14 Ocak 2019 Pazartesi

KELİMELER ~ KAVRAMLAR: YEMİN

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
Y E M İ N
اليمين
     Sözlükte “sağ el, sağ taraf, gerçek, ant, kuvvet, bereket” anlamlarındaki yemîn (çoğulu eymân), terim olarak bir kimsenin kararlılığını pekiştirmek ve başkalarını ikna etmek amacıyla söz ve beyanını Allah’ın adını veya bir sıfatını zikrederek kuvvetlendirmesini ifade eder. Kelimenin kök anlamından hareketle, karşılıklı söz verme durumunda tarafların sağ ellerini kullanmaları sebebiyle yeminin bu anlama geldiği zikredilir. “Vallahi şu işi yaparım”; “Vallahi şu işi yapmam”; “Vallahi borcumu ödedim” gibi ifadeler için Arapça’da yeminin yanı sıra kasem kelimesi de kullanılır. “Bölmek” anlamındaki kasm kökünden türeyen kasemin yemin anlamını kasâme kelimesinden aldığı söylenmiştir (bk. KASÂME). “İttifak ve dostluk yemini” anlamındaki hilften gelen half/halif ile kasem kelimesi yeminle eş anlamlı olsa da fıkıhta half yemin gibi yaygın bir terim haline gelmemiştir.
     Fıkıh kitaplarında ahid, mîsak, şehâdet ve azim gibi kelimelerin de yemin anlamında kullanıldığı belirtilmekle birlikte bunların örf ve niyete bağlı kullanımlar olduğu anlaşılmaktadır. Aynı şekilde adak (nezir) ifade eden sözler de niyete göre yemin anlamına gelebileceği gibi, bir kimsenin bir işi yapıp yapmama konusundaki kararlılığını boşama (talâk) ve köle âzadı (i‘tâk) gibi dinî veya hukukî sonuç doğuran bir şarta bağlamak suretiyle kuvvetlendirmesi de yemin diye nitelendirilir.
     “Senin evine girersem karım boş olsun, kölem âzat olsun, şu kadar sadaka vermek üzerime vâcip olsun” gibi ifadeler böyledir. Ancak bu tür yeminde şartın gerçekleşmesiyle şarta bağlanan şeyin kendiliğinden mi gerçekleşeceği veya niyete bakılarak yemin kefâreti mi ödeneceği hususunda farklı görüşler bulunmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde yemin kelimesi sözlük ve terim anlamlarıyla birçok yerde geçtiği gibi hilf ve kasemle aynı kökten türeyen kelimeler de çoğu yerde yemin anlamında kullanılmıştır (M. F. Abdülbâki, el-Mu'cem, “ḥlf”, “ḳsm”, “ymn” md.leri; Wensinck, el-Muʿcem, “ḥlf”, “ḳsm”, “ymn” md.leri).
     Yine Kur’an’da gerek Allah’ın zâtına gerekse yaratıklarına birçok yerde yemin edilmiştir (Kur’an’da yemin için bk. AKSÂMÜ’l-KUR’ÂN). Ancak âlimler yaratılmış şeyler üzerine yemin etmenin yalnız Allah’a mahsus olduğunu, kulların Allah’tan başka bir şey üzerine yemin etmemesi gerektiğini belirtmişlerdir.

     Yemin Lafızları.
     “Yemin edecek kişi Allah dışında hiçbir şey üzerine yemin etmesin” (Nesâî, “Eymân”, 4); “Allah dışında bir şey üzerine yemin eden kimse şirk koşmuştur” (Müsned, II, 34); “Allah atalarınızın üstüne yemin etmenizi yasaklamıştır” (Buhârî, “Eymân”, 4; ayrıca bk. Müslim, “Eymân”, 1-6; Ebû Dâvûd, “Eymân”, 3-5; Nesâî, “Eymân”, 1-12) gibi hadisler gereği yemin “vallahi, billâhi, tallahi”; “rahmâna yemin olsun ki”; “canım elinde bulunan Allah’a yemin olsun ki”; “Allah’ın kudreti üzerine yemin ederim ki” ifadeleriyle yapılır. Allah’ın kelâm sıfatından kaynaklandığı için Kur’ân-ı Kerîm üzerine yemin de geçerli sayılmış, Allah’ın isim ve sıfatlarından rab, mevlâ, melik gibi insanlar için de kullanılabilenler üzerine yemin etmenin geçerliliği ise bazı âlimlerce niyete bağlanmıştır. Fakihlerin çoğunluğu, yemin için söylenen kelimelerden ziyade örf ve niyeti esas aldığından meselâ, “Yemin ederim, şehâdet ederim, üzerime andolsun” gibi sözleri de yemin saymıştır.
     Hadislerden hareketle fakihler anne, baba, oğul, peygamber, melek, namaz, oruç, Kâbe, zemzem, mezar, minber vb. şeyler üzerine yemin etmeyi haram veya mekruh kabul etmiş, Resûl-i Ekrem ve diğer peygamberler üzerine yapılan yemin ise bazı fakihlerce geçerli görülmüştür. Hz. Peygamber’in bir muhatabının babası üzerine yemin ettiğine dair rivayet ise (Müslim, “Îmân”, 9) yasaktan önce olduğu, yemin kastının bulunmadığı gibi gerekçelerle te’vil edilir. Ayrıca talâk, i‘tâk, küfür gibi neticeler doğuran bir şarta ta‘lik yoluyla da yapılabilir.
     “Şöyle yaparsam kâfir olayım, yahudi olayım, hıristiyan olayım” gibi ifadeler Hanefîler’le Hanbelîler’in çoğunluğuna göre yemin kabul edilirken Mâlikî ve Şâfiîler’le Hanbelîler’in bir kısmına göre yemin kabul edilmez. Küfür amacı taşımadığı sürece kişi bu sözlerle dinden çıkmış sayılmasa da çoğunluğa göre günah işlemiş olur. Bazı fakihlere göre ise bu lafızlarla kasten yalan yere yemin edilmesi küfre yol açar. “İslâm’dan başka bir din üzerine kasten yalan yere yemin eden kimse o dediği gibi olur” hadisi (Buhârî, “Eymân”, 7) bu konuda delil gösterilmiştir. Bir hususu küfrü gerektirmeyen bir günaha ta‘lik etmek ise ittifakla yemin sayılmaz. Fıkıh kitaplarında hangi ifadelerin yemin kabul edileceği ve niyetin rolüyle ilgili ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır.

     Yemin Çeşitleri.
     Yeminler şekil ve sîga bakımından Allah’ın adı veya bir sıfatı kullanılarak yapılan yeminler, şarta ta‘lik yoluyla yapılan yeminler şeklinde ikiye ayrılır; muhtevaları ve geçerlilik şartları taşıyıp taşımamaları bakımından ise üç kısımdır.
     1. Yemîn-i Lağv.
     a) Yanlışlıkla veya doğru olduğu sanılarak yapılan yemin. Borcunu ödediğini zannederek, “Vallahi borcumu ödedim” diye yemin etmek böyledir.
     b) Konuşma sırasında yemin kastı olmadan yapılan yemin (Buhârî, “Eymân”, 14). “Allah lağv yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz” âyeti (el-Bakara 2/225; el-Mâide 5/89) buna delâlet eder.
     2. Yemîn-i Gamûs.
     Geçmişteki bir hadiseyle ilgili olarak kasten yalan yere yapılan yemindir; buna “yemîn-i fâcire” de denir. Gerçeğe uygun olan yemin ise “yemîn-i sâdık” diye adlandırılır. Yalan yere yemin, yemin eden kimseyi cehenneme sokacağı için “daldırmak” anlamındaki kökten gelen “gamûs” kelimesiyle tanımlanmıştır. Bu yeminin doğurduğu sonuca göre günahının ağırlığı da değişir. “Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir şey karşılığında değiştirenler var ya işte onların âhirette bir payı yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları arındırmayacaktır. Onlar için elem verici bir azap vardır” âyetiyle (Âl-i İmrân 3/77), “Bir müslümanın malıyla ilgili haksız yere yemin eden kişi Allah’a kavuştuğunda O’nun gazabıyla karşılaşır” (Buhârî, “Eymân”, 17; Müslim, “Îmân”, 218-224; ayrıca bk. Müsned, II, 361-362) meâlindeki hadis bu tür yeminin günahını ifade eder. Ancak mâsum bir kimsenin canını veya malını korumak adına yalan yere yemin etmek günah sayılmadığı gibi korunan hakkın öneminden dolayı dinen gerekli görülmüştür.
     3. Yemîn-i Mün‘akide/Ma‘kude.
     Şartlarına uygun yapılan yemindir. “Vallahi seni ziyaret edeceğim” cümlesinde olduğu gibi geniş zamanlı olarak yapılırsa “yemîn-i mutlak” (mürsel), “Vallahi bugün yemek yemeyeceğim” şeklinde bir vakitle kayıtlı olarak yapılırsa “yemîn-i muvakkat” adını alır. Bir sebepten dolayı yapılan yemin ise (yemîn-i fevr) fakihlerin çoğunluğuna göre bu sebeple anlam kazanır. Meselâ bir kimse öğle yemeğine davet edildiğinde, “Vallahi ben öğle yemeği yemem” dese genelde bu yemin o yemekle sınırlı olur ve başka bir yerde öğle yemeği yediğinde yemini bozulmaz. Bazı âlimlere göre ise burada sebebe bakılmayıp herhangi bir yerde öğle yemeği yemesiyle yemini bozulur. Muhakeme hukukunda bir ispat vasıtası olarak yemin tevcih edildiği kişilere göre ya da îlâ, liân, kasâmede olduğu gibi konusuna göre farklı adlarla anılır (bk. ÎLÂ; LİÂN).

     Çeşitli unsurlarla ağırlaştırılan yeminlere “yemîn-i mugallaza” denir. Bazı davalarda yeminin Kâbe’de, Mescid-i Harâm’da, Mescid-i Nebevî’de yahut camide namazdan sonra yapılması gibi kutsal bir yerde veya zamanda gerçekleştirilmesi, Allah’ın birçok isim ve sıfatı sayılarak, ayrıca topluluk önünde yahut tekrarlanarak ifade edilmesiyle güçlendirilmesi yoluna gidilir. Tarihte bir anlaşmaya uymayı sağlamak veya yöneticiye bağlılığı pekiştirmek üzere yapılan biat yeminlerinde ağırlaştırıcı ifadeler kullanılmıştır. İlk defa Emevîler döneminde Haccâc b. Yûsuf tarafından başlatılan, halifelere ve diğer hükümdarlara yapılan biatlara yemin eklenmesi uygulaması “biat yeminleri” diye bilinen bir yemin türü ortaya çıkarmıştır (örnekler için bk. Kalkaşendî, XIII, 211 vd.). 

     Yeminin Hükmü.
     Yemin kural olarak mubahtır, ancak gereksiz yere yemin etmek ve bunu alışkanlık haline getirmek hoş görülmemiş, sıkça yemin etmek Allah’ın adına karşı bir saygısızlık kabul edilmiştir. Yalan yere yemin ise büyük günahlardandır. Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîler’e göre yeminlerde aslolan ibâhadır, fakat gereksiz yere çok yemin etmek mekruhtur. Şâfiîler’e göre ise yemin kural olarak mekruhtur ve bir ihtiyaç olmadıkça yemin edilmemelidir (bk. el-Kalem 68/10; İbn Mâce, “Keffârât”, 5). Ayrıca Hanbelîler yeminin farklı durumlarda farklı hükümler kazanabileceğini belirterek yeminin bir mâsumun canını korumak için vâcip, husumet ve kavgayı sona erdirmek için mendup, mubah bir şeyi yapmak veya yapmamak için mubah, mekruh bir şeyi yapmak için mekruh, haram bir şeyi yapmak için haram olacağını söylemişlerdir. “Yemin malın revaç bulmasını sağlar, ancak bereketi yok eder” hadisi (Buhârî, “Büyûʿ”, 25; Müslim, “Müsâḳāt”, 131) ticarette yemin etmenin mekruh olduğunu gösterir. Yemini yerine getirmenin hükmü yemin konusunun hükmüne bağlıdır. Meselâ vâcip bir şeyi yapmak veya haramı yapmamak üzere yemin edilirse gereğini yerine getirmek vâcip, bunun aksine olan bir yemine vefa ise haramdır. Mubahı yapmak yahut yapmamak için edilen yemini ifa etmek çoğunluğa göre mubah, bazı âlimlere göre ise vâciptir. Başkasının bir şeyi yapması veya yapmaması üzerine edilen yeminin gereğinin bu kişi tarafından yerine getirilmesinin hükmü de yukarıdakine benzer; sadece yeminin konusu mubah veya mendup ise bunun yerine getirilmesi mendup sayılır.
     Hz. Peygamber’in başkasının ettiği yeminin gereğini yerine getirmeyi (ibrârü’l-kasem) tavsiye etmesi (Müslim, “Libâs”, 3) bunun delilidir. Meşrû bir konuda anlaşmak yahut verilen sözü kuvvetlendirmek, muhatabı ikna etmek amacıyla yapılan yeminlere de uymak gerekir (bk. el-Mâide 5/89; en-Nahl 16/91). Ancak yemine uyulması fert ve toplum yararına aykırı ise ve yemin edeni harama düşürecek nitelikteyse yemini bozup kefâret vermek gerekir. Meselâ borcunu ödememeye veya anne babası ile konuşmamaya yemin etmek böyledir. Nitekim bir hadiste, “Bir kimse bir şey için yemin eder, sonra da ondan daha hayırlısını görürse yeminini bozsun ve kefâret versin” buyurulmuştur (Müslim, “Eymân”, 11).
     Bir yemini yerine getirmeme (yemini bozma) halinde kefâretin gerekli olup olmaması (kefâretin hükmü) yeminlere göre farklılık gösterir. Yemîn-i lağvda kefâret gerekmez; yemîn-i mün‘akidi bozan kişiye kefâret gerekir. Yemîn-i gamûsun bağışlanması için kefâret yeterli olmayacağından çoğunluğa göre bu yeminden dolayı kefâret vermeyip tövbe etmek, bu yüzden bir kimsenin hakkı zayi olmuşsa onu telâfi edip helâllik almak gerekir; Şâfiîler’e göre ise ayrıca kefâret verilir.
     Unutma, bilmeme ve zorlamanın yeminin bozulmasına etkisi mezhepler arasında tartışmalıdır. Şâfiî ve Hanbelîler’e göre bu durumlarda yemine aykırı hareket edilmesi halinde yemin bozulur, ancak kefâret gerekmez. Hanefîler’e göre ise yemin bozulur ve kefâret gerekir. Mâlikî mezhebinde daha ayrıntılı hükümler mevcuttur. Şartlarına uygun olarak yapılan yeminin bozulması durumunda gerekli olan kefâret on fakiri doyurmak veya giydirmek yahut bir köle âzat etmektir; bunlara gücü yetmeyen kimse üç gün oruç tutar (bk. el-Mâide 5/89). Hanefî ve Hanbelîler’in bir kısmına göre birden fazla yemin için bir kefâret yeterlidir; Şâfiî ve Mâlikîler’le Hanefî ve Hanbelîler’in bir kısmına göre ise her yemin için ayrı kefâret ödenir. Bir yeminin kefâreti ödendikten sonra tekrar yemin edilir ve bozulursa onun için de ayrı kefâret ödenmesi gerektiği konusunda görüş birliği vardır (ayrıca bk. KEFÂRET).

     Yeminin Şartları.
     1. Âkıl bâliğ olmak.
     Bilerek sarhoş olan kimsenin yemini çoğunluğa göre geçerli, bazı âlimlere göre ise geçersizdir. Çocukken yemin eden kimse bulûğa erdikten sonra yeminini bozarsa ekseriyete göre kefâret vermez.
     2. Müslüman olmak.
     Hanefî ve Mâlikîler’e göre müslüman olmayan kimsenin yemini geçersizdir. Şâfiî ve Hanbelîler’e göre zimmî ve mürtedin yemini geçerlidir; ancak zimmînin malî kefâreti ödeme gücü yoksa Müslümanlığı kabul ettiği takdirde oruç tutar; mürted ise müslüman olduktan sonra kefâret öder.
     3. Yemin lafzını söylemek.
     Kişinin sadece niyet etmesi yemin sayılmaz; yemin lafızlarını da söylemesi gerekir. Dilsizin işareti çoğunluğa göre geçerli sayılır.
     4. Kasıt.
     Çoğunluğun aksine Hanefîler’e göre yanlışlıkla veya baskı altında yapılan yemin geçerlidir. Yeminin konusuyla ilgili olarak fıkıhta konunun gelecekle alâkalı ve mümkün olması şartları üzerinde durulur. Geçmişe dair bir husus hakkında yemin etmek Hanefî ve Hanbelîler’e göre kefâret gerektirmez, Mâlikî ve Şâfiîler’e göre ise gerektirir. Ta‘likî şartla yapılan yeminde konu geçmişle ilgili olabilir. İçinde su bulunmayan bardaktan su içme veya taşı altına çevirme gibi gerçekleşmesi imkânsız bir şeyi yapmaya dair edilen yeminin geçerliliği de fakihler arasında tartışmalıdır.

     Yeminin lafzıyla ilgili şartlar.
     1. Yeminin Allah’ın isim ve sıfatlarından biri zikredilerek yahut fakihlerce kabul edilen altı husustan (talâk, i‘tâk, adak, zıhâr, küfür, haram) birinin yer aldığı bir şarta bağlanarak yapılması gerekir. Bu tür yeminlerde lafızların ara vermeden bir defada söylenmesi şartı da aranır.
     2. Hangi dilde yemin ediliyorsa o dilde yemin ifade eden sözlerin veya fiil kalıplarının kullanılması şarttır. Arapça’da bunun için yemin harfleri, haber sîgası veya masdar kalıbı kullanılır; meselâ “vallahi”, “uksimu billâh” ve “kasemen billâh” denilir; emir sîgasıyla yemin söz konusu olmaz. Türkçe’de olduğu gibi diğer bir kısım dillerde dilek kipindeki bazı ifadelerle (meselâ Allah’a yemin olsun) yemin edilebilirse de, “Yemin etmek istiyorum” gibi bir cümleyle yahut dua ve beddua sözleriyle yemin olmaz.
     3. Yeminin ihtimalli bir şarta bağlanmaması, meselâ “inşallah” veya “görüşümü değiştirmezsem” gibi sözlerin kullanılmaması gerekir. “Bir konuda yemin ederken inşallah diyen kimseye kefâret gerekmez” hadisi (Tirmizî, “en-Nüẕûr ve’l-eymân”, 7) bu hükmün delilidir. Yeminde kullanılan lafızların yorumunda duruma göre sözlük anlamı, örf ve niyet önem kazanır.

     Hanefîler’e göre yeminin anlamı hakkında önce örfe, sonra dile bakılır. Hanbelîler’e göre sırasıyla şer‘î, örfî ve lugavî mânaya uyulur. Mâlikîler’in bir kısmı fiilî örfü kavlî örfe, bir kısmı şer‘î örfü lugavî örfe, diğer bir kısmı lugavî örfü şer‘î örfe göre öncelikli görür. Bazı Şâfiîler örfü dile, bazıları da dili örfe göre öncelikli saymıştır. Klasik fıkıh kitaplarında bu konuyla ilgili ayrıntılı tahliller bulunmakta, yemin konusunun kapsamını belirlemede örfün önemli bir faktör olduğu anlaşılmaktadır. Meselâ, “Bu ağaçtan yemeyeceğim”; “Evine ayağımı basmam”; “Et yemeyeceğim” cümlelerine örfte belirli bir anlam yüklenir. Buna göre ağaç denince meyvesi, et denince sığır veya koyun eti, ayak basmam denince eve girmeme mânası anlaşılıyorsa yeminin kapsamı bunlarla sınırlı kabul edilir. Bilhassa kinayeli lafızlarla yapılan yeminlerde niyet belirleyicidir. “Ettiğin yemin arkadaşının anlayacağı mâna üzerinedir” ve, “Yemin, yemin ettirenin niyetine göredir” hadisleri gereği (Müslim, “Eymân”, 20, 21) yemin lafızlarının anlamını ve içeriğini belirlemede niyet esas alınır.

     İspat Vasıtası Olarak Yemin.
     Yemin yargılama hukukundaki ispat vasıtalarından biridir. Bu anlamda yemin, davacı veya davalının bir olayın doğruluğu hakkında Allah’ın adını anarak beyanda bulunmasını ifade eder. Davacı ile davalıdan birine yemin verdirmeye “tahlîf”, yemin edene “hâlif”, yemin edilen şeye “mahlûfun aleyh”, yemin ettirmeye ve yemin istemeye “istihlâf”, yemin teklif eden hâkime “müstahlif”, tarafların karşılıklı yemin etmesine “tehâlüf” denilir. Yeminin ispat vasıtalarından biri kabul edilmesi âyetlere (el-Mâide 5/106-108), “Davasını delille ispat etmek davacıya, yemin ise davalıya düşer” gibi hadislere (Tirmizî, “Aḥkâm”, 12) ve sahâbe uygulamalarına dayanır.
     Fakihler, yeminin özellikle malî haklarla ilgili davalarda davalının hücceti olduğu konusunda görüş birliği içindedir. Kısas ve nikâh gibi malî olmayan haklarla ilgili davalarda yemin teklif edilip edilmeyeceği, hangilerinde teklif edileceği, davalının yemin etmekten kaçınması durumunda yeminin davacıya çevrilip çevrilmeyeceği, hangi durumlarda ve hangi davalarda yemin teklif edileceği konularında görüş ayrılığı vardır. Kendisine yemin teklif edilen taraf ister müslüman olsun ister olmasın Allah’ın adını zikrederek yemin eder. Bir vâkıayı ispatla mükellef olan taraf iddiasını başka delillerle ispat edemezse diğer tarafa yemin teklif edilir. Yemin kural olarak davacının talebi üzerine davalıya önerilir, çünkü yemin talebi davacının hakkıdır ve o istemedikçe hâkim yemin teklif edemez. Bununla birlikte yemin teklif ve tevcihi hâkimin yetkisindedir; yemin ancak hâkim veya yetkili memurun huzurunda muteber olur. Bu sebeple yalnız davacının talebi üzerine davalının yemin etmesi geçerli sayılmaz. Mazerete binaen hâkimin görevlendireceği memurun iki âdil şahitle birlikte yemin edecek kimseye gidip ona yemin ettirmesi de câiz görülmüştür. Hâkim, memurun sözünü bu iki âdil şahidin yemine veya yeminden nükûle şahitliğine istinaden kabul ederek buna göre hüküm verir. Yemin talebinde niyâbet geçerli olduğu halde yemin etmede geçerli değildir. Vasî, mütevelli, çocukların velisi ve dava vekilleri hasma yemin teklif edilmesini hâkimden isteyebilir, ancak kendilerine yemin teklif edilemez. Müvekkillere yemin teklif edilince onların bizzat yemin etmesi gerekir. Fakat asıl hakkında ikrarının sahih olduğu hususlarda vekile yemin teklif edilebilir. Muhtelif davaların birleştirilmesi durumunda bir mecliste hepsi için bir yemin yeterli olur. Dilsizin işaretle ikrarı muteber sayıldığı gibi yeminine ve yeminden kaçınmasına da (nükûl) itibar edilir. Davalının yeminden kaçınması durumunda Hanefîler’e göre davacıya yemin teklif edilemezse de Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelîler’e göre teklif edilebilir. Ancak bu mezheplerde hangi tür davalarda yeminin davacıya teklif edileceği tartışmalıdır. Bu yemine “yemîn-i merdûde” adı verilir. Hanefî ve Mâlikî mezheplerine göre bazı davalarda delil ikame eden davacıya hâkim tarafından re’sen yemin teklif edilebilir. Buna da “yemîn-i istizhâr, yemîn-i istibrâ, mükemmil-i hüccet” denilir. Davalıya teklif edilen yemin kabul edilip gerçekleşirse bununla iddia edilen vâkıanın mevcut olmadığı sabit olur. Davalının yemin teklifini kabul etmemesi durumunda yemin davacıya teklif edilir ve davacı yemin ederse o takdirde iddia edilen vâkıanın mevcut olduğu kabul edilir. Yemin edildiğinde fakihlerin çoğunluğuna göre husumet yeni beyyine ikame edilinceye kadar ortadan kalkar, çünkü beyyine asıl, yemin haleftir. Bazı fakihlere göre ise husumet tamamen ortadan kalkar, artık yeni deliller ileri sürülse de dava yeniden açılamaz. 

Müellif: Ertuğrul Boynukalın

TÜRKİYE DİYANET VAKFI
İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
İlgili resim

12 Ocak 2019 Cumartesi

Bana; Asr Suresini Hediye Eder Misin? ~*~ Zeynep Zuhal Kılınç

   Zeynep'in Köşesi * 1  
Zeynep Zuhal Kılınç
Bana; Asr Suresini
Hediye Eder Misin? 
     Uzaklarda arıyoruz tesellileri. Gitmekte arıyoruz çareyi. Bir okyanus aşırı ülkede bulmaya çalışıyoruz kendimizi. Bizi kendimizden uzak kılmasına rağmen, sosyal medyada arıyoruz yansımalarımızı… İnsanın ruhu bir derya. Görünen kısmından ziyade görünmeyen bir alemi var içinde.
     Yaratıcı, insanın kalbini sonsuzluğu alacak kadar geniş yaratmış. Ne kadar çok hüzün ne kadar çok mutluluk varsa, insan bulup da içine atmış. Bir zaman sonra, yüreğinde ve ruhunda yanlış sevdaların gemilerini yüzdüren insan dolup taşıvermiş ve artık bütün ümidini yitirmiş. Hayatın yükü altında beli bükülünce de bir imdat çığlığını ve acziyetin figanını haykırmış aleme. Yardım aramaya koyulup çare bulmaya çalışmış dolan kalbine. Ama nafile…
     Herkesin bir şeyle meşgul olduğu şu zamanın zamansızlığı sarınca, bereket hayatlardan çekilince ve insan kendi kendini teselli etme gücünü yitirince… Kimsenin kimseye fayda vermediği o dem gelivermiş. Bir kıyamet gününden farksız değil mi bugün yaşadığımız dünya? Hayat, manevi çöküntülerin ve buhranların dehlizinde uyanık kalma mücadelesine dönmedi mi?
     Bir göz teması kurduğun, insan dediğin, kalbindeki dert ve saadeti görmekten aciz değil mi? Annenin annelik vasfından ötelere doğru koştuğu, babanın paradan başka bir miras bırakmadığı tuhaf bir zaman değil mi?
     Uzaklardan bir dost, elinde bir bardak çay, sana doğru gelirken yüzündeki tebessümü yitirdiyse nasıl bir çağda yaşadığımızı bir düşün. Derdi dinlemekten kaçanları anladık, iyi gün dostlarının bile ufuklarda görünmediği bir çağda yaşamak ağır geliyor insana. Toplu mekânlarda herkes mutlu... Yalnız kalan insan dert küpü.

     Derdi, kederi yansıtmak ve bu dolmuşluk hissinin bir tezahürü olan ağlamak neden ayıp? Neden acizlik etiketini almış gözyaşlarımız? Oysa bizde samimi ve riyasız kalan belki sadece bir damla gözyaşıydı. Kederli olandan uzak durduğun ve kederi göz ardı ettiğin müddetçe senin semtine uğramaz mı sandın? Oysa bir mendil uzatmanın ve “Bu da geçecek inşaallah” demenin haysiyeti ve dahi iffetinin değerini ölçebilir misin? 
     Bir yüreğe dokunmanın zenginliğini ve bir ümitsize ümit ışığını göstermenin önemini anlayabilir misin? 
     Şimdi, bana bir Asr suresi hediye eder misin? “Birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler”den olup bir ümitsize ümit olur musun?
     Gözyaşını nereye akıtacağını artık bilmez olmuş ve güvenilir bir liman bulamamış mü’min kardeşine bir mendil uzatır mısın?
     Bir Asr suresini hediye eder misin? 

     Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle.
  1. Asra yemin olsun ki,
  2. İnsan mutlaka ziyandadır.
  3. Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.

11 Ocak 2019 Cuma

Rüya İle SosyoPsikoloji Köşesi //*\\ BİREYİN RUH SAĞLIĞI VE TOPLUMSAL HUZUR

Rüya İle SosyoPsikoloji Köşesi...

 Bu köşede daha önce yayınlanan sayfalar: 
besmele hareketli resimli ile ilgili görsel sonucu
BİREYİN RUH SAĞLIĞI ve
TOPLUMSAL HUZUR
ruh sağlığı ile ilgili görsel sonucu     Her insanın bedeni, her bedenin de en önemli işlevlerini gören organları var... İlk akla gelen çok önemli organımız, yönetim mekanizmalarımız; kalp ve beyin... Bir de en az kalp ve beyin kadar, hatta çok çok daha fazla fonksiyonları, görevi, işlevi, sorumlulukları olan ruhumuz..! 
     İnsanın hayat bulmasındaki, canlanmasındaki tek etken olan ruhun hasta olması, aslını yitirmesi, yoldan çıkması, asli sorumluluklarını yerine getirememesi, yani insanın ruh sağlığının bozulması; sosyopsikolojik sorunları da beraberinde getirecektir.
     Kur’ân-ı Kerim'de; ruhsal sorunlara ve o şekilde oluşan sosyal ve psikolojik dengesizliklere yer verildiğini görüyoruz. Bireyin yaşayacağı sorunlar, üzücü olaylar, ruhsal bunalımların, psikolojik rahatsızlıkların en önemli sebeplerindendir...
     “Dediler ki: ‘Vallahi sen, Yusuf’u ana ana hasta olacaksın, yahut öleceksin!” (12/Yûsuf, 85).
     Kur’ân-ı Kerim'de hastalıkların özünün, aslının yani temel sebeplerinin genellikle rûhî nedenlere dayandırıldığını görüyoruz. Bu sebeple Kur’an-ı Kerim'de ruh hekimliğinin önemi hatırlatılır. İnsanlar özellikle psiko-sosyal hastalıklardan korunmaya çalışılır. Ruhsal sorunlar genellikle sıkıntı, elem, hüzün, çatışma, taşınamayacak yükler yüklenmesi gibi nedenlerden kaynaklanır. İslam; Allah’a, kadere, âhirete imanı, tevekkül ve sabrı emreder ve sorumluluklar taşınabilir olur. Ruhsal gerilimler hafifler, sıkıntılar giderilir, bunalımlar çözülür, psikoz ve nevroz gibi hastalıkların önemli ölçüde önüne geçilir.

     Kur’an-ı Kerim'de ruhsal hastalıkları önlemeye yönelik genel esaslar:
     “De ki: ‘Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” (39/Zümer, 53)
     “Sapıklardan başka kim Rabbinin rahmetinden umut keser?” (15/Hicr, 56)
     “Ve de ki: ‘Rabbim, şeytanların dürtüklemelerinden Sana sığınırım.” (23/Mü’minûn, 97)
Ä°lgili resim     “Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu, yine O’ndan başka kaldıracak yoktur ve eğer sana bir hayır dilerse, O’nun keremini de geri çevirecek yoktur. Hayrını, kullarından dilediğine verir. O bağışlayan, merhamet edendir.” (10/Yûnus, 107
      İnsanın ruh sağlığının özünde, iç huzurunun sağlanması için adımlar atması gerekir. Bu somut adımların başında hatalarını anlamak, pişmanlık hissetmek ve doğru yola yönelmek. İnanan insanlar Allah’ı anmakla, Allah’a bağlılıklarını hissetmekle iç huzura erişirler. Yalnızlığın sağlayacağı tedirginlik ve gerginlik karşısında ancak o şekilde kendilerini koruyabilirler. Özellikle hastalar ve yaşlılar üzerinde yapılan gözlemler, bunun ne kadar gerçekleri yansıttığını ispat etmektedir. Yalnız kimselerin iman, tevbe, zikrullah, Allah'ı anma, yani teslimiyet ile erişecekleri iç huzuru sâyesinde psikolojik bir dinamizm kazandıkları görülmüştür. Ruhun dinçleşmesi, zinde, güçlü olması, bedene de müspet bir şekilde yansımaktadır. Bu gerçek, Kur’an’da şöyle anlatılır:
     “Onlar iman eden ve Allah’ı zikretmekle gönülleri huzur bulan kimselerdir. İyi bilin ki ancak Allah’ı zikretmekle gönüller huzur bulur.” (13/Ra’d, 28).
     Bu âyet-i kerimede, ancak Allah’ın zikriyle, hatırlanmasıyla, unutulmamasıyla, anılmasıyla, düşünülmesiyle, emirlerinin yerine getirilmesiyle, yani tam bir teslimiyet ile gönüllerin tatmin olup huzur bulacağı belirtiliyor.
ruh saÄŸlığı ile ilgili görsel sonucu     Allah'ın emirlerine uymak sayesinde gönüller huzur ve sevinç bulacaktır. Gönüller Allah’tan başka hangi şeye yönelip ulaşsa, hepsinin ötesi bulunduğundan hiç birinde tam bir tatmin bulamaz, hiç biri ruhunu doyuramaz. Haz ve lezzette daha yükseğe erişmek ister. Allah’ı emrettiği gibi yaşamaktan zevk almaya başlayınca, olacak her şeyin Allah'ın takdiri ile olduğunu anlar ve teslimiyet başlar. Bu sebepledir ki; iman etmeyenlerin ve gâfillerin kalpleri asla huzur bulamaz, çırpınır durur. Bu sıkıntı, bunalım ve huzursuzluklar ruh sağlığını tehdit ede durur...
     Bu sebeplerle doğacak psikolojik hastalıklara İslam'ın reçetesi;
     "İnsan, iki nimet hakkında yanılgıdadır: Sağlık ve boş vakit." (Hadis-i Şerif)
     "İki şeyin elden gitmeden değerini takdir etmek zordur: Sağlık ve gençlik." (Hz. Ali)
     "Biri bütün gece hastanın başında ağladı. Sabah olunca o öldü, hasta iyileşti." (Sâdi)
     "Hastalık, ruh ile vücut arasındaki dengenin bozulmasıdır."
     "Hastalık, hiç aldatmayan bir nasihatçi ve ikaz eden bir mürşiddir."
     "Hastalık, bazılarına önemli bir definedir, çok kıymetli bir İlâhî hediyedir."
     "Eğer hastalığın mânâsı güzel bir şey olmasa idi, Rahîm olan Yaratan, en sevdiği kullarına hastalıkları vermezdi."
     "Bir derdin dermanı, başka bir derde zehir olabilir. Bir derman, haddinden geçse, dert getirir."
     "Hastalıklar, kötü zevklerin ücretidirler."
     "Hastalık, ölümün elçileri, hizmetçisidir."
     "Hastalık seni hastalık olmayan âleme çağırır."
     "Hastalık hissedilir de, sağlık hissedilmez."
     "Kendini sağlam bilen hastanın tedâvisi olmaz."
     "Hastalık her şeyden çok, sağlığı korur."
     "Hastalık dediğin şey, atla gelir; yaya gider. Kiloyla girer; gram gram çıkar."
     "İnsan tuhaftır; binlerce hastalıktan bir-ikisine sahip, diğer yönlerden sağlıklı ise, çoğa bakarak şükredeceğine 'hastayım' der, şikâyet eder."
     "Musîbetlerden sonra, insanı terakkî ettiren ikinci faktör, hastalıklardır. İnsan, musîbetleri de, hastalıkları da Rabbinin ihsanlarından saymalı ve şükür içinde sabretmeli."
ruh saÄŸlığı ile ilgili görsel sonucu     "Hastalığın kaynağı mide, şifânın temeli perhizdir."
     "Ümitsiz bir hastaya mânevî bir teselli, bin ilâçtan daha faydalıdır."
     "Sağlıktan daha tatlı bir şey yoktur, derler. Ama hasta olmadan önce hiç de öyle düşünmezler."
     "Sağlığın değeri, hastalıkta belli olur."
     "Sağlık, bir vücut değil; bir kafa ve gönül işidir."
     "Bedenimizde görülen bazı hastalıklar, ruhlarımızda saklanan hastalıkların küçük parçalarıdır."
     "Sağlık, hiç kimsenin kesin olarak güvenemeyeceği tek nimettir."
     "Doktorlar, bedenin hastalığını iyileştirmeye çalışırlar, dâvetçi âlimler de ruhun/kalbin hastalığını." 
     "Derde sabredene dermân bulunur."
     "Dertli derdini anlatırken dertsizin uykusu gelir."
     "Kendi dertlerini unutmak isteyenler, başkalarının dertlerine yardımcı olmaya çalışmalıdır."
     "Geçmiş bir dert için yakınmak, yeni dertler edinmektir."
     "Huzurlu ve mutlu olmak istiyorsan, derdini gözünde büyütme."
     "Bir dert atlatıldıktan sonra insana bir kazanç olur."
     "Herkesin kendine göre birtakım derdi vardır; ama bu kiminde gramladır, kiminde kiloyla. Ya da kimi aynı derdi duymaz, kimi inlemeden duramaz."
     "Dünyada herkes dert çeker; Sen Allah için, O'nun yolunda dert çeken dâvâ adamı ol ki, dertler bitmeyen zevklere dönüşsün!"
     "Başkalarını kendi dertleri karşısında soğukkanlı gördük mü överiz; ama soğukkanlılığı bizim dertlerimize karşı gösterdiler mi darılır, kızarız."
Ä°lgili resim
     "Hangi dertli, içini dökmeye doymuş, usanmıştır ki..."
     "Gönülde olup da söylenmeyen dert cana benzer, ruh gibidir. Görünmezse de, eseri vücudun her tarafına yayılır."
     "Dert daima insana yol gösterir."
     "İnsanı kâmil olmaya iten derttir."
     "Derde dert ile devâ, zehire panzehir ile şifâ gerek."
     "Derdi veren dermânını da verir."
     "Derdini saklayan derman bulamaz."
     "Her derdin olur çâresi, her inleyen ölmez. Her mihnete bir âhir olur, her gâma pâyân."
     "Hepimizde başkalarının dertlerine dayanacak kadar güç vardır."
     "Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi, olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi!"
     "Rabbimiz! Bize dünyada hasene (iyilik, güzellik, sağlık, âfiyet ve hayır), âhirette de hasene ver. Bizi ateş azâbından koru." (2/Bakara, 201) diye dua edecek bir anlayış, kavrayış içinde olan insan, kendisini ve sosyal çevresini düşünür, çevresine yardım etmek, sorunlara çözüm bulmak, insnaların mutlu olmalarına vesile olmak için koşar, çabalar ve kendisi de, sosyal çevresi de huzur bulur...
     Rabbim bizleri ve sosyal çevremizi huzur bulanlardan eylesin... (Amin...)
[​IMG]

8 Ocak 2019 Salı

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER ♥ ✿ܓ ♥ MÜSLÜMANLARIN DOKUNULMAZ HAKLARI . 4

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN
27
باب تعظيم حُرمات المسلمين
 وبيان حقوقهم والشفقة عليهم ورحمتهم
MÜSLÜMANLARIN
DOKUNULMAZ HAKLARI - 4
MÜSLÜMANLARIN DOKUNULMAZ HAKLARINA
SAYGI GÖSTERMEK
HAKLARININ AÇIKLANMASI VE ONLARA KARŞI
ŞEFKAT VE MERHAMETLİ OLMA GEREĞİ

  • Hadis-i Şerifler:
240. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı beştir: Selâmı almak, hastayı ziyaret etmek, cenazeye iştirak etmek, dâvete icabet etmek, aksırana “yerhamukellah” demek.”
Buhârî, Cenâiz 2; Müslim, Selâm 4.
Ayrıca bk. İbn Mâce, Cenâiz 1
     Müslim’in bir başka rivayeti şöyledir:
     “Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı altıdır: Karşılaştığın zaman selâm ver, seni dâvet ederse git, senden nasihat isterse nasihat et, aksırınca Allah’a hamdederse yerhamukellah de, hastalandığında onu ziyaret et, öldüğü zaman cenazesinin ardından git.”
Müslim, Selâm 5

  • Açıklamalar:
     Müslümanların birbirlerine karşı yerine getirmeleri gereken bir takım hak ve vazifeleri vardır. Bu hak ve vazifeler, maddî ve mânevî alanda olabilir. Bunların yerine getirilmesi veya getirilmemesi durumunda doğacak mükâfat ve sorumluluklar da dünyevî veya uhrevî müeyyideler olarak karşımıza çıkar. Fertlerin ve toplumların eğitiminde, dünyevî müeyyideler kadar, hatta ondan daha önemli ve daha tesirli olmak üzere manevî müeyyidelerin değeri vardır. Çünkü insanlar, herhangi bir şekilde işledikleri suçları gizleyebilir ve neticede dünyalık müeyyidelerden kurtulabilirler. Fakat âhiret inancına ve işlediği her işin Allah tarafından bilindiği, karşılığının da hesap gününde verileceği itikadına sahip olan bir kimse, nerede olursa olsun kötülük yapmaz, suç işlemez. Böylece İslâm dini, müntesiplerine, dünya hayatında yaptıkları iyi veya kötü her işin karşılığını âhirette görecekleri inancını güçlü bir müeyyide olarak öğretir ve bunu kabul etmeyenin mü’min olamayacağını bildirir.
     İslâm’ın başka sistemlere üstünlüğü, inananlar için hem dünya hem âhiret sorumluluğu ve müeyyidesi getirmiş olmasıdır. Beşeri sistemler, en mükemmel kanunları yapıp, en modern tedbirleri alsalar ve en caydırıcı cezaları da koysalar, bunların hiçbiri ilâhî müeyyidenin yerini tutmaz. Tutmadığı ve tutamayacağı tarihte görüldüğü gibi günümüzde yaşanmaktadır. Dünün ve bugünün tecrübesi, yarının da farklı olmayacağının delilidir. İyi mü’minlerden oluşan bir toplumda, suçların ve suçluların oranının yok denecek kadar az olduğu yine tarihin bizler için belgeleyip gözlerimizin önüne serdiği bir gerçektir. Günümüzde de, İslâm’ı fert planında yaşayan kesimlerde suçluluk oranının hemen hemen yok derecesinde oluşu, konuyla ilgilenen herkesin ciddiyetle üzerinde durması gereken evrensel bir hakikattır.
     Hadisimizde konu edilen haklar, öncelikle toplumun mânevi dinamikleriyle ilgilidir. Çünkü bunların hiç birinin, yapılmaması halinde dünyalık bir cezası, bir müeyyidesi yoktur. Fakat İslâm toplumunun maddî dinamikleri de manevi hassasiyetleri üzerine oturur. Burada sayılanların herbiri, iyi insan, iyi müslüman olmanın, beşerî münasebetleri en üst seviyede tutmanın, kardeşliğin, dostluğun, yardımlaşmanın, sevinci ve kederi paylaşmanın, şefkat ve merhamet toplumu olmanın temel unsurlarıdır.
     Selâm, müslümanlar için âdeta bir paroladır. Karşılaştıkları zaman aralarındaki ilk söz selâmdır. “Önce selâm, sonra kelâm” atasözümüz bu prensibi ifade eder. Selâm vermek sünnet, almak ise farzdır. Allah Teâlâ “Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha iyisiyle selâm verin veya ayniyle mukabele edin” [Nisâ sûresi (4), 86] buyurur.
     Selâmın en azı, “esselamü aleyküm” demektir. Bundan daha üstünü ise “esselâmü aleyküm ve rahmetullah” dır. Daha da uzatılıp “ve berakâtüh” ilave edilebilir. Fakat “selâmün aleyküm” demek bile kâfidir.
     Kendisine selâm verilen kimse “ve aleykümüsselâm” diyerek karşılık verir. Selâm almanın en kısası budur. Verirken olduğu gibi alırken de daha artırılabilir. Bu takdirde “ve aleykümüsselam ve rahmetullah ve berakâtüh” denilir. Fakat sadece “aleykümselâm” demekle de selâma karşılık verilmiş olur. Kendisine selâm verilen tek kişi ise, selâmı alması farz-ı ayndır. Topluluğa selâm verildiğinde, içlerinden birinin veya bir kısmının selâmı alması ise farz-ı kifâyedir. Böylece diğerlerinin üzerinden farz sâkıt olur.
     Selâm, müminlerin birbirine duası ve iyilik temennisidir. “Allah’ın koruması altında olasınız” veya “Selâmet, esenlik sizin üzerinize olsun ve sizden ayrılmasın” anlamlarına gelir. Selâm konusu kitabımızın ilgili bölümünde (bk. 846-870 numaralı hadisler) etraflıca ele alınacaktır.
     Hastalık ve sağlık biz insanlar içindir. İnsanın her anı aynı değildir. Dinimiz sağlığa büyük önem verir. Fakat her şeye rağmen insan her zaman aynı sıhhat üzere olmaz, hastalanabilir. Peygamberler bile çeşitli hastalıklara düçâr olmuşlardır. Bu sebeple müslümanlar, hastalığı Allah’ın bir imtihanı olarak kabul ederler. Hastalıklar çeşit çeşittir ve her hastalığın şiddeti farklı derecededir.
     Hastalanan insanın neş’esi gider, üzüntüsü, sıkıntı ve kederi artar, sabrı zorlanır. Hastalık insan bünyesini sarsar, moralini bozar. İşte böyle bir anda, sağlığında kendisiyle beraber olanların, hastalığında da kendisinin yanında olduğunu görmek insanı sevindirir, moralini yükseltir, terkedilmediğini ve tehlikeli bir hali olmadığını anlar, sıhhatine tekrar kavuşacağını düşünür. Ayrıca din kardeşlerinin duasını alır ve kendisi de onlara dua eder. Hasta ziyaretinde bulunanlar, güzel temennilerde bulunur, sabır tavsiye eder ve hastanın moralini yükseltici sözler söylerler. Hastanın yanında uygunsuz sözler söylemek ve çok uzun süre kalmak doğru değildir. Hasta ziyaretiyle ligili geniş bilgi, kendi bahsinde, (bk. 896 numaralı hadis ve devamı) verilecektir.
     Ölüm, her insanın dünya hayatında karşılaşacağı sondur. Ondan kaçmak ve kurtulmak mümkün değildir. Mü’minlerin sağlıklarında birbirlerine karşı görevlerinin sonuncusu da ölüm anında cenazeye iştirak etmek, namazını kılmak ve onu kabrine defnetmektir. Bu, ölene karşı son vazife olduğu gibi, arkada kalan yakınlarına karşı da bir hakşinaslıktır. Müslümanlar, sevinçli anlarında olduğu gibi kederli zamanlarında da birbirlerinin yanında olmalıdırlar. İşte cenaze, bu kederli anların en acıklı ve en ibretlisidir. Ölüm hepimiz için en büyük nasihat ve derstir. Bu sebeplerden dolayı, cenazeye iştirak etmek vazifelerimiz arasındadır. Cenazenin arkasından gitmek vazifesi, onun namazını kılmakla sona ererse de kabre defnedinceye kadar bulunmak daha faziletlidir.
     Dâvete icabet etmek, dâvet edilen yere gitmek, müslümanlar için önemli vazifelerden biridir. Düğün davetlerine mutlaka katılmak gerektiği ve bunun vâcip olduğu hususunda İslâm alimleri görüşbirliği içindedir. Bunun dışındaki dâvetlere katılmak sünnet ya da müstehabdır. Şu kadar var ki, haram ve günahların işlendiği dâvetlere icabet edilmesi dinimizde câiz görülmemiştir.Çünkü haram davranışlar dâvete katılmaya engel teşkil eder. Peygamber Efendimiz, sahâbe-i kirâmın bütün dâvetlerine icabet etmiştir. Dâvet edenin toplum içindeki sosyal mevkiine, zenginlik ve fakirliğine göre bir ayırım yapmamıştır. Fakirlerin çağırılmadığı dâvetleri hoş kırşalamadığı gibi sadece zenginlerin çağırıldığı dâvetleri de kınamıştır. Çünkü dâvetler, zengini ve fakiri, yaşlısı ve genciyle inananların birlikte bulunduğu ve aralarında ülfetin, muhabbetin, şefkat ve merhametin tezâhürünün görüldüğü bir hayır meclisi niteliği taşır. Meşru dâvetlere katılma zaruretinin sebebi de bu olsa gerekdir.
     Dâvetler, dâvetçiyle dâvetlinin birbirlerine karşı saygı ve sevgisinin, insanı saymanın ve insan sayılmanın da en güzel görüntülerinden biridir.
     İslâm toplumlarının hemen hepsinde olduğu gibi, özellikle ülkemizde çeşitli vesilelerle, en küçük yerleşim birimlerinden büyük şehirlere kadar yaygın olan dâvet âdetimiz, dini hayatımızın ve millî benliğimizin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Bunları meşrû bir şekilde devam ettirmek, sağlıklı bir toplum yapısını korumanın da vesilesidir.
     Peygamberimiz:
     “Aksırmak Allah’tan, esnemek şeytandandır” (Tirmizî, Edeb 7) buyurur.
     Hadis kitaplarımızda bunlarla ilgili pek çok rivayet vardır. Aksırmanın, sağlık açısından bedeni dinçleştirme ve zihnî uyanıklığı temin yönünden çeşitli faydaları vardır. Buna karşılık esnemenin uyuşukluk ve miskinlik belirtisi olduğu kabul edilir. Bu durumda aksırmak bir nimettir. Her nimet gibi, bu da Allah’tandır. Allah’ın bütün nimetlerine hamdetmek, müslümanın kulluk vazifelerinden biridir. Bu sebeple, aksıran kimse “elhamdülillah” der. Aksıranın hamdettiğini duyan müslüman, “yerhamükellah” diye karşılık verir. Bunun anlamı “Allah sana rahmetiyle muâmele etsin” demektir. Aksıran da kendisine dua eden müslüman kardeşine “yehdînâ ve yehdîkümullah = Allah bize de size de hidayetini nasib etsin” diye karşılık verir. Bütün bunlar, müslümanların en küçük ayrıntılarda bile birbirlerine karşı bir takım hak ve vecibelerinin olduğunu göstermektedir.
     Peygamber Efendimiz:
     “Allah aksırandan hoşlanır, esneyenden hoşlanmaz. Sizden biriniz aksırıp “elhamdülillah” deyince bunu işitenin “yerhamükellah” demesi, üzerine bir vecibedir. Esnemeye gelince, sizden biriniz esnediği zaman, gücünün yettiği kadarıyla onu yapmamaya ve ağzını açarak “hâh hâh” dememeye çalışsın. Çünkü bu şeytandandır ve şeytan bu halinden dolayı o kimseye güler” (Tirmizî, Edeb 7) buyurmuştur.
     Müslim’in bir rivayetinde “Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı altıdır...” şeklinde gelmesi, rivayetler arasında bir çelişki ve aykırılık olmayıp, bu hakların beş veya altı ile sınırlı olmadığının delilidir. Çünkü bunlardan başka hak ve vazifelerle ilgili hadisler de vardır. Bu ikinci rivayetteki tek fark, “Nasihat isteyene nasihat etmek” vazifesidir. Nasihat, kişinin hayrına ve kurtuluşuna vesile olan söz ve davranışların tamamını kapsayan bir tâbirdir. Mâna ve mâhiyetini, muhtevasını ve önemini bu kitabımızın ilgili kısmında açıklamaya çalıştık. Bu hadisi 897 numara ile bir kere daha ele alacağız.

  • Hadisten Öğrendiklerimiz:
1. Müslümanların birbirleri üzerinde hak ve vecibeleri vardır ve bunlar maddî veya mânevî niteliklidir.
2. Her hak, bir mükellefiyeti de beraberinde getirir. Mükellefiyetlerini yerine getirmeyenler mes’uldürler. Bu mes’uliyet dünyevî veya uhrevî olabilir.
3. Selâm vermek sünnet, almak ise farzdır.
4. Hasta ziyareti sünnettir. Ziyarette edebe riâyet etmek gerekir.
5. Cenazeyi teşyîde, namazını kılmak ve kabre defnetmek farz-ı kifâye, bunun dışındaki hizmetler sünnet ve müstehabdır.
6. Meşru ölçüler içinde yapılan düğün dâvetine icabet vâcip, diğer meşru dâvetlere katılmak ise sünnet ya da müstehaptır.
7. Aksırıp “elhamdülillah” diyene “yerhamükellah” diye mukabelede bulunmak bir vecibedir.
8. Nasihat isteyene ve nasihata ihtiyacı olana nasihat etmek, yol ve yön göstermek, gücü yetenler üzerine dînî bir vazifedir.
9. Müslümanlar, aralarında kardeşlik, dostluk, yardımlaşma, şefkat ve merhameti temin edecek hak ve vazifeleri kesinlikle yerine getirmelidirler.

241. Ebû Ümâre Berâ İbni Âzib radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bize yedi şeyi emretti, yedi şeyi de yasakladı. Bize şunları emretti: Hastayı ziyaret etmek, cenazeye katılmak, aksırana “yerhamükellah” demek, yeminini bozmayıp yemin üzere devam etmek, zulme uğrayana yardım etmek, dâvet edenin dâvetine katılmak, selâmı yaygınlaştırmak. Resûlullah bize şunları da yasakladı: Altın yüzükler veya yüzük takmak, gümüş kaptan su içmek, ipek minder kullanmak, ipekten yapılmış elbise giymek, ince ipek giymek, kalın ipek giymek, hâlis ipek kumaştan elbise giymek.
Buhârî, Cenâiz 2, Mezâlim 5, Nikâh 71,
Eşribe 28; Müslim, Libâs 3.
Ayrıca bk. Tirmizî, Edeb 45; Nesâî, Cenâiz 53

     Müslim’in bir rivâyetinde: Yitiği ilân etmek, ilk yedi şey arasında sayılmıştır.

  • Açıklamalar:
     Hadisimiz, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ in bazı sözlerini sahabenin mâna ve mahiyeti ile rivayet ettiğinin de bir delilidir. Mâna ile hadis rivayetinin belli bir dönemde, belli şartlarla câiz olduğunu biliyoruz.
     Bu hadiste geçen ve peygamberimizin emrettiği belirtilen haklar ve vazifelerin tamamına yakını bundan önceki hadiste de geçmişti. Bunların mahiyetini orada yeterince açıklamıştık. Aynı şeyleri tekrar etmeyeceğiz. Bu rivayette anılan “Yemini bozmayıp yemin üzere devam etmek” ve “Zulme uğrayana yardım etmek” ilâvelerine kısaca açıklık getireceğiz.
     Bir kimse, herhangi bir sebeple yemin edebilir. Bu yemin, dînî açıdan uygun ve uyulması gereken bir yemin olabileceği gibi, hata eseri yapılmış ve bozulması icap eden bir yemin de olabilir. Yemini bozmak için dünyevî bir zararın giderilmesi veya uhrevî bir vebal korkusu olması gerekir. Bu takdirde yemini bozmanın keffâreti verilir. Çünkü yemin Allah’ın adı anılarak, Allah için kesin söz vermektir. Bu sözü yerine getirmemenin meşru ve kabul edilebilir bir sebebi olmalıdır. Yeminlerin bir takım çeşitleri ve ona göre de hükümleri vardır. Fıkıh kitapları ve ilmihallerde bunlara genişçe yer verilir. Çünkü yemin konusu, herkesin karşılaşabileceği günlük hayatın içinde bir konudur. Her müslüman, bu gibi dini sorumluluk taşıdığı konularda yeterli bilgi sahibi olmalıdır; aksi takdirde büyük hatalara düşer. Bilgi sahibi olmanın zaruri olduğu konulardaki bilgisizlik de affedilmez. Fakat, herkes fetvâya taalluk eden her konuyu bilme imkânına sahip olamaz. Bu takdirde yapılacak iş, o konuyu bilen âlimlere, müftîlere sorup ona göre hareket etmektir.
     Keffâret yemini bozduktan sonra yerine getirilir. Çünkü keffâret tövbe demektir. Tövbe ise günahtan sonra yapılır. Yemini bozmanın keffâreti, kişinin maddî gücüne göre farklılık arzeder.

* Müslim veya gayr-i müslim bir köle veya câriye azad etmek,
* On fakiri orta halli bir şekilde giydirmek,
* On fakiri sabah-akşam doyurmak
* Üç gün arka arkaya oruç tutmak, cezalarını keffâret olarak sıralayabiliriz.
     Mazluma, haksızlığa uğrayana yardım etmek, müslümanların üzerine düşen önemli bir vazife olup, dînî hükmü de farz-ı kifâyedir. Zulme uğrayanın müslüman olmasıyla gayr-ı müslim olması arasında herhangi bir fark yoktur. Biz, zulüm ve mahiyetini, mazluma yardımın zaruretini hem ilgili kısımda (bk. 203-221. hadisler arası) hem de iyiliği emir, kötülükten nehiy konusunda (bk. 184-197. hadisler arası) açıklamıştık.
     Peygamber Efendimiz’in yasakladığı şeylerin başında, altın yüzük kullanmak gelmektedir. Erkeklerin altın yüzük kullanmalarının haramlığında ümmetin âlimlerinin icmaı vardır. Kadınlar için böyle bir haramlık yoktur. Altın yüzük gibi, altın kolye, altın zincir ve altın süs eşyalarının her birini erkeklerin kullanması câiz değildir. Sıhhî bir mecburiyetten dolayı altın diş yaptırmak, vücudun herhangi bir uzvunda altın kullanmak, haramlık kapsamının dışındadır. Bunlarda bir sakınca ve yasaklık yoktur. Altın ve gümüş hilkaten para olup, biriktirilmesi ve elde tutulması değil, piyasada bulunması ve âmmenin hizmetine yönelik yatırımlara sarfedilmesi gerekir. Piyasaya arzedilmeyen altın ve gümüş, ülkenin ve toplumun zenginliğinden sayılmaz. Bir sene müddetle elde kalan altın ve gümüş için kırkda bir zekât ödenmesi farzdır. Bu altını ve gümüşü elde tutmanın bir nevi cezası sayılabilir.
     Gümüş kaplar içinde yemek yenilmesi ve su içilmesi de yasaklanmıştır. Tabii ki, altın kaplar öncelikle yasaktır. Daha açık bir ifade ile, altın ve gümüşten yapılmış ev eşyaları kullanılması câiz değildir.
     Ancak bu kaplar, tıb alanında veya kimyevî maddeler yapımında, ya da zarurî olan hallerde kullanılabilir.
     Hadisimizden öğrendiğimiz bir başka yasak da erkeklerin ipek giymeleridir. Burada, ipeğin, kullanılması söz konusu olan tüm çeşitlerinin erkekler için haram kılındığını görüyoruz. Şu kadar var ki, haram kılınanların tamamı saf ipek çeşitleridir. İpek karışımı olan kumaşlar bu hükmün dışındadır. Kadınlar için ise altında da olduğu gibi, böyle bir yasaklama söz konusu değildir. Kadının yaşlısı, genci, evlisi, bekârı, zengini, fakiri bu konuda eşittir.
     Altında olduğu gibi, zaruret bulunan hallerde erkeklerin ipek giymelerine izin verilmiştir.
     Müslim’in bir rivayetinde “yitiği ilan etmek” şeklinde gelen rivayet, bulunan yitik malın kalabalık yerlerde ve herkesin duyabileceği şekilde tarifinin yapılmasıdır.
     Bu hadisin ilk bölümünü, 848 ve 896 numaralı hadisler olarak tekrar okuyacağız.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz:
1. Kişinin yaptığı yemine sadık kalması ve gereğini yerine getirmesi gerekir. Herhangi bir zaruretten dolayı yeminini bozan kimse keffâretini öder.
2. Mazluma yardım farz-ı kifâyedir. Gücü yetenin zulmü önlemesi dini bir vecibedir. Mazlumun müslüman veya gayr-ı müslim olması arasında bir fark yoktur.
3. Altın yüzük takmak veya ziynet eşyası kullanmak müslüman erkeklere haramdır. Altın diş taktırmak veya kaplatmak haram kılınmamıştır.
4. Altın ve gümüşten yapılmış ev eşyası kullanmak haramdır.
5. Saf ipeğin her çeşidi müslüman erkeklere haramdır.
6. Zaruret halleri, yasakların kapsamı dışındadır.
7. Peygamber Efendimiz’in de haram kılma yetkisi vardır.
gönül erleri riyazüs salihin ile ilgili görsel sonucu
 harika ayıraç ile ilgili görsel sonucu

18 Aralık 2018 Salı

Bakara Sûresi 254. Ayet'i Kerimenin Meali ve Tefsiri

Bakara Sûresi'nin
254. Ayet-i Kerimenin
Meali ve Tefsiri
  • Bakara Suresi 254. Ayet-i Kerimenin Meali
     "Ey iman edenler! Alım satım, dostluk ve aracılığın olmadığı bir gün gelip çatmadan Allah’ın size verdiklerinden O’nun için harcama yapın. Kâfirler zalimlerin ta kendileridir."
  • Yukarıdaki Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     İnsanlar dünyada bir şeye ihtiyaç duyduklarında ya bunu satın alırlar ya dostlarından karşılıksız temin ederler ya da bir yabancıdan –araya bir dostu veya tanıdığı koyarak– elde ederler. Âhirette bu üç imkândan hiçbiri mevcut değildir. Orada kulun muhtaç olduğu geçer akçe dünya hayatında yaptığı hayırlardır, Allah rızâsı için yapılan harcamalardır, âhirette biçmek için dünya tarlasına ekilen tohumlardır.
     “Allah için harcama” şeklinde çevirdiğimiz infak “O’nun rızâsı dışında bir karşılık beklemeden harcamak” demektir. Bu ibadet maksadıyla ve usulüne uygun olarak yapılırsa zekât olur, sadaka olur, kurban olur; aile ve akrabaya yönelik olursa nafaka olur. Hâsılı burada infak geniş mânada kullanılmış, yalnızca savaşa gidenlere veya yoksullara yapılacak harcama ve yardım kastedilmemiştir.
     Âhirette kulların amel defterleri dolu olursa (dünyada iken ibadet ve infak yapmış olurlarsa) o amellerin (geçer akçelerin) alacağı değerli şeyleri alırlar. Amel defterleri boş olursa dostluk ve şefaatle işlerini yürütemez, ihtiyaçlarını gideremezler. Çünkü orada aracılık ve şefaat Allah’ın iznine bağlıdır, özel durumlara mahsustur ve ortada adalet terazisi (mîzân) vardır.
     “... şefaatin olmadığı” ifadesinden, bunu kayıtlayan ve açıklayan naslar olmasaydı, “âhirette hiçbir aracılığın ve şefaatin olmayacağı” sonucu çıkarılırdı. Halbuki hemen bunu takip eden âyette “Allah’ın izniyle şefaatin olabileceği” ifade edilmiştir. Ehl-i sünnet’e göre âhirette Allah Resulü’nün ümmetine şefaati olacaktır; bu husus birçok âyet ve hadiste bildirilmektedir (bk. Bakara 2/48). Hz. Peygamber’den başka genel olarak peygamberler, melekler, şehidler, Kur’an ve müminlerin şefaatlerine de izin verileceğine, bunların da bazı kimseler için şefaatçi olacaklarına dair hadisler vardır (Buhârî, “Tevhîd”, 24; Müslim, “Îmân”, 302; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 28; Dârimî, “Fezâilü’l-Kur’an”, 1).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 397
[​IMG]
    Kur'an-ı Kerim - Diyanet İşleri Başkanlığı
    kuran yolu tefsiri ile ilgili görsel sonucu

    7 Aralık 2018 Cuma

    Rüya İle SosyoPsikoloji Köşesi //*\\ SOSYOPSİKOLOJİYE GİRİŞ


    besmele hareketli resimli ile ilgili görsel sonucu
    SOSYOPSİKOLOJİYE GİRİŞ
         Alemlerin Rabbi ve her biri bir alem olan alimlerin Rabbi’ne hamd-ü sena…
         Alemlere Rahmet olan Peygamber Efendimize salat ve selam olsun...

         Gönül Erleri Mail Gurubu Ailesi'nin değerli üyesi; Allah-u Teala'nın selamı, bereketi ve mağfireti üzerinize olsun...

         Öncelikle şunu belirtmek isterim ki; benim için bu günün heyecan verici özel bir anlamı var... Tevafuk bu ya, bugün (yani 12 Aralık) küçük oğlum Abdullah Enes'in 15. doğum günü ve benim de Gönül Erleri'ne özel SosyoPsikolojik yazılar yazmaya başladığım gün...
         Gönül Erleri Mail Gurubu; benim tam dokuz senedir üyesi olduğum, harika bir mail trafiği olan ve çok güzel faaliyetler düzenleyen çok büyük bir aile... Böylesi güzel bir topluluğa özel yazılar yazmamı rica eden Gönül Erleri Genel Koordinatörü AbdulMevla kardeşimizi kırmayarak yazmayı kabul ettim. Çünkü biliyorum ki hatalarımı kapatacak, belki uyaracak çok samimi bir gurupla muhatabım. Yine de sürçi lisan edersem şimdiden affınıza sığınıyorum...

    hoÅŸcakal veda ile ilgili görsel sonucu     Bu yazıların sizler için verimli olacağını düşünüyorsanız, her ayın 12 sinde yeni yayınlanacak yeni yazılarımı siz de takip edin. Bugünkü ilk konumuzun; biraz tanım ve bilgi içerikli, ısınma yazısı olmasını istedim... Bundan sonrakiler ise biraz sizin değinmemizi istediğiniz konular, biraz benim katkılarımla oluşsun... İnşAllah hep birlikte, her ayın bir günü verimli bir 10-15 dakika geçirelim... Tevfik Allah'u Teala'dan, vesselam...

         * Yeni evli genç bir mimar iyi bir burs kazanır. Altı ay sureyle dünyada mimari eserleri gezip görecek, bilgi ve öngörüsünü artıracaktır. Ailesiyle vedalaşıp yola çıkar. Ancak kısa bir süre sonra, onlardan ayrılamayacağını düşünerek geri döner. Duygusal olarak aslında uzak yaşamanın zorluğunu hisseden mimar, kazandığı bursun tüm ailesinin yol masraflarını  karşılamaya yetmeyeceğinden bursu da iade eder...

    başarmak ile ilgili görsel sonucu     * Liseli bir öğrenci iki yıldan beri büyük bir azimle derslerine çalışmaktadır. Nihayet çalışmalarının semeresini görür ve tıp fakültesini kazanır. Böylece genç yaşta kaybettiği babasına verdiği, doktor olma sözü yerine getirmiştir.

         Şimdi, konumuz olan sosyal psikolojiyi bu iki örnek üzerinden somutlaştıralım.

         Temelde sosyal psikoloji, sosyoloji ve psikolojinin ortak noktasını teşkil eden insanı ve davranışlarını inceler.
         Yukarıdaki iki hikayede geçen olayların ortak yanları nelerdir? Genç mimar ailesine bağlılığı nedeniyle son derece zor kazanılacak bir bursu geri çevirmiştir. İkinci örnekte ise; liselinin babasına verdiği söz, hayatının yönünü belirlemiştir…
         Bu örneklerden hareketle düşünelim. İnsanlar arası ilişkilerimizi belirleyen, yönlendiren ve bu yönde davranış üreten faktörler nelerdir?
         Bu iki örnekte de bir ortak nokta daha var. Kişiler; rasyonel bir davranıştan ziyade heyecanlarına ve duygularına kapılmış görünmekteler... Tüm insanlar böyle midir?
         Evet hepimiz diğer insanlardan etkileniriz ve buna sosyal psikolojide ‘SOSYAL ETKİ‘ olarak adlandırırız.
         Sosyal etki; diğer insanların söylediklerinin, eylemlerinin ya da yalnızca varlıklarının, düşüncelerimiz, duygularımız, tutum ya da davranışlarımız üzerinde yaptığı etkidir. Yani bireyin olaylara, karşılaştığı durumlara tepkileri, davranışlarının oluşumunda kendi duygu ve düşünceleri tek başına bir neden oluşturmayabilir. Çoğu zaman bireyin sosyal çevresi davranışların oluşumunda çok önemli bir fonksiyon göstermektedir.

    sosyal psikoloji ile ilgili görsel sonucu     Bütün bu tanımlamalardan yola çıkıp kendi yaşantımıza baktığımızda insan olarak toplumsal bir varlık oluşumuzu ve başka bireylerle ilişkiler kurarak gelişimimizi sürdürdüğümüzü daha iyi anlarız. Sosyal ilişkiler, bireyin; arkadaş, komşu, meslektaş gibi diğer bireylerle oluşturdukları etkileşimler olarak tanımlanır. Bu etkileşimler tartışma, kıskançlık, sırların ifşası, sözünde durmama gibi olumsuz özellikleri yanında, sevgi, doyum, rehberlik ve yardımlaşma gibi olumlu duyguları da ortaya çıkartacak özellikleri içerisinde barındırır. Olumlu ilişkiler bireylere sevgi, yakınlık ve rehberlik sundukları için bireyleri mutlu etmektedir. Yapılan araştırmalarda mutlu bireylerin daha fazla sosyal ilişkileri olduğu görülmüştür.
         Aslında bütün bu araştırmaların ve bilimin tek ortak amacı vardır; İNSAN..!
         İnsan sosyalin en üstü olduğu gibi, varlıkların da en üstünüdür. İnsan topluma eklemlenme sürecinde her şeye bir yorum ve anlam getirme telaşı içindedir. Bu; anlamlandırma, algılama, yeterlik, dış dünyayı görme, izleme şeklinde gerçekleşir. Algıladığı bilgiler ışığında sosyalleşen insan hemen hemen tüm davranışlarını öğrenme yoluyla gerçekleştirir. Bilgi ve becerilerin elde edilmesiyle, aitlik duygusu yaşadığı toplumda kendine daha yaşanılır bir alan oluşturur...

         Gönül Erleri için kaleme aldığım bu ilk yazımda, sosyal ve psikolojinin birbiriyle olan ilişkisini ve davranışlarımıza olan yansımasını anlatmaya çalıştım. Yazımı sonlandırmadan önce ilmin kaynağı olan Peygamber Efendimiz (S.A.V) in (bütün toplumların en büyük mühendisi, psikolog, sosyolog, vs..) birkaç tavsiyesini sizlerle paylaşmak istiyorum.

    * "Sizden biriniz kendiniz için istemediğini kardeşi içinde istemediği sürece gerçek mümin olamaz."

    * "İman etmediğiniz sürece cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmediğiniz sürece de iman etmiş sayılmazsınız."

    * "Müslüman elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimsedir."

         Hayırlar feth olsun, şerler def olsun… Ahir ve akıbetimiz hep hayır üzere olsun... Büyüklerin duası ve himmeti hep üzerinize olsun...

         Sevgi, saygı ve selamet ile...
    Rüya Şahinoğlu
    [​IMG]

    6 Aralık 2018 Perşembe

    KELİMELER ~ KAVRAMLAR: YED

    KELİMELER ~ KAVRAMLAR
    YED
    (اليد)

         Kudret, mülkiyet, hâkimiyet mânasında Allah’a nisbet edilen zâtî sıfatlardan biri.
         Sözlükte “el” anlamındaki yed mecaz ve kinaye yoluyla “güç-kudret, mülkiyet, hâkimiyet, nimet-lutuf, yardım-destek” gibi mânalara gelir (Lisânü’l-Arab, “ydy” md.; Kamus Tercümesi, IV, 1238-1239). Kelime sekizi müfred, üçü tesniye, biri çoğul kalıbında on iki âyette Allah’a nisbet edilir (M. F. Abdülbâki, el-Mucem, “yed” md.). Bu âyetlerde belirtildiğine göre yahudiler Allah’ın elinin sıkı olduğunu iddia edince Cenâb-ı Hak, “İki eli de açıktır” ifadesiyle geniş cömertliğini beyan etmiş (el-Mâide 5/64), Hudeybiye Antlaşması’nda Allah’ın elinin (destek ve himayesinin) biat eden ashabın ellerinin üzerinde bulunduğu belirtilmiş (el-Feth 48/10), bunun yanında Allah Teâlâ semayı kendi elleriyle (kudretiyle) yarattığını, bütün hükümranlığın yanı sıra hayır ve lutfun da kendi elinde olduğunu ve bunları dilediğine vereceğini bildirmiştir (ez-Zâriyât 51/47; el-Mü’minûn 23/88; Âl-i İmrân 3/26, 73).
         Yed kelimesi çeşitli hadis rivayetlerinde de Allah’a nisbet edilir. Hadislerde Allah’ın iki elinin de sağ el (hayırlı, lutfedici) olduğu ifade edilmiş (Müslim, “İmâre”, 18), O’nun yardım elinin ve himayesinin cemaatin üzerinde bulunduğu (İbnü’l-Esîr, s. 1007), müminin sadaka niyetiyle verdiği bir hurmayı Uhud dağı büyüklüğüne ulaşıncaya kadar elinde çoğalttığı (Müsned, II, 418), Âdem’i eliyle (bizzat) yarattığı ve Tevrat’ı eliyle (bizzat) yazdığı kaydedilmiştir (Müsned, I, 281; II, 248; Buhârî, “Enbiyâ”, 3). Kur’ân-ı Kerîm’de sözlük anlamı “sağ, sağ el”; “güç-kudret, kemal”; “hayır, uğur” olan yemîn kelimesi (Lisânü’l-Arab, “ymn” md.) zât-ı ilâhiyyeye izâfe edilmekte (ez-Zümer 39/67; el-Hâkka 69/45), aynı kelime hadis rivayetlerinde de yer almaktadır (Müsned, II, 242, 313, 500; Müslim, “İmâre”, 18; Tirmizî, “Tefsîr”, 5/3; İbn Mâce, “Muķaddime”, 133; İbnü’l-Esîr, s. 1010). Yine Kur’an’da sözlük anlamı “almak, tutmak, avucunda tutmak, sahip olmak”, “daraltmak” olan kabz kavramı Allah’a nisbet edilmekte (el-Bakara 2/245; el-Furkan 25/46), aynı kavram hadislerde de geçmektedir (Wensinck, el-Mucem, “ķbz” md.). Bu kavramın yer aldığı âyetlerdeki mânası “Allah’ın rızkı daraltması” ve “gölgeyi murat ettiği yöne çekmesi” şeklindedir. Kabza ile yemîn kelimelerinin geçtiği âyette ise (ez-Zümer 39/67) kıyamet gününde bütün yeryüzünün Allah’ın kabzasında (mülkiyet ve hâkimiyetinde, Mâtürîdî, XII, 368-371) ve göklerin de sağ eliyle (kudret) dürülmüş olacağı beyan edilmektedir (krş. Lisânü’l-Arab, “kbz” md.).
         Naslarda Allah’a nisbet edilen yed, yemîn ve kabz kavramlarının anlamı hakkında âlimler farklı görüşler ileri sürmüştür. Bu kavramların hakikat mânasında olup naslarda belirtildiği gibi Allah’ın iki elinin bulunduğunu ileri süren ve sayıları çok az olan Müşebbihe ile Mücessime bir yana (Beyhaki, s. 417; İbnü’l-Cevzî, s. 12-13), aralarında bazı farklılıklar bulunmakla birlikte Selefiyye ile kelâmcılar meseleye dair bazı yorumlar ortaya koymuştur.
         1. Yed, yemîn ve kabz Allah’ın keyfiyeti bilinmeyen zâtî sıfatlarıdır. Bunlara yaratıklarınkine benzeyen “el” anlamı verilemeyeceğinde şüphe yoktur; bununla birlikte zâhirî mânaları dışında “kudret, nimet, yardım” gibi mecazi anlamlar da yüklenerek te‘vil edilemez. Zira böyle bir te’vil dil bilimi açısından tutarlı görünmez. Meselâ Allah’ın Âdem’i iki eliyle yarattığını ifade eden âyete, “Âdem’i iki kudreti veya iki nimetiyle yarattı” mânası verilemez. Yahudilerin, “Allah’ın eli sıkıdır” şeklindeki iddialarına karşılık, “Aksine O’nun iki eli de açıktır” buyurulması da (el-Mâide 5/64) O’nun zâtına iki el nisbet edilmesi gerektiğini kanıtlar. Bu sebeple Allah’ın, yaratıkların eline benzemeyen ve zâtının bir parçasını teşkil eden organ anlamına gelmeyen iki elinin bulunduğuna inanmak icap eder. Nitekim hayat, ilim gibi ilâhî sıfatlarda da “yaratıkların sıfatına benzemeyen” kaydı konulmaktadır. Allah’a sol el nisbet edilmez, çünkü sol el eksiklik ve güçsüzlük anlamı taşır. Hadiste yer alan, Allah’ın iki elinin de sağ el olduğuna ilişkin beyanlar da bunu göstermektedir. Yine hadiste yer alan, kıyamet günü Allah’ın yerküreyi bir eline, gökleri de diğer eline alacağına dair ifade de bunu ortaya koymaktadır. Selefiyye’ye mensup âlimlerle Ebû Hanîfe ve Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî gibi bazı kelâmcılar bu görüştedir (İbn Huzeyme, I, 193-198; Eş’arî, s. 125-140; Beyhaki, s. 416-419; Beyzâvî, s. 190; Beyâzîzâde, s. 186).
         2. Naslarda Allah’a atfedilen yed, yemîn, kabza ve kef gibi, zihinde organ anlamını çağrıştıran ve Allah’ın parçalardan oluştuğunu akla getiren bütün kavramlar, hakikat manasında olmayıp mecaz veya istiare niteliği taşıdığından dildeki kullanımlar dikkate alınarak te’vil edilmelidir. Aksi takdirde teşbih ve tecsîme düşmekten kurtulmak mümkün olmaz. Buna göre yed ve yemîn, Allah’ın yaratıcılığı ve yüceliğinin kemalini dile getiren, her şeyin O’nun hükümranlığına boyun eğdiğini belirten kudretini ve yaratıklarına lutufta bulunduğunu bildiren nimetini, bazan da emrini ve hükmünü ifade eder. Yed kelimesinin tesniye kalıbında yer alması kudret ve nimetinin büyüklüğünü anlatma amacı taşıyan ve mübalağa ifade eden bir kullanımdır. Hadislerde Allah’ın iki elinin de sağ el olduğunun belirtilmesi yed kelimesinin mecazi anlama geldiğine işaret etmektedir. Kabz (kabza) ve kef de “kudret ve hükümranlık” mânasındadır. Kelâmcıların çoğunluğu ile İbnü’l-Esîr ve İbnü’l-Cevzî gibi bazı Selefîler bu görüştedir (Kadî Abdülcebbâr, s. 228; Nesefî, I, 131; İbnü’l-Cevzî, s. 11-12, 52-53).

         Allah’a izâfe edilen yed ve onunla eş anlamlı ya da bağlantılı diğer kavramların zâhirî ve hakikat mânasında kullanılmadığını âlimlerin büyük çoğunluğu kabul etmektedir. Selefiyye mensuplarının bu kavramları te’vil etmekten kaçınması teşbih meselesini ortadan kaldırmamaktadır. Zira söz konusu kelimelere “el, sağ el; tutmak, avucunda tutmak” gibi mânalar verilmesi kaçınılmaz şekilde insan zihninde yaratılmışlara özgü bazı organ ve fiilleri çağrıştırır. Bunların yaratılmışlara has organ ve fiillere benzemediğini söylemek de soruna çözüm getirmemektedir, çünkü insan ancak yaşadığı âlemdeki nesne ve olayları algılayabilmektedir. Yed kelimesinin bazı naslarda tesniye olarak kullanılması, Türkçe’de “işe iki elle sarılmak” sözünde olduğu gibi kemal mertebesinde iş görmek demektir. Yemîn (sağ el) de aynı konumdadır. Esasen bu tür kelime ve kavramlar Arapça sözlüklerde kelâmcıların yaptığı te’villere paralel olarak şiirlerden örneklerle çokça zikredilmektedir.
    Yusuf Şevki Yavuz
    TÜRKİYE DİYANET VAKFI
    İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
    İlgili resim

    14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri & Grand Alfa Karadeniz Turu

    14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri  &  Grand Alfa Karadeniz Turu      5 Gün - 4 Gecelik (3 gece otel konakla...