10 Aralık 2012 Pazartesi

HADİS-İ ŞERİFLER / CENNETİN EVSAFI

KÜTÜB-İ SİTTE
HADİS-İ ŞERİFLER
KIYAMET ve KIYAMETLE İLGİLİ MESELELER BÖLÜMÜ
Üçüncü Bab: CENNET ve CEHENNEM
Birinci Fasıl: CENNET VE CEHENNEMİN SIFATLARI - 1

     CENNETİN EVSAFI

 1. (5097)-  Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Allah Teala hazretleri ferman etti ki: "Ben Azimu'ş-Şan, salih kullarım için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insanın hayal ve hatırından hiç geçmeyen nimetler hazırladım."
     Ebu Hureyre ilaveten dedi ki: "Dilerseniz şu ayet-i kerimeyi okuyun, (Mealen):
     "Yaptıklarına karşılık Allah katında onlar için göz aydınlığı olacak ne mükâfaatların saklandığını kimse bilemez" (Secde 17).
     [Buhârî, Bed'ül-Halk 8, Tefsir Secde 1, Tevhid 35; Müslim, Cennet 2, (2824); Tirmizî, Tefsir, (3195).]

 AÇIKLAMA: 
     Bu hadis, Rabb Teala'nın cennette salih kulları için hazırladığı nimetlerin yüceliğini ifade etmektedir: Öyle nimetler ki, tarifi mümkün değildir. Çünkü insanoğlu ne görmüş, ne işitmiş ne tatmış, ne de hayal edebilmiştir. Cennet ve nimetlerinin bundan daha yüce, gerçeğine daha yakın bir tarifi düşünülemez. Gerçi başka naslarda cennet nimetlerinin sadece ismen dünyadakilere benzeyeceği ifade edilmişse de, bu benzerlik isimden öteye geçmemektedir, mahiyetinin idraki mümkün değildir.
     İbnu Mes'ud'un rivayetinde "Onu mukarreb (Allah'a yakın) melekler de bilemez, peygamberler de" ziyadesi de mevcuttur. Hadiste geçen "beşer" kelimesini esas alan bazı şarihler: "Meleklerin kalbine gelebilir" ihtimalini ileri sürmüş ise de, bilhassa İbnu Mes'ud'dan gelen ziyadenin sarahatine dayanan ulema, ona da itibar etmemiş, nefyin âmm olmasını esas almıştır: Sadece insanın değil, meleklerin kalbine de cennet nimetleri hütûr etmez, tahayyül edemezler.

 2. (5098)-  Buhârî, bir diğer rivayetinde şu ziyadeyi kaydeder: "Sehl İbnu Sa'd anlatıyor -deyip, hadisin aynısını kaydettikten sonra- der ki: "Muhammed İbnu Ka'b dedi ki:
     "Onlar Allah için ameli gizli tuttular. Allah da onların sevabını gizli tuttu. Kullar yanına gelince onları nimete boğacak."
     [Hadis, bu muhtevada olarak Buhârî'de mevcut değildir. Hakim'in el-Müstedrek'inde mevcuttur (413-414).]

 3. (5099)-  Yine Sehl İbnu Sa'd (radıyallahu anh) anlatıyor:
     "Ey Allah'ın Resulü! dedim, insanlar neden yaratıldı?"
     "Sudan!" buyurdular.
     "Ya cennet? dedim, o neden inşa edildi?"
     "Gümüş tuğladan ve altın tuğladan! Harcı da kokulu misk. Cennetin çakılları inci ve yakuttan, toprağı da za'ferandır. Ona giren nimete mazhar olur, eziyet görmez, ebediyet kazanır, ölümle karşılaşmaz. Elbisesi eskimez, gençliği kaybolmaz."
     Aleyhissalâtu vesselâm sözlerine şöyle devam buyurdular: 
     "Üç kişi vardır duaları reddedilmez (mutlaka kabul edilir):
     * Adil imam (devlet başkanı).
     * İftarını yaptığı zaman oruçlu.
     * Zulme uğrayanın duası.
     Allah, (mazlumun) duasını bulutların fevkine çıkarır ve onlara sema kapıları açılır ve Allah Teala hazretleri: "İzzetime yemin olsun! Vakti uzasa da, duanı mutlaka kabul edeceğim!" buyurur."
     [Tirmizî Cennet 2, (2528).]

 AÇIKLAMA: 
     Hadiste, açıklanması gereken bir husus, "vakti uzasa da" diye tercüme ettiğimiz بَعْدَ حِينٍ tabiridir. Cenab-ı Hak dualara cevap vereceğini vaad etmektedir. Aleyhissalâtu vesselâm bunu haber vermektedir. Ancak, ne Kur'anî kaynak ne de hadisler "anında, aynıyla" diye bir kayıt getirmezler. Çünkü Cenab-ı Hak, "hakim"dir, herşeyi hikmetle yapar. Dolayısiyle duaların kabulünde de takip edeceği bir hikmet vardır. Anında yerine getirebileceği gibi, on sene, yirmi sene, kırk sene sonra da yerine getirebilir; imhâl eder, fakat ihmal etmez. Öyleyse mana şöyledir: "Ey mazlum! Ben senin çiğnenen hakkını zayi etmeyeceğim. Uzun zaman geçse de duanı geri çevirmeyeceğim. Çünkü ben Halim'im, kulları cezalandırmada acele etmem. Belki tevbe ederler; mazlumlara da haklarını vererek gönüllerini alarak razı ederler, zulüm ve günahtan vazgeçerler diye mühlet tanırım."
     Hadis, böylece, Allah'ın zalime mühlet tanısa da onu asla ihmal etmeyeceğine de işarette bulunmuş olmaktadır.

 4. (5100)  Hz. Ebu Musa (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Gümüşten iki cennet vardır. Kapları ve içinde bulunan diğer şeyleri de gümüştendir. Altından iki cennet vardır, kapları ve içlerinde bulunan diğer eşyaları da hep altındandır. Adn cennetinde, cennetliklerle Rablerini görmeleri arasında Allah'ın veçhindeki ridau'l kibriyadan (büyüklük perdesinden) başka bir şey yoktur."
     [Buhârî, Tefsir, Rahman 1, 2, Bedu'l-Halk 8, Tevhid 24; Müslim, İman 180, (296); Tirmizî, Cennet 3, (2530).]

 AÇIKLAMA: 
     1- Bu hadisin bir başka vechinde rivayetin evveli şöyle başlar: "Firdevs cennetleri dörttür: İkisi altından, ikisi de gümüşten.." Başka rivayetlerde, altından olan iki cennetin mukarrebun'a yani Allah'a yakınlık kesbeden büyüklere, gümüşten olan diğer ikisinin de defteri sağından verileceklere mahsus olduğu belirtilmiştir.
     Bu hadis, cennetin gümüş ve altın tuğlalardan -hatta bir kat altın, bir kat gümüş tuğladan- bina edildiğini ifade eden rivayetlere muarız düşer. Ancak alimler, başka rivayetlerdeki karineleri değerlendirerek: "Birincisi, her bir cennette kapkaçak vs. nevinden bulunanların sıfatını, ikincisi de bütün cennetleri ihata eden duvarların sıfatını beyan etmektedir" diyerek hadisleri te'lif ederler. Bu te'vili te'yid eden delillerinden biri şu rivayettir: "Allah Teala hazretleri cennetin duvarını bir (sıra) altından, bir (sıra) gümüşten tuğla ile inşa etmiştir."
     2- Hadiste Allah'ın görülmesi meselesine de yer verilmiştir. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat uleması, kıyamet gününde, Cenab-ı Hakk'ın, insanlara en büyük lütfu olarak, Vech-i İlahîsini göstereceği hususunda icma etmiştir. Mazirî, "perde" kelimesinin kullanılışı ile ilgili olarak şu açıklamayı yapar: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Araplara, onların anlayacağı bir üslubla, anlayacağı tabirlere yer vererek hitabederdi. Bu sebeple, manevî meseleleri, anlayışlarına yaklaştırmak için hissî tabirata dökerdi. Burda da öyle yapmış, görmeye mani olan esbabın ortadan kalkacağını, görmenin muhakkak surette vukua geleceğini ifade etmek için bu ifadeye yer vermiştir."
     Kadı İyaz da şöyle demiştir: "Arap, istiareye sıkça başvurur. İstiare, Arapların icaz ve fesahatında en yüksek edebî sanatı teşkil eder. Ayet-i kerimede geçen "Tevazu kanadı" (İsra 24) tabiri bunun bir örneğidir. Aleyhissalâtu vesselâm'ın kelamında "ridau'l kibriya (büyüklük perdesi) tabirine yer vermesi de bu manada bir kullanıştır. Bunu anlamayan şaşırır. Kelamı, zahiri üzerine anlamak isteyen, Allah'a cisim izafe eder. Meselede vuzuh elde edemeyen kimse, bu rivayetin zahirinin gerektirdiği manadan Allah'ın münezzeh olduğunu bildiği takdirde, ya ravileri tekzib eder, ya da şöyle (basit) bir te'vile kaçar: 
     "Allah'ın İlahî saltanatının büyüklüğü, kibriyası, azameti, heybeti ve celali için, keza aciz olan beşerî basarların idrak manilerini ifade için ridau'l kibriya tabiri bir istiare yapılmıştır, (oysa Allah), insanların basarlarını ve kalplerini güçlendirmek dilerse, onlardan heybetinin hicabını, azametinin manilerini kaldırır."
     Kirmâni der ki: "Bu hadis müteşabihattandır. Bunun karşısında kişi ya: "Bundan muradı Allah bilir" deyip tefvize gidecek veya te'vilde bulunacak. Te'vil eden: "Veche'den murad Zattır, rida, Zat'ın mahlukata benzemekten münezzeh olan lazım sıfatlarından bir sıfattır" diyecek. Sonra te'vilci, hadisin zahiri: "Allah'ın rü'yeti vaki değil demeyi gerektirir" diyerek müşkilatlı bulur ve: "Bunun mefhum ve manası, nazar yakınlığını beyandır, çünkü ridau'l kibriya rü'yete mani olmaz, gözlerden manilerin izalesini, muradın izalesi ile ifade etti" diyerek cevaplar."
     İbnu Hacer bu açaklamadan şu neticeyi çıkarır: "Ridau'l-Kibriya rü'yete manidir. Sanki hadiste mahzuf bir ibare var. Onun takdiri ibaresinden sonra olmalıdır. Çünkü, Allah onu ref etmek suretiyle insanlara nimette bulunmakta ve insanlar Allah'ı görmeye muvaffak olabilmektedir. Sanki burada murad şudur: Mü'minler cennetteki yerlerine yerleşince, celal sahibi Allah'tan duydukları heybet olmasaydı, onlarla rü'yet arasında herhangi bir mani olmayacaktı. Onlara ikramda bulunmak dileyince, Allah onları re'fetiyle kuşatıp onlara Allah'a nazar etme takatı vermek suretiyle lütufta bulunur. Sonra "İyi iş, güzel amel yapanlara daha güzel iyilik, bir de ziyade vardır" (Yunus 26) ayetinin tefsirinde geçen Süheyb hadisinde, Ebu Musa hadisinde geçen rıdau'l kibriyadan muradın, Süheyb hadisinde zikri geçen hicab olduğuna delalet eden karineyi buldum ve Allah Teala hazretleri'nin cennet ehline bir ikram olarak onlar için bunu açacağını anladım.
     Mezkur hadis Müslim, Tirmizî, Nesâî, İbnu Huzeyme ve İbnu Hibban'da geçmektedir. Müslim'in metni şöyle:
     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cennet ehli, cennete girince, Allah Teala hazretleri sorar:
     "Size ilave bir nimette bulunmamı diler misiniz?"
     Cennet ahalisi: "Sen bizim yüzlerimizi ak etmedin mi? Bizi cennete koymadın mı (daha ne isteyeceğiz) ?" derler. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) der ki: "Bunun üzerine onlara hicab açılır. Cennet ahalisine bundan daha hoş bir şey verilmemiştir."
     Aleyhissalâtu vesselâm sonra şu ayeti tilavet buyurdu. (Mealen): "İyi iş, güzel amel yapanlara daha güzel iyilik, bi de ziyade vardır" (Yunus 26).
     Kurtubî der ki: "Rida bir istiaredir, onunla azamet kinaye edilmiştir. Nitekim şu hadiste de böyledir: "Kibriya ridamdır, azamet de izarımdır." (22) Kurtubî devamla der ki: "Burada hislerle algılanan elbise kastedilmiyor. Ancak izar ve rida Arap muhataplar nazarında birbirinden ayrılmaz oldukları için, azamet ve kibriyayı bu ikisiyle ifade etti."
     İbnu Hacer der ki: "Sadedinde olduğumuz hadisin manası, Allah'ın izzet ve istiğnasının muktezası hiç kimsenin onu görmemesi olduğu halde, Allah'ın mü'minlere karş rahmeti, nimetinin bir kemali olarak Veçh-i İlahîsini onlara göstermesini gerektirmektedir. Mani zail olunca, insanlara, kibriyasının gereğiyle amel etmekte ve sanki Teala hazretleri, onlarla aradaki engel olan perdeyi kaldırmaktadır."
     Taberî'nin nakline göre Hz. Ali (radıyallahu anh) de "Orada onların dilediği her şey bulunur. Üstelik katımızda bundan fazla da vardır" (Kaf 35) ayetindeki "fazla"dan maksadın Allah'ın veçhini görmek, olduğunu söylemiştir.
     İbnu Battal der ki: "Bu hadiste, Allah'a cisim izafe etmeye çalışan Mücessime fırkası için mekan izafesine bir yol yoktur. Çünkü Allah Teala hazretlerine cisim izafe etmenin veya bir mekanda bulunmasını gerektiren bir halin muhal olduğu hususunda deliller sabittir. Bu durumda ridayı, insanların Allah'ı görmesine mani gözlerdeki afet olarak te'vil etmek gerekir. İşte bu afetin izalesi, insanların Allah'ı görme sırasında Rab Teala'nın icra edeceği bir fiildir. İnsanlar, bu mani mevcut olduğu müddetçe O'nu göremezler. Öyleyse görme fiili varsa, bu mani izale olmuş demektir. Bunu rida olarak tesmiye etmiştir. Çünkü o, yüzü görmekten alıkoyan rida menzilesindedir. Ancak ona rida denmesi mecazdır."

 5. (5101)-  Yine aynı kaynaklarda şu rivayet gelmiştir: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Cennette, mü'min için, içi boş tek bir inciden bir çadır vardır. -Bir rivayette genişliği altmış mildir. Her köşesinde bir refikası bulunur, hiçbiri diğerini görmez, mü'min bunların herbirini dolaşır."
     [Buhârî, Bed'ü'l-Halk 8, Tefsir, Rahman 1, 2, Tevhid 24; Müslim, Cennet 23, (2838); Tirmizî, Cennet 3, (2530).]

 AÇIKLAMA 
     Mü'mine cennette hazırlanan bu çadırın bazı rivayetlerde yüksekliğinin altmış mil olduğu ifade edilmiştir. Demek ki, hem yüksekliği hem de genişliği altmış mil olacaktır. Her köşesinde bir zevcenin yer alacağı belirtilmiş olmasından, bazı alimler, ahirette huri menşeli olsun, dünya menşeli olsun, eşlerin sayıca çok olacağı hükmünü çıkarmıştır. Köşelerde oturan eşlerin birbirlerini görememeleri, mesafenin uzaklığındandır. Bazı rivayetlerde, tek bir inciden mâmul bu çadırın yetmiş kapısı olduğu tasrih edilmiştir.
     Çadır diye tercüme ettiğimiz hayme'nin ağaçtan mâmul dört köşeli ev manasına geldiği de söylenmiştir. Böylece mü'minin uhrevî çadırında dört hanımının olacağı da anlaşılabilir. Onları dolaşmaktan mananın, cima'dan kinaye olduğu belirtilmiştir.

 6. (5102)-  Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Cennette yüz derece vardır. Her iki derece arasında yüz yıl(lık yürüme mesafesi) vardır."
     [Tirmizî, Cennet 4, (2531).]

 7. (5103)-  Ubade İbnu's-Samit (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Cennette yüz derece vardır. Her bir derecenin diğer derece ile arası, sema ile arz arası kadar geniştir. Firdevs bunların en yukarıda olanıdır. Cennetin dört nehri buradan çıkar. Bunun üstünde Arş vardır. Allah'tan cennet istediğiniz vakit Firdevs'i isteyin."
     [Tirmizî, Cennet 4, (2533).]

 8. (5104)-  Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Cennette yüz derece vardır. Bütün âlemler bunlardan birinin içinde toplansalar, hepsini de kuşatır, istiab eder."
     [Tirmizî Cennet 4, (2534).]

 9. (5105)-  Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Cennette bir ağaç vardır ki, binekli bir kimse yüz yıl gölgesinde yürüse onu katedemez. İsterseniz şu ayeti okuyun: "Daimî gölgededirler, çağlayıp duran su başlarındadırlar" (Vakıa 30-31)
     [Tirmizî, Tefsir, Vakıa, (3289, Cennet 1, (2525).]

 10. (5106)-  Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
     "Cennette hiçbir ağaç yoktur ki gövdesi, altından olmasın."
     [Tirmizî, Cennet 1, (2527).]

 AÇIKLAMA: 
     Kaydettiğimiz bu beş hadis, cennetle ilgili bazı tavsif ve tariflerde bulunmaktadır. Şöyle ki:
1- Cennet tek dereceli değildir. Başlıca yüz derecesi vardır. Her derecenin mesafesi diğer dereceye kadar çok fazladır. Demek ki derece içerisinde de tali tabakalar, mertebeler vardır. Cennetlikler, ameline uygun bir derecede yerini alacaktır. Nitekim bazı alimler yüz derece tabiriyle çokluğun kastedildiğini belirtirler. Cehennem de böyledir, küfürdeki şiddetine göre her bir kâfir bir derekede yerini alacaktır. Ayet-i kerime münafıkların ateşin en aşağı tabakasında yer alacaklarını ifade eder. "Şüphesiz ki münafıklar cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar..." (Nisa 145).
     Dereceler arasındaki mesafeler hadislerde farklıdır. Bazısında beşyüz yürüme yılı, bazısında daha az, daha çok denmiştir. Münavî, arada tearuz olmadığını söyler ve yürümelerin farklı süratlerde vuku bulduğuna dikkat çeker.
2- Firdevs: Her çeşit bitkiyi cem'eden bahçe, bostan manasına gelir. Ancak "Üzüm asmalarının bulunduğu bahçedir" denmiştir. Kelimenin Rumca, Kıptice ve hatta Süryanice olduğu iddia edilmiştir.
     Buradan çıkan dört ana nehirden maksad, başka rivayetlerde açıklanmıştır: Biri su, biri süt, biri hamr, biri bal nehridir.
     Firdevs cenneti hepsinin yukarısında, hepsinden üstün olduğu için Allah'tan öncelikle bunun taleb edilmesi tavsiye edilmiştir. Şu halde mü'min Allah'tan bir şey isterken en yüceyi, en büyüğü, en fazlayı istemelidir. Onun rahmetine sınır olmadığı için Allah'tan isterken kanaatkâr olmak, mütevazi davranmak fazilet değildir.
3- Cennetteki ağacın Tûba ağacı olduğu söylenmiştir. Ancak gölge kelimesinin, örfî manası anlaşılmamalıdır. Çünkü dilimizde gölge deyince güneş sıcaklığına karşı hasıl edilen korunma hatıra gelir. Halbuki ahirette güneş olmayacaktır. Öyleyse gölgeden maksad, ağacın hasıl ettiği nimetler ve rahatlık olmalıdır. Yani cennetin neresine gidilse cennetî saadetin dışına çıkılmayacak demektir. Zıll=gölge kelimesi Arapçada "himaye" manasına da kullanılır. Onun zıllinde demek, onun kanatları, himayesi altında demektir.
4- Cennetteki her ağacın gövdesinin altından olmasına gelince, bu ibare oradaki ağacın me'lufumuz olan dünyevî ağaçlar gibi olmadığını beyan eder. Altın, çürümeyen bir maddedir. Öyleyse cennet ağacının altından olması, onun ebedi, çürümez bir mahiyette olacağının ifadesidir. Bir hadis şöyledir: "Cennette bir ağaç vardır, gövdeleri altından, dalları zeberced incidendir. Rüzgâr estikçe bunlar birbirine çarparak öyle bir name çıkarırlar ki hiçbir kulak böylesine tatlı bir ses işitmemiştir." İbnu Abbas'ın bir rivayetinde: "Cennet hurmalarının gövdeleri yeşil zümrüttendir. Dallarının sapı kızıl altından,yaprakları da cennet ehlinin kisvesindendir. Ceketleri ve hulleleri bundan yapılır. Onun meyvesi ise, küp ve kovalar gibi iri, sütten beyaz, baldan tatlı, kaymaktan daha yumuşaktır, onlarda çürük yoktur" denmiştir.
     Cennet ehlinin bu ağaç altında sohbet edip dünya hatıralarını tazeleyecekleri; eğlence arzu ettikleri zaman, Allah'ın göndereceği bir rüzgârla ağacın kımıldayıp, dünyadaki her çeşit eğlenceyi ortaya yaşatacağı ifade edilmiştir.

 11. (5107)-  Yine Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Cennette, yay kadar bir yer, güneşin üzerine doğduğu veya battığı şeyden (dünyadan) daha hayırlıdır."
     [Buhârî, Bed'ül-Halk 8, Tefsir, Vakı'a 1; Müslim Cennet 6, (2826); Tirmizî, Cennet 1, (2525).]
     Tirmizî, Hz. Enes'ten şu ziyadede bulunmuştur: "Sizden birinizin yayı kadar veya kamçısı kadar cennetteki bir yer, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır. Cennet ehlinden bir kadın, arz ehline görünecek olsa, dünya ve içindekileri aydınlatır, arzla sema arasını güzel koku ile doldururdu, onun başörtüsü dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır."

 AÇIKLAMA: 
1- Daha önce de açıkladığımız üzere, cennette bir yay kadar bir yerin koca dünyadan hayırlı olması, mübalağalı bir ifade değildir. Çünkü cennet ebedî olduğu için, orada ebedî olan az bir nur, burada geçici olan güneşe bedel olabilir. Dünya ise, bir yay veya kamçı ile kıyas götürmeyecek derecede büyük ise de fanidir, geçicidir, ebedî olan, o azıcık varlığa mukabil gelemez.
2- Kader olarak manalandırdığımız (kab) kelimesi yayda kirişin takıldığı "uç"la okun fırlatıldığı orta kısma kadar olan kısım manasına da gelir, yani bir yayın yarısı. Bu durumda mana: "Birinizin yayının yarısı cennette dünya ve içindekilerden daha hayırlı..." şeklinde olur. Önceki mana asıl olmakla birlikte, bu da hakikate uygundur.

 12. (5108)-  Sa'd İbnu Ebi Vakkas (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Cennette olan şeyden bir tırnağın azalttığı miktar, semavat ve dünya arasında dört ciheti de tezyin etmiş olarak görünürdü. Eğer cennet ehlinden bir adam dünya ehline zuhur etse ve bilezikleri görünse o(nun şavkı) güneşin ziyasını bastırırdı, tıpkı güneşin, yıldızların ziyasını bastırması gibi."
     [Tirmizî, Cennet 7, (2541).]

 13. (5109)-  Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Sidretü'l-Münteha'ya çıkarıldım. Orada dört nehir gördüm: İki nehir zâhirdi, iki nehir de bâtın. Zâhir olan iki nehir Nil ve Fırat nehirleriydi. Bâtın olanlar da cennetin iki nehri idi."
     [Buhârî, Eşribe 12; Müslim, İman 264, (164).]

 14. (5110)-  Hz. Büreyde (radıyallahu anh) anlatıyor:
     "Bir adam Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a: "Cennette at var mı?" diye sordu. 
     Aleyhissalâtu vesselâm da: "Allah Teala hazretleri seni cennete koyduğu takdirde, kızıl yakuttan bir at üzerinde orada dolaşmak isteyecek olsan, o seni istediğin her yere uçuracaktır" buyurdular.
     Bunun üzerine diğer biri de: "Cennette deve var mı?" diye sordu. Ama buna Aleyhissalâtu vesselâm öncekine söylediği gibi söylemedi.
     Şöyle buyurdular: "Eğer Allah seni cennete koyarsa, orada canının her çektiği, gözünün her hoşlandığı şey bulunacaktır."
     [Tirmizî, Cennet 11, (2546).]

 AÇIKLAMA: 
     Hadisin ibaresi netice itibariyle değişmeyecek farklı bir üslubla tercümeye de elverişlidir. Ancak, esas söylenmek istenen, cennette, binme arzusu duyulduğu takdirde her tarafa götürecek vasıtaların bulunduğudur.
     Yine Tirmizî'nin bir başka rivayeti bu hususu daha sarih bir üslubla ifade etmiştir: "Bir bedevi gelerek:
     "Ey Allah'ın Resulü! Ben atı severim, cennette at var mı?" diye sordu. Resulullah şu cevabı verdi:
     "Cennete konduğun takdirde, iki kanadı olan yakuttan bir at sana getirilir. Sen ona bindirilirsin. O seni istediğin yere uçurur."
     Sadedinde olduğumuz hadisin sonunda yer alan "canının her çektiği, gözünün her hoşlandığı" ibaresi şu ayete işaret etmektedir: "...Orada canların çekeceği, gözlerin zevk alacağı her şey vardır..." (Zuhruf 71.)
     Dikkat edilirse, Resulullah, açık bir şekilde cennette "at" veya "deve vardır" veya "yoktur!" demiyor. Ama her arzu edilecek şeyin var olduğuna dikkat çekiyor. Binme ihtiyacı duyulduğu takdirde bunun cennetî atlarla yerine getirileceğini belirtiyor. Cennetteki atlar, dünyevî atlar gibi değildir.

 15. (5111)-  Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Cennette siyah gözlülerin (hurilerin) toplanma yerleri vardır. Orada, benzerini mahlukatın hiç işitmediği güzel bir sesle şarkı okurlar ve şöyle söylerler:
     "Bizler ebedîleriz, hiç ölmeyiz!
     Bizler nimetlere mazharız, fakr bilmeyiz!
     Rabbimizdan razıyız, mükedder olmayız!
     Kendisinin olduğumuz beylerimize ne mutlu!"
     [Tirmizî, Cennet 24, (2567).]

8 Aralık 2012 Cumartesi

Genç Hareket / KARDEŞLİK GECESİ 'ne DAVET...

 Davet...
Genç Hareket 'imizin Organize Edeceği
KARDEŞLİK GECESİ 'ne
Ailece Davetlisiniz.
Katılımınızla Onurlandıracaksınız...
 Katılım Ücretsizdir 
Kardeşlik Bedel İster!
MÜCADELE / DUA / CİHAD
9 Aralık Pazar / 17:30
Selamiali Mh. Gazi Cad. No:22 
Bağlarbaşı / Üsküdar
İstanbul
 Konuşmacılar: 
Bülent Yıldırım
Muhammed Fesih Kaya
Sıtkı Sezgin Kızılkoca
ve
Marşlar / Şiirler / Dua
(Duaları; Mavi Marmara Gazisi Şahin İbrahim Güleryüz hocamızın yapacak)
Not: Hanımefendiler için özel yer ayrılacaktır. Gecemiz herkese açık olup, lise ve üniversite öğrencisi genç kardeşler hasseten davetlidirler...

7 Aralık 2012 Cuma

KELİMELER - KAVRAMLAR ... RIZIK

KELİMELER - KAVRAMLAR
RIZIK

     Faydalanılması için verilen bağış, nasib, gıda, yiyecek ve mutlaka kendisiyle faydalanılan şey. Allah Teâlâ'nın canlılara yeyip içerek yaşaması için lütfettiği şeylerdir. Rızık; rezaka fiilinden türemiş bir isimdir. Çoğulu erzâk gelir. Rızka sebep olmasından dolayı yağmura da rızık denilir: "Gecenin ve gündüzün değişmesinde (birbirini takib etmesinde) Allah'ın gökten indirmiş olduğu rızıkta (yağmurda) ve bununla ölümünden sonra yeri diriltmesinde ve rüzgarları evirip çevirmesinde aklını kullanan topluluklar için pek çok âyetler vardır" (el-Casiye, 45/5). Ezd lügatında rızık, nimete şükretmek anlamına da gelir.

     Bazı âlimler, rızık, insan ve diğer bütün canlıların sadece beslenip yaşamaları için yedikleri ve içtikleri yiyecek ve içecekler yani besinlerdir derler. Bazı Eş'ari âlimleri, tarifini geniş tutarak rızkı şöyle tanımlamışlardır. Rızık, Allah Teâlâ'nın bütün canlılara, yiyip içerek gıdalanmaları ve faydalanmaları için lütfettiği şeylerdir. Bu tarife göre rızkın içerisine, yiyecek ve içecek ve insan hayatını sıcak ve soğuktan korumaya yarayan elbise ve mesken gibi şeyler girer.
     Rızık yalnız Yüce Allah'a isnad edilir. Rızk veren ancak Allah Teâlâ'dır. Herkes, kendisi için takdir edilen rızkını yer, bir kimse başkasının rızkını yiyemez. Kimse kendisi için takdir edilen rızkını yemeden ölmez.

     "Kendilerine verilen rızktan başkalarına infak (sarf) ederler" (el-Bakara, 2/3) âyetindeki "bir kimsenin rızkını başkasına vermesine" rızık denilmesi mecaz yoluyladır. Çünkü yapılan infak, başkalarının rızıklanmalarına, infak edenin de ecir ve sevaplarla rızıklanmasına sebep oluyor. Bu âyette, rızkın sebebi olan infak zikrediliyor ve infakın sebeb olduğu müsebbeb kasdediliyor. Allah'ın ilminde bir insanın ömrü boyunca yiyeceği rızıklar bellidir. Bir insan, dağlar kadar mal ve yiyecek kazansa, onun ömrü boyunca bundan yiyeceği ve midesinin alacağı ve hazmedeceği miktar muayyendir. Kazandığı mal ve yiyeceklerin hepsini midesine doldurma gücü ve imkânı da yoktur. Bu sebeple bir mü'min kazandıklarından ihtiyaç fazlasını ihtiyaç sahiplerine vererek manevi rızık (ahirete azık) kazanmaya çalışması güzel bir davranıştır.

     Rızıklarını elde etmede insanların çalışkanlıklarının rolü vardır. Haram olan şeyleri ve helâl olmayan yollardan temiz yiyecekleri elde edenler, kendileri için haram olan rızkı elde etmiş ve yemiş olurlar. İnsanların haram olan yollarla rızıklarını elde etmelerine Allah Teâlâ'nın rızası yoktur. Haram lokmada, hiç bir hayır yoktur. Onun için mü'minler, haram olan yollardan rızıklarını kazanmaktan sakınırlar.

     Haram olan rızıklar da yaratılma bakımından Allah'a isnad edilir, elde etme açısından kullara nisbet edilir. Mu'tezileye göre haram olan yiyecekler Allah'a nisbet edilemeyeceği için rızık değildir. Bu bakımdan Mu'tezile, rızkı; "faydalanmaktan alıkonulmayan şeydir" diye tarif etmişlerdir. Onların yanlış olan bu görüşlerine uyulacak olsa hayatı boyunca haramla beslenen bir kimse rızıksız yaşamış olur. Halbuki yeryüzünde bulunan her insan ve canlının rızkının Allah tarafından verildiği "Yer yüzünde yürüyen her canlının rızkını vermek Allaha aiddir" (Hûd,11/6) âyeti de bunu açıklar.

     Canlılar; rızıklarını Allah Teâlâ'nın yarattığı bitki ve hayvanlardan elde ederler. Bunları da Allah Teâlâ, bitki ve hayvanların tohum hücrelerine koyduğu gen (DNA Deoksiribonükleik asit) planlarına göre yaratır. Bitkilerin yapılarıyla ilgili planlarındaki bilgi, her sayfasında 1000 kelime bulunan 50000 sayfalık kitabtan fazladır. Her bir hayvanın DNA (yaratılış planın)daki bilgi ise, yekûnu 500 000 (beşyüzbin) sayfayı tutan kitabların verdiği bilgiden fazladır. Bitki ve hayvanlar; planlarına göre, oksijen, hidrojen, karbon, azot, fosfor, kükürt, kalsiyum, potasyum, magnezyum gibi elementlerden teşekkül ettirilen protein, karbonhidrat ve lipid (yağ) moleküllerinden yaratılmıştır. Bu dev moleküllerin son derece nizamlı bir şekilde düzenlenmesiyle hücreler ve dokular yaratılmıştır. Zamanımızda canlıların hangi elementlerden teşekkül ettiği bilindiği halde ve kimya ilminin de son derece ilerlemesine rağmen yapılan deney ve gözlemler; et, süt, bitki, hatta bir buğdayın toplu iğnesi ucu kadar bir kabuğu gibi, bir canlının beslenmesini sağlayacak ve yaşamasına sebeb olacak bir rızkın elementlerinden kimyasal yollarla sentezlenemediğini göstermektedir. Sakkarin gibi bazı tatlandırıcılar kimyasal işlemlerle sentezlenmiştir, ama bu bir gıda değildir. Kalorisi olan ve beslemeye yarayan bir şeker de değildir. Sadece tatlı olmaktan başka bir özelliği olmayan bir bileşiktir. O halde; cansız, şuursuz ve bilgisiz maddelerin aralarında ittifak edip tabiata konulmuş kimya kanunlarını kullanarak bir rızkı sentezlemelerine imkân yoktur. Rızkı kendilerine verdiği can yoluyla bitki ve hayvanlarda yaratan yalnız Allah Teâlâ'dır. "Onlar (materyalistler) Allah'ı bırakıp da kendileri için yerden ve göklerden hiç bir rızka malik olmayan ve buna (rızık vermeye) güç yetiremeyen maddelere taparlar. O halde (rızkı veren Allah olduğuna göre) Allah'a eş ve benzer isnad etmeyiniz. Allah bilir, siz bilemezsiniz" (en-Nahl, 16/73-74).

     Rızıkların önemlisi bitki ve hayvanlardaki proteindir. Proteinler bitki ve hayvan hücrelerinde birbirlerinden farklıdırlar. Proteinler, DNA larındaki planlarına göre 25 çeşidi bulunan yüzlerce aminoasit moleküllerinin çok düzgün ve kendilerine mahsus terkibleriyle oluşur. Çeşitli olan aminoasitler, amino grubu (-NH2) ve karboksil grubu (-COOH) denilen noktalarından -ki bunlara peptid bağı da denilir- birleşerek orta ve büyük protein moleküllerini oluştururlar. Bir hayvan hücresinde genetik bilgilerine (DNA sına) göre binlerce protein sentezlenir. Bir büyük proteinin atom adedi milyonlara varır.

     "Rızkınıza şükr edeceğinize, siz her halde (O'nu) yalanlamaya mı kalkıştınız" (el-Vâkıa, 56/82). "O (Allah) eğer rızkınızı tutup kesiverse size şu rızık verebilecek olanlar kim ?... " (el-Mülk, 67/21).

     Her insanın, kâfir de olsa müşrik de olsa rızkı Allah'a aittir. Allah bütün canlılara yetecek miktarda rızık yaratır. Ama bazan yeryüzündeki zalim ve zorbalar mustaz'af insanların rızıklarını gasbetmeye yeltenirler. Onların da cezası Allah'a aittir.

Muhiddin BAĞÇECİ
ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ

9 ARALIK PAZAR 17:30 da PROGRAMA DAVET

Davet...

Genç Hareket 'imizin Organize Edeceği
KARDEŞLİK GECESİ 'ni
Katılımınızla Onurlandıracaksınız!
Katılım Ücretsizdir
Kardeşlik Bedel İster!
MÜCADELE / DUA / CİHAD
9 Aralık Pazar / 17:30
İstanbul
Konuşmacılar:
Bülent Yıldırım
Muhammed Fesih Kaya
Sıtkı Sezgin Kızılkoca
ve
Marşlar / Şiirler / Dua
(Duaları; Mavi Marmara Gazisi Şahin İbrahim Güleryüz hocamızın yapacak)

Not: Hanımefendiler için özel yer ayrılacaktır. Gecemiz herkese açık olup, lise ve üniversite öğrencisi genç kardeşler hasseten davetlidirler...

6 Aralık 2012 Perşembe

İSLAM TARİHİ / Benî Kurayza Gazâsı

İSLAM TARİHİ
Benî Kurayza Gazâsı

     Hicret’in 5. senesi. Milâdî 627
     Benî Kurayza Yahudilerinin Peygamber Efendimizle olan anlaşmalarına gö­re, Hendek Muharebesi’nde düşman tarafından sarılan Medine’yi Müslü­manlarla el ele vererek müdafaa etmeleri gerekiyordu. [1] Fakat bunu yapmadı­lar; üstelik, anlaşma hükümlerini hiçe sayarak, harbin en nâzik safhasında müşriklerle iş birliğine giriştiler; Peygamber Efendimizin tahkik ve sulh için gönderdiği heyete hakarette bulundular ve “Re­sû­lul­lah da kim oluyormuş? Muhammed ile aramızda; ne ahit vardır, ne de akd!” dediler; hatta daha da ileri giderek, Peygamber Efendimiz için küstahça ağır sözler bile sarfettiler. [2] Bu­nunla da yetinmediler: Medine üzerine baskınlar düzenleyerek, Müslüman aile ve çocukları kılıçtan geçirme teşebbüsüne kalkıştılar. Bu hareketleriyle, Müs­lümanları, harp endişesinden daha büyük bir telâş ve endişeye düşürdüler. Bu, Peygamber Efendimizin kendilerine lütufkâr davranmasına karşı açık bir nan­körlük ve hıyanetti.
     Hendek Muharebesi’nde on bini bulan düşman ordusu, büyük bir hezimete uğrayarak geri çekilmişti. Harpte müş­riklerin yanında yer alan Kurayzaoğulları da, hayal kırıklığı içinde, Medine’ye iki saatlik mesafede bulunan sağlam ka­lelerine çekilmişlerdi.
     Giriştikleri haince hareketin farkında idiler. Bu sebeple, Resûl-i Ekrem’in her an üzerlerine yürümesinden endişe duyup korkuyorlardı!

     Hz. Cebrail’in Getirdiği Emir
     Nitekim Müslümanlar, Medine’ye henüz yeni dönmüşlerdi ki Cebrail (a.s.), Resûl-i Ekrem’e şu emri getirdi:
     “Yâ Muhammed! Yüce Allah, sana; Benî Kurayza üzerine yürümeni emredi­yor!” [3]
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, silahını yeni çıkarmış, temizliğini henüz bitir­mişti. Derhal Hz. Bilâl (ra.)’i çağırtarak, bütün Müslümanlara şunu nidâ etmesini em­retti:
     “İşiten ve Allah’ın emrine itaat edenler, ikindi namazını Benî Kurayza yur­dunda kılsın!” [4]

     Bu daveti duyan Müslümanlar bir anda toplandılar.
     Peygamber Efendimiz, sancağı Hz. Ali (ra.)’ye teslim ederek ordudan önce onu yola çıkardı; Abdullah b. Ümmü Mek­tum’u ise, Medine’­de yerine imam bı­raktı. [5]
     İslam ordusu üç bin kişiden ibaretti. İçlerinde otuz altı süvari vardı. Ordu, Re­sû­lul­lah’la olan anlaşmasını en nâzik bir zamanda bozan, vatana hıyanet eden, düşmanla iş birliğine girişen Benî Kurayza Yahudilerine hakettikleri ce­za­yı vermek üzere yola çıkıyordu.

     Hz. Ali (ra.) ’nin Benî Kurayza Yurduna Varması
     Ordudan önce yola çıkarılmış olan Hz. Ali (ra.), Kurayzaoğullarının kalelerine yak­la­şarak, sancağı kalenin dibine bıraktı. Bu esnada Yahudilerden bazı nâhoş söz­ler duydu. Kurayzaoğulları, Peygamber Efendimiz hakkında ağır lâflar edi­yorlar, ileri geri küstahça konuşuyorlardı. Bu dav­ranışlarıyla, giriştikleri hainlikten pişmanlık duymadıklarını açık açık belli ediyorlardı.
     Hz. Ali, sancağı bir başka sahabeye teslim ederek geri döndü. Yolda Peygam­ber Efendimiz (sav.) 'i karşıladı. Onun bu sözleri işitip de üzülmesini istemi­yor­du:

     “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Şu şirret adamların yakınına kadar varma­san olmaz mı?”
     Resûl-i Ekrem, “Neden?” diye sordu.
     Hz. Ali, Yahudilerden işittiği nâhoş sözleri tekrarlamak­tan utanıp sustu.
     Peygamber Efendimiz, “Herhalde, sen onlardan, beni üzecek birtakım söz­ler işitmişsindir” deyince, Hz. Ali, “Evet yâ Re­sû­lal­lah...” diye karşılık verdi.
     O zaman Peygamber Efendimiz, şöyle buyurdu:
     “Mûsa Peygamber, bundan daha ağırıyla karşılaşmış, daha çok üzülmüştü! Git! O Allah düşmanları, beni görecek olurlarsa, söylemiş oldukları çirkin söz­lerden hiçbirini söyleyemeyeceklerdir!” [6]
     Pey­gam­be­ri­miz (sav.) 'in, Benî Kurayza Yahudileriyle Konuşması
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahitlerle Benî Kurayza Yahudilerinin kaleleri­nin dibine kadar vardı; oradan Yahudi ileri gelenlerinin isimlerini birer birer zikrederek onlara, “Ey Allah’ın gazabına uğrayarak maymuna çevrilmiş olan­ların kardeşleri! Allah sizi hor, hakir kıldı mı ve belâsını, cezasını üzerinize in­dirdi mi? Demek ki siz, bana kötü söz söylediniz! Öyle mi?” diye seslendi.
     Yahudi ileri gelenleri, süt dökmüş kediye dönmüşlerdi.
     “Yâ Ebâ’l-Kàsım! Sen, sözünü bilmezlerden değildin! Mûsa’ya indirilmiş olan Tevrat’a yemin ederiz ki biz sana hiçbir kötü lâf sarfetmedik” diyerek söy­lediklerini inkâr ettiler. [7]
     Benî Kurayzaların Muhasaraya Alınması
     Benî Kurayza Yahudileri, cürüm üzerine cürüm işlediler; Peygamber Efen­di­miz ve mücahitleri iyi bir şekilde karşılamak yerine, onlar hakkında ileri geri konuştular, söylenmeyecek lâflar ettiler. Bu, onların teslim olmayıp muka­ve­met edeceklerinin ifadesiydi.
     Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sav.), önce mücahit­lere onları oka tutmala­rını emretti. Mücahitler, onlara ok yağdırmaya başladılar. Kurayzaoğulları da kalelerinden Müslümanların üzerine en şiddetli bir şekilde ok yağdırıyorlardı. Böylece, Kurayzaoğulları muhasara altına alınmış oluyorlardı.

     Münafıkların, Benî Kurayzalara Cesaret Vermesi     
     Görünüşte Hz. Re­sû­lul­lah (sav.) ’ın ve Müslümanların yanında bulunan, hakikatte ise daima İslam düşmanlarıyla gizliden gizliye iş birliği yapan münafıklar, muhasara esnasında Kurayzaoğullarına da gizlice şu haberi gönderdiler:
     “Sizler teslim olmayınız! ‘Medine’den çıkıp gidin’ deseler de çıkıp gitmeyi­niz! Onların istediklerini kabul etmeyip çarpışmayı sürdürürseniz, biz size hem canımız, hem silahlarımızla yardıma söz veriyoruz.”
     Haliyle, gizlice gelen bu haber, Kurayzaoğullarına bir cesaret ver­di. Karşı koymaya devam ettiler.

     Muhasaradan Sıkılıp Barış İstemeleri
     Peygamber Efendimiz (sav.), her şeye rağmen muhasarayı kaldır­mı­yordu; Müs­lümanları da cihada ve sıkıntılara katlanmaya teşvik edi­ci konuşmalar yapı­yordu.
     Benî Kurayzalar, muhasaranın uzadığını görünce, sıkılmaya başladılar. Mü­na­fıklardan da herhangi bir yardım gelmeyince, bütün bütün mânevîyatları sar­sıldı. Büyük bir korkuya kapıldılar. Bunun üzerine, görüşme isteğinde bu­lun­dular. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav.) isteklerini kabul etti.
     Peygamber Efendimizle görüşmek ve konuşmak üzere içlerinden Nebbâş b. Kays’ı gönderdiler.
     Nebbâş, “Yâ Muhammed!” dedi. “Benî Nadîr Yahudilerinin teslim olduk­la­rı gibi kanımızı dökme; mal ve silahlar senin olsun! Kadınlarımız ve çocukla­rı­mı­zı alıp memleketinden çıkıp gidelim. Her cins silah hâriç olmak üzere, her aile için bir devenin taşıyabileceği gerekli eşyayı götürmemize müsaade et!”
     Peygamber Efendimiz (sav.), “Hayır! Bu teklifi kabul edemem!” buyurdu.
     Bunun üzerine Nebbâş, ikinci teklifi yaptı: “Öyle ise, kanımızı bize bağışla. Sa­dece kadınlarımızı ve çocuklarımızı alıp gidelim. Malları olduğu gibi bıra­ka­lım!”
     Peygamber Efendimiz (sav.), “Hayır!” dedi. “Kayıtsız şartsız, benim hük­müme itaat edip teslim olmaktan başka hiçbir çareniz yoktur!”
     Nebbâş, me’yus ve perişan bir halde, kavminin yanına döndü. Olup biten­leri olduğu gibi anlattı.

     Ka’b b. Esed’in Teklifleri
     Ka’b b. Esed, onların reislerinden biri idi. Bütün bu olup bitenlerden sonra durumu açık seçik anlamıştı:
     “Ey Yahudi topluluğu!” dedi. “Görüyorsunuz ki bir felâketle kar­şı karşıya gelmiş bulunuyoruz. Size, üç ayrı teklifim olacak. Onlardan istediğinizi kabul edebilirsiniz.”
     Benî Kurayzalar, merakla, “Nedir o tekliflerin?” diye sor­dular.
     Ka’b tekliflerini sıralamaya başladı:
     “Birinci teklifim: Şu adama tâbi olalım ve onun peygamberliğini kabul ede­lim!
     “Vallahi, onun Allah tarafından gönderilmiş kitabımızda sıfatlarını yazılı bulduğumuz peygamber olduğu sizce de malum olmuştur! Ona iman edecek olursanız, kanlarınız, mallarınız, çoluk çocuğunuz kurtulmuş olur!
     “Ona tâbi olmayışımızın tek sebebi, Araplara karşı duy­du­ğumuz kıskançlık ve onun İsrailoğullarından gelen bir peygamber olmayı­şıdır! Hâlbuki, bu, Al­lah’ın bileceği bir iştir!
     “İbni Hıraş’ın yanınıza geldiği zaman size söylediği şeyleri hatırlamıyor musunuz? O, ‘Ben, Şam gibi her türlü yiyeceği, içeçeği bol olan bir yeri terk edip su kırbası, hurma ve arpadan başka bir şeyi bulunmayan bir yere geldim’ de­mişti. ‘Bununla neyi kastetmek istiyorsun?’ diye sorulunca da, o, ‘Mek­ke’den bir peygamber çıka­caktır. O zaman sağ olursam ona tâbi olur ve ona yardım ederim. Eğer benden sonra gelirse, ona karşı hile ve aldatma yo­luna baş­vurmaktan sakınınız! Ona tâbi olup dostları ve yardımcıları olu­nuz’ deme­miş miydi?”
     Benî Kurayza Yahudileri, “Hayır...” dediler. “Biz, bizden başkasına tâbi olma­yız! Biz, kitap sahibi bir cemaatiz!”
     Kâ’b, bu teklife kimsenin yanaşmadığını görünce, ikinci teklifini yaptı:
     “O halde, size ikinci teklifim şudur: Geliniz, çocuklarımızı ve kadınlarımızı öldürelim! Ta ki arkamızda herhangi bir ağırlık kalmış olmasın. Sonra da kı­lıçlarımızı sıyırıp Muhammed’le ashabının üzerine yürüyelim! Allah, onunla aramızda kesin hükmünü verinceye kadar çarpışmaya devam edelim. Ölürsek, zaten arkamızda bıraktığımız bir nesil yok; şayet galip gelirsek, yeniden evle­nir, evlatlar yetiştiririz!”
     Kurayzaoğulları, bu teklifi de uygun görmediler.
     O zaman Ka’b, üçüncü teklifini arz etti.
     “Size üçüncü teklifim şudur: Bu gece Sebt (Cumartesi) gecesidir. Bu gece, Muhammed ve ashabı, bizim kendilerine karşı herhangi bir harekette bulun­mayacağımızdan emin ve gafil bulunabilirler. O halde hemen kalelerimizden aşağı inelim. Onları ansızın vurabiliriz!”
     Kurayzaoğulları, bu teklife de şu cevabı verdiler:
     “Biz, Sebt günü çalışma yasağını nasıl bozabiliriz? Bizden önce, Sebt (Cu­martesi) gününe hürmetsizliklerinden dolayı maymun ve domuzlara çevrilen belli kimselerden başka, hiç kimsenin ihdas etmediği bir şeyi biz nasıl ihdas edebiliriz?”
     Kâ’b’ın bütün bunlardan sonra son sözleri şunlar oldu: “İçinizden hiç kimse, doğduğundan şu âna kadar, bir gece bile tedbirli ve doğru görüşlü olarak gününü geçirmemiştir!” [8]
     Aralarında bundan sonra bir kargaşalık başladı. Birbirlerine ileri geri lâflar sarfettiler. Bir taraftan da kadınlar ve çocuklar ağlaşıp duruyorlardı. Buna da­yanamadılar. Yaptıklarından son derece piş­man oldular.

     Sa’yeoğulları Esid’le Sa’lebe’nin Müslüman Olmaları
     Bu sırada iki kardeş olan Sa’lebe ile Esid b. Sa’ye, ortaya çıkıp, Kurayza­oğul­larına nasihatte bulundular. “Ey Ku­ray­zaoğulları! Val­lahi, siz ga­yet iyi bi­li­yor­sunuz ki Mu­ham­med, Allah’ın Resûlüdür. Onun vasıflarını bize hem ken­di âlimlerimiz, hem de Benî Nadîr âlimleri söylemişler­dir. Onlardan biri, he­pimi­zin çok sevdiği İbni Hey­yi­ban’­dı. O, öleceği sırada, bu peygambe­rin sıfat­larını bize ha­ber vermişti” dediler.
     Benî Kurayza Yahudileri, “Hayır! Bu, o gelecek peygamber değildir!” diye­rek hakkı bile bile inkâr ettiler.
     Fakat Sa’yeoğulları, söylediklerinden vazgeçmediler. Bu i­nanç­la­rını perva­sızca tekrarladılar.
     “Vallahi” dediler. “Bu gelecek olan o peygamberin sıfatındandır! Allah’tan korkunuz da, ona iman ediniz!” [9]
     Kurayzaoğulları, kıskançlıklarının esiri olmuşlardı. Pey­gamber Efendimizin (sav.) nübüvvetini tasdik etmeye niyetli görün­müyorlardı.
     Bunun üzerine, iki delikanlı olan Sa’lebe ve Esid’le amca­larının oğlu olan Esed b. Ubeyd, kaleden inip, Müslüman oldular. [10]
     İbni Heyyiban, Şamlı bir Yahudi idi. Âlimdi. İslam’ın gelişinden iki yıl önce Benî Nadîr Yahudilerine gelip misafir olmuştu. Ara­larında bir müddet ya­şa­dıktan sonra ölüm döşeğine düşmüştü. Vefat edeceğini anlayınca, “Ey Ya­hudi cemaati! Ben, buraya ne için geldim, bilir misiniz?” diye sor­muştu.
     Yahudiler, “Sen, daha iyi bilirsin!” demişlerdi.
     Bunun üzerine İbni Heyyiban, geliş maksadını şöyle an­latmıştı:
     “Ben; bu memlekete, sadece gelme zamanı çok yak­laş­mış bulunan ve buraya hicret edecek olan o peygamberi gör­meye geldim! Umarım ki o çok yakında gelecek ve ben de ona tâbi olacağım. Ey Yahudi cemaati! Ona tâbi olmakta herkesten önce davranmalısınız.” [11]
     Ölüm döşeğinde Peygamber Efendimizin geleceğini müj­deleyen İbni Hey­yiban, umduğuna erme imkânı bula­ma­dan orada hayata gözlerini yum­muş­tu. [12]

     Hakem Tayin Edilmesi
     Benî Kurayza Yahudileri, yirmi beş gece süren muhasaradan sonra, başka çare kalmadığını anlayarak, teslim olmayı kabul ettiler. Haklarında hüküm vermek üzere de Peygamber Efendimiz (sav.) den bir hakem tayin edilmesini istedi­ler. Resûl-i Ekrem (sav.), “Ashabımdan istediğinizi hakem seçiniz!” buyurdu.
     Kurayzaoğulları, “Biz, Sa’d b. Muaz’ın vereceği hükme göre teslim oluruz” dediler.
     Peygamber Efendimiz, “Pekâlâ! Sa’d b. Muaz’ın hükmüne göre teslim olu­nuz” buyurdu. [13]
     Hendek Muharebesi’nde yaralanan Hz. Sa’d b. Muaz (ra.), o sırada tedavisine bakılması için, Mescid-i Nebevî’de kurulan bir çadırda bulunuyordu. Evsli Müslümanlar, onu alıp Hz. Re­sû­lul­lah (sav.) ’ın huzuruna getirdiler.
     Efendimiz, “Ey Sa’d! Bunlar, senin hükmüne göre teslim olmayı kabul etti­ler. Haydi, onlar hakkındaki hükmünü bana açıkla!” buyurdu.
     Hz. Sa’d, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Ben iyi biliyorum ki Allah, sana, onlara yapacağın muamele hakkında bir emir ver­miştir. Sen, Allah’ın sana emrettiğini yap!”
     Peygamber Efendimiz, “Evet, öyledir! Fakat sen de onlar hakkındaki hük­münü bana açıkla!” dedi.
     Hz. Sa’d, “Yâ Re­sû­lal­lah! Onlar hakkında, Allah’ın hükmü­ne uygun hüküm veremem, diye korkuyorum!” diye ce­vap verdi.
     Peygamber Efendimiz ısrar etti: “Sen, onlar hakkında hükmünü ver!” [14]
     Benî Kurayza Yahudileri, eskiden beri Evslilerin müttefikleri idiler. Bu se­beple, Hz. Sa’d, onlardan söz almak istedi.
     “Kurayzaoğulları hakkında vereceğim hükmü kabul edeceğinize dair bana Allah’ın ahd ve misakı ile söz veriyor musunuz?” diye sordu.
     Evsliler, “Evet, söz veriyoruz!” dediler.
     Hz. Sa’d’ın, hakem olması hasebiyle, Peygamber Efendimiz (sav.)'den de bu hu­susu sorması gerekiyordu. O sırada Peygamber Efendimiz (sav.), bazı sahabelerle bir tarafta oturuyordu. Hz. Sa’d (ra.), Efendimize olan derin hürmetinden dolayı, biz­zat ismini zikredip sormaktan hayâ duydu. Yüzünü başka tarafa çevirerek, “Şurada bulunan zât da bu yolda vereceğim hükmü kabul buyuracağına dair bana, Allah’ın ahd ve misakı ile sizin gibi söz veriyor mu?” diye gaib sigasıyla sordu.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Evet...” diye cevap verdi.
     Bundan sonra Hz. Sa’d (ra.)’ın emri üzerine, Kurayzaoğulları kalelerinden indi­ler, silahlarını bırakıp teslim oldular.
     Hüküm
     Hz. Sa’d b. Muaz, bütün bunlardan sonra hükmünü şöy­le açıkladı:
     “Ben, onlar hakkında bülûğ çağına eren erkeklerin boyunlarının vurulma­sına, malların Müslümanlar arasında taksim edilmesine, çocuklarla kadınların ise esir alınmasına hükmettim!”
     Peygamber Efendimiz (ra.), Hz. Sa’d’ı bu hükmünden dolayı tebrik ve takdir ederek, “Sen, onlar hakkında, Allah Teâ­lâ’­nın yedi kat gök­ler üzerinde verdiği hükmüne uygun hüküm verdin!” buyurdu. [15]
     Hakikaten de, Hz. Sa’d b. Muaz (ra.)’ın Kurayzaoğulları Yahudileri hakkında verdiği hüküm, Hz. Mûsa (ra.)’nın şeriatındaki hükme uygundu. Tevrat’ta bu hü­küm şöyle açıklanmıştır:
     “Bir şehre harp için yaklaştığında, onu sulha davet edesin. Ve eğer sana sulh cevabını verip kapılarını açarsa, içinde bulunan kav­min hepsi sana haraç verip, hizmet etsinler. Lâkin, eğer, seninle mu­salaha etmeyip harp ederse, onu muhasara edesin. Ve Allah’ın (Rab), onu senin eline teslim ettikte erkeklerin hepsini kılıçtan geçi­resin! Ama kadınlar ile çocukları ve hayvanları ve bütün ganimeti, yani o şehirde bulunanların hepsini yağma edip Allah’ın (Rab­bin) sana verdiği düşmanlarının ganimetlerini alasın.” [16]
     Benî Kurayza Yahudileri, Tevrat’ın bu hükmüne uygun olarak kendilerine ve­rilen cezaya bilmecburiye rıza gösterdiler.
     Peygamber Efendimizin emriyle, bülûğ çağına ermiş erkeklerin elleri bağ­landı. Bütün eşyaları bir araya toplandı. Eli bağlı erkekler, mallar ve davarlar Medine’ye getirildi. Ganimetler bir eve kondu. Davarlar ise, etrafa yayıl­maya bırakıldı. Daha sonra ganimetlerin beşte biri “Bey­tü’l-Mâl”e, yani devlet hazi­nesine tahsis olundu. Kalanı mücahitler arasında pay edildi.
     Verilen hüküm gereği erkeklerin boyunları vuruldu. Muhasara sırasında ka­leden aşağı taş bırakarak bir sahabe­nin şehit olmasına sebep olan Nübate adın­daki bir ka­dı­na da kısas uygulandı.
     Bu arada birkaç kişi de affa uğradı. Bunlar, daha önce Müslüman­lara bazı iyiliklerde bulunmuşlardı. İyilik gören sahabe­ler, onların affını isteyince, Re­sûl-i Ekrem (sav.) 'de onları affetti.
     Böylece, Medine’nin etrafı, muzır unsurlardan temizlenmiş oluyordu. Hz. Re­sû­lul­lah (sav.) ve Müslümanlar, bu hadiseden sonra uzun müddet huzur ve sükûn içinde yaşadılar ve harpsiz bir devir geçirdiler.

     HİCRET’İN 5. SENESİNİN MÜHİM DİĞER BAZI HADİSELERİ
     Müzeynelerin Müslüman Olmaları
     Medine yakınlarında ikamet etmekte olan Müzeyne kabilesinden on kişilik bir heyet, Medine’ye gelerek, Resûl-i Ekrem (sav.) Efendimizin huzurunda Müslü­man oldu.
     Heyetin başında Huzaî b. Abdi Nühm bulunuyordu.
     Huzaî, Müslüman olup Peygamber Efendimize (sav.) bîat edince, yurduna döndü ve kavmini Müslüman olmaya davet etti. Müzeyneler, “Biz senin sözüne itaat ederiz” diyerek Müslüman oldular ve Medine’ye bir heyet gönderdiler.
     Hicret’in 5. yılı Receb ayında Müzeynelerin Mudar kolundan Müslüman olmak üzere Medine’ye gelenlerin sayısı dört yüzdü. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav.), onları yurtlarında ika­met etmelerine rağmen muhacirler sınıfından saydı ve “Siz nerede olursanız olunuz, muhacirsiniz. Muhacirlik şe­refini hakettiniz. Mallarınızın başına dönünüz” buyurdu. Bu emir üzerine, Müzeyneler yurtlarına döndüler. [17]

     Selmân-ı Fârisî’nin Kölelikten Kurtarılması
     Selmân-ı Fârisî (ra.) Hazretleri, daha önce Yahudilerin kölesi idi. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav.), bir gün kendisini çağırarak, “Ey Selman! Kendini kölelikten kurtarmak için, efendinle pazarlık yaparak anlaş” dedi.
     Hz. Selman (ra.), efendisine durumu arz edince, o, “Üç yüz hurma fidanını diker ve ayrıca kırk ukiyye [1.600 dirhem] altın verirsen azat ederim” dedi.
     Bunun üzerine Hz. Selman (ra.), Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav.) 'in yanına gelip durumu arz etti.
     Peygamber Efendimiz (sav.), ashabına, “Kardeşinize yardım ediniz” buyurdu.
     Bu emir üzerine sahabeler, bir anda kendi aralarında gerekli olan üç yüz hurma fidanını topladılar.
     Hurma fidanları toplanınca Peygamber Efendimiz (sav.), “Ey Sel­man! Git de şu fi­dan­lar için çukurlar kaz! Bitirince de gelip bana haber ver. Ben onları kendi elimle dikeyim!” diye ferman etti.
     Sahabelerin de yardımıyla Hz. Selman (ra.) çukurları kazıp bitirince, Efendimize ha­ber verdi.
     Resûl-i Kibriya Efendimiz, bizzat mübarek eliyle, biri müstesna, diğer bü­tün hurma fidanlarını dikti. O sene zarfında Efendimizin diktiği bütün fidanlar hurma verdi. Yalnız, başkasının diktiği bir tek fidan hurma vermedi. Pey­gam­ber Efendimiz (sav.) onu da çıkardı, yeniden dikti; o da meyve verdi.
     Böylece, Hz. Selman (ra.), Benî Kurayza Yahudilerinden olan efendisine hurma ağaçları borcunu ödemiş oldu. [18]
     Hurma ağacı borcunu ödeyen Hz. Selman (ra.)’ın sadece altın borcu kalmıştı. Bunu da bizzat Hz. Selman şöyle anlatır:
     “Re­sû­lul­lah (sav.), gazâların birinden tavuk yumurtası kadar bir altın kül­çesi getirmişti. Beni huzuruna çağırttı ve ‘Ey Selman! Bunu al, borcunu öde’ buyurdu.
     “Ben, ‘Yâ Re­sû­lal­lah...’ dedim, ‘Bu kadarcık altın parçasıyla borcum öden­mez ki!’
     “Külçeyi eline alıp tükürüğünü sürdü ve ‘Al bunu! Allah, senin borcunu bununla ödeyecektir!’ buyurdu.
     “Bunun üzerine ondan alacaklıya tartıp tartıp verdim. Borcum olan kırk ukiyyeyi [1.600 dirhem] verdikten sonra, o tavuk yumurtası kadar olan altın parçası eskisi gibi bana kaldı!” [19]

    Ensardan Sa’d b. Muaz (ra.) Hazretlerinin Vefatı
     Sa’d b. Muaz (ra.) Hazretleri, ensarın en üstün fazilete sahip şahsiyetlerinden bi­ri idi. Mus’ab b. Umeyr (ra.)Hazretleri, Resûl-i Kibriya Efendimizin emriyle Me­di­ne’ye Kur’an öğretmek üzere geldiği zaman Müslüman olmuştu. Müslüman ol­duğunu duyan Ab­dü’l-Eşheloğullarından kadın erkek hepsi de o gün Müs­lü­man olmuşlardı.
     Bu kahraman ve fedakâr sahabe, Hendek Harbi’nde kolundan bir okla vu­rulmuş, kolunun damarı kesilmişti. Yarası ağır ve ızdırap verici idi.
     Resûl-i Kibriya Efendimiz (sav.), bu kahraman sahabe yaralandığı zaman, ona, Al­lah rızası için yaralıların tedavisiyle meşgul olan ensar kadınlarından Rüfeyde (ra.) adındaki hâtunun çadırında yer ayırtmıştı.
     Kurayzaoğulları hakkında hüküm vermesinden kısa bir müddet sonra bu ağır yarası tekrar deşildi ve çok geçmeden de Hicret’in 5. yılında otuz yedi ya­şında şehiden vefat etti.
     Resûl-i Kibriya Efendimiz (sav.) ve Müslümanlar, vefatından son derece mütees­sir oldular. Peygamber Efendimiz (sav.); “Sa’d b. Muaz’ın vefatıyla Arş-ı Âlâ titredi ve cenazesinde yetmiş bin melek hazır bulundu!” buyurdu. Cenaze namazını da bizzat kendileri kıldırdı. [20]

     Muğîre b. Şu’be’nin Müslüman Olması
     Muğîre b. Şu’be, dört Arap dâhîsinden biri idi. Belli ve büyük meseleleri hal­letmede son derece mâhirdi. İri yarı ve heybetli bir zâttı. Hendek Savaşı yılında Müslüman oldu ve muhacir olarak Medine’ye geldi.

     Medine’de Zelzele ve Ay Tutulması
     Hicret’in 5. yılında Medine’de zelzele oldu.
     Resûl-i Kibriya Efendimiz (sav.) bunun üzerine, “Rabbiniz; sizi, râzı olacağı du­ru­ma döndürmek istiyordur. O halde siz de, O’nun rızasını dileyiniz” bu­yur­du. [21]
     Resûl-i Kibriya Efendimizin bu ifadeleri, yeryüzü ile üzerinde yaşayan in­san­ların hareketleri arasında münâsebetin bulunduğunu ortaya koyuyor ve dün­yanın hareket ve zelzelesinde vahiy ve ilhama mazhar olarak emir altında deprendiğini beyan ediyordu!
     Yine Hicret’in 5. yılı Cemaziyelahir ayında ay tutuldu.
     Resûl-i Kibriya Efendimiz (sav.), ay tutulması geçinceye kadar, husuf namazı kıl­dırdı. [22] Küsuf ve husuf (güneş ve ay tutulması namazı) sünnettir. İki rekâttır. Rükû ve secdeleri, nâfile namazlarda olduğu gibi yapılır. Bu namazlar için ezan ve ka­met okunmaz.
     Ancak husuf namazı için, “es-Selâtü Câmiatün [Namaz için toplanınız]” di­yerek seslenir.
     Resûl-i Kibriya Efendimiz, bir hitabelerinde şöyle buyurmuşlardır:
     “Şüphesiz ki güneş ve ay, hiçbir kimsenin ölümü veya doğumu sebebiyle tutulmazlar. Onlar, Allah’ın kudret ve azametini gösteren alâmetlerden iki alâmettir! Siz onların tutulduğunu gördüğünüz zaman, namaza durunuz!” [23]
     Câhiliyye devrinde insanlar, “Güneş ve ay, ancak yeryüzü halkının büyük­lerinden bir büyük için tutulur” bâtıl inancını taşırlardı.
     Yukarıdaki mübarek sözleriyle Peygamber Efendimiz, câhi­liyye devri in­sanlarının bu bâtıl inançlarını değiştirmiş, güneş ve ay tutulmalarının Allah’a iba­det vakti olduğunu beyan buyurmuşlardır. Bu vakitlerde insanların, boş şey­lerle değil, Allah’a ibadet ve taatle meşgul olmaları gerektiğini ifade etmiş­ler­dir.
     Şurası da unutulmamalıdır ki; ibadet ve duanın sebebi ve neticesi emir ve Allah’ın rızasıdır, faidesi ise ahirete âittir. Eğer namaz ve ibadetten dünyevî bir maksat niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz bâtıl olur. Bu sebeple, güneş veya ay tutulmaları halinde, onların açılması niyetiyle ve kasdıyla na­maz kılınmaz. Belki, güneş ve ayın tutulması zamanları bu çeşit ibadetin va­kitleri olarak bilinmeli ve sırf Allah’ın rızası kasdedilerek namaz kılınmalıdır. [24]
__________________________________________________________________________
Notlar:
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 147-148.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 233; İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 74; Müslim, Sahih, c. 3, s. 1389.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 244.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 244-245; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 74.
[5] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 74.
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 245; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 228; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 77.
[7] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 245.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 246-247.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 228; İbn Hacer, el-İsabe, c. 1, s. 33.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 227-228.
[11] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 228.
[12] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 228.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 351; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 422.
[14] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 424-425.
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 251; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 426; Taberî, Tarih, c. 3, s. 56.
[16] Tevrat, Tesniye, Bab 20x10-15.
[17] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 291-292.
[18] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 234-235; İsfahanî, Delâilü’n-Nübüvve, s. 218-219; Bediüzzaman Said Nur­sî, Mektûbat, s. 135-136.
[19] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 235; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 185; Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 277-278.
[20] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 263; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 433.
[21] İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 1, s. 22.
[22] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 628.
[23] Buharî, Sahih, c. 2, s. 23-24; Müslim, Sahih, c. 3, s. 28-36.
[24] Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, c. 1, s. 31-33.

5 Aralık 2012 Çarşamba

İSLAM İLMİHALİ - Tilâvet Secdesi ve Şükür Secdesi

İSLAM İLMİHALİ
Altıncı Bölüm: NAMAZ
Onaltıncı Konu: SECDELERLE İLGİLİ MESELELER - 2
TİLÂVET SECDESİ
ŞÜKÜR SECDESİ 
     B) TİLÂVET SECDESİ
     Tilâvet secdesi, Kur'ân-ı Kerîm'de on dört yerde geçen secde âyetlerinden birini okumak veya işitmek durumunda yapılan secdeye denir. Peygamberimiz'in, içinde secde âyeti bulunan bir sûre okuduğunda secde ettiği, sahâbenin de onunla birlikte secde ettiği ve bazılarının alınlarını koyacak yer bulamadıkları rivayeti yanında bu konuya ilişkin olarak Peygamberimiz'in şöyle buyurduğu rivayet olunmaktadır:
     "Âdemoğlu secde âyetini okuyup secde edince, şeytan ağlar ve 'Vay benim halime! Âdemoğlu secde etmekle emrolundu ve hemen secde etti; cennet onundur. Ben ise secde etmekle emrolundum, ama secde etmekten kaçındım, bundan dolayı cehennem benimdir' diyerek oradan kaçar" (Müslim, "Îmân", 35).
     Secde âyetlerinin bir kısmında genel olarak müşriklerin yüce yaratıcının karşısında boyun bükmekten ve secde etmekten kaçındıkları anlatılmakta, bir kısmında ise müminler / muhataplar doğrudan secde etmekle emrolunmaktadır. Secde âyetlerinin bu muhtevası göz önünde bulundurulursa, bu âyetleri okuyan veya işiten kimsenin secde yapması, hem emre itaat etmek hem de secde etmekten kaçınanlara tepki göstermek ve muhalefet etmek anlamına gelmektedir. Bu bakımdan, tilâvet secdesiyle yükümlü olabilmek için her şeyden önce, dinlenen âyetin secde âyeti olduğunun bilinmesi gerekir. Dinlediği âyetler arasında secde âyeti bulunduğunu bilmeyen kişinin secde etmesi gerekmez. Meselâ teyp, radyo ve televizyonda okunan Kur'an'ı dinlerken secde âyeti geçse ve dinleyen kişi bunun secde âyeti olduğunu bilmiyorsa onun secde etmesini beklemek doğru olmaz. Fakat okunan Kur'an'ın meâli veriliyorsa ve dinleyen kişi üslûptan veya lafızdan secde etmenin uygun olacağını çıkarıyorsa secde etmesi gerekir. Çünkü, ya bütün mahlûkatın Allah'ı tesbih ve tâzim ettiği, iyi kullarının Allah'a secde ettikleri anlatılıyordur, ya da müşriklerin secde etmekten kaçındıkları söz konusu edilmiştir. Her iki halde de dinleyen kişinin, içinden müminlerin secde edişini tasvip, inanmayanların itaatsizliğini ise tekzip etmesi, bu duygusunun bir gösterimi ve dışa vurumu olarak da secde etmesi gerekir. Âlimlerin, secde âyetini telaffuz etmeksizin sadece gözüyle süzen kişinin secde etmesinin gerekmeyeceğini söylemeleri, gözüyle süzmenin okuma sayılıp sayılmayacağı tartışması yanında, secde âyetinin açıktan okunup ardından secde edilmesinin meydana getireceği izlenim ile de ilgilidir.
     Secde âyetini okuyan veya işiten her mükellefin secde etmesi gerekir. Tilâvet secdesi, ibadet içeriğinin ötesinde bir inanç anlamı ve bağlantısı içerdiği için, abdestsiz olan kişilerin, hatta hayızlı kadınların hemen secdeye kapanmalarının mümkün hatta gerekli olduğunu söyleyenler olmuşsa da, âlimlerin çoğunluğu tilâvet secdesi için abdest şartında ısrar etmişlerdir. Tilâvet secdesi yapmak, Hanefîler'e göre vâcip, diğer üç mezhebe göre ise sünnettir.
     Tilâvet secdesi şöyle yapılır: Başta, tilâvet secdesi yapacak kişinin abdestli, üstünün başının temiz ve avret yerlerinin de örtülü olması şarttır. Tilâvet secdesi yapmak niyetiyle abdestli olarak kıbleye dönülür ve eller kaldırılmaksızın "Allâhüekber" diyerek secdeye varılır. Üç kere "Sübhâne rabbiye'l-a`lâ" denildikten sonra yine Allâhüekber diyerek kalkılır. Bu secdede aslolan, yüzün yere konulması, yani secde edilmesidir. Secdeye giderken ve kalkarken "Allâhüekber" ve secde esnasında "Sübhâne rabbiye'l-a`lâ" denilmesi sünnettir. Aynı şekilde secdenin oturduğu yerden değil de, ayaktan yere inilerek yapılması, secde yapıp oturmak yerine ayağa kalkılması ve secdeden kalkarken "gufrâneke rabbenâ ve ileyke'l-masîr" denilmesi müstehaptır.
     Tilâvet secdesini hemen yerine getirmek mecburiyeti olmamakla birlikte, bu secdenin anlamına ve amacına uygun olan davranış, mümkünse secdenin hemen o anda yapılmasıdır. Meselâ, arabada giderken tilâvet secdesi yapması gereken kimse bunu ima ile yapabilir.
     Bir toplulukta Kur'an okunurken secde âyeti okunmuşsa, Kur'an okuyan kişinin kendisi öne geçerek tilâvet secdesini topluca yaptırması güzel olur. Bu secde yapılırken kadınlarla aynı hizada durulmuş olması problem teşkil etmez. Fakat herkes istediği gibi, bulunduğu yerde tek tek de secde yapabilir.
     Secde âyetinin namazda okunması durumunda tilâvet secdesinin nasıl yapılacağı hususunda öteden beri birçok görüş öne sürülmüş ve birtakım öneriler getirilmiştir. Genel olarak söylemek gerekirse, secde âyeti Alak sûresinde (96/19) olduğu gibi rek`atın sonuna tesadüf ediyorsa, tilâvet secdesi namaz secdeleriyle yerine getirilmiş olur; namazdan sonra ayrıca tilâvet secdesi yapılmaz. Hatta Hanefî mezhebinde, niyet etmesi durumunda, yapacağı rükûun da tilâvet secdesi yerine geçeceği kabul edilmiştir. Secde âyetini okuduktan sonra okumaya daha devam edecekse tilâvet secdesine varıp kalkması gerekir. Âlimlerin bu görüşlerine rağmen, elimizde Hz. Peygamber'in namazda tilâvet secdesi yaptığına ilişkin sağlıklı bilgi bulunmadığı gibi, namazdaki kişiden ayrıca bir de tilâvet secdesi yapmasını istemek yukarıda ortaya konulan anlam ve amaç çerçevesi içerisinde tutarlı ve gerekli değildir. Çünkü namaza durmuş olan kimse, lisân-ı hâl ile, zaten yaratıcısına karşı bir muhalefet içerisinde olmadığını, aksine bir boyun büküş ve tevazu içerisinde olduğunu göstermekte ve ayrıca namaz gereği rükû ve secde yapmaktadır. Bu bakımdan, namaz esnasında yapacağı secdelerin aynı zamanda tilâvet secdesi görevi de göreceğini söylemek daha mâkul ve namaz disiplini bakımından daha uygun gözükmektedir.
     Secde âyetlerinin hangileri olduğunu görmek için şu âyetlere bakılması ve bu âyetlerin meâllerinin okunması uygun olur:
     el-A`raf 7/206; er-Ra`d 13/15; en-Nahl 16/49; el-İsrâ 17/107; el-Meryem 19/58; el-Hac 22/18; el-Furkan 25/60; en-Neml 27/25; es-Secde 32/15; Fussılet 41/37; Sâd 38/24; en-Necm 53/62; el-İnşikak 84/21; el-Alak 96/19.

     C) ŞÜKÜR SECDESİ
     Şükür secdesi bir nimetin kazanılmasından veya bir felâket ve musibetin atlatılmasından dolayı kıbleye dönerek tekbir alıp secdeye varmak, secdede iken Allah'a hamd ve şükür ettikten sonra yine tekbir alarak ayağa kalkmaktır.
     Hz. Peygamber'in ve ashabın ileri gelenlerinden birçoğunun çeşitli sebeplerle şükür secdesi yaptıklarına dair rivayetler bulunduğu için şükür secdesi bu gibi durumlarda müstehap kabul edilmiştir. Bu bakımdan bir kimse kendisi için önemli olan bir sonuca ulaştığı ve yine kendisi için tehlikeli olan sonuçtan beri olduğu her durumda şükür secdesine kapanabilir.

Ey Yar

Ey Yar
Avuçlarıma düşmüş yağmur taneleriydin,
Gözlerim seni iyi tanır.
Alelade bir yürek değildi,
Ortaya koyduğum.
Rüzgarın ve denizin sesinde saklıydı,
Sana seslenişim.
Sen hep zahirde aradın beni.
Oysa ey yar, bilmez misin ki!
Rüzgarı hissedersin ama
Ne dokunabilir ne görebilirsin.
Suyu görür ama tutamazsın
kayıp gider avuçlarından...
Benide zahirde aradığın için
bir türlü göremeyişin bundan.
Hele hele tam içinde saklanmıştım da,
Sen içine bir türlü dönemediğin için
beni hiç görememiştin.
Hep uzaklarda sanmış ve oralarda aramıştın.
Oysa ben, sen kadar yakın ve
için kadar uzaktım..
Bir bilebilseydin...
şhda

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri & Grand Alfa Karadeniz Turu

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri  &  Grand Alfa Karadeniz Turu      5 Gün - 4 Gecelik (3 gece otel konakla...