İSLAM TARİHİ
Hendek Savaşı Öncesi
Hicret’in 5. senesi 29 Şevval / Milâdî Ocak 627Uhud Harbi’nden iki yıl sonra vuku bulan Hendek Muharebesi, İslami gelişmenin önündeki engellerin büyük ölçüde bertaraf olmasında büyük rol oynamış mühim muharebelerden biridir.
Düşman saldırısını kolayca önlemek maksadıyla Resûl-i Ekrem’in emriyle Medine etrafında hendekler kazılması sebebiyle Hendek Savaşı adını alan bu muharebenin bir diğer adı da “Ahzab”tır. Bu adı, Kureyş müşrikleriyle birlikte Yahudiler, Gatafanlar ve daha birçok Arap kabilesinin ve topluluğunun Medine üzerine yürümek için bir araya gelmiş olmalarından dolayı almıştır.
Hatırlanacağı gibi, Resûl-i Ekrem Efendimiz, Yahudi kabilelerinden biri olan Benî Nadîr’i Medine’den sürmüştü. Onlar da kuzeye giderek Hayber, Şam ve Vadi’l-Kurâ gibi mühim yerlere yerleşmişlerdi.
Bunlar, Medine’den kovulmuş olmanın acısını, gittikleri yerlerde Peygamberimiz ve İslamiyet aleyhinde menfi propaganda ve tahriklerde bulunmak, civar halkını Müslümanlar aleyhinde kışkırtmak suretiyle dindirmeye çalışıyorlardı.
Benî Nadîr Yahudilerinin kışkırtmaları, teşvikleri ve öncülük etmeleriyle meydana gelmesine sebep oldukları hadiselerden biri de, işte bu Hendek Muharebesi’dir.
“Medine üzerine topluca yürüyüp, Hz. Resûlullah ve Müslümanların vücudunu ortadan kaldırmak” menhus fikrini, bu Yahudiler ortaya attılar. Zaten, Kureyş müşrikleri de böyle bir şeyi her zaman düşünüyor ve böyle bir teşebbüse her zaman hazır bulunuyorlardı. Zira, onlar, Uhud Savaşından galip çıkmalarına rağmen, İslami gelişmeyi durduramadıklarının, Müslümanların gittikçe çoğalmasına engel olamadıklarının ve Resûl-i Ekrem Efendimizin nüfuz sahasının genişlemesine mani olamadıklarının çok iyi farkında idiler. Ticaret kervanlarına hemen hemen bütün yollar kapanmış durumdaydı. [1] İktisadi yönden kendilerini yok olmakla karşı karşıya getirecek bu duruma seyirci kalmak istemiyorlardı. Rahat hareket edebilmeleri için de, Medine’deki İslam devletinin nüfuzunu kırmak arzu ve emelini taşıyorlardı.
“Medine üzerine birlikte yürüyüp, Hz. Resûlullah’ın bayraktarlığını yaptığı iman ve İslam hareketini yerinde boğma” teklifi, daha evvel belirttiğimiz gibi, Benî Nadîr Yahudilerinin liderleri durumunda olanlardan geldi. [2]
Müşriklerin lideri Ebû Süfyan, “Siz bu işte samimi misiniz?” diye sordu.
Dessas Yahudiler, “Evet!” dediler. “Biz, Muhammed’le çarpışma hususunda sizinle anlaşalım diye geldik.”
Ebû Süfyan bundan memnun oldu: “Öyle ise hoş geldiniz, sefa geldiniz! Muhammed’e düşmanlıkta bize yardımcı olanlar, yanımızda en sevgili, en makbul kimselerdir!”
Sonra da samimiyetlerini ölçme babında şu teklifte bulundu: “Ama” dedi. “Siz bizim ilâhlarımıza tapmadıkça, size pek güvenemeyeceğiz!”
Menhus gayeleri uğrunda her türlü aşağılığı işleyen Yahudi heyeti, derhal putlar önünde secdeye vardılar.
Böylece, Medine üzerine yürüyüp, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) bayraktarlığını yaptığı iman ve İslam hareketini yerinde boğma kararında birleşip anlaştılar.
Yahudilerin Bile Bile Hakkı Gizlemeleri
Mekke’ye gelen heyet, Yahudi âlimlerinden müteşekkildi. Müşrikler, hazır ayağa gelmişken, onlardan bir hususu da öğrenmek istiyorlardı. Kendi aralarında, “Gelenler, bilgi sahipleri ve ehl-i kitaptırlar. Biz mi, yoksa Muhammed mi daha doğru yoldadır; bunu kendilerine bir soralım” diye konuştular.
Bunun üzerine Ebû Süfyan, onlara, “Ey Yahudi cemaati!” dedi. “Sizler, kendilerine ilk semâvî kitap inmiş, ilim ehli kimselersiniz. Muhammed’le anlaşamadığımız meseleyi açıklığa kavuşturunuz: Bizim yolumuz mu, onun dini mi daha hayırlıdır?”
Aleyhlerinde olan hakkı gizlemeyi meslek edinen Yahudiler, “Allah için söylenecekse siz hakka ondan daha yakınsınız!” demekte tereddüt göstermediler!
Bu sözler, haliyle müşrikleri fazlasıyla sevindirdi. Derhal bu kararlarının tahakkuku için hazırlanmaya başladılar.
Nâzil Olan Ayet
Yahudilerin müşriklere söyledikleri, gerçek dışı beyanlardı; hakkı bile bile gizliyorlardı. Bunun üzerine inen ayet-i kerimelerde meâlen şöyle buyruldu:
“Bakmadın mı, şu, kendilerine kitaptan biraz nasip verilenlere? Kendileri haça, şeytana inanıyorlar; diğer küfredenler için de, ‘Bunlar, iman edenlerden daha doğru bir yoldadır’ diyorlar.
“Bunlar, Allah’ın kendilerine lânet ettiği kimselerdir. Allah kime lânet ederse, artık ona hakikî hiçbir yardımcı bulamazsın.
“Bunlar, Allah’ın kendilerine lânet ettiği kimselerdir. Allah kime lânet ederse, artık ona hakikî hiçbir yardımcı bulamazsın.
“İşte, onlardan kimi ona (Muhammed’e) iman etti, kimi de ondan yüz çevirdi. Çılgın bir ateş olarak cehennem yeter bunlara!” [3]
Diğer Kabilelere Yapılan Davet
Benî Nadîr Yahudileri, Mekkeli müşriklerden, beraber hareket etmek üzere kesin söz aldıktan sonra, Gatafanlarla da, Hayber’in bir yıllık hurma mahsûlünü kendilerine vermek şartıyla anlaştılar. [4] Ayrıca civarda bulunan diğer Arap kabilelerine de propagandacılarını gönderdiler. Onları da Medine üzerine yürümek için ayaklandırdılar.
Bu arada, harpte başrol oynayacak olan Mekkeli müşrikler de, Arap kabilelerinden bazılarını harbe iştirak için kiraladılar. Böylece, Yahudilerin propaganda, tahrik ve teşvikleriyle Mekkeli müşriklerden, civardaki Arap kabilelerinden, Gatafanlar ve Ahabiş kabilelerinden büyük bir ordu teşkil edildi.
Her zaman olduğu gibi hedef ve gaye tekti: Medine üzerine yürüyüp, Peygamber Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmak ve Müslümanları yok etmek!
Adı geçen kabileler, bu menfur gaye ve hedef etrafında, Hz. Resûlullah’a ve İslamiyete düşmanlık derecelerine göre toplanmışlardı.
Düşman Ordusu
Kureyş müşriklerinin sayısı, Ahabiş ve onlara katılan kabilelerle birlikte dört bindi. Yahudilerin teşvik ve kışkırtmaları ile bir araya gelenlerin sayısı ise altı bindi. Böylece, düşman ordusunun sayısı on bini buluyordu. Müşrik ordusuna Ebû Süfyan b. Harb komuta etmekte idi. Orduda, üç yüz at, yüz deve vardı. [5] Bunlar dışında diğer kabilelerden meydana gelen altı bin kişilik kalabalığın at ve deve sayısı kesin bilinmemektedir. Bütün küfür birlikleri birleşince, komuta yine Ebû Süfyan’da kaldı. [6]
Peygamberimizin Haber Alması
Huzaa kabilesi, eskiden beri Resûl-i Ekrem Efendimizle dost geçinen bir kabile idi. Bu dostluğun başlangıcını Abdülmuttalib’le olan anlaşma ve ittifakları teşkil ediyordu.
İşte, Kureyş müşriklerinin ciddi bir hazırlık içinde bulundukları hakkındaki raporu, bu kabileden bir süvari, normal olarak on iki günde alınan yolu fevkalâde bir süratle tam dört günde katederek Medine’ye, Peygamber Efendimize ulaştırdı.
Medine’de Hazırlık
Haberi alan Peygamber Efendimiz, vakit geçirmeden derhal ashab-ı kiramı toplayarak kendileriyle istişare etti.
Resûl-i Ekrem, “Medine dışında düşmanla çarpışalım mı? Yoksa Medine’de kalarak müdafaa savaşı mı yapalım?” diye sordu.
Görüşmeye sunulan bu teklifle ilgili muhtelif fikirler serdedildi. Bu arada Selmân-ı Fârisî, “Yâ Resûlallah! Biz, Fars toprağında düşman süvarilerinin baskınlarından korktuğumuz zamanlarda, etrafımızı hendeklerle çevirip savunurduk” diye konuştu.
Hendek Savaşı Korkisi
Görüşmeye sunulan bu teklifle ilgili muhtelif fikirler serdedildi. Bu arada Selmân-ı Fârisî, “Yâ Resûlallah! Biz, Fars toprağında düşman süvarilerinin baskınlarından korktuğumuz zamanlarda, etrafımızı hendeklerle çevirip savunurduk” diye konuştu.
Teklif hem Hz. Resûlullah, hem sahabeler tarafından mâkul karşılandı ve ittifakla şu karar alındı:
Medine’de kalınacak ve şehrin etrafında hendekler kazılmak suretiyle düşman saldırısına karşı konulacak. Böylece, muhasarada kalmak, açık arazide vuruşmaya tercih edildi.
Peygamber Efendimizin böyle bir taktiği tercih etmesi altında, harpte az insanın öldürülmesi, az kan akıtılması gibi mühim bir gaye de yatıyordu. Aslında bu, Resûl-i Ekrem Efendimizin bütün harplerde gözden uzak tutmadığı bir prensipti.
Hendek Kazı İşine Başlanması
İttifakla şehrin dahilden müdafaasına karar verilince, hendek kazı işine Resûl-i Ekrem Efendimizin emir ve tavsiyeleri üzerine derhal başlandı. Peygamber Efendimiz, nerelerin kimler tarafından kazılacağını bizzat tayin ve tespit etti. Şehrin güneyinde oldukça sık bahçeler vardı. Düşmanın buradan geçebilme ihtimali çok zayıf idi. Geçmeyi göze alsa dahi, yayılarak değil de, birer kol halinde geçmeye mecbur olacağından durdurulması ve bozguna uğratılması için küçük bir askerî müfreze bile kâfi gelirdi. Doğu istikametinde ise, Peygamber Efendimizle anlaşma halinde bulunan Benî Kurayza ve diğer Yahudiler ikamet ediyorlardı. Bu sebeple hendek kazı işi, tamamen açık arazi olan şehrin kuzey tarafında yapılıyordu. Yapılan tespitler bunu gerektiriyordu.
Bütün Müslümanlar, hatta az çok eli iş tutabilecek çocuklar bile canla başla hendek kazı işini sürdürüyorlardı. Kazı işine bizzat Resûl-i Kibriya Efendimiz de katılıyor, bir an evvel tamamlanması için Müslümanların şevk ve gayretlerini her zaman canlı tutuyordu. Gönüllü Müslümanlar, bütün gün çalışıyorlar, geceyi geçirmek içinse evlerine dönüyorlardı. Buna karşılık Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir tepecik üzerinde kurdurduğu çadırında [7] gece gündüz kalıyordu. Hem çalışmalara bizzat katılıyor, hem de çalışanlara nezaret ediyor ve mürakabesini sürdürüyordu.
Kâinatın Efendisi, toza toprağa, sıcağa, açlığa aldırmadan yaptığı çalışmalarında, zaman zaman Müslümanların, “Yâ Resûlallah! Bizim çalışmamız yeter. Sen ne olur, çalışma da istirahat buyur” tekliflerine muhatab oluyordu. Ancak Efendimiz, “Ben de çalışarak, bu sevaba ortak olmak istiyorum” cevabını vererek gayret ve sevaba nâiliyet arzusunu dile getiriyordu.
Zaman zaman da kazı ve zembille toprak taşıma esnasında, Abdullah b. Revahâ’nın, “Allahım! Sen bize doğru yolu göstermemiş olsaydın, biz ne sadaka verebilir, ne de namaz kılabilirdik! Üzerimize yürüyen kâfirler, bizim çekindiğimiz fitne ve fesadı yapmak istedikleri ve bizimle karşılaştıkları zaman, sen kalplerimize sabır ve sekînet indir, ayaklarımıza sebat ver!” [8] meâlindeki kıt’aları terennüm ediyordu. Haliyle, bu, gönüllü mücahitlerin gayretlerini artırıyordu.
Müslümanlar bütün gün durmadan dinlenmeden kazı işine devam ediyorlardı. Resûl-i Ekrem, onların bu hallerine şefkat ve merhametle bakıyor ve “Allahım! Ahiret hayatından başka talep edilecek bâkî bir hayat yoktur. Sen, ensar ve muhacirlere mağrifet eyle!” diye dua ediyordu.
Çalışan Müslümanlar da, Hz. Resûlullah’ın bu samimi duasına, şu içli mukabelede bulunuyorlardı:
“Hayatta olduğumuz müddetçe Allah yolunda cihat etmek üzere Muhammed’e (a.s.m.) bîat etmiş kimseleriz.” [9]
Peygamberimizin Sert Kayayı Parçalaması
Kazı işi devam ediyordu. Bir ara sahabeler sert bir kayayla karşı karşıya geldiler. Onu parçalamaya uğraşırken, balyoz, kazma kürek gibi bir sürü âletleri kırıldı. Yine de onu parçalamaya muvaffak olmadılar.
Durumu; kıldan dokunmuş çadırın içinde o sırada dinlenmekte olan Resûlullah Efendimize haber verdiler. “Yâ Resûlallah! Karşımıza kazı esnasında ak bir kaya çıktı. Onu bir türlü parçalayamadık! Bu husustaki emriniz?”
Peygamber Efendimiz, Selmân-ı Fârisî’nin balyozunu aldı. “Bismillah!” diyerek kayaya bir darbe indirdi. Kayanın üçte birini yerinden kopardı ve “Allahü Ekber! Bana Şam’ın anahtarları verildi. Vallahi, ben şu anda Şam’ın kırmızı köşklerini görüyorum!” buyurdu. Sonra, yine “Bismillah!” deyip kayaya balyozla ikinci darbeyi indirdi. Kayanın üçte biri daha parçalandı. Yine “Allahü Ekber! Bana, Fars’ın anahtarları verildi! Vallahi, şu anda ben, Kisrâ’nın Medâyin şehrini ve onun beyaz köşklerini görüyorum!” buyurdu. Ondan sonra üçüncü defa yine “Bismillah!” deyip balyozla vurdu; kayanın geri kalan kısmını da yerinden kopardı. Yine “Allahü Ekber! Bana, Yemen’in anahtarları verildi! Vallahi, şu anda ben San’a’ nın kapılarını görüyorum!” buyurdu. [10]
Resûl-i Kibriya Efendimizin haber verdiği bütün fetihler, Hz. Ömer ile Hz. Osman zamanında bir bir gerçekleşti. Bunları gören Ebû Hüreyre (r.a.), Müslümanlara, “Bu fetihler, sizin için bir başlangıçtır. Vallahi, Allah, fethedeceğiniz veya kıyamete kadar fetholunacak şehirlerin hepsinin anahtarlarını önceden Muhammed’e (a.s.m.) vermiştir” derdi. [11]
Orduya Verilen Ziyafet
Hendek kazı işini bir an evvel bitirmek için durmadan dinlenmeden çalışan Müslümanlar, doğru dürüst yiyecek bir şeyler de bulamıyorlardı. Zira, o yıl Arabistan’da şiddetli bir kıtlık ve kuraklık hüküm sürüyordu; Medine de bu kıtlık çemberinin içindeydi.
Kazı işi devam ediyordu. Bir gün, Hz. Cabirb. Abdullah, evine vararak, hanımına, “Resûlullah’ı (a.s.m.) son derece acıkmış gördüm. Başkası olsaydı bu açlığa dayanamazdı. Evde yiyecek bir şey var mı?” diye sordu.
Hanımı, “Vallahi, yanımda şu oğlaktan ve şu bir sa' arpadan başka bir şey yok” dedi.
Hz. Cabiroğlağı kesti, hanımı ise arpayı el değirmeninde öğütüp un yaptı. Eti çömleğe koydular, hamuru da mayaladılar. Et çömleğini tandıra koyup pişmeye bıraktılar.
Hz. Cabirevinden ayrılacağı sırada hanımı, “Sakın, beni Resûlullah’a ve yanındakilere karşı utandırma!” diyerek, yemeklerinin azlığını nazara vermek istedi.
Hz. Cabir, Resûl-i Kibriya Efendimizin yanına vardı. “Yâ Resûlallah!” dedi. “Azıcık yemeğim var. Yanına bir veya iki kişi al da yemeğe gidelim!” Resûl-i Ekrem, “Yemeğin ne kadardır?” diye sordu. Hz. Cabir, “Bir sa’ arpadan yapılmış ekmek ve kesilmiş bir oğlak” dedi.
Bunun üzerine Efendimiz, “Hem çok, hem de güzel bir yemek!” diye buyurdu ve ilave etti: “Hanımına söyle: Ben gelinceye kadar, tandırdan et çömleği ile ekmeği çıkarmasın!” Daha sonra Hz. Cabir’in gözleri önünde, “Ey hendek halkı! Kalkınız; Câbir’in ziyafetine gideceğiz” diye seslendi. Muhacir ve ensardan orada bulunanların hepsi kalktı.
Hz. Câbir, şaşkın şaşkın evine döndü. Hanımına, “Allah senin iyiliğini versin! Resûlullah (a.s.m.), yanındakilerin hepsiyle yemeğe geliyor! ‘İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn!’ Şimdi ne yapacağız?” dedi.
Hanımı, “Resûlullah (a.s.m.), yemeğimizin ne kadar olduğunu sana sormadı mı?” dedi.
Hz. Cabir, “Evet, sormuştu. Ben de söylemiştim.”
Bunun üzerine hanımı, “Mahcup olacak sensin, ben değil!” diye konuştu ve sordu: “Onları sen mi davet ettin, yoksa Resûlullah mı?”
Hz. Cabir,“Resûlullah (a.s.m.) davet etti” diye cevap verince, hanımı, “O, senden daha iyi bilir!” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, kalabalık ashabıyla Hz. Cabir’in evine geldi. Onlara, “Birbirinizi sıkıştırmadan içeri giriniz” diye emretti.
Sahabeler, onar onar içeri girdiler.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, ete ve ekmeğe bereket duası yaptı. Sonra ev hanımına, “Bir ekmekçi kadın çağır da seninle birlikte ekmek yapsın. Çömleğinizden de kepçe kepçe al! Sakın çömleği tandırdan çıkarma!” dedi.
Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, bundan sonra, mübarek elleriyle tandırdan ekmeği çıkarıp parçaladı ve üzerine et koyarak ashabına sunmaya başladı. Davetliler yiyip doyuncaya kadar ziyafet böylece devam etti.
Hepsi yediği halde et ve ekmekten hiçbir şey eksilmiş değildi! Resûl-i Ekrem, ev hanımına, “Bu kalanı da hem kendin yersin, hem de hediye edersin. Çünkü bütün halk açlık çekiyor” buyurdu. Misafirlere karşı yüzde yüz mahcup olacağını düşünen Hz. Câbir’in, bütün bu olanlarla ilgili şehâdeti ise şöyle:
“Allah’a yemin ederim ki gelenler bin kişiydi. Hepsi de doyup kalktılar. Buna rağmen çömleğimiz hâlâ olduğu gibi kaynamakta, hamurumuzdan da olduğu gibi ekmek yapılmakta idi! Ondan biz yedik, konu komşuya da hediye ettik!” [12]
Hendek Kazı İşinin Tamamlanması
Hendek kazı işinde sahabelerin gösterdikleri üstün gayret, gerçekten sadâkatlerinin, Allah’a ve Resûlüne olan bağlılıklarının en açık bir delili idi. Çalışma sırasında ihtiyaçlarını görme durumunda kaldıklarında bile Peygamber Efendimizden müsaade almadan işlerinin başından kat’iyyen ayrılmıyorlardı. Bu durum elbette sahabeye yakışır bir fedakârlık ve feragat örneğiydi. Nitekim Cenab-ı Hak da, gönderdiği ayetlerde, onların gerçek mü’minler olduklarına ve eşsiz sadâkatlerine şehâdet ediyordu: “Gerçek mü’minler ancak o kimselerdir ki Allah’a ve Resûlüne iman etmişler ve toplu bir işte bulundukları vakit de Peygamberden izin almadıkça bırakıp gitmezler. Doğrusu (ey Resûlüm), senden izin isteyenler, Allah’a ve Resûlüne iman eden kimselerdir. Bu bakımdan bazı işleri için senden izin istediklerinde sen de onlardan dilediğin kimseye izin ver; onlar için Allah’tan mağrifet dile. Şüphe yok ki Allah, Gafûr’dur [çok bağışlayıcıdır], Rahîm’dir [merhameti boldur].” [13]
Resûl-i Ekrem’in ve Müslümanların ciddiyetle sarıldıkları bu işi, münafıklar ise hafife alıyorlardı. Oldukça gevşek davranıyorlar, canları istediği zaman da Resûl-i Ekrem’den izin alma ihtiyacı bile duymadan çekip gidiyorlardı. Zaman zaman da canlarını dişlerine takarak çalışan iman, sadâkat, feragat ve gayret timsâli sahabelerle istihza ediyorlardı; morallerini, huzurlarını bozmak için de gülüşüyorlardı.
Cenab-ı Hak, indirdiği ayet-i kerimelerde onların uygun olmayan bu hareketlerinden bahsederek şöyle buyurdu:
“Peygamberin çağrışını, aranızda birbirinizi çağırış gibi tutmayın (Davetine hemen koşun ve izinsiz ayrılmayın). İçinizden birini siper ederek çıkıp gidenleri Allah, muhakkak biliyor! Bunun için Peygamberin emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belâ inmekten yahut kendilerine acıklı bir azap isabet etmekten sakınsınlar.” [14]
Yorucu bir çalışma neticesinde, hendek kazı işi altı gün sürdü. [15] Hendek beş arşın (3.40 cm) derinliğindeydi, genişliği ise en namlı süvarilerin dahi kolay kolay atlayıp geçemeyeceği kadardı. Sadece tek bir yeri aceleye geldiğinden dar kalmıştı. Oradan atlılar geçebilirdi. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, orası hakkındaki endişesini, “Müşriklerin buradan başka bir yerden geçip gelebileceklerinden korkmuyorum!” diyerek izhar etti. Resûl-i Ekrem, çarpışma boyunca bu dar kısmı nöbet tutturup bekletecektir!
Ayrıca Peygamberimiz, hendeğin münasip kısımlarına giriş çıkış yerleri yaptırdı. Düşman gelip hendeğin önüne karargâhını kurunca, buralara nöbetçiler dikecek ve başına da Zübeyr b. Avvam Hazretlerini tayin edecektir.
İslam Ordusu
İslam ordusu üç bin kişiden ibaretti. Bu, sayı bakımından düşman ordusunun üçte biri demekti. Sadece otuz altı atlı vardı. Orduda biri muhacirlerin, diğeri ensarın olmak üzere iki sancak bulunuyordu. Muhacirlerinkini Zeyd b. Hârise, ensarınkini ise Sa’d b. Übade Hazretleri taşıyordu. [16]
Resûl-i Kibriya, karargâhını Sel dağı eteklerinde kurdu. Ordunun sırtı bu dağa geliyordu. Harbe katılmayan kadın ve çocuklar ise kale ve hisarlara yerleştirildi. Yiyecek maddeleri, kıymetli ve ehemmiyetli eşyalar da yine bu hisarlarda muhafaza altına alındı.
Peygamber Efendimiz için Sel dağı eteklerinde deriden bir çadır kuruldu. Bu çadır, bugünkü Fetih Mescidi’nin bulunduğu yerde idi.
Düşman Ordusu Karargâhı
Hendek, henüz yeni bitmişti ki ovayı düşman çadırlarının kapladığı görüldü. Düşman, karargâhını Medine’nin kuzeyinde Uhud Savaşı’nın cereyan ettiği sahada kurdu. Hendekle karşılaşmaları şaşkınlıklarına sebep oldu. O âna kadar böyle bir harp plân ve taktiği görmüş değillerdi. Haliyle bu durum, daha başından itibaren morallerini sarstı.
Hâlbuki, onlar, Medine’yi tamamen ele geçirecekleri hayal ve ümidiyle çıkıp gelmişlerdi. Eli boş dönmeyi düşünmek bile istemiyorlardı.
Mücahitler, on bin askerlik düşmanı görmekle asla korkmadılar ve tereddüt göstermediler. Kur’an-ı Azîmüşşan, onların bu halini şöyle tasvir eder: “Mü’minler, düşman birliklerini görünce, ‘Allah’ın ve Resûlünün bize vadettiği (zafer) budur. Allah ve Peygamberi doğru söylemiştir’ dediler. (Mü’minlerin düşman birlikleri görmeleri) ancak onların imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı.” [17]
Notlar:
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 225.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 225.
[3] Nisâ, 51-52, 55.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 226.
[5] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 66.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 66.
[7] İbn Sa’d ve Taberî’nin rivâyetine göre, kıldan kurulan bu çadır, bir Türk çadırı idi
Notlar:
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 225.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 225.
[3] Nisâ, 51-52, 55.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 226.
[5] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 66.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 66.
[7] İbn Sa’d ve Taberî’nin rivâyetine göre, kıldan kurulan bu çadır, bir Türk çadırı idi
(İbn Sa’d, Tabakat, c. 4, s. 83; Taberî, Tarih, c. 3, s. 45).
[8] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 70-71; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4. s. 282.
[9] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 70.
[10] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 303.
[11] Taberî, Tarih, c. 3, s. 46.
[12] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 229; Buharî, Sahih, c. 5, s. 46-47;
[8] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 70-71; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4. s. 282.
[9] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 70.
[10] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 303.
[11] Taberî, Tarih, c. 3, s. 46.
[12] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 229; Buharî, Sahih, c. 5, s. 46-47;
Müslim, Sahih, c. 3, s. 1611; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 188.
[13] Nur, 62.
[14] Nur, 63.
[15] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 67.
[16] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 67.
[17] Ahzab, 22.
[13] Nur, 62.
[14] Nur, 63.
[15] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 67.
[16] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 67.
[17] Ahzab, 22.
1 yorum:
İnsan peygamberimizin hallerini okudukça imanı artıyor ve tazeleniyor
Yorum Gönder