Büsr daha önce, Medine’ye Pey­gam­ber Efendimizi ziyarete gelmişti. Efendimizin arzusu üzerine kendi­siyle birlikte Mekke’ye dönüyordu.

     Ku­reyş Müşriklerinin Kararı
     Müşrikler, Peygamber Efendimizin kalabalık bir sahabe topluluğuyla gel­mekte olduğunu öğrenmiş ve kat’î karar almışlardı: “Muhammed ve berabe­rindekiler Mekke içine sokulmayacaktır.” Bunun için, Hâlid b. Velid emrinde iki yüz kişilik bir süvari birliğini süratle Kürâü’l-Gamim denilen mevkiye gön­dermişlerdi. Diğer taraftan da Ahabiş kabilelerine ziyafetler vererek, herhangi bir çarpışma ihtimaline karşılık onları yanlarına almak için bir gayretin içine girmişlerdi.
     Müşriklerin bu kat’î karar ve gayretlerini, tecessüs için gönderilen Büsr b. Süfyân gelip Usfan mevkiinde Resûl-i Ekrem Efendimize haber verdi.
     Fahr-i Kâinat Efendimiz, bu haberi alınca, “Yazıklar olsun! Ku­reyş helâk ol­du. Zaten harp, onları yiyip bitirmiştir. Ne olurdu, benimle diğer Arap kabi­le­le­ri arasına girmeselerdi, beni onlarla başbaşa bıraksalardı. Onlar beni mağ­lup edecek olurlarsa; zaten kendilerinin de istediği budur. Eğer Allah beni on­lara ga­lip getirecek olursa ve ken­dileri de isterlerse toptan İslamiyete girer­lerdi. Eğer böy­le yapmazlarsa çarpışmayı göze almışlardır demektir. Heyhat! Ku­reyş müşrikleri kuvvetlerinin çok olduğunu mu zannediyor? Vallahi, Al­lah’ın, tebli­ği için beni göndermiş olduğu dini, hâkim ve üstün kılıncaya kadar, şu başım şu gövdemden ayrılıncaya kadar onlarla savaşmaktan asla çekinme­yeceğim!” diye konuştu. [5]
     Ku­reyş müşriklerinin karşı koymak için hazırlanmaları, Peygamber Efen­dimizi fazlasıyla müteessir etti. Birbirleriyle kanlı bıçaklı olanlar bile haram aylarda iki kardeş gibi yan yana gelip Kâbe’yi tavaf edebiliyorlardı. Müşrikler buna mani olmuyorlardı. Sadece Pey­gam­ber Efendi­mizin ve Müs­lümanların Kâbe’yi ziyaret etmek gibi masum, ulvî, kutsî ve haklı arzusu karşısında, böylesine menfi bir tavır takınıyorlardı!

     Pey­gam­be­ri­mizin Yol Güzergâhını Değiştirmesi
     Resûl-i Ekrem Efendimizin mübarek niyetleri sadece Kâbe-i Muazzama’yı zi­yaret etmekti. Bunun için herhangi bir çatışmanın çıkmasını istemiyordu. Bu sebepledir ki Hâlid b. Velid kumandasında bir Ku­reyş süvari birliğinin Gamim mevkiine gelmiş olduğunu duyunca, ashabına, “Hâlid b. Velid birtakım süva­ri­lerle birlikte gözcü olarak Gamim mevkisinde bulunuyor! Bu bakımdan siz, yo­lun sağ tarafını tutup gidiniz” buyurdu ve yol güzergâhını değiştirerek, Müs­lümanları bir başka yoldan götürdü. Hâlid b. Velid, İslam ordusunu uzak­tan görünce, derhal dönüp Ku­reyşlilere durumu haber verdi.

     Ashab-ı Kiramla İstişâre
     Bu şartlar çerçevesinde Resûl-i Ekrem bir durum değerlendirmesi yapmak istedi. Sahabeleri toplayarak görüşlerini sordu.
     Onlar, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir! Biz, ancak umre niyetiyle buraya gelmiş bulunuyoruz. Kimseyle çarpışmaya gelmedik; ama bu niyetimizin ger­çekleşmesine mani olmak isteyen çıkarsa, elbette onlarla çarpışırız!” diyerek fi­kirlerini beyan ettiler.
     Sahabelerin bu kararlılığından Peygamber Efendimiz memnun oldu ve “Haydi, öyle ise, Allah’ın ismiyle yürüyünüz!” buyurdu.
     Sadece Kâbe’yi ziyaret etmek gibi masum ve kutsî bir maksatla yola çıkmış olan Müslümanlar, tekbir ve tel­bi­ye­ler­le Mekke’ye, Kâbe-i Muazzama’ya doğ­ru adım adım yol alı­yorlardı.

     Kasvâ’nın Aniden Çöküvermesi
     Fahr-i Âlem Efendimiz, Kasvâ adındaki devesinin üzerindeydi. Kasvâ, Mek­ke haremi sınırına girince çökmek istedi. Sahabeler buna mani olmaya ça­lış­tılar; fakat sonunda Kasvâ galip geldi ve bir adım ileri atmadan Allah’ın hikmetiyle yere çöktü. Kaldırmaya uğraştılar, fakat bir türlü muvaffak olama­dılar.
     Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Onun böyle bir çökme âdeti yoktur. Fakat bir zamanlar, filin Mekke’ye girmesine mani olan, şimdi de Kasvâ’ya mani oluyor. Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki Ku­reyş, Al­lah’ın Harem dâhilinde yapılmasını haram kıldığı şeylere hürmeti kastederek benden ne kadar zor istekte bulunursa bulunsun, ben onu muhakkak onlara vereceğim” diye buyurdu. [6]
     Gerçekten, Kasvâ çökmemiş olsaydı, Müslümanlar doğ­ruca Ku­reyş müş­rik­lerinin üzerine varacaklardı. Bu hal ise bir çarpışmayı kaçınılmaz duruma ge­ti­rebilirdi.
     Hâlbuki, Müslümanlar beraberlerinde sadece kılıç getirmişlerdi. Sâir harp silahlarından tamamıyla mahrum bu­lunuyorlardı. Sayıları da azdı. Buna kar­şı­lık Ku­reyşliler daha tedbirli ve etraftaki kabileleri de yanlarına aldıkların­dan do­layı sayıca daha fazla idiler.
     Bütün bunlara rağmen, elbette Müslümanlar çarpışmaktan geri durmaya­cak­lar­dı. Tek bir kalp halinde çarpan bir avuç Müslüman, azlığı ve teçhizatsızlı­ğı­na rağ­men cesareti ve kahramanlığı ile ve Allah’ın da yardımıyla muzaffer de ola­bi­lir­lerdi. Fakat bu durum, Harem-i Şerif’e karşı bir hürmetsizlik mana­sını taşı­ya­caktı. Pey­gam­be­ri­miz ve Müslümanlar ise, böyle bir şeyi asla arzu etmezlerdi.
     Ayrıca Mekke’de imanlarını gizlemekte devam eden, Müslüman­ların tanı­madıkları erkek kadın birçok kimse vardı. Çarpışma vuku bulduğu takdirde bunlar da arada telef olabilirlerdi.
     Kaldı ki henüz iman etmemiş olan Ku­reyş ileri gelenlerinden bir­çok zâtın, yakın bir gelecekte imana gelip İslam dinine büyük hizmet etmeleri ve nice ha­yırlı evlat yetiştirmeleri mukadderdi.
     İşte, Kasvâ’nın âdeti olmadığı halde, Allah tarafından çöküvermesi, bu gibi hikmet ve inceliklere bir işaretti.
     Sahabelerin bütün gayretlerine rağmen yürümek için yerinden kımıldama­yan Kasvâ, Peygamber Efendimizin sevkiyle kalkıp yürüyüverdi. Fakat Ku­reyşlilere doğru gitmeyip başka tarafa saparak Hudeybiye denilen mevkiin niha­yetindeki suyu çekilmiş bir kuyunun başına indi. Bunun üzerine Peygam­ber Efendimiz, Müslümanların da gelip oraya konmasını emir buyurdu. [7]

     On Musluklu Çeşme Gibi…
     Hudeybiye’de Müslümanların yerleştiği saha susuz bir yer­di. Bu yüzden o gün susuz kalmışlardı.
     Bir ara Peygamber Efendimizin abdest ibriğinden abdest almak istediğini görünce koşuştular. Resûl-i Ekrem, “Ne oluyor, size?” diye sordu.
     “Mahvolduk yâ Re­sû­lal­lah!” dediler. “Yanımızda senin ibriğindeki sudan başka ne içecek, ne de abdest alacak su var!”
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, elini ibriğin üzerine koydu, “Alınız, Bismillah!” buyurdu. O anda çeşmelerden su akar­casına, mübarek parmaklarının arasın­dan sular fışkırmaya başladı. Müslümanlar, o sudan doya doya içtiler, abdest aldılar ve su kırbalarını ağızlarına kadar doldurdular.
     Resûl-i Kibriya Efendimizin bu mucizesini anlatan Cabir b. Abdullah Hazretlerine sonradan, “Siz, kaç kişiydiniz?” diye sorulunca, şu cevabı vermişti: “Eğer, yüz bin kişi olsaydık, yine kâfi gelecekti! Fakat biz, bin beş yüz kadar idik.” [8]

     İkinci Haber
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashabıyla Hudeybiye’de bulunurken Huzaa kabi­lesi Reisi Büdeyl İbni Verka, kabilesinden birkaç kişiyle çıkıp huzura geldi. Tihame kabilelerinden olan Huzaalılar, Câhiliyye devrinde bir husustan dolayı Pey­gam­be­ri­mizin mensup olduğu Benî Hâşim’le ittifak etmişlerdi. İslamiyetin zuhurundan sonra da bu anlaşmaya sadâkat göstererek, Peygamber Efendi­mize taraftarlık göstermekten geri durmuyorlardı. Müslüman olsun, müş­rik olsun hepsi, Ku­reyş’­in hal ve hareketlerine dair Mekke’de olup bitenleri Peygamber Efendimize gizlice haber verirlerdi.
     Pey­gam­be­ri­mizin huzuruna çıkan Büdeyl, “Ku­reyşliler, seninle çarpışmaya ant içmişlerdir. Beytullah’ı ziyaret et­me­ne asla müsaade etmeyeceklerdir.” dedi.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, geliş maksadını tekrarladı: “Biz, buraya herhangi bir kimseyle çarpışmak için gelmedik! Maksadımız, umre yapmak, Beytullah’ı tavaf ve ziyaret etmektir! Harpler, Ku­reyş’i fazlasıyla yıpratmış, güçsüz hale getirmiş ve birçok zarara uğratmıştır. Şayet arzu eder­lerse, yine kendilerine bir mütâreke müddeti tayin ede­yim. Bu müddet zarfında, benden taraf emniyet içinde bulunsunlar. Kendileri, benimle sâir halklar arasına girmesinler; beni onlarla başbaşa bıraksınlar! Eğer ben o topluluklara galip gelir ve onlar İslam dinine girerlerse ve eğer Ku­reyş müşrikleri de o toplulukların girdikleri dine girmeyi isterlerse girebilirler. Şayet ben, zannettikleri gibi, diğer topluluklara galip gelemezsem, o zaman kendileri de rahata kavuşmuş ve kuvvet kazanmış olurlar. Eğer, Ku­reyş müşrikleri bunları kabul etmez ve benimle çarpış­ma­ya kalkışırsa, varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ede­rim ki şu tebliğ etti­ğim dinin uğrunda başım gövdemden ayrılıncaya kadar onlarla çarpışacağım! O zaman Allah da, bana yardım edeceği hakkındaki vaadini muhakkak yerine getirecektir!” [9]
     Büdeyl, “Ben, senin söylediklerini Ku­reyşlilere ulaştırırım” diyerek Pey­gam­be­ri­mizin yanından ayrıldı.
     Büdeyl, adamlarıyla Mekke’ye dönüp durumu Ku­reyş­li­le­re bildirmek iste­diyse de, onlar önce, “bizim, ondan gelecek bir habere ihtiyacımız yoktur! Onun bilmesini istediğimiz tek şey vardır: Bizden tek kişi sağ kalıncaya kadar o Mekke’ye giremeyecektir!” dediler.
     Sonra büyükleri olan Urve b. Mes’ud araya girdi, “Siz ne diye Büdeyl ve ar­ka­daşlarını dinlemek istemiyorsunuz? Dinleyiniz! Söyleyeceği şey hoşunuza giderse kabul edersiniz, hoşunuza gitmezse reddedersiniz!” dedi.
     Bunun üzerine Büdeyl’i dinlediler. Büdeyl, Peygamber Efendimizin geliş maksadını ve yaptığı mütâreke teklifini anlattı. [10]

     Ku­reyş Elçisi, Pey­gam­be­ri­mizin Huzurunda
     Ku­reyş’in ileri gelenlerinden biri olan Urve b. Mes’ud, Bü­deyl’in sözlerini ye­rinde buldu. “Doğrusu, Büdeyl size doğruluk ve sulh yolunu göstermek üzere gelmiştir. Siz, onun tekliflerini kabul ediniz; benim de, gidip onunla konuşmama, gö­rüş­meme izin veriniz” dedi.
     Ku­reyş müşrikleri bu sözlerden hoşlanmadılar. “Muhammed’e git! Fakat kendi görüşünü gelip bize haber verme” diyerek Urve’yi bir nevi azarladılar.
     Buna rağmen Urve çıkıp Pey­gam­be­ri­mizin yanına geldi. Müşriklerin hazır­lıklarını, Hudeybiye Suyu başında beklediklerini ve hiç­bir kimseyi Mekke’ye sokmamaya kararlı olduklarını tekrarladı.
     Peygamber Efendimiz, “Ey Urve! Allah için söyle: Şu kurbanlık develerin kurban edilmelerine, şu Beytullah’ı zi­ya­ret ve tavafa engel olunur mu?” de­dikten sonra şöyle dedi:
     “Biz çarpışmak için gelmedik. Niyet ettiğimiz umremizi ifa etmek ve kur­banlık develerimizi kurban etmek arzusundayız. Sen, benim ailem, halkım olan kavmime şunu haber ver: Harp onları yiyip bitirmiştir. Kendileri, aramızda mütâreke ve savaşmaya ara vermek için bir müddet tayin etsinler! Bir de, benimle Bey­tullah arasından çekilsinler! Bırak­sınlar, umremizi yapalım, kur­banlarımızı keselim! Aksi takdirde, yemin ede­rim ki Allah Teâlâ şu İslam dinini yeryüzünde yayacağı hakkındaki vaadini yerine getirinceye ve benim de başım gövdemden ayrılıncaya kadar, onlarla çarpışmaktan asla vazgeçmeyeceğim!” [11]
     Urve b. Mes’ud, bir taraftan Pey­gam­be­ri­mizle konuşuyor, diğer taraftan sa­ha­belerin Resûl-i Ekrem’e karşı davranış ve hareket tarzlarını göz ucuyla sü­züyordu. Ashabın Peygamberimize karşı son derece hürmetkâr ve kendisine teslimiyet içinde hareket edişlerine hayran kalmıştı.
     Ku­reyş müşriklerinin yanına dönünce, Peygamber Efendimizin maksadını bildirdikten sonra, hayranlık duyduğu müşâhedelerini an­latmaktan da kendi­sini alamadı.
     “Ey kavmim!” dedi. “Ben birçok hükümdarın huzuruna elçi olarak çıkmış bir kimseyim. Vallahi, ben bunlardan hiçbir hükümdarın adamlarının onları, ashabının Muham­med’e hürmet ettikleri, sayıp sevdikleri gibi görmedim! As­habından herhangi biri, ondan izin almadan konuşmuyordu. Muhammed, on­lara bir şey emrettiği zaman yerine getirmek için adeta birbirleriyle yarışı­yorlardı! Sahabe­leri onun yanında konuşurlarken seslerini alçaltıyorlardı, ken­disine olan hürmetlerinden dolayı yüzüne bile dikkatle bakamıyorlar, gözlerini yere indiriyorlardı. Ben öyle anladım ki bu kavim hiçbir zaman onu yalnız bı­rakmayacak, onun bir tek kılını bile kimseye teslim etmeyecek, hiçbir kimseyi onun tenine dokundurmayacaktır! Gerisini siz düşünün!” [12]
     Sonra da, “O, size bir sulh teklifinde bulunmuştur; gelin, bu teklifi kabul edelim” dedi. Urve’nin bu teklifi, Ku­reyş ileri gelenleri tarafından hoş karşılanmadı; hatta kendisini böyle konuştuğundan dolayı azarladılar. Bu azardan rahatsız olan Urve kendilerini terk edip Taif yolunu tuttu.

     Pey­gam­be­ri­mizin Elçisi
     Artık her iki taraf karargâh kurdukları yerde müzakereler yapıyor, birbirle­rine gönderdikleri karşılıklı elçilerle tekliflerde bulunuyorlardı. Peygamber Efendimiz, geliş maksadını Ku­reyşlilere bildirmek üzere Huzaalı Hırâş b. Ümeyye’yi elçi olarak gönderdi. Böylece Hıraş, Resûl-i Ekrem’in Ku­reyş müş­riklerine gönderdiği ilk elçi oluyordu. [13]
     Hırâş b. Ümeyye gidip Hz. Re­sû­lul­lah’ın geliş maksadını anlattıysa da, müş­rikler anlamak istemediler. Kendisine kaba davrandılar, devesini boğazla­dı­lar, hatta kendisini öldürmeye bile kalkıştılar. Ancak araya Ahabişliler gi­rin­ce bu hareketlerinden vazgeçtiler. Hırâş b. Ümeyye canını zor kurtararak Pey­gam­be­ri­mizin yanına döndü ve başından geçenleri haber verdi.
     Elçisini öldürmeye kalkıştıkları halde Resûl-i Ekrem Efendimiz üzerlerine yürümedi. Teennîyle hareket etti. Onlardan yeni teklifler bekledi. Çünkü onun maksadı kan akıtmak değildi.

     Ku­reyş’in Bir Elçisi Daha…
     Peygamber Efendimizin bütün bu söylenenlere rağmen geri dönmediğini gören Kureyşliler bu sefer Ahabişlerin reisi Hu­leys b. Alkame’yi elçi olarak gön­derdiler. Efendimiz uzaktan Huleys’i tanıdı. Ashabına, “Bu gelen, kurban­lık inanç ve saygısı olan bir kavimdendir. Kurbanlık develerin hepsini ona karşı salıveriniz de görsün!” [14] diye buyurdu.
     Müslümanlar, kurbanlık develerini Huleys’e karşı sürüverdiler ve “Leb­beyk! Allahümme Lebbeyk!” diyerek telbiye getirdiler. Bu ulvî ve masum manzara karşısında Huleys’in gözleri dolu dolu oldu.
     “Sübhanallah! Bu muazzam cemaatin, Beytullah’ı tavaf ve ziyaretten mene­dilmesi ne kadar çirkin bir harekettir! Kâbe’nin Rabbine andolsun ki Ku­reyş­li­ler, bu yanlış tutum ve davranışlarıyla helâk olacaklardır! Hâlbuki bun­lar, um­re yapmaktan başka bir maksatla gelmemişlerdir!” diye bağırmaktan kendini alamadı.
     Peygamber Efendimiz, Huleys’in bu sözlerini uzaktan işitti. “Evet, öyledir ey Benî Kinâne’den olan kardeş...” diye buyurdu.
     Huleys’in bu masum ve kutsî manzara karşısında söyle­yecek başka bir şeyi yoktu. Resûl-i Ekrem Efendimize olan hürmetinden dolayı, yanına gelip ko­nuşmak bile istemedi; doğruca Ku­reyşlilerin yanına döndü.

     Huleys ve Ku­reyş Müşrikleri
     Huleys’in ruh ve kalbini o ulvî manzara öylesine sarmış, kucaklamış ve yu­muşatmıştı ki müşriklere açıkça şöyle demekten çekin­me­di: “Ben onu (Hz. Peygamberi) Kâbe’yi tavaftan menetme­mi­zin doğru olmaya­cağı fikrindeyim!” [15]
     Ne var ki Ku­reyş ileri gelenleri, kendilerinden başka doğ­ru düşünen kimse­nin bulunmadığı fikrinde idiler. Hu­leys­’in bu sözleri karşısında şaşırdılar, hat­ta hiddete geldiler. “Sen nihayet bir çöl Arabısın! Câhilliğin ortada! Sus, bu işlere aklın ermez!” diyerek hakarette bulundular.
     Bu sözler Huleys’i fena halde kızdırdı. Resûl-i Ekrem Efen­dimizi müdafaa sadedinde çekinmeden, “Beytullah’a hürmet maksadıyla çıkıp gelen kimseyi ondan nasıl alıkoyabiliriz? Vallahi, biz sizinle bu hususta bir anlaşma yapmış değiliz! Yemin ederim ki ya Muhammed’in yapmak istediğine mani olunma­yacak veya ben bütün Ahabiş’i tek kişi bile bırakmadan alıp gideceğim!” [16] diye konuştu.
     Fakat bu tehdit bile Ku­reyş müşriklerini inatlarından vazgeçiremedi. Bin bir yalan ve dolanla tekrar Huleys’i kan­dırdılar ve ittifaklarının bozulmasına mani oldular!

     İkinci Elçi: Hz. Osman
     Elçiler vasıtasıyla görüşmeler devam ediyordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz ise, bir an evvel kat’î netice elde etmek istiyordu. Geliş maksadını tekrar Ku­reyşlilere gü­zelce anlatmak için bu sefer Hz. Ömer’i göndermek istedi.
     Hz. Ömer, “Yâ Re­sû­lal­lah! Ku­reyş reisleri, benim onlara ne derece şiddetli düşman olduğumu bilirler. Korkarım, bana sui­kastte bulunurlar! Mekke’de de kabilemden hiç kimsem yoktur ki beni himâyesine alsın! Buna rağmen, mu­hakkak benim gitmemi istiyorsanız, giderim” diye konuştu.
     Peygamber Efendimiz, hiçbir şey söylemeden sustu. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Bu iş için Osman b. Affan gitse daha münasip olur. Zira, onun Mekke’de aşiret ve akrabası çoktur!” diye teklifte bulundu. Gerçekten de, Mekke’nin eşrafından olan Benî Ümey­ye, hep Hz. Osman’ın amcazâdeleri idiler. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ömer’in bu teklifini kabul etti. Hz. Osman'ı yanına çağırdı. “ Kureyşlilere git! ‘Biz buraya hiç kimseyle çarpışmak için gelmedik; sadece şu Beytullah’ı ziyaret için gelmiş bulunuyoruz. Yanımızdaki kurbanlık develeri kesip döneceğiz’ diye söyle. Sonra da onları İslamiyete davet et” diye tâlimat verdi.
     Peygamber Efendimiz ayrıca Mekke’de Müslümanlıklarını gizleyen Müs­lü­man­larla da görüşüp onlara teselli vermesini ve Mekke’nin yakında fetholu­nup imanlarını gizlemeye ihtiyaç kalmayacağını da onlara haber ver­mesini, Hz. Osman’a emretti.
     Hz. Osman, Ku­reyş müşriklerinin yanına vardı. Pey­gam­be­ri­mizin geliş mak­sadını tek tek anlattı. Onları İslam’a davet etti. Fakat bu görüşmeden de bir netice alınamadı. Müşriklerin, Hz. Osman’a da cevapları menfi oldu. “Git, seni gönderene söyle: O, hiçbir zaman Mekke’ye gi­rip, Kâbe’yi tavaf edemeyecektir.”
     Hz. Osman’la birlikte ayrıca on kadar muhacir, Resûl-i Ekrem’in müsaade­siyle, akrabalarını ziyaret maksadıyla gitmişlerdi. Hz. Osman’la birlikte onlar da görüştükleri Müslüman akrabalarına Mekke’nin yakında fethedileceği müj­desini vererek, onları sevindirdiler.

     Hz. Osman’ın, Müsaade Edilmesine Rağmen Kâbe’yi Tavaf Etmeyişi
     Bu arada Ku­reyş ileri gelenleri, Hz. Osman’a, “Kâbe’yi tavaf etmek istersen, et” dediler. Hz. Osman, “Hayır!” dedi. “Re­sû­lul­lah (a.s.m.) onu tavaf etmedik­çe, ben de etmem!” dedi.
     Ku­reyşliler bundan rahatsız oldular; hatta hiddete gelerek, Hz. Osman’ı bir müddet yanlarında tutup göz hapsine aldılar.
     Fakat bu durum, Peygamber Efendimize, Hz. Osman ve beraberindeki mu­ha­cir Müslümanların müşrikler tarafından öldürüldükleri tarzında ulaştı. [17]

[1] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 336.
[2] Fetih, 27.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 322; İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 95; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 690.
[4] Taberî, Tarih, c. 3, s. 72; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 689.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 321.,
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 324; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 96.
[7] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 324.
[8] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 98.
[9] Taberî, Tarih, c. 3, s. 74.
[10]Taberî, a.g.e., c. 3, s. 74.
[11] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 324; Ebû Dâvûd, Sünen, c. 3, s. 85.
[12] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 328; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 324.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 328; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 96.
[14] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 324; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 324.
[15] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 324; Taberî, Tarih, c. 3, s. 75.
[16] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 326; Taberî, Tarih, c. 3, s. 75-76.
[17] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 329.

5 Kasım 2012 Pazartesi

İSLAM İLMİHALİ / Altıncı Bölüm: NAMAZ - Ondördüncü Konu: NAMAZLA İLGİLİ BAZI MESELELER - 2 (CEM`)



İSLAM İLMİHALİ
Altıncı Bölüm: NAMAZ
Ondördüncü Konu: NAMAZLA İLGİLİ BAZI MESELELER - 2


     C) İKİ NAMAZI BİR VAKİTTE KILMAK (CEM`)     Cem` kelimesi, sözlük anlamı itibariyle "iki veya daha fazla şeyi bir araya getirmek, toplamak" anlamlarına gelir. Cem`in fıkıhtaki terim anlamı ise, "birbirini takip eden iki namazın (öğle ile ikindinin veya akşam ile yatsının), bu ikisinden birinin vaktinde, birlikte ve peşipeşine kılınması"dır. Eğer bu birlikte kılma, birinci namazın vaktinde ise buna cem`-i takdîm, ikincisinin vaktinde ise cem`-i te'hîr denilir.
     Âlimler, hac zamanında Arafat'ta öğle ile ikindinin öğle namazının vaktinde birlikte kılınması (cem`-i takdîm) ve Müzdelife'de akşam ile yatsının yatsı namazının vaktinde birlikte kılınması (cem`-i te'hîr) konusunda görüş birliği etmişlerdir. Bu iki yer dışında iki namazı cemederek birlikte kılmanın câiz olup olmadığında ve cemetmeyi câiz kılan mazeretlerin neler olduğunda farklı görüşler öne sürmüşlerdir.
     Hanefî mezhebinde, hac zamanında Arafat ve Müzdelife'deki cem`in dışında, iki namazın bir vakitte cemedilmesi câiz görülmez. Bununla birlikte Hanefîler'e göre yolculuk, yağmur gibi cem`i mubah kılan mazeretlerin bulunması durumunda şöyle bir cem` uygulaması mümkündür: Bir namaz (öğle veya akşam), diğer namazın (ikindi veya yatsı) vaktinin girmesine yakın bir zamana kadar geciktirilip, bu namazın kılınmasından sonra diğerinin vaktinin girmesi ve bu namazın da kendi vaktinde kılınması mümkündür. Bu uygulamada, bir namaz hemen diğerinin ardından kılındığı için buna "cem`ü'l-fiil" ve "cem`ü'l-muvâsala" denildiği gibi, bir namaz son vaktinde diğeri de ilk vaktinde olmak üzere her namaz kendi vakti içinde kılınmış olacağı için buna "mânevî cem`" ve "şeklî (sûrî) cem`" de denilir. Bu şekildeki cem`, yukarıda tanımı verilen gerçek anlamda bir cem` değildir. Çünkü bu uygulamada vakit değil, fiil birleştirilmektedir.
     Ebû Hanîfe, arefe günü Arafat'ta birlikte kılınan öğle ve ikindi namazının cemaatle kılınmasını şart koştuğu halde diğer mezhepler bu şartı aramazlar. Cem` ile namaz kılınırken bir ezan okunur, fakat iki namaz için ayrı ayrı kamet getirilir. Öğle namazının farzı eda edildikten sonra sünnet kılınmaksızın ikindi namazına geçilir. İkindi namazı öğle namazına tâbi olduğundan, öğle namazı herhangi bir nedenle sahih olmamışsa ikindi namazının da öğle ile birlikte iade edilmesi gerekir. Müzdelife'de ise akşam ile yatsı namazı tek ezan ve tek kamet ile kılınır. Akşamın farzı ile yatsının farzı arasında sünnet namaz kılınmaz. Arada sünnet kılınmışsa yatsı için tekrar kamet getirilir.
     Diğer mezheplerde cem`, belirli sebep ve şartlarla câiz görülmüştür. Şiî-Ca`ferî mezhebinde ise, hiçbir mazerete gerek olmaksızın iki namazın bir vakitte cemedilmesi câizdir. Cem`i kabul edenlere göre, iki namazın cemedilmesini câiz kılan sebepler, ayrıntıdaki görüş ayrılıkları bir tarafa bırakılacak olursa şunlardır: 1. Yolculuk (sefer), 2. Yağmur, çamur, kar, dolu, 3. Hastalık, 4. İhtiyaç ve meşguliyet.
     1. Yolculuk. Hanefîler dışındaki çoğunluk âlimler, yolculuğu bir mazeret kabul ederek, yolculukta cem` yapılmasını câiz görmüşlerdir. Ancak bazı ayrıntılarda aralarında görüş ayrılığı vardır. Buna göre Mâlikîler, cem` yapmanın câiz olabilmesi için yolculuğun yorucu bir yolculuk olmasını şart koşarken, Şâfiîler ve Hanbelîler, yorucu olup olmamasına bakılmaksızın yolculuğun her hâlükârda cem` için bir mazeret olduğunu söylerler. Bu noktada Şâfiîler, Mâlikîler'in ve Hanbelîler'in aksine, ayrı bir şart ileri sürerek, cem` yapmayı câiz kılan yolculuğun, herhangi bir yolculuk değil, namazların kısaltılmasını câiz kılan nitelik, süre veya mesafedeki yolculuk olduğunu söylerler. Bu arada yolculuğun türüne ve amacına bağlı olarak da bazı görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Kimi Mâlikîler, deniz yolculuğunu da sefer hükmünden istisna etmişlerdir.
     2. Yağmur, Kar, Dolu. Yağmur, şiddeti konusundaki görüş ayrılıkları bir tarafa bırakılacak olursa, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde, yolcu olmayan (mukim) kişiler için bir mazeret kabul edilmiş ve böyle günlerde namazın cem`i belli şartlarla câiz görülmüştür. Mâlikîler ve Hanbelîler, sadece akşam ile yatsının mescidde cem`-i takdîm olarak cemedilmesini câiz görürken, Şâfiîler buna öğle ve ikindinin cem`ini de ilâve etmişlerdir. Bu ve benzeri sebepler, evde değil, sadece mescidde cemaatle birlikte cem` yapmayı câiz hale getirir.
     Şâfiîler, yerlerin çamurlu olmasını cem` yapmayı câiz kılan mazeret kabul etmezken, Hanbelîler bunu bir mazeret saymış, Mâlikîler ise cem`in câiz olabilmesi için çamurla birlikte zifiri karanlık durumunun bulunmasını şart koşmuşlardır.
     3. Hastalık. Mâlikîler'e göre hasta bir kişi, ikinci bir namazın vaktine kadar durumunun namaz kılamayacak derecede kötüleşeceğinden veya bayılacağından endişe ediyorsa, cem` yapabilir. Hanbelîler de hastalık sebebiyle meşakkat söz konusu olduğunda cem`i câiz görmüşler ve emzikli kadını, istihâze kanı gören kadını, özür sahibi kişileri ve her vakit için abdest almaktan âciz olan kişileri de aynı hükümde tutmuşlardır. Şâfiîler'e göre ise hastalık sebebiyle cem` câiz değildir.
     4. İhtiyaç, Meşguliyet ve Sıkıntı. İhtiyaç ve sıkıntı sebebiyle cem` genelde câiz görülmemiştir. Cem` konusunda en geniş görüşe sahip olan Hanbelî mezhebinde sıkıntı ve meşguliyetin cem`i câiz kılacağı söylenmektedir. Hanbelî fakihi Ebû Ya`la'nın bu hususta getirdiği ölçü şudur: "Cumanın ve cemaatle namazın terkedilmesini câiz kılan her sebep, cem`i de câiz kılar". İbâzî mezhebine göre ise, namazın vaktinde kılınmasında sıkıntı doğuran her mazeret cem` için bir sebep teşkil eder. İbn Sîrîn, İbn Şübrüme, Eşheb gibi ünlü âlimler ve bazı Şâfiî fakihleri, bir sebep olmaksızın cem` yapılmasını da -itiyat haline gelmemesi şartıyla- câiz görmüşlerdir. Saîd b. Müseyyeb'in de bu yönde bir fetvası bulunmaktadır.
     Mezheplerin cem` konusunda görüş ayrılığına düşme sebepleri üç noktada toplanabilir:
     1. Namazların vakitlerini tayin eden hadisler yanında, cem` konusunda birbiriyle çelişir gözüken haberlerin bulunması. Bu durumda kimi âlimler, cem` konusundaki haberlerin, vakitlemeye ilişkin hadisleri tahsis ettiğini ileri sürerek cem`i câiz görürken, kimileri de cem` konusundaki haberleri te'vil ederek cem`e karşı çıkmışlardır.
     2. Arafat ve Müzdelife'de cem` yapmanın meşrûluğunda ittifak vardır. Diğer zaman ve yerlerdeki namazın buna kıyas edilip edilmeyeceği tartışma konusu olmuştur. Bu kıyası câiz görenler, cem`i de câiz görmüşlerdir.
     3. Namazların müşterek vakitleri olup olmadığı noktasındaki tartışma da, cem` konusundaki görüş ayrılığının önemli bir nedeni olmuştur.
     Beş vakit namazın ilk ve son vakitleri, ayrıntıdaki ihtilâflar bir yana, bellidir ve herkes tarafından kabul edilmektedir. Ca`ferî mezhebinin vakit anlayışı, Ehl-i sünnet'ten farklı olup, olağan durumlarda bile cem`e imkân veren bir şekildedir. Şiîler genelde cem` yaparak namaz kıldıkları için, onların namazı üçe indirdiği zannedilir.
     Burada cem`i câiz görenlerin ve câiz görmeyenlerin gerekçelerini tartışmayacağız. Hanefîler iki yer dışında cem`i kabul etmemiş, diğer mezhepler belli mazeretler sebebiyle cem`i kabul etmişlerdir. Hanefî mezhebinin görüşü, teorik olarak daha tutarlı ve savunulabilir olmakla birlikte, günümüzde cem`in yapılmasının namaz kılanlara sağlayacağı birtakım kolaylıklar bulunmaktadır. Cem` yapmak sonradan ortaya çıkmış, uydurulmuş bir uygulama değildir. Nitekim Arafat ve Müzdelife'de cem` yapılacağını bütün mezhepler söylemektedir. Bunun yanında Hz. Peygamber'in çeşitli zamanlarda ve çeşitli durumlarda iki namazı birleştirerek bir vakitte kıldığı yönünde rivayetler bulunmaktadır. Gerek Arafat ve Müzdelife'deki cem`in, gerekse öteki rivayetlere göre çeşitli zamanlarda yapılan cem`in gerekçesi ve hikmeti namaz kılanlara kolaylık sağlanmasıdır. Hz. Peygamber'in, korku ve yolculuk durumu olmaksızın da öğle ile ikindiyi ve akşam ile yatsıyı birlikte kıldığına dair rivayetler bulunduğu gibi (Muvatta, I, 144; Müslim, "Salâtü'l-müsâfirîn", 49), bazı sahâbîlerin de cem` yaptığı nakledilmektedir.
     Cem`in Arafat ve Müzdelife dışında câiz olmadığını savunan Hanefîler ise büyük ölçüde, namazların belli vakitlere göre belirlendiğini bildiren âyetlere (el-Bakara 2/238; en-Nisâ 4/103) ve Cibrîl'in peş peşe iki gün Hz. Peygamber'e imamlık yaparak namazların ilk ve son vakitlerini göstermesine dayanmışlardır. Bu âyetler ve bu rivayet, her bir namazın kendine özel bir vakti bulunduğuna ve bu vaktin öncesine veya sonrasına alınmasının câiz olmadığına delâlet etmektedir. Hanefîler ayrıca, namazın kasten geciktirilerek vaktinin çıkmasına yol açmayı tehditli ifadelerle yasaklayan hadislere ve İbn Mes`ûd'dan gelen mukabil rivayetlere de tutunmuşlardır.
     Namaz için özel vakitler konulmuş ve bu vakitler namazın vücûbu için sebep kılınmıştır. Kur'an'da mücmel olarak belirtilen vakitler, Hz. Peygamber tarafından belirlenmiş ve namaz vakitleri tevâtürle sabit olmuştur; tevâtürle sabit olan bir şeyi de haberi vahidle terketmek kesinlikle câiz değildir. Şu kadar ki, namaz vakitlerini fiilî olarak uygulayan ve belirten Hz. Peygamber olduğu gibi, cem`in meşruiyetini söz ve fiili ile belirten de odur. Sünnetin bir kısmı alınıp bir kısmı atılamayacağına göre, bunların arasını uzlaştırmak gerekir.
     Buna göre, olağan ve normal durumlar için beş vakit namazın vakitlerine titizlikle uyulması kuraldır. Ancak bazı özel durumlarda, ihtiyaç ve zaruret sahiplerine de cem` ruhsatı tanınmış olmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Cem`, bir ruhsat ve kolaylaştırmadır; gerektiğinde bu ruhsattan istifade edilmelidir. Sünnî fıkıh mezheplerine göre kural, her namazın kendi özel vaktinde kılınmasıdır. Ancak geçerli bir mazeretin olması durumunda cem` yapılabilir. Namaz dinin direği kabul edildiği için, hiçbir mazeret nedeniyle terkine izin verilmemiş, fakat kılınabilmesi için birtakım kolaylıklar getirilmiştir. Bu bakımdan olağan dışı durumlarda, alışkanlık haline getirmemek kaydıyla ve belirli şartlarla cem` yapılabilir. Namazı vaktinde kılmalarında bir sıkıntı ve güçlük söz konusu olan kişilerin, kendi durumlarını yukarıdaki bilgi ve ruhsatlar çerçevesinde değerlendirerek netice itibariyle Allah'a karşı şahsî sorumluluğunu ilgilendiren bu konuda kendilerinin karar vermesi en uygun olan yoldur. Ayrıca bilinmelidir ki, cem`-i takdîm veya cem`-i te'hîr yapmak, namazın amacının gerçekleşmesi bakımından, namazın kazâya kalmasından daha uygun bir çözüm olarak görünmektedir.


     Cem` Yaparken Dikkat Edilecek Hususlar     Sabah namazı hiçbir şekilde cemedilemez. Cem` yalnızca öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı arasında olabilir.
     Şayet cem`-i takdîm yapılacaksa, meselâ öğle ile ikindi, öğlenin vaktinde birlikte kılınacaksa, öğle namazına başlarken cem` yapmaya niyet etmek gerekir. Kimilerine göre, birinci namazı bitirmedikçe de niyet edilebilir. Cem`-i tehîrde ise, birinci namazın vakti içerisinde cem` yapmaya niyet etmek gerekir. Aksi takdirde, namazı vaktinden sonraya ertelemiş olur ki bu haramdır.
     Cem`-i takdîmde, sırayı gözetmek (tertibe riayet etmek) gerekir. Öğle ile ikindi cem` ediliyorsa önce öğle, sonra ikindi kılınmalıdır. Cem`-i te'hîrde ise sıraya riayet edilmezse Hanbelîler'e göre sahih olur; Şâfiîler'e göre de sahih olmakla birlikte ikinci namaz kazâ olarak kılınmış olur.
     Cem` yapılırken, iki namazın ara vermeksizin peşi peşine kılınması (muvâlât) gerekir. Mâlikîler, birlikte kılınan iki farzın arasına nâfile katmayı dahi uygun görmemişlerdir. Şâfiî ve Hanbelîler'e göre eğer cem` birinci namazın vaktinde yapılıyor (cem`-i takdîm) ise, peş peşelik şarttır; ikinci namazın vaktindeki yapılıyor ise bu şart değildir. İki namaz arasında verilebilecek aranın belirlenmiş bir miktarı olmayıp, abdest alacak ve kamet getirecek kadar bir süre olduğu söylenmektedir.
     Akşam ile yatsının cem`-i takdîm olarak birlikte kılınması durumunda vitir namazının ne olacağı konusunda da ağırlıklı görüş, bunun yatsı namazına tâbi olduğu ve dolayısıyla yatsı namazı kılındıktan sonra kılınabileceği yönündedir.

2 Kasım 2012 Cuma

DİYANET İŞLERİNE KADROLU Açıktan 4110 Personel Alım Duyurusu

İlan Tarihi: 
01.11.2012
D  U  Y  U  R  U
Diyanet İşleri Başkanlığından;

Başkanlığımıza ait aşağıda sınıfı, unvanı, tahsil durumları, kadro derecesi ve sayısı belirtilen toplam 4110 adet boş kadroya; 2012 KPSS (B) grubu puan sırası esas alınarak aşağıdaki tabloda belirtilen her bir grup için boş kadro sayısının üç katına kadar Başkanlıkça yapılacak sözlü sınava çağrılacak adaylar arasından sınav sonucu başarı sırasına göre açıktan atama yapılacaktır.

I- Açıktan Atama Yapılacak Kadroların Sınıf, Unvan, Tahsil Durumları,
   Kadro Derecesi ve Adedine Göre Dağılımı

SINIFI
UNVANI
GRUP
KPSS MEZUNİYET DURUMU
KADRO DERECESİ
KONTENJAN SAYISI
D.H.S
Kur’an Kursu
Öğreticisi
1
İlahiyat Fakültesi
8-12
80
2
İlahiyat Ön Lisans Mezunu veya İlahiyat Ön Lisans + Diğer Lisans Mezunu
8-12
40
3
İ.H.L Mezunu+Diğer Lisans
8-12
10
4
İ.H.L Mezunu+Diğer Ön Lisans
8-12
10
5
İ.H.L Mezunu+Hafız
8-12
50
6
İ.H.L. Mezunu
8-12
10
TOPLAM
200
D.H.S
İmam-Hatip
1
İlahiyat Fakültesi
8-12
100
2
İlahiyat Ön Lisans Mezunu veya İlahiyat Ön Lisans +Diğer Lisans Mezunu
8-12
1000
3
İ.H.L Mezunu+Diğer Lisans
8-12
200
4
İ.H.L Mezunu+Diğer Ön Lisans
8-12
100
5
İ.H.L Mezunu+Hafız
8-12
800
6
İ.H.L. Mezunu
8-12
1560
TOPLAM
3760
D.H.S
Müezzin-Kayyım
1
İ.H.L Mezunu
8-12
60
2
Lise/Dengi Mezunu+Hafız
8-12
90
TOPLAM
150
GENEL TOPLAM
4110

II-  Sınava Katılmak İsteyen Adaylarda Aranan Şartlar
1.  657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinde belirtilen şartları taşımak.
2.  Diyanet İşleri Başkanlığının ilgili yönetmeliklerinde ön görülen Din Hizmetleri Sınıfında çalışan personel için aranan “Ortak Nitelik” şartını taşımak.
3.  Müracaat ettiği unvanla ilgili geçerlilik süresi dolmamış yeterliğe sahip olmak (2009, 2011 veya 2012 yıllarında Başkanlıkça yapılan yeterlik sınavlarından birinde başarılı olmak).
4.  Kur’an Kursu Öğreticisi ve İmam-Hatip unvanı için İmam Hatip Lisesi veya üstü dini öğrenim mezunu olmak.
5.  Müezzin-Kayyım unvanı için İmam-Hatip Lisesi mezunu veya Lise/Dengi okul mezunu+hafız olmak.
Herhangi bir önlisans veya lisans mezunu olan ve KPSS sınavlarına önlisans veya lisans kategorilerinde katılan adaylar Müezzin-Kayyım unvanı için sınava müracaat edemeyeceklerdir.
6.  İmam-Hatip ve Müezzin-Kayyım unvanı için erkek olmak.
7.  İmam Hatiplik ve Müezzin Kayyımlık yapmaya mani bir özrü bulunmamak.
8.  Lisans mezunları için 2012 yılı KPSS (B) grubu KPSSP3 puan türünden 60 veya üzeri puan almış olmak.
9.  Önlisans mezunları için 2012 yılı KPSS (B) grubu KPSSP93 puan türünden 60 veya üzeri puan almış olmak.
10. Ortaöğretim mezunları için 2012 yılı KPSS (B) grubu KPSSP94 puan türünden 60 veya  üzeri puan almış olmak.
ü-  İlanda belirtilen şartları taşıyan ve halen Başkanlığımız teşkilatında sözleşmeli Kur’an kursu öğreticisi olarak görev yapan personel, Kur’an kursu öğreticiliği yeterlik şartı aranmaksızın Kur’an kursu öğreticisi kadrosu için sınava müracaat edebilecektir.
ü-  İlanda belirtilen şartları taşıyan ve halen Başkanlığımız teşkilatında sözleşmeli İmam-Hatip olarak görev yapan personel, İmam Hatip yeterlik şartı aranmaksızın İmam-Hatip unvanı için sınava müracaat edebilecektir. Ancak halen Başkanlığımız teşkilatında Sözleşmeli İmam-Hatip olup Müezzin Kayyım kadrosuna başvuranlarda ise Müezzin Kayyım yeterliğe sahip olmak şartı aranır.
ü-  İlanda belirtilen şartları taşıyan ve halen Başkanlığımız teşkilatında sözleşmeli Müezzin Kayyım olarak görev yapan personel, Müezzin Kayyım yeterliliği şartı aranmaksızın Müezzin Kayyım unvanı için sınava müracaat edebilecektir. Ancak, halen Başkanlığımız teşkilatında Sözleşmeli Müezzin Kayyım olup İmam Hatip kadrosuna başvuranlarda ise İmam Hatip yeterliğe sahip olmak şartı aranır.

III- Başvuru, Sınav, Atama İşlemleri ve Diğer Hususlar
a)  Başvuru İşlemleri
1.  Yukarıdaki şartları taşıyan adaylar, 01/11/2012 (08:00)-13/11/2012 (16:00) tarihlerinde www.diyanet.gov.tr adresindeki İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü sayfasında bulunan program aracılığı ile KADROLU-2012-II Açıktan Personel Alımı e-Başvuru formunu kendileri doldurduktan sonra istenen belgelerle birlikte herhangi bir İl Müftülüğüne şahsen müracaat edeceklerdir.
2.  İl Müftülüklerinde konuyla ilgili yetkilendirilmiş memurlar, adayın e-Başvuru formuna girdiği bilgiler ile verdiği belgelerdeki bilgilerin doğruluğunu tespit ettikten sonra aktivasyon işlemini gerçekleştireceklerdir.
3.  Onay (aktivasyon) işleminden sonra, anılan işlemi yapan yetkili memurlar, onaylı e-Başvuru formundan iki nüsha yazdıracaklar, müftülük gelen evrak defterine kaydı yapıldıktan sonra formun her iki nüshası, yetkili memur ve müracaat eden aday tarafından (adı, soyadı ve unvanı yazılarak) imzalanacak, formun bir nüshası müftülükteki dosyada muhafaza edilecek, diğer nüshası ise aday tarafından ibraz edilen belgeler ile birlikte adayın kendisine teslim edilecektir.
4.  Başvuru işlemlerinin hatasız, eksiksiz ve duyuruda belirtilen hususlara uygun olarak yapılmasından adayın kendisi sorumlu olacaktır.
5.  Her aday sadece bir unvan grubu için sınava müracaat edebilecektir. Birden fazla unvan grubuna müracaat eden adayların başvuruları geçersiz sayılacaktır.
6.  Adaylar, sözlü sınava girmek istedikleri sınav merkezini e-Başvuru formundaki ilgili kısımda belirteceklerdir.
7.  Müracaatların sona ermesinden sonra adayın başvuru bilgilerinde hangi nedenle olursa olsun kesinlikle değişiklik yapılmayacaktır.
8.  İl Müftülüklerinde yapılan aktivasyon esnasında, e-Başvuru formunda beyan ettikleri mezuniyet durumlarını gösteren belge/belgeleri ibraz edemeyen adayların başvuruları kabul edilmeyecektir.
9.  Bu duyuruda belirlenen esaslara uygun olmayan veya posta yolu ile yapılan müracaatlar ile 13/11/2012 (16:00)tarihinden sonra yapılan başvurular kabul edilmeyecektir.
10.  Başkanlığımız İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü sayfasındaki e-başvuru formunu doldurmayan/dolduramayan veya il müftülüklerinde aktivasyon işlemini yaptırmayan/yaptıramayan adayların müracaat talepleri hiçbir şekilde kabul edilmeyecektir.

b) Sınav İşlemleri
1.  Sözlü sınav, 19.11.2012-01.12.2012 tarihlerinde, Ankara, Antalya, Bolu, Bursa, Elazığ, Erzurum, İstanbul, Kastamonu, Kayseri, Konya, Manisa, Samsun, Trabzon, Şanlıurfa sınav merkezlerinde yapılacak; adaylar e-başvuru formunda sözlü sınava girmek istedikleri sınav merkezini seçeceklerdir. Başvuruların sonra ermesinden sonra adayların sınav merkezi ve sınav tarihi değişiklik talepleri dikkate alınmayacaktır.
2.  Sınava katılma şartlarını taşıyan ve duyuruya uygun şekilde yapılan başvuruların, başvuru yapılan kontenjan grubuna tanınan sayıdan fazla olması halinde, kontenjan grubu dikkate alınarak KPSS puanı en yüksek olan adaydan başlamak üzere 3 katına kadar aday sözlü sınava alınacaktır. Eşit KPSS puanı almış son sıradaki aday sayısının birden fazla olması halinde bu adayların tümü sözlü sınava çağrılacaktır.
3.  Sınava girmeye hak kazananlar 15.11.2012 tarihinden itibaren “Sınav Giriş Belgesi”ni, Diyanet İşleri Başkanlığı internet sitesi www.diyanet.gov.tr İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü sayfasından alabileceklerdir.
4.  Adaylar sınava gelirken “Sınav Giriş Belgesi” ile birlikte kimlik belgelerinden birini (Nüfus cüzdanı, pasaport veya ehliyet) yanlarında bulunduracaklardır.
5.  Sözlü sınava girmeye hak kazandığı halde ilan edilen sınav tarihlerinde sınava katılmayan adaylar sınav hakkını kaybetmiş sayılacaktır. Söz konusu adaylara ne sebeple olursa olsun ikinci bir sınav hakkı verilmeyecektir.
6.  Sözlü sınavda başarılı sayılmak için en az 70 puan almak şarttır. Atamalar ise, sınavda başarılı olan adaylar arasından en yüksek puandan başlanarak belirlenen kontenjan sayısınca yapılacaktır.
7.  Sınav sonuçları, Başkanlığımızın internet sitesinde (www.diyanet.gov.tr) ve aynı sitedeki İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü sayfasında ilan edilecektir.

c) Atama İşlemleri
1.  Sözlü sınav sonucu başarılı olan adaylar arasından, en yüksek puandan başlanmak suretiyle başarı sırasına göre, (belirlenen kontenjan sayısı kadar adaya) tercih hakkı verilecektir.
2.  Sözlü sınavda alınan puanların eşit olması halinde KPSS puanı yüksek olan, onun da eşit olması halinde KPSS’ye katıldığı öğrenim belgesinin mezuniyet tarihi önce olan, bu tarihin de aynı olması halinde, doğum tarihi önce olan adaya tercih hakkı verilecektir.
3.  Tercih hakkı elde eden adaylar, Başkanlıkça belirlenecek tarihler içerisinde Başkanlığımız www.diyanet.gov.tr internet sitesi İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü sayfasında ilan edilecek tercih programı aracılığıyla tercihlerini yapacaklardır.
4.  Tercih yapmaya hak kazanan adaylardan Kur’an kursu öğreticileri en fazla 25 Kur’an kursu ismi, İmam-hatip ve Müezzin-kayyımlar en fazla 25 cami ismi tercihinde bulunabileceklerdir.
5.  Atamalar adayların tercih formundaki yer tercihleri dikkate alınarak yapılacaktır. Tercihlerine yerleşemeyen adaylar, ait olduğu kontenjan grubunda münhal kalan yerlere Başkanlıkça re’sen atanacaktır.
6.  Başkanlıkça belirlenecek tarihler içerisinde Başkanlığımız www.diyanet.gov.tr internet sitesindeki İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü sayfasında ilan edilecek tercih formunu doldurmayan /dolduramayan adaylara her ne sebeple olursa olsun ek tercih hakkı verilmeyecektir.
7.  657 sayılı Devlet Memurları Kanunun 62 nci ve 63 üncü maddeleri gereğince, ataması yapılanların, atama emirlerinin kendilerine tebliğ tarihinden itibaren (belge ile ispatı mümkün zorlayıcı sebepler olmaksızın) 15 gün içerisinde işe başlamayanların atama onayları iptal edilecektir. Bu durumdaki adaylar 1 yıl süreyle devlet memuru olarak istihdam edilemezler.
8.  Kamu Görevlerine İlk Defa Atanacaklar İçin Yapılacak Sınavlar Hakkında Genel Yönetmeliğin ek 2 nci maddesindeki “Bu Yönetmelik hükümleri çerçevesinde yapılan merkezi yerleştirme sonucu B grubuna ait herhangi bir kadro veya pozisyona yerleştirilen adaylar, daha sonraki personel alımları için yerleştirmelerine esas alınan puanla başvuruda bulunamazlar.” hükmü uyarınca; 2012-II Açıktan Atama Sözlü Sınavı sonucu yerleştirmeleri yapılan adaylar, bir sonraki KPSS sınavı sonucuna kadar yapılacak diğer açıktan atamalara başvuramayacaklardır.
9.  Diyanet İşleri Başkanlığı Atama ve Yer Değiştirme Yönetmeliğinin 17 nci maddesi 2 nci fıkrası uyarınca İmam-hatipler ilk defa (D) grubu köy ve kasaba camilerine atanırlar ve bu gruptaki görev süresi asgari üç yıldır.

d) Diğer Hususlar
1.  Sınav öncesi, sonrası ve atama sürecindeki işlemlerde gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu tespit edilen adayların başvuru ve sınavları geçersiz sayılacağı gibi görev alsalar dahi görevleriyle ilişikleri kesilecektir.
2.  Bu duyurudaki şartlar, sadece bu sınav ve bu sınava bağlı atamalar ile ilgilidir. (Bundan sonraki sınav ve atamalar için müktesep teşkil etmez.)
3.  Yerleştirme sonuçları Diyanet İşleri Başkanlığının www.diyanet.gov.tr internet sitesinde ve aynı sitedeki İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü sayfasında duyurulacaktır.
4.  Sınav ve sonuçları ile ilgili Başkanlığımızın internet sitesinde ve aynı sitedeki İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü sayfasında yapılan tüm duyurular tebligat sayılacaktır. Adaylara ayrıca tebligat yapılmayacaktır.

IV- Başvuru İçin Gerekli Belgeler
1.  T.C. Kimlik numaralı Kimlik Belgesi,
2.  KPSS’ye başvururken beyan ettiği öğrenim durumlarını gösterir Mezuniyet Belgesi (Adayların beyan ettiği öğrenim belgeleri mezuniyet belgesi olmalıdır. Birden fazla mezuniyet içeren unvan gruplarından birisine başvuracak adayların beyan ettikleri mezuniyet durumlarını gösterir belgelerin hepsini başvuru esnasında ibraz etmeleri gerekmektedir).
3.  KPSS Sonuç Belgesi,
4.  Hafızlık Belgesi (+Hafız kontenjan gruplarına dâhil olan adaylar ile hafız olduğunu beyan edenler için)
5.  Sabıka Kayıt Belgesi, (“Başvuru için gerekli belgeler” başlığı altında adaylardan istenen sabıka kayıt belgesinde, sabıka kaydı veya arşiv kaydı bulunanların mahkeme kararlarının Başkanlığımızca değerlendirilmek üzere 0312 285 85 72 nolu faksa ivedi olarak resmi yazı ile fakslanması ve Başkanlığımız görüşü alındıktan sonra aktivasyon işlemlerinin yapılması gerekmektedir.)
6.  Başvuru yapılan kadroda görev yapmaya mani bir özrü bulunmadığına dair beyanı,
7.  Askerlikle ilişiği olmadığına dair beyanı.

NOT: İbraz edilen belgeler, yetkili memurlar tarafından kontrol edildikten sonra adaylara iade edilecektir.

V- Sınav Konuları
Kur’an Kursu Öğreticiliği, İmam-Hatiplik ve Müezzin Kayyımlık sözlü sınavına katılacakların temel ve özel yeterliklerinin tespitinde, Başkanlığımız web sayfasında yayımlanan Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatında din hizmetlerini yürütenlerin temel ve özel yeterlik kriterleri esas alınır.

A) Kur’an kursu öğreticisi ve imam-hatipler için;
1.  Kur’an-ı Kerim, (70 puan)
2.  Dini bilgiler (İtikat, ibadet, siyer ve ahlâk konuları), (20 puan)
3.  Hitabet ve etik ilkeleri. (10 puan)

B) Müezzin-kayyımlar için;
1.  Kur’an-ı Kerim, (70 puan)
2.  Dini bilgiler (İtikat, ibadet, siyer ve ahlâk konuları), (20 puan)
3.  Ezan, ikamet ve etik ilkeleri. (10 puan)

VI- İletişim
YazışmaAdresi:
Diyanet İşleri Başkanlığı İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü Personel Sistemleri Eğitim ve 
Sınavlar Daire Başkanlığı
Üniversiteler Mah. Dumlupınar Blv. No:147/A 06800
Çankaya / ANKARA
e-mail :
persis@diyanet.gov.tr
Telefon :
(0312) 295 70 00
Fax :
(0312) 285 85 72

 İlgililere duyurulur.
 D.İ.B.İNSAN KAYNAKLARI GENEL MÜDÜRLÜĞÜ

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri & Grand Alfa Karadeniz Turu

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri  &  Grand Alfa Karadeniz Turu      5 Gün - 4 Gecelik (3 gece otel konakla...