14 Mart 2016 Pazartesi

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ Bakara Sûresi'nin 151. ve 156. Ayet'i Kerimeleri Arasının Tefsiri

TEFSİR DERSLERİ

Bakara Sûresi
151. ve 157. Ayet'i Kerimeler Arasının Tefsiri

  • Ayet
     Nitekim aranızdan size bir peygamber gönderdik: O size âyetlerimizi okuyor, sizi arıtıp temizliyor, size kitabı ve hikmeti öğretiyor; yine size daha önce bilmediklerinizi öğretiyor. ﴾151﴿
  • Tefsir
     Bu âyet, yukarıda özetle belirtilen gelişmenin temelinde bilgi ve ahlâkî arınmanın bulunduğuna işaret etmesi bakımından oldukça önemlidir. Kuşkusuz Hz. Muhammed’i peygamber olarak göndermesi, Allah’ın insanlara verdiği nimetlerin başta gelenlerindendir. Bu âyette, Allah’ın rahmet ve inâyetini hak etmenin yolları da gösterilmiş bulunmaktadır. Buna göre Hz. Peygamber’in risâletini tanıdıktan sonra, onun tebliğ ettiği âyetlerden ilham alarak ruhumuzu arındırıp ahlâkımızı güzelleştirirsek, Hz. Peygamber’in öğrettiği şekilde kitabı yani Kur’an’ı ve hikmeti özümseyip kavrar, bilmeyip de öğrenmemiz gereken daha başka şeyleri de öğrenerek ilim ve irfanda gelişirsek Allah’ın nimetlerine liyakat kazanmış oluruz.
     İslâm’dan önceki döneme Câhiliye denmesinin sebebi, bu dönem insanlarının hem zihnen hem de ahlâkî bakımdan geri olmalarıydı. Onları bu gerilikten kurtaran da Hz. Peygamber olmuştur. Zira o, insanlara bir yandan kitabı, bir yandan da “hikmet”i yani dini ve dinî konularla ilgili en doğru bilgileri ve genellikle sünnet diye ifade edilen en güzel davranış biçimlerini öğrettiği gibi, bilmedikleri daha başka konularda da insanları aydınlattı ya da aydınlanmanın yollarını açtı. Böylece müslümanlar, bilgi ve erdemlerle donanmış olarak başarıdan başarıya koştular. Hz. Peygamber’in açtığı bu aydınlık yolda ilerleyerek sonraki yüzyıllarda dinî ve dünyevî ilimlerde ve bunların uygulamaya geçirilmesinde insanlığa örnek ve önder olacak bir konuma yükseldiler. Müslümanların gerileyişi de “kitap ve hikmet”i ihmal etmeleriyle başladı (hikmet hakkında bilgi için bk. Bakara 2/269).
  • Ayet
     Artık siz beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, bana nankörlük
etmeyin! ﴾152﴿
  • Tefsir
     Allah’ı anmak (zikir) hem kalple hem dille hem de eylemle olur. Kalple zikir, insanın her türlü tutum ve davranışında Allah’ı hatırlamasıyla; dille zikir, Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını, tesbih ve dua cümlelerini dilde tekrar etmekle; eylemle zikir ise Allah’ın iradesine uygun yaşamakla olur. Özellikle tasavvufta zikrin her üç çeşidine de önem verilmiş, bilhassa dille zikir için çeşitli usuller geliştirilmiştir. Ancak insanın işini gücünü yaparken, normal hayatını yaşarken kalple zikir halinde olması yani Allah’ı düşünüp O’nun hoşnutluğunu gözetmesi, kezâ amelleriyle zikir halinde olması yani Allah’ın buyruk ve yasaklarına titizlikle uyması en önemli, değerli ve yararlı zikirdir.
     “Müslümanın, verdiği her türlü nimetlerden ve imkânlardan dolayı Allah’a minnettarlık duyması, bunu sözleri ve amelleriyle göstermesi” anlamına gelen şükür de genel olarak İslâm ahlâkında, özellikle de tasavvufta kulun Allah’a karşı edep ve saygısını dile getiren önemli kavramlardandır. Zikir gibi şükür görevi de hem dille hem de eylemlerle yerine getirilir. Yaygın tanıma göre her nimetin şükrü, o nimetten insanlara ihsan ve ikramda bulunmak, daha genel olarak o nimeti Allah’ın uygun bulup hoşnut olduğu şekilde kazanıp harcamak ve kullanmakla eda edilmiş olur. Bunca nimetleri veren Allah olduğuna göre, insanın görevi de daima diliyle, gönül ve eylemleriyle O’nu anıp nimetlerine şükretmek, nankörlükten sakınmaktır. İnsan, her türlü eyleminde Allah’ı hatırlar, işlerini O’nun koyduğu hükümlere ve genel olarak O’nun rızâsına uygun düşüp düşmeyeceği ölçüsüne göre yaparsa Allah da insanı anacak, yani dünyada hak ettiği şekilde ona yardım edecek, âhirette de derecesini yükseltecektir.
  • Ayet
     Ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım dileyin. Şüphesiz Allah sabredenlerin yanındadır. ﴾153﴿
  • Tefsir
     Sabır teriminin anlamı ve önemiyle sabır ve namazın insanı dirençli kılmadaki etkileri üzerinde daha önce durulmuştu (bk. Bakara 2/45). Orada bu buyruğun muhatabı İsrâiloğulları idi; bu yüzden de “Şüphesiz bunlar (sabır ve namaz), Allah’a huşû ile boyun eğenlerden başkasına ağır gelir” buyuruluyordu. Halbuki burada muhatap müslümanlar olduğu için böyle bir ağırlıktan söz edilmediği gibi âyetin sonunda müslümanların sabırlı ve metanetli olduğuna işaret edilmektedir. Âyette hangi konuda sabırlı olmak gerektiği belirtilmemiştir. Bu sebeple ibadetleri yerine getirmek, haramlardan kaçınmak, her türlü düşmanca hareketlere karşı direnmek, musibet ve acılara katlanmak gibi dayanıklılığı gerektiren her durumda sabretmek bu buyruğun kapsamına girer. Bunun yanında, kıble değişikliğinden sonra vuku bulan olaylar dikkate alındığında, burada özellikle İslâm’ın varlığına son verme kararında olan düşmanlara karşı verilecek mücadelelerde sabır ve metanet göstermenin kastedildiği de anlaşılmaktadır.

     Nitekim kıble değişikliğinden yaklaşık iki ay sonra Bedir Gazvesi vuku bulmuş, sonraki dönemlerde de müşriklere ve diğer gayri müslim unsurlara karşı silâhlı mücadeleler devam etmiştir. 153 ve devamındaki âyetler bir bakıma, müslümanları böyle bir sıkıntılı döneme hazırlıyor; bu dönemlerde sabır ve sebat göstererek, Allah’ın divanına durup namaz kılarak O’ndan yardım dilemelerini istiyor; Allah’ın sabredenlerin yanında olduğu müjdesini veriyor. Sabır, insanın bir amaç için ortaya koyduğu özverinin, kararlılığın, güçlü azim ve iradenin ürünüdür; dolayısıyla sabır, insanın kendi benliğiyle ilgili tavrıdır. Namaz ise onun bedeni, dili ve kalbiyle kısaca bütün varlığıyla Allah’a yönelmesi halidir; şu halde namaz da müminin Allah ile ilgili tutumudur. Böylece sabırla benliğini güçlendiren, namazla da Allah ile birliktelik kuran insan, başarının psikolojik şartlarını tamamlamış olur.
  • Ayet
     Allah yolunda öldürülenler için "ölüler" demeyin. Hayır, onlar diridirler, fakat siz bilemezsiniz. ﴾154﴿
  • Tefsir
     Allah yolunda ölmek yani şehid olmak sıradan bir ölüm gibi değildir. Bu sebeple şehidlere “ölüler” demek, yani onların ölüp yok olduklarını düşünmek yanlıştır; aksine onlar diridirler; fakat insanlar bunu fark edemez, onların canlı olduğunu hissedemezler.
     Taberî âyeti şöyle yorumluyor:
     “Çünkü ölü, hayatı bitmiş, duyuları yok olmuş insandır; bu sebeple de hiçbir şekilde hiçbir şeyden lezzet alamaz, hiçbir nimeti algılayamaz. Halbuki sizden veya diğer kullarımdan biri benim yolumda katledilmişse böyleleri benim nezdimde diridirler; onlar, bol nimetler, geniş rızıklar içinde mutlu bir hayat yaşamaktadırlar...” (II, 38).
     Fahreddin erRâzî’nin tefsiri de şöyledir:
     “Sabır gösterip namaz kılarak dinimi yaşatma konusunda benden yardım isteyin. Bu hususta düşmanlarıma karşı mallarınızla, bedenlerinizle savaşmanız gerekir de bunu yaparken canlarınız telef olursa zannetmeyin ki kendinizi zayi ettiniz! Aksine iyi bilin ki ölenleriniz benim nezdimde diridirler” (IV, 145).
     Bazı Mu‘tezile bilginleri buradaki ölüm kelimesini “yoldan sapma”, diriliği de “doğru yolda olma” anlamında yorumlayarak âyeti, “Allah yolunda can verenlerin yoldan sapmış, yanlış yolda ölmüş kimseler olduğunu düşünmeyin; onlar doğru yolda ölmüşlerdir” şeklinde açıklamışlardır. Aynı şekilde âyetin şehidler hakkında “ölüler” diyerek uluorta konuşmanın doğru olmadığını, onlardan saygıyla söz edilmesi gerektiğini belirten mecazi bir anlam taşıdığı da ileri sürülmüştür. Fakat gerek Râzî gerekse –onun da işaret ettiği gibi– müfessirlerin çoğu bu âyeti, ruhun ölümsüzlüğü inancıyla açıklamışlardır. Buna göre esasen ölüm olayı, ruhun bedenden ayrılmasından ibaret olup ölen ruh değil bedendir. Ölümle ruh bedeni terkeder, beden canlılık fonksiyonunu tamamen kaybeder ve zamanla çürür gider (her canlının ölümü tadacağı ve bunun ne anlama geldiği hususunda bk. Âl-i İmrân 3/185); ruh ise varlığını sürdürür. Ölümden sonra iyilerin ruhları âhiretteki güzel makamlarını görerek onunla mutlu olurlar; kötülerin ruhları da cehennemdeki yerlerini görerek bundan elem duyarlar. Şehidler ise, yalnız yüksek makamlarını görmekle kalmayıp cennet nimetlerinden de faydalandırılırlar (Taberî, II, 39-40; İbn Atıyye, I, 227; Râzî, IV, 145-146; genişbilgi için bk. Ateş, I, 264-269).
  • Ayet
     Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele! ﴾155﴿
     Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, "Doğrusu biz Allah’a aidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz" derler. ﴾156﴿

     İşte rablerinin lutufları ve rahmeti bunlar içindir ve işte doğru yola ulaşmış olanlar da bunlardır. ﴾157﴿
  • Tefsir
     Müslümanlar Mekke’den Medine’ye göç ederek müşriklerin saldırılarından kısmen kurtulmuşlardı. Bununla birlikte hicretin ilk yıllarında hâlâ kaygı ve korkuları vardı; yeni vatanları olan Medine de putperestlerin tehdidi altındaydı. Nitekim kısa zaman sonra çatışmalar başladı. Bu arada müslümanlar ağır maddî sıkıntı çekiyorlardı; hicret edenler mallarını geride bırakmışlardı; çatışmalarda da mal ve can kaybına uğruyorlardı. İmkânlarını kardeşçe paylaşmalarına rağmen –Peygamber ailesi de dahil olmak üzere– çok zaman günlerce karınlarını doyuramıyorlardı.
     Âyette özellikle Medine döneminin ilk yıllarındaki bu sıkıntılara işaret edilmekle beraber, genel anlamda Allah’ın insanları bu tür sıkıntılarla imtihan etmesi her zaman mümkün olduğundan, âyetin anlamı ve amacı da mutlak ve geneldir. Buna göre Allah müslümanları o zaman denemiştir, dilediği her zaman da dener. Allah’a dayanıp sıkıntıları altında ezilmeyenler hem dinî hem de dünyevî bakımdan hep kazanmışlardır; bu Allah’ın yasasıdır. Onun için 155. âyetin sonunda “Sabredenleri müjdele” buyurularak yeniden sabra vurgu yapılmış; 156. âyette bu sabrın imanla ve teslimiyetle bütünleşmiş bir sabır olduğu özellikle belirtilmiştir.
     Bu âyetler bir yandan Hz. Peygamber’le ona inanan ilk müslümanların sahip oldukları kesin imanla yüksek ahlâkı ve üstün moral gücünü yansıtmakta; bir yandan da örnek müslümanın karakteristik yapısını tanımlamaktadır. Bu yapının temel taşı Allah’a sarsılmaz iman, güven ve teslimiyettir; sadece Allah’a ait olduğumuzun ve en sonunda O’na döneceğimizin bilinci içinde, başarı ve kurtuluşu da yalnız Allah’tan beklemek, bu imanın bir ürünü olarak Allah karşısında her zaman ümitli ve iyimser olmak, düşmanlar karşısında da onurlu ve kişilikli olmaktır. Meâlinde “lutuflar” şeklinde çevirdiğimiz 157. âyetteki salavât kelimesi salâtın çoğuludur.
     Tefsirlerde salât çoğunlukla “mağfiret” (bağış) kelimesiyle açıklanmıştır. Fahreddin er-Râzî ise bu âyetteki salât ve rahmet kelimelerini şöyle açıklar: “Salât Allah’tan olunca senâ, medih (övgü) ve yüceltme anlamına gelir; rahmet ise Allah’ın verdiği ve vereceği nimetlerdir” (IV, 155).
     Buna göre âyet, Hz. Peygamber ve müslümanların yaptığı gibi hayatın türlü zorluklarına karşı koyan; özellikle inançlarını, vatanlarını ve diğer yüksek değerlerini koruma uğruna karşılaştıkları sıkıntılara sabır ve metanetle direnen; Allah’a olan inançlarını, güven ve teslimiyetlerini, iyimserliklerini, sabır ve metanetlerini her zaman koruyan yüksek karakterli müminler için, daha yücesi düşünülemeyecek güzellikte bir iltifattır. Çünkü burada müminlere övgülerde bulunup onların hidayette olduklarını bildiren bizzat Allah’tır. Bir mümin için bundan daha büyük bir lutuf ve şeref düşünülemez.
Not: Bu sayfadaki notlar  sisteminden, Kur'an Yolu Tefsiri adlı eserden alınmaktadır...

8 Mart 2016 Salı

KELİMELER ~ KAVRAMLAR ♥ ✿ܓ ♥ VADE FARKI

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
VADE FARKI

     Bir malın, peşin satılması halindeki fiyatı ile vadeli satılması halindeki fiyatı arasındaki fark. Peşin fiyatı üç milyon lira olan bir mal, altı ay vade ile beş milyona satılırsa, aradaki iki milyon lirası vade farkıdır.
     Vade farkı ile yapılan bir satışın caiz olup olmayışı mütedeyyin esnafı hayli tedirgin etmektedir. Kimileri böyle bir uygulamanın faiz olacağı endişesi ile, ya bu tür muamelelere girmekten kaçınmakta, ya da ticari zorunluluktan dolayı girse bile huzursuz olmaktadır. Her ne kadar bu mesele enflasyonun sebep olduğu günümüze has bir problem gibi görünüyorsa da, çok eskiden el-e alınmış ve hakkında görüşler beyan edilmiştir. Konu büyük Hanefi fakihi Serahsî'nin mütalaları ışığında ele alınacaktır. Bilindiği gibi Allah (c.c) faizi haram, alış verişi helal kılmıştır (bkz. Bakara, 2/175).

     Alış veriş, kâr gayesi güden bir muameledir. Kâr da, kişinin sattığı bir malı, aldığından daha pahalıya satmasıdır. Bu, fiyatların sabit olduğu bir ortamda görünür rakamlarla olabilir. Fakat fiyatların devamlı değiştiği bir piyasada sattığı malın parasını aldığı gün, aynı malı yerine koyamayacak olan bir kimse görünüşte fiyatı alış fiyatından fazla bile olsa kâr değil zarar etmiş olur. Tabii bu durumda ya ticareti bırakması veya vadeli satıştan vazgeçmesi gerekir. Gücün maddeye dayandığı günümüzde, şayet vade farkı alarak mal satmak caizse müslüman tüccarları bu tür satıştan men etmek saf dillilik hatta ahmaklık olur. Vade satışlarının yapılış şeklini iki türlü tasavvur edebiliriz:
     1- Satıcı: "Bu malın peşin fiyatı şu, vadeli fiyatı şudur" der, alıcı da bunlardan birisini tayin etmeden "tamam aldım" der. Bu tür yapılan bir satış fasittir. Çünkü fiyat belirtilmemiştir. Oysa bir satışın sahih olması için fiyatın rızaya götürmeyecek şekilde belli olması lazımdır. Ayrıca Hz. Peygamber efendimiz bir satışta iki şartı nehyetmiştir. Tekrar belirtelim ki, bu hüküm, taraflar fiyatlardan birisi üzerinde anlaşmadan ayrılmaları halindedir.
     2- Satıcı, malın peşin fiyatını ve belirli vadelere göre vade fiyatını söyler; alıcı da bu fiyatlardan birisini tercih eder ve bunun üzerinden alış verişi kesinleştirirler. Bu şekilde yapılan satış sahihtir ve dinî bir mahzuru yoktur. Bu muameleyi faiz olarak değerlendirmek mümkün değildir (Serahsî, el-Mebsut, XIII, 8). Çünkü kâr meşru olduğu gibi, her zaman aynı olmasını gerektiren bir dinî hüküm de yoktur. Bugün % 10, yarın % 25 kârla satmakta mahzur olmadığı gibi, peşin satılması halinde % 25, vadeli satılması halinde % 80 veya başka bir oran kâr konulmasında da bir mahzur yoktur. 
     Vade farkı tesbit edilirken banka faiz oranlarının veya aylık enflasyon miktarının göz önünde bulundurulması bu hükmü değiştirmez. Çünkü itibar lafızlara değil, manalaradır (Mecelle, madde: 3). Vade farkı belirlerken bu yollardan birisine tevessül eden şahsın maksadı, faiz almak değil, parasını enflasyonun aşındırmasından korumaktır. 
     Şuna da dikkat çekmemiz gerekir. Vadeli satışın cevazı konusundaki tereddüt, faiz endişesinden değil, fiyatı kesin belli etmeme ve akit esnasındaki çift şarttan kaynaklanır. Çünkü faiz, aynı cinsten olan veya aralarında alınıp satılmaları tartı veya ölçü ile olmaları bakımından birlik bulunan malların (para ile para, buğdayla buğday, arpa...) birbirleri ile alınıp satılmaları halinde söz konusudur (Merğınanî, el-Hidaye, III, 61 vd.). Oysa vadeli satışta bu durum söz konusu değildir. Çünkü satılan bir meta, borçlanılan ise paradır. Böyle olmayıp da aynı cinsten olan malların trampası söz konusu olsa ve vadeli olan için fazlalık şart koşulsa da bu faizdir, caiz olmaz.

ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
Hüseyin KAYAPINAR

7 Mart 2016 Pazartesi

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN ♥ ✿ܓ ♥ SÜNNETİ KORUMAK SÜNNETİ VE SÜNNETİN ORTAYA KOYDUĞU EDEPLERİ KORUMAK (1)

16- باب الأمر بالمحافظة على السُّنَّة وآدابِها
SÜNNETİ KORUMAK
SÜNNETİ VE SÜNNETİN ORTAYA KOYDUĞU
EDEPLERİ KORUMAK (1)

  • Âyet-i Kerimeler
قال اللَّه تعالى:{وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا}.
     1. “Peygamber size ne verirse onu alın, neyi yasaklarsa ondan da sakının.”
Haşr sûresi (59), 7

     Bu âyet-i kerîmenin baş tarafında ganimetlerden bahsedilir. Bunu dikkate alan bazı âlimler, Resûl-i Ekrem’in verdiği şeyden maksadın ganimet olduğunu söylerler. Ancak pek çok müfessir, âyetteki hükmün umûmî olduğunu, ganimetlerin de bu umûmî hükmün bir parçasını teşkil ettiğini ifade ederler. Bu durumda, âyetten Hz. Peygamber’in bütün emir ve nehiylerine uymanın farz olduğu anlaşılır. Çünkü Resûlullah’ın emrettiği ve yasakladığı şeyler, Allah’ın emredip yasakladıklarıdır. Bu durum aşağıdaki âyetlerden de açık bir şekilde anlaşılmaktadır.

قال تعالى:{وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى. إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى}.
     2. “Resûlullah, nefsinin arzû ve istekleri doğrultusunda konuşmaz. Onun söyledikleri kendisine vahyedilenlerden başka bir şey değildir.”
Necm sûresi (53), 3-4

     Kureyşliler, Resûl-i Ekrem’in üstün niteliklerini, ahlâkî güzelliklerini, faydalı işler yaptığını biliyorlardı. Bu niteliklere sahip bir peygamber, nefsinin arzu ve istekleri doğrultusunda konuşmaz, söyledikleri vahiy eseridir. Dolayısıyla bu âyetin muhtevası öncelikle Kur’ân-ı Kerîm’e yöneliktir. Çünkü o gün kâfirlerin, inkârcıların itirazı Kur’ân-ı Kerîm’e idi. Hz. Peygamber hakkında fazla söz söyleyemiyorlar, fakat onun şâir ya da cinnet getirmiş veya cinlerin ve şeytanların kendisine musallat olmuş biri, yahut kâhin olabileceğini söylemekle yetiniyorlardı.
     Bu âyetle kastedilen ikinci mâna, Hz. Peygamber’in sahih sünnetidir. Dârimî’nin Sünen’inde nakledilen bir rivayete göre, Cebrâil aleyhisselâm Resûlullah’a Kur’an’ı getirdiği gibi sünneti de getiriyordu (Dârimî, Sünen, Mukkadime 49). Bu sebeple bazı âlimler sünnetin de vahiy eseri olduğunu söylerler. Bütün mezhepler, Kur’an’dan sonra dinin ikinci kaynağı olarak sünneti kabul ederler. Hangi çeşit hadislerin delil olarak alınacağı münakaşa konusu yapılmış, bu hususta farklı görüşler ortaya atılmıştır. Ancak sünnetin dinde ikinci delil kabul edilmesinin münakaşa edilmediği bir gerçektir. Bir kaide olarak şu söylenebilir: Sünneti kabul etmeyen fertler görülmüş, ancak böyle bir hak mezhep bugüne kadar görülmemiştir.

قال تعالى:{قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ}.
     3. “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”
Âl-i İmrân sûresi (3), 31

     Yahudilerin, “Biz Allah’ın oğulları ve sevdikleriyiz”, Hristiyanların “Biz Allah’a sevgimiz sebebi ile Mesih’i mâbud tanıyoruz”, müşriklerin de, “Biz putlara sadece Allah’ı sevdiğimiz ve bizi Allah’a yaklaştırdığı için kulluk ediyoruz” demeleri üzerine bu âyet nâzil oldu. Allah Teâla kendisini sevdiğini iddia edenlere, eğer bu sözlerinde samimi iseler, Resûlullah’a uymalarını ve ona muhalefet etmemelerini emretti. Peygamber’e uymak demek onun emrettiklerini yapmak, yasakladıklarından kaçmak, her konuda onu örnek almak demektir. Bunun aksi, ben Allah’ı severim, ama O’nun emrini dinlemem, O’nun sevdiğini, O’nu sevenleri, O’nun yolunu göstermek için gönderdiklerini sevmem, onlara benzemek istemem demektir ki, bu da kendimden başkasını sevmem, tevhid yolunda yürümem demektir.
     Bu âyet nâzil olduğu zaman münafık Abdullah İbni Übey:
     “Muhammed kendine itaat ve ibadeti Allah’a itaat yerine koyuyor. Hıristiyanların İsâ’yı sevdikleri gibi, bizim de kendisini sevmemizi istiyor” dedi. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu: “De ki: Allah’a ve Peygamber’e itaat edin, eğer dönerlerse muhakkak ki, Allah kâfirleri sevmez” [Âli İmrân sûresi (3), 32].
     Allah, kendisine ibadet ve tâatin en doğru ölçüsünün, Peygamber’e uymak olduğunu bildirdi. Çünkü Allah’ın emir ve yasaklarını en iyi bilip uygulayanlar peygamberlerdir. Onlar, uyulması gereken yolu eksiksiz uyguladılar. İfrat ve tefrite düşmediler. Dinin bütün emirlerinin itidal yolu, orta yol ve ölçülü davranış olduğunun en mükemmel örneğini gösterdiler. Son peygamber Hz. Muhammed, kıyamete kadar hükmü devam edecek olan İslâm dini’nin aydınlık yolunu, Kur’an’ı her planda hayata uygulayarak çizdi. İşte Peygamberimiz’in sınırlarını çizdiği bu ferdî ve ictimâî hayat tarzı, sözleri, davranışları, başkalarının davranışlarını tasvibi ya da tasvip etmeyişi sünnet olarak adlandırıldı. O halde sünneti ve sünnetin ortaya koyduğu edebleri koruma, İslâm’ı koruma ve yaşama anlamına gelir.

قال تعالى:{لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِّمَن كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيراً}.
     4. “Sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar, Allah’ı çokça ananlar için Allah’ın peygamberinde en mükemmel örnek vardır.”
Ahzâb sûresi (33), 21

     Bu âyet-i kerîme, çok büyük bir hakikati, Peygamberimiz’in en önemli vasfını ifade eder. Hz. Peygamber, mü’minler için en mükemmel örnek ve yegâne önderdir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in örnek ve önderliği hayatın her alanını kapsayıcı niteliktedir. Hz. Peygamber bu dünyada yaşayan insanlara pratik kaideler öğretti. Kendi yaşayışı ile bu pratik kaideleri hayata geçirdi, izah etti ve tanıttı. Orduları kumanda ederek komutanlara, bizzat muharebe ederek hak, adalet, hürriyet, nâmus gibi kutsal duygular için canını feda eden askerlere, kanunlar vaz ederek ve hükümler vererek kanun yapanlara, kendisine gelen davaları hallederek hâkimlere, aile reisi olarak kocalara ve babalara mükemmel bir örnek ve önder oldu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, zâlimleri, cânileri, mütecâvizleri, haksızları cezalandırarak adalet timsali oldu. Kazandığı savaşlarda esir düşenleri affederek, kendisine karşı son derece kötü davrananlara iyi davranarak merhamet, şefkat ve âlicenaplık örneği verdi.
     Hz. Peygamber, ahlâkî yaşayışıyla, davranışlarıyla, sıkıntılara göğüs germesi, güçlüklere ve belâlara sabretmesiyle de eşsiz bir örnek sergiledi.
     Onun hayatının bütün safhaları, mü’minler için takip edilecek yegâne örnek olma özelliğini kıyamete kadar sürdürecektir. Ancak o, âyetten açıkça anlaşıldığı üzere, mü’minler, Allah’ı ve âhiret gününü uman ve Allah’ı çokça ananlar için örnektir.

قال تعالى:{ فَلاَ وَرَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّىَ يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لاَ يَجِدُواْ فِي أَنفُسِهِمْ حَرَجًا مِّمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُواْ تَسْلِيمًا}.
     5. “Hayır, Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”
Nisâ sûresi (4), 65

     Allah Teâlâ bu âyette sahâbîlere, dolayısıyle bütün müslümanlara, aralarında ihtilâfa düştükleri işlerde, içinden çıkamadıkları problemlerde Resûlullah’ın hakemliğine başvurmaları gerektiğini emreder. Onun hakemliğine başvuran müslümanlara düşen en önemli görev, verdiği hükme tam ve gönülden razı ve teslim olmaktır. Ancak bu sayede hakiki mü’min olunabilir.
     Sahâbeden sonraki müslümanlar ve dolayısıyla bizler, Peygamber’in hakemliğine nasıl başvuracağız? Allah Resulû, bir hadislerinde şöyle buyurur:
     “Size iki şey bıraktım. Onlara sımsıkı sarıldığınız sürece sapıklığa düşmezsiniz. Allah’ın Kitabı Kur’an ve Resûlü’nün sünneti” (Muvatta’, Kader 3).
     O halde problemlerimizi Kur’an ve Sünnet’in ışığında çözmek zorundayız. Bu şu demektir: Hükmü Kur’an ve Sünnet’te bulunan meseleleri bu iki kaynağa göre halledeceğiz. Şayet aradığımız konu, Kur’an ve Sünnet’te bulunmuyorsa, onu nasıl halledeceğimizi Kur’an ve Sünnet’in emir ve tavsiye ettiği doğrultuda karara bağlayacağız.
     Zübeyr İbni Avvâm, Medine dışındaki bir arazinin sulanması konusunda ensardan bir kişi ile münakaşa etmişti. Konu Hz. Peygamber’e arzedildi. Allah Resûlü’nün verdiği hüküm ensardan olan müslümanın hoşuna gitmedi, hatta Peygamber Efendimiz’i taraf tutmakla itham etti. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu (Bilgi için bk. Buhârî, Tefsîru sûre (4), 12, Müsâkât 8, Sulh 12).
     Bu âyette dikkat çeken bir kaç noktaya açıklık getirmemiz, konunun önemini ve daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Şöyle ki:
     Allah Teâlâ, gerçek mü’min olmayı birtakım şartlara bağlamıştır:
  1. Mü’minler, aralarında çıkan problemlerde, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hakemliğine başvurmak zorundadırlar. Onun hükmünü kabul etmeyen kimse, mü’min olamaz.
  2. Mü’minlerin, Resûl-i Ekrem’in verdiği hükme karşı içlerinde bir burukluk duymamaları gerekir. Bu hükme rızâ gösteren kişi, kalben değil de zâhirde razı olmuş görünebilir. Âyet, rızânın mutlaka kalben olması gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır.
  3. Mü’minler, Resûlullah Efendimiz’in verdiği hükme tam anlamıyla teslim olmalıdırlar. Hükmün hak ve doğru olduğuna kalben inanan bir kimse, bazan hakkı kabul etmemekte ayak diretir veya tereddüt eder. İşte Allah Teâlâ, iman konusunda kalbde mutlaka yakînin hasıl olmasını, bununla birlikte, zâhirde de teslimiyetin mutlaka bulunmasını açıkça beyan eder. Bu sebeble âyette hem “içlerinde bir burukluk duymamayı” hem de “tam anlamıyla teslim olmayı” ayrı ayrı zikretmişdir. Birincisi kalben teslimiyeti, ikincisi de görünürde hükmün gereğini yerine getirmeyi ifade eder.
     Bu mânasıyla âyet Resûlullah’dan gelen her sahih hadise şamildir. Sahih sünnetin bulunduğu bir konuda, sünnetteki ahkâmın dışında bir yol takip etmek câiz olmaz. Şayet bilmeyerek böyle yapılmışsa, sahih sünnet veya hadise vakıf olununca onlara dönülür. Sahâbe zamanından itibaren, bunun pek çok misali görülmüştür. Ömer ibni Hattâb, Ömer ibni Abdülaziz başta olmak üzere sahâbe, tâbiûn ve onlardan sonraki nesillerden seçkin ulemânın tavrı bu idi.
     Müctehid bir hâkimin hükmü, Kitab ve Sünnet’in nassına muhalif olduğunda, o hükmü ortadan kaldırmak ve yürürlükte kalmasına engel olmak vâcip olur. Kitab’ın ve sahih sünnetin nasları, aklî ihtimaller, nefsânî ve şeytânî yorumlarla birbiriyle çelişkili gösterilemez.
     Abdullah İbni Ömer, Resûl-i Ekrem’in:
     “Sizden izin istediklerinde kadınların camiye gitmesine engel olmayınız” buyurduğunu rivâyet etmişti. Bunun üzerine oğlu Bilâl:
     “Vallahi biz onları engelliyoruz” dedi. Babası Abdullah;
     “Ben Resûlullah şöyle buyurdu diyorum; sen, biz onları engelliyoruz diyorsun” diye oğlunu azarladı ve hatta rivâyet edildiğine göre onunla ölünceye kadar konuşmadı.
(Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II, 90;
Ali el-Kârî, el-Mirkât, I, 339)

     Nevevî, fâsık ve bid’atçılarla hayat boyunca konuşmamanın câiz olduğunu söyler. Üç günden fazla konuşmamanın yasaklanmış olması, bid’atçi ve fâsıklarla ilgili değildir.
     Katâde’nin naklettiğine göre, İbni Sîrîn, bir adama Resûlullah Efendimiz’den bir hadis rivâyet etmişti. Bunun üzerine adam: “Filan ve filan da şöyle dediler” deyince, İbni Sîrîn:
     “Ben sana Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den bahsediyorum, sen filan ve filan da şöyle dedi diyorsun, seninle ebediyen konuşmayacağım” diye karşılık verdi.

     Mâlik İbni Enes’in yanına bir adam geldi ve kendisinden bir mesele sordu. Mâlik ona: “Resûlullah şöyle şöyle buyurdu, deyince, adam: Senin görüşün ne? dedi. Bunun üzerine Mâlik, “Peygamberin emrine muhalefet edenler, fitneye ve can yakıcı azaba uğramaktan, korksunlar” [Nûr sûresi (24), 63] âyetini okudu.

     İbni Teymiye’ye göre: Allah Teâlâ’nın kendisine ve Resûlü’ne itaatı, kulları üzerine farz kıldığı, kitap, sünnet ve icmâ ile sabittir. Resûlullah Efendimiz dışında, emrettiği ve nehyettiği her konuda, bir kimseye, ümmetin itaat etmesi vâcip değildir. Ümmetin sıddîki ve en faziletlisi olan Hz. Ebû Bekr şöyle der: “Allah’a itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Şâyet Allah’a isyan edersem, bana itaat etmeniz söz konusu olamaz.” Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hariç, emrettiği ve nehyettiğinde masum olan bir tek fert yoktur. Bu sebepledir ki, bütün imamlar, Resûlullah Efendimiz dışında her insanın sözü alınır da terk de edilir demişlerdir.

     Dört büyük mezhep imamı, söyledikleri her şeyde insanların kendilerini taklid etmesini yasaklamışlardır. Vâcip olan budur. Ebû Hanîfe: Bu benim görüşümdür ve gördüğümün en iyisidir. Kim benim görüşümden daha iyisini getirirse, onu kabul ediniz, demiştir. Ebû Hanîfe’nin önde gelen talebesi Ebû Yûsuf, Medine’li büyük muhaddis Mâlik İbni Enes’le bir araya gelince, ona bazı konular hakkında kanaatini sordu. Mâlik de ona bu konudaki hadisleri okudu. O zaman Ebû Yûsuf dedi ki:
     “Kendi görüşümden vazgeçip senin söylediklerine döndüm. Şayet üstadım Ebû Hanîfe benim gördüklerimi görseydi, o da benim gibi görüşünden vazgeçip okuduğun rivâyetlere dönerdi.”

     İmam Mâlik şöyle derdi:
     “Ben bir beşerim, isabet de ederim, hatâ da edebilirim. Benim sözlerimi Kur’an ve Sünnet’e arz ediniz.”

     İmam Şâfiî:
     “Benim sözümün aksini ifade eden sahih bir hadis bulunca, benim sözümü duvara çalın. Yolunca vaz olunmuş bir hüccet gördüğüm zaman, benim sözüm odur” der.

     Demek oluyor ki, Allah ve Resûlü bir konuda hüküm vermişse, bir başka seçenek yoktur. Başka sözler ve görüşler, Resûlullah’ın hadis ve sünnetine uymazsa, onları terketmek vâcip olur.

قال تعالى:{يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَأَطِيعُواْ الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَمْرِ مِنكُمْ  فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً}. قال العلماء: معناه: إلى الكتاب والسنة.
     6. “Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah’a ve Resûlüne götürün. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.”
Nisâ sûresi (4), 59

     Bir önceki âyetin açıklamasında da belirtildiği gibi, mü’minler, herhangi bir konunun hükmü hakkında görüş ayrılığına düştüklerinde, problemin çözümü için Allah’ın kitabı Kur’an’a ve O’nun Resûlü’nün sünnetine baş vurmak zorundadırlar. Resûl-i Ekrem hayatta iken, sahâbe-i kirâm, ihtilafa düştükleri her meseleyi Peygamberimiz’e sorarlardı. Onun vefatından sonra sahâbe ve daha sonraki nesiller, meselelerini Kur’an ve Sünnet’in ışığında çözdüler.
     Mü’minler arasında problem olan konu, ister inanç ister günlük hayat ile ilgili olsun, onu Kitap ve Sünnet’e göre halletme mecburiyeti vardır. Bu Allah Teâlâ’nın emridir:“Ayrılığa düştüğünüzde herhangi bir şey hakkında hüküm vermek, Allah’a aittir” [Şûrâ sûresi (42), 10]. Kur’an ve Sünnet’e göre hükmeden, doğru ve hakkaniyetli bir hüküm vermiş olur. Problemlerini Kitap ve Sünnet’e baş vurarak halletmeyen, hükmünü o ikisine göre vermeyen kimsenin, Allah’a ve âhiret gününe iman etmiş sayılmayacağı da böylece anlaşılmış olur.
     Bu âyet, Abdullah İbni Huzâfe hakkında nazil oldu. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Abdullah’ı bir orduya kumandan tayin etti ve askerlere komutanlarını dinleyip itaât etmelerini emretti. Abdullah bazı sebeplerle askerlere kızdı ve bir ateş yakmalarını sonra da içine girmelerini emretti ve: “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem beni dinlemenizi ve bana itaat etmenizi size emretmedi mi?” dedi. Askerlerden bir kısmı bu emre uymadı, bir kısmı ise uymaya kalktı. Esasen Abdullah onların kendisine itaat edip etmeyeceklerini denemek istemişti. Sonra gelip durumu Peygamber Efendimiz’e sordular. Peygamberimizsallallahu aleyhi ve sellem :
     “Şâyet girseydiniz ondan artık çıkamazdınız. İtaat yalnızca dinin uygun gördüğü konulardadır” buyurdu (Müslim, İmâre 39-40).
     Askerler, komutanın emrine uyup uymama konusunda münakaşa etmişlerdi. İşte“Herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah ve Rasûlüne götürün”âyeti bunun üzerine nazil oldu.

قال تعالى:{ مَّنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ أَطَاعَ اللّهَ وَمَن تَوَلَّى فَمَا أَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفِيظًا}.
     7. “Kim Resûle itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onlara bekçi olarak göndermedik.”
Nisâ sûresi (4), 80

     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’nın emir ve nehiylerinin tebliğcisidir. Daha önceki âyetlerde açıklandığı gibi, o kendiliğinden bir şey söylemez. Söyledikleri Allah’ın kendisine bildirdiklerinden ibarettir. Dolayısıyla itaat ve itaatsizlik sadece Allah’a karşı söz konusudur. Resûl-i Ekrem’e itaati emreden ve ona itaati kendine itaat sayan Cenâb-ı Hak’dır.

قال تعالى:{وَإِنَّكَ لَتَهْدِي إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ. صِرَاطِ اللَّهِ الَّذِي لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ أَلَا إِلَى اللَّهِ تَصِيرُ الأمُورُ}.
8. “Şüphesiz ki sen doğru yola, Allah’ın yoluna götürüyorsun. Göklerde ve yerde bulunanların sahibi olan Allah'ın yoluna götürüyorsun. İyi bilin ki bütün işler sonunda yalnız Allah'a dönecektir.”
Şûrâ sûresi (42), 52-53
     Hz. Peygamber’in insanları vahiyle davet ettiği yol, doğru yol, sırât-ı müstakîmdir. Bu yol, Allah’ın yoludur. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem insanları İslâm’a davet etti. O halde, İslâm dininin bütün emir ve yasakları, yani Kur’an ve Sünnet, sırat-ı müstakîm dediğimiz doğru yolu oluşturur. İslâm’a gerektiği gibi inanıp, onu hayatına uygulayan kimse doğru yolda sayılır. Resûl-i Ekrem Efendimiz peygamberlikle görevlendirildiği günden, dünya hayatına veda ettiği ana kadar insanları Allah’ın yoluna davetle meşgul oldu. Bu yola davet etmenin bütün yol ve yöntemlerini ashâba, dolayısıyla ümmetine öğretti. Kendisinden sonra gelen halifeleri de, aynı yolu izledi. O halde insanlığı doğru yola davet etmenin yol ve yöntemini öncelikle öğrenmek gerekir. Bu ise İslâm’ı bilmekle olur. Kur’an ve Sünnet bilgisi ilk temeli oluşturur. Hz. Peygamber’in hayatını ayrıntılarıyla bilmek, öğrenmek dine davetin en önemli merhalelerinin başında gelir. Mademki Allah Teâlâ “Sen doğru yola, Allah’ın yoluna götürüyorsun” buyuruyor, o halde o yolu ve o yolun önder ve örneğini iyi bilip tanımak gerekir.

قال تعالى:{ فَلْيَحْذَرِ الَّذِينَ يُخَالِفُونَ عَنْ أَمْرِهِ أَن تُصِيبَهُمْ فِتْنَةٌ أَوْ يُصِيبَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ}.

     9. “Allah Resûlü’nün emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir belânın çarpmasından, yahut acı bir azabın uğramasından sakınsınlar.”
Nûr sûresi (24), 63

     Şimdiye kadar açıklamaya çalıştığımız âyetlerden, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in emrettiklerini yapmak, nehyettiklerinden sakınmak gerektiğini, onun kendiliğinden konuşmadığını, söylediklerinin vahye dayandığını, Allah’ı sevdiğini iddia edenlerin Resûlullah’a uyacaklarını, Allah Resûlü’nün mü’minlere en güzel örnek olduğunu, mü’minlerin aralarında çıkan ihtilaflı meselelerde Resûlullah’ı hakem yapmalarını, ihtilafa düştükleri konuları Allah ve Resûlü’ne götürmelerini, Resûlullah’a itaatın Allah’a itaat olduğunu, Resûlullah’ın Allah yolunda kılavuzluk ettiğini öğrendik. Bu âyet ise, bütün bu niteliklere sahip bir Resûle muhalefet edilmemesi, karşı çıkılmaması gereğini kuvvetle vurguluyor. Şâyet karşı çıkılırsa, böyle yapanlara Allah’ın dünyada bir belâ göndereceği, onları âhirette de can yakıcı bir azaba uğratacağı beyan ediliyor.
     Esasen iyi bir mü’min, peygamberine asla muhalefet edemez. Çünkü peygambere karşı gelmek, insanı imansızlığa götürür. Bu âyetteki muhalefet, bu sebeple münâfıkların davranışı olarak tefsir edilmiştir. Şâyet bir mü’min böyle davranırsa, onda nifak alâmeti var demektir.
     Allah, insana dünyada çeşit çeşit belâ ve musibetler verir. Her türlü dünya meşakkati ve sıkıntısı bir belâ, bir musibettir. İnsanların birbirlerini öldürmeleri, terör ve anarşi, zelzeleler, yangınlar, seller, insanoğlunun başına gelen ve bir çoğu beşerî tedbirlerle önlenemeyen belâ ve musibetlerdir. Bunların her birini bir günahın, bir isyanın mutlak neticesi şeklinde anlamak veya böyle bir sebebe bağlamak, isabetli bir yorum sayılmaz. Zira Allah, her isyanın ve günahın cezasını anında, kişiye ve topluma yönelik bir belâ ve musibete döndürmez. Hatta bizim inancımıza göre, Allah kullarını cezalandırmakta acele de etmez. Günahkâr kulların tövbeye yönelmesi ve bir daha günah işlememesi için onlara mühlet verir. Ancak günahta ısrar edenleri bazı musibetlerle imtihan eder. Bu imtihanda başkalarının alacağı dersler ve ibretler de bulunur. Bu belâ imtihanı, ferdi olabileceği gibi, ictimâî de olabilir. Çünkü günahkâr fertler gibi günaha dalmış toplumlar da vardır. Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerde bunların örneklerine rastlarız. İnsanlığın bilinen tarihi de buna şahitlik eder. Bütün kutsal kitaplar, dinler ve örfler günah ile musibetler arasında bir ilginin varlığından söz eder. Bazı kere musibetler mükâfatları da beraberinde getirir. Çünkü fertlerin ve toplumların ıslaha yönelmeleri, çoğu kere büyük musibetler sonrasına rastlar. “Bir musibet bin nasihatten yeğdir” atasözümüz bunu çok veciz bir şekilde ifade eder.
     Toplumun başına zâlim bir yöneticinin gelmesi de dünyalık musibetlerdendir.

قال تعالى:{ وَاذْكُرْنَ مَا يُتْلَى فِي بُيُوتِكُنَّ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ وَالْحِكْمَةِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ لَطِيفًا خَبِيرًا}. والآيات في الباب كثيرة.
10. “Evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphe yok ki Allah lütuf sahibidir ve her şeyden haberdardır.”
Ahzâb sûresi (33), 34
     Bu âyette kastedilen mânayı daha iyi anlayabilmek için, bundan önceki iki âyetin anlamını bilmemiz gerekir. O âyetlerde şöyle buyurulmaktadır:
“Ey peygamber kadınları! Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah’dan) korkarsanız, erkeklerle konuşmanızda yumuşak davranmayın ki, kalbinde hastalık bulunan kimse tamah etmesin, güzel, şüpheden uzak bir biçimde, söz söyleyin. Evlerinizde oturun, ilk Câhiliye çağı kadınlarının açılıp saçılması gibi açılıp saçılarak, kırıla döküle yürümeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden her türlü kiri gidermek, sizi tertemiz yapmak ister”
[Ahzâb sûresi (33), 32-33].
Bu emirler, Peygamberimiz’in eşlerine yönelik ise de, bunların bütün islâm kadınlarına şâmil olduğunda şüphe yoktur. Bu âyetler, erkeklerle kadınlar arasında iffetin, nezâhet ve nezâketin hâkim olması gerektiğini göstermektedir. Allah’ın âyetleri ve Resûlü’nün sünneti, aile hayatımızın nasıl olması icab ettiğini bize öğretmektedir. Peygamberimiz bunun en mükemmel uygulayıcısı olmuştur. Âyette geçen “hikmet”ten maksat, Hz. Peygamber’in sünnetidir.
Allah Teâlâ, kişilerin ve ailenin saadetinin Kur’an ve Sünnet’te olduğunu, edebin ve ahlâkın en üstününün de bu iki kaynakta bulunduğunu, peygamber ailesinin şahsında bütün müslümanlara, hatta bütün insanlığa beyan etmiştir. Özellikle peygamber ailesinin zikredilmesinin sebebi, onların evlerinin vahyin beşiği olmasından ve en mükemmel uygulamanın onların evinde yapılmasından dolayıdır.
Dikkat edilirse, burada arka arkaya sıralanan âyetler, birbirinin anlam ve muhtevasını tamamlayıcı bir nitelik arzeder. Bu durum, aynı zamanda bize bir usul, üslûp ve sistemi de öğretip kavratıyor. O da, Kur’an’ı bir bütünlük içinde ele alma, anlama ve kavrama yoludur. Bu âyetlerin her biri çeşitli yönleri ile Peygamberimiz’i bize anlatıp tanıtmaktadır.

Riyâzü's Sâlihîn

İmam Nevevi
ERKAM YAYINLARI
Çevirmen: Prof. Dr. Raşit Küçük, Prof. Dr. Mehmet Yaşar

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri & Grand Alfa Karadeniz Turu

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri  &  Grand Alfa Karadeniz Turu      5 Gün - 4 Gecelik (3 gece otel konakla...