6 Kasım 2021 Cumartesi

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ✿ Âl-i İmrân Suresi 81., 82. ve 83. Ayet-i Kerimelerin Meal ve Tefsiri

Âl-i İmrân Suresi
81. ve 82. Ayet-i Kerimelerin
Meal ve Tefsirleri

  • Âl-i İmrân Suresi 81. Ayet-i Kerimenin Meali:
     "Allah peygamberlerden, “Ben size kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekini tasdik eden bir elçi size geldiğinde ona mutlaka inanacak ve yardım edeceksiniz” diyerek söz almış, “Kabul ettiniz mi ve bu ahdimi üstlendiniz mi?” dediğinde “Kabul ettik” cevabını vermişler; bunun üzerine “O halde şahit olunuz, ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim” buyurmuştu.
  • Âl-i İmrân Suresi 81. Ayet-i Kerimenin Tefsiri:
     Bu ve devamındaki âyetlerde, Allah tarafından görevlendirilen bütün peygamberlerin, bildirimlerinin bütünlüğü ilkesi hatırlatılmakta, her peygamberin kendinden önceki ilâhî bildirimlerin doğruluğunu beyan etmesi, önceki peygamberlerin tâbilerinin de onun getirdiklerine inanıp onu desteklemesi suretiyle karşılıklı bir tanıklık sisteminin öngörüldüğü belirtilmektedir. Böylece, Ehl-i kitabın hem kendi içlerinde tutarlı olabilmeleri, hem de “ilâhî dinler”e ve “Allah inancı”na karşı tavır ortaya koyan kesimlere yapılacak çağrının başarılı olabilmesi için 64. âyette yer alan diyalog çağrısına olumlu karşılık vermelerinin kaçınılmazlığına dikkat çekilmiş olmaktadır.
     “Allah peygamberlerden… söz (mîsâk) almıştı” ifadesi şu şekillerde açıklanmıştır: a) Âyet, peygamberlerden daha sonra gelen elçiye (resul) iman edeceklerine ve onu destekleyeceklerine dair söz alındığını belirtmektedir, şu halde burada söz verenler peygamberlerdir. Bu yorumu benimseyenlerin bir kısmına göre alınan söz genel olarak peygamberlerin birbirlerini onaylayacakları hakkındadır; diğer bir kısmına göre ise Hz. Muhammed’in geleceğini müjdeleyeceklerine dairdir. b) Kur’ân-ı Kerîm’in üslûbu ve “mîsâk”la ilgili âyetler dikkatle incelendiğinde görülür ki, burada kastedilen bizzat peygamberlerden söz alınması değil, onların kendi ümmetlerinden Hz. Muhammed geldiğinde ona iman edeceklerine ve ona destek vereceklerine dair söz almış olmalarıdır (Taberî, III, 331-332; İbn Atıyye, I, 463-464; Râzî, VIII, 114-116). Bu bakış çerçevesinde kalmakla beraber söz verenlerin kapsamını daraltan iki yorum daha vardır: Burada kastedilen kendilerini peygamberlerin çocukları sayan İsrâiloğulları’ndan veya kendilerini peygamberlik verilmeye daha lâyık gören Ehl-i kitap’tan alınan mîsâktır (Zemahşerî, I, 198). Şu var ki bazı müfessirlerin, bu son yorumu Übey b. Kâ‘b ve Abdullah b. Mes‘ûd’un mushaflarındaki lafza dayandırırken yorum sınırını aşarak asıl Kur’an metninin de bu olduğunu ileri sürmeleri sahâbenin Mushaf-ı Osmânî üzerindeki icmâına aykırıdır (İbn Atıyye, I, 463-464). Oysa bu sahâbîlerin özel mushaflarında yer alan bu tür ilâveler, âyetin bir parçası değil kendileri için koydukları bir açıklama notu mahiyetindedir. Öte yandan bazı âlimler, burada kitap ve hikmetle ilgili bir cümlenin de bulunduğunu düşünmüşler ve âyete şöyle mâna vermişlerdir: “Allah peygamberlerden ‘Size verdiğim kitap ve hikmeti muhakkak insanlara tebliğ edecek, sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir elçi geldiğinde ona mutlaka inanacak ve yardım edeceksiniz’ diye söz almış…” (Râzî, VIII, 119-120).
     Aynı âyette geçen “Ben size kitap... verdikten sonra” ifadesinden hareketle müfessirler, yukarıdaki yorumlardan birincisine göre bütün peygamberlere veya ikincisine göre bütün toplumlara kitap verilip verilmediği meselesini tartışmışlardır. Bir yaklaşıma göre, bütün peygamberlere kitap “indirilmemiş” olmakla beraber hepsine kitap “verilmiş”tir; çünkü her peygamber bir kitaba göre çağrıda bulunmuş ve ona uyulmasını istemiştir. Diğer bir anlayışa göre kendisine kitap verilen peygamberlerin derecesi daha üstün olduğu için burada bütün peygamberlerden bu üstün vasıf esas alınarak söz edilmiştir (Râzî, VIII, 120).
     Kitap peygambere indirilen ve okunan vahiydir. Hikmet ise kitabın içermediği ayrıntılı hükümlerle ilgili vahiydir (Râzî, VIII, 119; “hikmet” hakkında bilgi için bk. Bakara 2/269).
     Sonraki peygamberin, özellikle Hz. Muhammed’in önceki peygamberleri onaylaması şu şekillerde gerçekleşmiş olmaktadır: a) İlâhî dinlerin öğretileri inanç ve ahlâk esasları açısından aynı çizgide olduğu için, sonraki peygamberin gelmesi öncekileri pekiştirmektedir. b) Sonraki peygamberin öğretilerinde farklılıklar bulunsa da, önceki peygamber zamanında onun bildirdiklerine göre amel etmenin doğru ve Allah’ın bundan hoşnut olduğunu belirtmesi öncekini onaylamak demektir. c) Tevrat’ta ve İncil’de Hz. Muhammed’in geleceği ve birtakım özellikleri bildirilmiş olduğundan, –başka bir onay beyanında bulunmamış bile olsa– sırf onun peygamber olarak gelişi bu kitapların Allah katından olduğuna dair başlı başına bir delil oluşturur (Râzî, VIII, 119).
     Râzî bu “mîsâk”ın hangi anlamda olduğu hususunda iki ihtimalden söz eder: a) Maksat Allah Teâlâ’nın, kendi emrine boyun eğmenin vâcip olduğunu gösteren delilleri peygamberlerin akıllarına yerleştirmesidir. Âyette geçen “resûl” kelimesi bu ihtimale delâlet eder. b) Burada kastedilen, Allah Teâlâ’nın kendi sıfatlarını önceki peygamberlerin kitaplarında açıklamış olmasıdır. “Musaddıkun li mâ maaküm” ifadesi de bu ihtimale delâlet eder (VIII, 119).
     Âyette geçen ısr kelimesi sözlükte “ağırlık, ahid, bağ” gibi anlamlara gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de “ağırlık” anlamında da kullanılmakla beraber (bk. Bakara 2/286; A‘râf 7/157), ifadenin önü ve sonu dikkate alınarak burada kelimeye ahid mânası verilmiştir.
     “Mîsâk”ın kabul edilip ahdin üstlenilmesiyle ilgili soru-cevap ifadeleri, yukarıda belirtilen iki ana ihtimale göre ya Allah Teâlâ ile peygamberleri ya da peygamberlerle ümmetleri arasında geçen konuşmalar olarak düşünülmüştür. “O halde şahit olun” cümlesi için de başlıca şu ihtimallerden söz edilmiştir:
     a) Bu ikrarı verenlerin birbirine tanıklık etmesi,
     b) meleklerin bu konuşmaya tanıklık etmesi,
     c) elest bezminde (bk. A‘râf 7/172) olduğu gibi herkesin kendi verdiği söze şahit olması,
     d) kimsenin bu mîsâkı bilmediği yönünde mazeret ileri sürememesi için bunun herkese açıklanması,
     e) verilen sözden iyice emin olunması,
     f) peygamberlerin ümmetlerinden söz almaları ihtimaline göre, onlardan buna şahitlik etmeleri istenmiş olabilir (İbn Atıyye, I, 466-467; Râzî, VIII, 120).

     Esasen yüce Allah açık veya gizli her şeyi bütün ayrıntılarıyla bildiğine göre, böyle bir tanıklık talep etmesi kuşkusuz O’nun buna olan ihtiyacıyla açıklanamaz; burada bir taraftan O’nun iradesinin eseri olan evrendeki karşılıklı tanıklık ilkesine, diğer taraftan da her türlü itham ve sorumluluğun ispat şartına bağlı olduğuna dikkat çekilmekte ve bunun üzerinde iyice düşünülmesi istenmektedir. “Ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim” cümlesi ise bu sözün bağlayıcılığına güç katmak ve bundan dönmekten sakındırmak içindir (Zemahşerî, I, 199).

  • Âl-i İmrân Suresi 82. Ayet-i Kerimenin Meali:
     "Artık bundan sonra her kim dönerse işte onlar yoldan çıkmışların ta kendileridir."

  • Âl-i İmrân Suresi 83. Ayet-i Kerimenin Meali:
     "Onlar Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar! Oysa göklerde olanlar da yerde olanlar da isteyerek veya istemeyerek hep O’na boyun eğmişlerdir ve O’na döndürüleceklerdir."
  • Âl-i İmrân Suresi 83. Ayet-i Kerimenin Tefsiri:
     “Onlar Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar?” şeklinde tercüme ettiğimiz cümleyi “Onlar Allah’ın dininden başkasını aramaktalar!” diye çevirmek de mümkündür (Râzî, VIII, 121) ve her iki durumda göklerde ve yeryüzündeki bütün varlıklar O’nun kudreti önünde teslimiyet gösterdiği halde O’nun dininden yüz çevirip başka kurtuluş yolları aramanın ne kadar yanlış ve beyhude olduğu vurgulanmış olmaktadır.

     Bu âyette geçen “Oysa göklerdekiler ve yeryüzündekiler isteyerek ya da istemeyerek hep O’na boyun eğmişlerdir” cümlesiyle ilgili belli başlı yorumlar şunlardır:
     a) Yüce Allah’ın dışındaki bütün varlıkların var olması yahut olmaması mümkündür. Bu mânada olan hiçbir varlık da O var etmeden var olamaz ve O’nun yok kılması olmadan yok olamaz. Şu halde Allah’ın dışındakilerin hepsi gerek varlık gerekse yokluk bakımından O’nun kudretine boyun eğmiş demektir ki bu, teslimiyet ve boyun eğmenin doruk noktasıdır. Yine bu cümle “vâcibü’l-vücûd” (varlığı kaçınılmaz ve başkalarının iradesinden bağımsız) yegâne varlığın Allah Teâlâ olduğunu göstermektedir.
     b) Hiç kimse O’nun iradesini aşamaz, herkes isteyerek veya istemeyerek O’nun belirlediği kader çizgisinin içinde seyretmek zorundadır: Samimi müslümanlar dinin icaplarını yerine getirirken isteyerek, doğalarının gereği hoş karşılamadıkları hastalık, fakirlik ve ölüm gibi hususlarda istemeyerek O’nun iradesine boyun eğmektedirler; inkârcılar ise her hâlükârda –O’nun kazâ ve kaderinden kaçamadıklarından– istemeyerek O’na boyun eğmiş olmaktadırlar.
     c) Müminler isteyerek, kâfirler ise Mü’min sûresinin 84. âyetinde belirtildiği üzere ölümle yüz yüze gelince kerhen teslimiyet gösterirler.
     d) Herkesin boyun eğmesinden maksat bezm-i elestte (bk. A‘râf 7/172) söz verilmesidir.
     e) Gönüllü boyun eğme özellikle göklerdekiler hakkındadır, yeryüzündekilerin ise bir kısmı isteyerek bir kısmı kerhen teslimiyet gösterirler (İbn Atıyye, I, 466-467; Râzî, VIII, 122-123; Nîsâbûrî, III, 241). Âlûsî bu konuda tasavvuf ehlinden şu yorumu aktarır: Gönüllü boyun eğme hiçbir kuşku yaşamadan teslimiyeti, kerhen boyun eğme ise bazı tereddütler yaşadıktan ve ruhî badirelerden geçtikten sonra teslim olmayı ifade eder; melekler ve yeryüzündeki seçkin kişiler birinci gruptan, diğerleri ikinci gruptandır (III, 342-343).

     Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 618-621

Hiç yorum yok:

02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...