16 Kasım 2019 Cumartesi

GÖNÜL ERLERİ / ARAPÇA ve İNGİLİZCE KURSLARI

milli eğitim ile ilgili görsel sonucu


T.C. 
MİLLÎ EĞİTİM BAKANLIĞI 
Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğü 
YAYGIN EĞİTİM KURUMLARI 
YABANCI DİLLER 
A1 Seviyesi 
ARAPÇA ve İNGİLİZCE
KURS KAYITLARI BAŞLADI

hayat boyu öğrenme ile ilgili görsel sonucu
ok-hareketli-resim-0408

YENİ AÇILACAK 

ARAPÇA (A1) KURSUNA 

KATILMAK İSTERSENİZ 

BURAYA TIKLAYINIZ ve 

FORMU DOLDURUNUZ 

İstanbul - Pendik Çarşıdaki
Gönül Erleri Kültür Derneğinde düzenlenen
Halk Eğitim & Milli Eğitim
Resmi Sertifikalı Kurslara
DEVAM ZORUNLULUĞU VAR.
Bu Kurs;

 Cumartesi ve Pazar Günleri 
 14:30 - 18:30 arası
Sınıfların en az 12,
en fazla 25 kişi olması gerekiyor.
Bu kurs için 20 kişilik sınıf oluşturuyoruz.
Şuan 14 kişi ön kaydını yaptı.
15-60 yaş arası,
en az ortaokul mezunu, erkek-bayan
dileyen herkes katılabilir.
Katılım Ücreti Aylık 40 TL  

ok-hareketli-resim-0139ok-hareketli-resim-0062ok-hareketli-resim-0139 

YENİ AÇILACAK 

İNGİLİZCE (A1) KURSUNA 

KATILMAK İSTERSENİZ 

BURAYA TIKLAYINIZ ve 

FORMU DOLDURUNUZ 



İstanbul - Pendik Çarşıdaki
Gönül Erleri Kültür Derneğinde düzenlenen
Halk Eğitim & Milli Eğitim
Resmi Sertifikalı Kurslara
DEVAM ZORUNLULUĞU VAR.
Bu Kurs;


23 Aralık 2019 Pazartesi günü başlayıp 

24 Mart 2020 Salı günü bitecek 

 

 Pazartesi ve Salı Akşamları 
 17:30 - 20:30 arası 

Sınıfların en az 12,
en fazla 25 kişi olması gerekiyor.
Duyuru yeni başladı. 
15-60 yaş arası,
en az ortaokul mezunu, erkek-bayanlar
düzenli devam edeceklerse forum doldursun lütfen...
Katılım Ücreti Aylık 40 TL

kitap-hareketli-resim-0019kitap-hareketli-resim-0065

13 Kasım 2019 Çarşamba

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER ♥ ✿ܓ ♥ GÜÇSÜZ MÜSLÜMANLAR İLE FAKİRLERİN ve ADI SANI ANILMAYANLARIN DEĞERİ (2)

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN

GÜÇSÜZ MÜSLÜMANLAR İLE FAKİRLERİN ve

ADI SANI ANILMAYANLARIN DEĞERİ (2)

32

باب فضل ضعفة المسلمين والفقراء والخاملين


     256. Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Cennet ile cehennem münakaşa ettiler.
     Cehennem:
- Bende zorbalar ve kibirliler var, dedi.
    Cennet:
- Bende yalnız zayıflar ve yoksullar var, dedi.
Bunun üzerine Allah Teâlâ onların çekişmesini şöyle halletti:
- Ey cennet! Sen benim rahmetimsin, dilediğime seninle merhamet ederim. Ey cehennem! Sen de benim azâbımsın. Dilediğime seninle azâb ederim. Ben her ikinizi de dolduracağım.”

Müslim, Cennet 34;
Buhârî, Tefsîru sûre (50), 1, Tevhîd 25.
Ayrıca bk. Tirmizî, Cennet 22
  • Açıklamalar
     Hadisimizde cennet ile cehennemin birbiriyle çekiştiğinden söz edilmektedir. Bu çekişme, kendisinin daha çok işe yaradığını ve ötekinden daha makbul olduğunu ileri sürmekten ibarettir. Cehennem, kötüleri cezalandırmakla, cennet ise halkın hor gördüğü kimseleri barındırmakla iftihar etmiştir.
     Hadîs-i şerîfin bazı rivayetlerinde, cennetle cehennemin konuşması biraz daha farklı şekildedir. Buna göre cehennem kibirli ve zorba adamlara tahsis olunduğunu söyleyince, cennet buna hayret etmiş, kendisine halkın sadece zayıfları ile hor görülen kesiminin geldiğini belirtmiştir.
     Allah Teâlâ verdiği cevapla her ikisini de yatıştırmış, birine rahmetinin, ötekine de azâbının tecelli ettiği yer olduğunu söylemiş ve böylece üstünlük iddiasının doğru olmadığını belirtmiştir.
     Âyetlerden ve başka hadislerden bildiğimize göre, cennete ve cehenneme girecek olanlar, sadece bu gruplardan ibaret değildir. Kibirli ve zâlim olanlar, cehennem halkının çoğunluğunu meydana getireceği için özellikle onların adı verilmiştir. Zayıf, ezilen, horlanan ve kendilerine değer verilmeyen kimseler de cennetliklerin çoğunluğunu meydana getireceklerdir.
     Cennet ile cehennemin görüşüp konuşmasını aklın kabul edemeyeceği düşüncesiyle hadîs-i şerîfi yadırgayanlar olabilir. Böyle düşünenlere, bu anlatım tarzının bir temsil olduğunu söyleyerek cevap vermek mümkündür. Fakat bir mü’min için şöyle düşünmek daha uygun olur:
     Biz sadece insanlar âlemi hakkında fikir ve kanaat sahibiyiz. Hayvanlar, bitkiler ve cansız olduğunu söylediğimiz diğer varlıklar hakkında bilgi sahibi değiliz. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm’de onların da bir ibadeti ve bir tesbihi olduğu, onların da Allah Teâlâ’dan korktuğu belirtilmektedir:
     “Yedi gök ile yeryüzü ve bunların bütün içindekiler O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki, siz onların tesbihini anlamazsınız” (İsrâ sûresi - 44).
     “Öyle taşlar vardır ki, Allah korkusundan düşüp yuvarlanır” (Bakara sûresi - 74).

     Gerçek böyle olmakla beraber biz onların ne ibadetleri, ne de Allah’dan nasıl korktukları hakkında en ufak bilgiye sahip değiliz. Bu sebeple cennetle cehennemin konuşmalarını mümkün görmeyerek reddetmek akla, ilme ve dinî esaslara uygun değildir.
    Cehennemin konuştuğu, Kur’ân-ı Kerîm’de bir başka münasebetle geçmektedir. Günahkârlar cehenneme atıldığında Allah Teâlâ azâbının tecelli ettiği bu yere:
- Doldun mu? diye soracak, o da:
- Daha var mı? diye cevap verecektir (Kaf sûresi - 30).

Not: Bu Hadis-i Şerifi 616 numarayla tekrar göreceğiz.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Cennet ve cehennemin konuşması mecâzî olabilir. Ama Allah Teâlâ izin verince, birbiriyle gerçekten konuşmuş olabilirler.
2. Cennet hor ve hakir görülerek itilip kakılan ve ezilen çaresiz mü’minlerin ağırlanacağı bir yerdir.
3. Cehennem insanlara haksızlık ederek onları ezen zalimler ile burnu Kaf Dağı’nda olan kibirlilerin yeridir.
4. İyi ile kötü, doğru ile yanlış insana bildirilmiştir. İyi ile doğruyu tercih eden kimse kendi seçimiyle cennete, kötü ile yanlışı tercih eden kimse de yine kendi seçimiyle cehenneme gidecektir.


     257. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Kıyamet günü, dünyada büyük diye tanınan iri-yarı bir adam çıkagelir. Halbuki onun Allah yanında sinek kanadı kadar bile değeri yoktur.”
Buhârî, Tefsîru sûre (18), 6;
Müslim, Münâfikûn 18
  • Açıklamalar
     Allah Teâlâ’nın değer ölçüsüyle insanların değer ölçüsü çok farklıdır. Kılığı kıyafeti yerinde olan bir kimse, üzerimizde iyi tesir bırakabilir. Halbuki -8 numaralı hadîs-i şerîfte gördüğümüz üzere- Cenâb-ı Hak bizim yüzümüzün güzelliğine, boyumuzun posumuzun endamlı oluşuna göre değil, kalplerimizin temiz ve düzgün, ibadetlerimizin mükemmel oluşuna göre değer vermektedir. Bizim ölçülerimizin hatalı olduğu Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır:
     “Onları gördüğün zaman iriyarı cüsseleri hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar tıpkı elbise giymiş kütükler gibidir” [Münâfikûn sûresi (63), 4].
     Demek ki bizim ölçülerimiz görünüşü esas aldığı, mânaya ve öze dayanmadığı için sağlam değildir. Bizim gözümüzü kamaştıran makam ve şöhret, idrâkimizi yanıltan iri göbekli bir vücut, ilâhî terazide sinek kanadından daha hafif ve değersizdir. Şu hâlde insanları değerlendirirken şekle, görüntüye, makam ve mevkiye değil, davranışların, fiil ve hareketlerin dürüstlüğüne, dinimizin ortaya koyduğu ölçülere uyup uymadığına bakmamız gerekecektir.
     Yaldızlı sözler, câzip konuşmalar da bizi yanıltan hususlardan biridir. Yapmadıklarını söyleyen, hatta inanmadıkları bazı değerleri benimsiyor muş gibi konuşan ve böylece insanları aldatan kimseler her devirde olagelmiştir. İnsanları sadece sözlerine bakarak değerlendirmeye kalkarsak yanılabiliriz. Asıl bakmamız gereken, insanların hayat tarzları ve ahlâkî davranışlarıdır.
     Evlilik meselesi de yanıldığımız sâhalardan biridir. İnsanları değerlendirme ölçümüz hatalı olduğu için bu konuda çoğu zaman yanlış karar veririz. Evlilik konusundaki isteğini değerlendireceğimiz kimsede her şeyden önce İslâmî bir şahsiyet ve ağırbaşlılık aramalıyız. Allah korkusundan yoksun birinin zengin olmasına veya tanınmış bir aileden gelmesine hiç önem vermemeliyiz.
     Yaygın zaaflarımızdan biri de, kıymetli bir sözü hep şöhret ve itibar sahibi kimselerden beklemektir. Böyle yapacağımıza, sözün kalitesine baksak, bir değer ifade edip etmediğini araştırsak daha isabetli davranmış oluruz. Her iyi ve değerli şeyi tanınmış kimselerde, zengin ve varlıklı insanlarda aramaya kalkarsak Câhiliye devri halkının derecesine düşmüş oluruz. Onlar Allah Teâlâ’nın Resûl-i Ekrem Efendimiz’i peygamber seçmesini doğru bulmuyor ve:
     “Bu Kur’ân, Mekke ve Tâif gibi iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” [Zuhruf sûresi (43), 31] diye itiraz ediyorlardı. Zira onlar büyüklüğü şöhrette ve zenginlikte arıyorlardı.
     Güzel dinimiz ne fakiri zenginden, ne de zengini fakirden üstün tutar. Üstünlük ölçüsünü Kur’ân-ı Kerîm şöyle ortaya koymuştur:
     “Allah katında en değerliniz, ona karşı gelmekten en çok sakınanlarınızdır” Hucurât sûres (49), 13

     Mukaddes kitabımız zengin fakir ayırımı yapmamıştır. Zenginlik söz dinlemeyen, kolay kolay yola gelmeyen bir ata benzetilirse, fakirlik de aynı şekilde inatçı bir at sayılabilir. Onun da üzerinde durmak yiğitlik ve mahâret ister. Yerine göre fakirlik, insanı baştan çıkaran zenginlikten, zenginlik de insanı Allah’a isyan ettiren fakirlikten daha hayırlıdır.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz
1. İnsanların değer ölçüsü sağlam esaslara dayanmadığı için çoğu zaman yanıltıcıdır.
2. Allah Teâlâ insanı görünüşüne göre değil, dînî yaşayışına bakarak değerlendirir.

     258. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, siyah bir kadın - veya siyah bir genç- Mescid-i Nebevî’yi süpürürdü. Bir ara Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem o kadını -veya genci- göremeyince onun nerede olduğunu sordu.
- Öldü, dediler.
     Hz. Peygamber:
- “Bana haber verseydiniz ya!” buyurdu.
     Sahâbîler o kadını -veya genci- önemsememişlerdi. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem sözüne devamla “Bana mezarını gösterin” buyurdu. Mezarını gösterdiler. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onun cenaze namazını kıldıktan sonra şöyle buyurdu:
     “Bu kabirler orada yatanlar için zifirî karanlıktır. Üzerlerine kılacağım namaz sebebiyle Allah Teâlâ onların kabirlerini aydınlatır.”
Buhârî, Salât 72, Cenâiz 67;
Müslim, Cenâiz 71.
Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz 57;
İbni Mâce, Cenâiz 32
  • Açıklamalar
     Çok güzel bir atasözümüz var:
     “Her geceyi kadir bil, her geçeni hızır bil.”
     Kimseyi küçümsemeden herkese saygıyla bakmayı tavsiye eden bu atalar öğüdü, insana insan olduğu için değer vermek gerektiğini ortaya koyar. Zira insanları kendi peşin hükümlerimizle değerlendirmek çoğu zaman bizi yanıltır. Yukarıdaki hadîs-i şerîfte ashâb-ı kirâmın bile böyle bir değerlendirme sonucu yanıldıklarını görüyoruz. Ebû Hüreyre radıyallahu anh bu hâli “Sahâbîler o kadını -veya genci- önemsememişlerdi” diye anlatmaktadır.
     Hadisimizde kendisinden bahsedilen hanım, Ümmü Mihcen adında, bizim Arap bacılarımıza benzeyen değerli bir insandı. Rivayetlerin çoğu böyledir. Fakat bazı rivayetlerde bu zâtın siyah bir genç olduğu belirtildiği için iki ihtimâl de bahis konusu edilmiştir.
     Ona niçin değer verilmemişti?
     Önce rengi, sonra da yaptığı iş sebebiyle. Yaptığı iş, mescidi süpürmekten ibaretti. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in ona değer vererek önemli bir insan olduğunu göstermesi, yaptığı işin de değerli olduğunu belirtmektedir. Kim bilir belki de o hanım bu üstün dereceyi, Mescid-i Nebevî’yi süpürdüğü için elde etmiştir.
     Hadisimizin idareci olanlara ayrıca bir mesajı var: İdaresi altında çeşitli insanlar bulunan bir kimse, tıpkı Resûl-i Ekrem Efendimiz’in yaptığı gibi, önemli önemsiz demeden, bütün personeli ile ilgilenmeli, problemlerini öğrenip yaralarına merhem olmaya çalışmalıdır.
     Peygamber Efendimiz’in kabirler hakkında söyledikleri de bizi düşündürmelidir. Günlük hayatımızdan biliriz ki, bir iki saat elektrik kesilmesi bile bizi üzer, canımızı sıkar. O sırada ele geçirdiğimiz mum ışığı bile çoğumuzu memnun etmez; daha bol ışık isteriz. Halbuki bizim yarınki evimiz, kaçıp kurtulma imkânı bulunmayan o son durağımız, Efendimiz’in ifadesiyle, “Orada yatanlar için zifirî karanlıktır.” Âyetlerin ve hadislerin bize haber verdiğine göre, kabrin o zifirî karanlığını aydınlatacak ışığı insan buradan götürür.
     Kış ayları yaklaşmadan yakıt tedârikine, erzak teminine çalışırız. Hiç birimiz “Belki bu sene kış üç ay geç gelir” diye düşünmeyiz. Kışın mutlaka geleceği nasıl bir gerçekse, ölümün er geç yakamıza yapışacağı da şaşmaz bir gerçektir. Üstelik ölüm gerçeği kış mevsimi gibi de değildir. O çoğu zaman habersiz gelir. Geleceğini soğuk bir rüzgârla olsun duyurmaz. Âniden kapımızı çalar ve karşımıza dikiliverir. Bugüne kadar birine mühlet verdiği de duyulmamıştır.
     İşte bu sebeple ölümü tabiî karşılamak ve ona hep hazırlıklı olmak gerekir.
     Hadisimizde cenaze namazına dair bilgiler de bulunmaktadır. Buna göre, Cenaze namazı kılınmadan defnedilen kimsenin kabri başında daha sonra cenaze namazı kılınabilir.
     Cenaze namazı kılındıktan sonra defnedilen bir kimsenin kabri başında tekrar cenaze namazı kılınabilir mi? Bu konu tartışmalıdır. Kısaca belirtmek gerekirse İmam Şâfiî ve Ahmed İbni Hanbel’e göre tekrar kılınabilir. Hanefîlere ve Mâlikîlere göre ise cenaze namazı bir defa kılındıktan sonra bir daha kılınmaz. Resûlullah Efendimiz’in kılmasına gelince, kılacağı namazın kabirleri aydınlatması özelliği Allah tarafından sadece ona verilmiştir. Başkasının böyle bir yetkisi yoktur. Ayrıca farzlar sadece bir defa yapılır.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Hiç kimseyi küçük görmemeli, herkese değer vermelidir.
2. Kendileriyle bir arada yaşanılan kimseler aranıp sorulmalıdır.
3. İyi insanların cenaze namazını kılmaya çalışmalıdır.
4. Mescidleri temiz tutmak, onların temizliği ile meşgul olmak Allah katında değerli bir iştir.
5. Hz. Peygamber’in -benzeri olaylarda da görüldüğü gibi- kabirdekilere şefaat ettiği bilinmektedir.


     259. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu söyledi:
     “Saçı başı dağınık, eli yüzü tozlu, kapılardan koğulmuş öyleleri vardır ki, bu şöyle olacak diye yemin etseler, Allah onların dediğini yapar.”
Müslim, Birr 138, Cennet 48
  • Açıklamalar
     Görünüşe, kılık kıyafete pek önem veririz. İnsânî değerlerden yoksun basit kimseler, düzgün kıyafetleriyle üzerimizde iyi bir tesir bırakarak bizi kandırabilirler. Merhum Nasreddin Hoca’nın “Ye kürküm ye!” diye işaret ettiği, bizim bu sakat ölçümüzdür.
     İyi insanlar ve Allah katında değerli kimseler ise, görünüşlerini düzeltmeye değil, gönül dünyasını aydınlatmaya, iyi bir müslüman olmaya önem verirler. Allah adı anılınca samimiyetle titreyen bir kalbe sahip olmak isterler. Kabuktan çok, onun içindeki öze bakarlar. Bu sebeple de insanın hasını bulma konusunda yanılmazlar.
     Maddî durumu iyi olmayanların arasında mükemmel insanlar, mânevî bakımdan yücelmiş kimseler vardır. Kıyafete önem vermedikleri için veya giyecek doğru dürüst elbiseleri bulunmadığı için pejmürde bir görünüme sahip olan bu insanlara birçokları değer vermez. Hatta onların kendilerine yaklaşmalarını, evlerine gelmelerini istemedikleri gibi, yüzlerine bakmaktan bile rahatsız olurlar. İnsanların yanında böylesine değersiz olan bu kimseler içinde Allah’ın veli kulları vardır. Allah Teâlâ onları çok sever ve bir dediklerini iki etmez. Şayet onlar bir konu hakkında, bu iş şöyle olsun diye Cenâb-ı Hakk’a niyaz etseler, Allah Teâlâ onların dileğini geri çevirmez.
     İşte bu sebeple görünüşe aldanmamalıdır. İnsana insan olduğu için değer vermelidir. Basit ve değersiz biriymiş gibi görünen kimselerin iyi birer insan olabileceği her zaman hesaba katılmalıdır.
     Bununla beraber saçı başı dağınık, eli yüzü kirli herkesin mutlaka iyi insan olduğu da sanılmamalıdır. Varlıklı oldukları halde tenbellikleri sebebiyle veya zenginliklerini gizlemek düşüncesiyle kötü giyinenler az değildir. Bizim güzel dinimiz, hâli vakti yerinde olanların iyi giyinmelerini, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine verdiği maddî nimetleri üzerlerinde sergilemelerini arzu eder.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Allah Teâlâ görünüşe değil, gönül parlaklığına, davranış güzelliğine değer verir.
2. Mal mülk, soy sop gibi geçici değerler, yalnız başına bir şey ifade etmez. Önemli olan iyi bir kul olabilmektir.
3. Basit görünüşlü kimselerin arasında, Allah’ın değer verdiği iyi insanlar bulunduğu unutulmamalıdır.
riyazüs salihin ile ilgili görsel sonucu

11 Kasım 2019 Pazartesi

KELİMELER ~ KAVRAMLAR: ZAZALAR

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
ZAZALAR

     Anadolu’nun otantik etnik gruplarından olan ve arkaik İran dillerinden birini konuşan Zazalar doğu ve güneydoğu bölgesinin Murat, Yukarı Fırat ve Dicle nehir vadilerinde yerleşmiştir. Bugün Zaza şeklinde genel kabul gören isim bölgesel olarak Dımılî, Kırd ve Kırmanç şeklinde de kullanılmaktadır.
     Elazığ, Palu ve Bingöl yöresinde halk kendine Zaza, dillerine Zazakî derken Bitlis, Mutki, Siverek, Bucak, Gerger bölgesinde Zazalar’a Dımılî, dillerine de Dımılkî adı verilir. Diyarbakır’ın bir kısmında, Tunceli ve Erzincan bölgelerinde ise Kırd ve Kırmanç, dillerine Kırdkî veya Kırmançkî de denilir. Aşiret, kabile, bölge, köy ve şahıs ismi olarak kullanıldığı görülen Zaza kelimesi zamanla yaygınlık kazanmıştır.
     Tarihî kaynaklarda aşiret ve oymakların oluşturduğu bir konfederasyon olan Zaza-Dımılî kelimelerine rastlanır.
     Zazalar’ı Kürtler Dîmîlî (ديميلي), İranlılar Donbolî (دنبلي), Araplar Dünbülî (دنبلي) ve çoğulu olan Denâbile (دنابله) şeklinde ifade etmişlerdir. Bu isim Osmanlı belgelerinde Dîmilî, Dünbülî ve Dûnbelî (دونبلي) olmak üzere farklı biçimlerde zikredilir. Dımılîler’e Araplar Zerzâ’nın çoğulu Zerâzî de derler, benzer şekilde Osmanlı belgelerinde Zerzâ, Hakkâri bölgesinde bir Dımılî-Zaza beyliği olarak kayıtlıdır (BA, DH. MKT, 1358/44). Zerzâlar, Aşneviye (Oşni/Uşni) bölgesinde uzun süre hüküm sürmüş Dımılî-Zaza Beyliği’dir (BA, MD, nr. 32, s. 100, hk. 38-39).
     Zaza kelimesinin aslının Zerzâ (زرزا) olduğu, zamanla “rı” harfinin düşmesi sonucu Zaza’ya dönüştüğü düşünülmektedir. Zaza ismi Osmanlı arşiv belgelerinde ”زازا، ذاذ، ظاظا“ imlâlarıyla yazılmıştır (Demir, s. 106).
     Birçok araştırmada arkaik kaynaklarda geçen Zaziya, Zazana, Zavazan, Zerzâ, Zerâzî, Zarzî, Zazan gibi adlar Zazalar’la ilişkilendirilmektedir. Zazalar’ın geçmişte ve günümüzde yayıldığı alanlarda rastlanan bu adlar Zaza’nın diğer adlarından daha eski olduğuna işaret eder (Tolman, s. 16; Kozad Mohamet Ahmed, s. 447).
     Zazalar Selçuklu, Mervânî, Eyyûbî, Karakoyunlu, Akkoyunlu, Safevî ve Osmanlı yönetiminde Süveydî, Mirdâsî, Dımılî, Zerzârî, Pazukî, Dersiman aşiretleri ve bunların oymakları olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir.
     Zazalar’ın kökeni hakkında birçok tez ortaya atılmıştır. Bunlardan biri Minorsky’nin F. C. Andreas’a dayanarak öne sürdüğü Dımılî-Deylemî bağlantısıdır. Ad benzerliğine ve dil bilimi verilerine dayanan bu görüşe göre Deylemliler, Kürtler’in arasına karışıp Kuzey Mezopotamya bölgesine yerleşen Zazalar’ın atalarıdır (EI2 [İng.], II, 193). Bir diğeri Dımılîler’in nesebinin Belh kökenli Bermek ailesinden geldiği tezidir. Bu tezi destekleyen Riyâhî ve Abdürrezzâk Dünbülî, Dîneverî’nin Ensâbü’l-ekrâd’ını kaynak göstererek Sâsânîler’e kadar uzanan bir nesep silsilesi kaydetmiştir. İbn Hallikân da Bermekîler’i Zerâzî kabilesine dayandırır (Vefeyât, VI, 219). Bu görüşe paralel olarak Şerefnâme’de, bir Zaza aşireti olan Süveydî beylerinin Abbâsîler döneminde Hârûnürreşîd-Bermekî anlaşmazlığı sonucunda Bağdat’tan sürgün edildikleri ve bugünkü Bingöl’e yerleştikleri rivayet edilmektedir (Şeref Han, I, 252-262).
     Evliya Çelebi’ye göre Hârûnürreşîd döneminde Şam veya Musul tarafından gelen Dımılî aşireti Hoy ve Sökmenâbâd bölgesine yerleşmişti (Seyahatnâme, IV, 186). Diğer bir görüşte Dımılîler’in Hoy’a gelmeleri Eyyûbîler’in buralara ordu sevketmesiyle ilişkilendirilmektedir. Sökmenâbâd, Eyyûbî sultanları tarafından Dımılî Îsâ Bey’e ocaklık olarak verilmişti. Ayrıca Târîḫ-i Ebü’l-Fidâ’da Dımılîler’in Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin sipahilerinden olduğu zikredilmektedir (M. Emîn Riyâhî, s. 110-111).
     Ortaçağ Arap kaynaklarında genel olarak Dımılîler, Musul çevresinde yaşayan bir Kürt aşireti olarak kaydedilmiştir. İbn Fazlullah el-Ömerî, İbn Hacer el-Askalânî, Fîrûzâbâdî, Dünbül’ün “kunfuz” vezninde Dunbul diye okunduğunu ve daha önceleri Musul civarında yaşayan bir Kürt aşiretinin adı olduğunu kaydetmiştir (el-Ḳāmûsü’l-muḥîṭ, I, 1293). İbnü’l-Ezrak, Târîḫu’l-Fâriḳī’de Diyarbekir ve Meyyâfârikīn’daki Kürt kabilelerini sayarken Dünbülî ve Zerzârî adlarını da zikretmiştir.
     Şerefnâme’de Zaza adına rastlanmamaktadır. Fakat Zazalar’ın yaşadıkları yerlere hâkim olan Palu, Çermik ve Eğil’deki Mirdâsîler, Genç ve Bingöl’de Süveydîler, Çemişgezek’te Pîr Hüseyin oğulları Kürt beyleri olarak yazılmıştır. Şerefnâme’de Zazalar’ın diğer aşireti Dûnbelî (Dımılî) beyleri Hoy, Sökmenâbâd, Kotur ve Urmiye bölgesinde yerleşik olarak gösterilmiştir (Şeref Han, I, 310-317). Bohtanlı bir aşiret olup daha sonra Musul’dan Azerbaycan’a gelen Dımılîler’e burada Hoy’un kuzeybatısındaki Sökmenâbâd timar olarak verildi. Akkoyunlular döneminde Bay Kalesi’ni (Şemdinan) ve Hakkâri’nin bir kısmını ele geçirdiler. Şah Tahmasb, Sökmenâbâd ocağına Hoy’u da ekledi. Kanûnî Sultan Süleyman döneminde ise Kotur ve Bargiri’yi aldılar. Şerefnâme’deki bilgiler Kanûnî dönemi mühimme defterlerinde teyit edilmektedir (BA, MD, nr. 3, hk. 1221; MD, nr. 7, hk. 1359). Bunlar Safevîler’e tâbi iken Safevî-Osmanlı savaşları sırasında sık sık saf değiştirdiler. Zazalar XV. yüzyıldan XIX. yüzyılın başlarına kadar Hoy şehrinin idarecisi olup kendi adlarına para bastırdılar. XIX. yüzyıldaki karışıklıklardan sonra bir kısmı Kuzey İran’a, bir kısmı Doğu Anadolu’ya dağıldı (Akāsî, s. 135-136).
     Osmanlılar’ın 1515 yılından itibaren Doğu Anadolu’da hâkimiyet kurmasıyla birlikte bölgedeki Zazalar da Osmanlı yönetimine girdi. Diyarbekir eyaleti kurulunca Zaza aşiretleri yurtluk, ocaklık ve hükümet şeklinde bu eyalete bağlandı. Çapakçur, Çemişgezek, Sağman, Kulp, Mihrani, Tercil, Atak, Pertek yurtluk ve ocaklık statüsünde, Ekrâd sancakları olan Palu, Eğil, Hazo, Genç ve Oşni ise hükümet sancakları olarak yönetildi (BA, A.RSK d., nr. 1452, s. 267-277).
     Tanzimat’a kadar devam eden bu sistem 1850’lerden itibaren değişti ve bölge yerel aşiret beyleri yerine merkezden tayin edilen görevlilerle yönetildi. Osmanlı döneminde XVI ve XVII. yüzyıllara ait resmî belgelerde Zaza-Dımılî aşiretleri değişik yazılışlarla Musul, Halep, Menbiç, Urfa, Birecik, Suruç, Kilis, Diyarbekir, Çemişgezek, Âdilcevaz, Revan, Mâkû ve Hoy’da kaydedilmiştir (BA, TD, nr. 998, s. 74; MD, nr. 3, hk. 1221). Evliya Çelebi 1655’teki İran seyahati sırasında Diyarbekir, Palu, Bingöl ve Bitlis bölgesinde Zazalar’ı Kürt aşiretleri arasında kaydeder, dillerini de “lisân-ı Zâzâ” ve “lisân-ı Ekrâd-ı Zâzâ” diye belirtir. Hoy ve Urmiye bölgesinde Dımılî (Dümbelî) kavmi, hükümeti ve kalesi hakkında bilgiler verir. Hoy-Şuhoy Kalesi’ni anlatırken “vech-i tesmiyesi lisân-ı Ekrâd-ı Zâzâ’da Şuhoy derler. Anunçün kal‘a-i Şuhoy dediler” ifadesiyle bölgede Zazalar ve Zazaca’nın varlığını gösterir (Seyahatnâme, III, 139; IV, 310). 1157 (1744) tarihli Sivas Ahkâm Defteri, Divriği sancağında Zazalar’ın yerleşik olduğuna işaret eder (BA, Sivas Ahkâm Defteri, nr. I, s. 232). Ayrıca 1261 (1845) tarihli Divriği kazası Yağıbasan köyü temettuat defterinde “Zaza aşireti” başlığı altında köylülerin isimleri ve malları kaydedilir (BA, ML. VRD.TMT.d., nr. 13359).
     Batı seyahatnâmelerinde Zazalar’dan ilk defa C. Niebuhr bahsetmiştir. Niebuhr, 1765’te Diyarbekir ve Urfa bölgesine yaptığı seyahatte Erzurum ve Siverek arasında 20.000 çadırlık Zaza aşiretiyle Diyarbekir’in güneyinde 500 çadırlık Dünbülî aşiretini kaydeder (Reisebeschreibung, s. 417-419). Daha sonra bölgeye gelen birçok seyyah da onlardan söz eder. XIX. yüzyıl Diyarbekir ve Bitlis vilâyet salnâmelerinde Zazalar, Kürtler’den bir grup olarak gösterilirken bölgede kullanılan dillerden Zazaca bazan bağımsız, bazan da “Kürtçe veya Farsça’dan muharref” bir dil şeklinde belirtilir. XIX. yüzyıl Osmanlı nüfus defterlerine göre Zazalar yaklaşık olarak bugün yaşadıkları yerlerde meskûndurlar. Bu defterler üzerine yapılan araştırmada on dört kazanın nüfusu 80.754 olarak hesaplanmıştır (Demir, s. 106). Cumhuriyet döneminde Zazalar’ın yaşadığı yerler dinî, siyasî, ideolojik silâhlı mücadelelerin en yoğun yaşandığı bölgeler olarak görülmektedir. 1921 Koçgiri isyanı, 1925 Şeyh Said hareketi, 1937-1938 Dersim harekâtı ve 1980 sonrası PKK terörünün çatışma sahası Zaza coğrafyasını ve nüfusunu etkileyen olaylardır.

     Etnik Kimlik.
     Zazalar’ın İran’dan bilinmeyen bir tarihte göç edip Kürtler arasına karıştığı ve zamanla Kürt olarak adlandırıldığı genel kabul görmüştür. Lengüistik ve antropolojik veriler Zazalar’ın İranî kökenden geldiğini ve dillerinin Kuzeybatı İranî dillerin Gorânî grubundan Zazakî/Dımılkî olduğunu ortaya koyar (Mann – Hadank, s. 4-6; Todd, s. V-VII).
     Günümüzde Zaza dili ve kimliği önemli bir tartışma konusudur. Cumhuriyet döneminin ulus-devlet politikası çerçevesinde Zazalar’ın Türkler’den bir grup ve dillerinin de Türkçe olduğu şeklinde yayınlar yapıldı. Bu çalışmalar Zazalar’ın bir kısmı üzerinde etkili oldu ve kendilerini etno-kültürel bakımdan Türk kabul eden bir grup ortaya çıktı. Ancak asıl tartışma konusu Zazalar’ın Kürt ve dillerinin Kürtçe’nin bir lehçesi olduğu tezidir.
     Millî benliklerin ve etnik ayırımın söz konusu edilmediği dönemlere ait Arap ve Osmanlı kaynaklarında Zazalar Kürtler’den bir grup, Zazaca da bilimsel bir incelemeden geçirilmeden Kürtçe’nin bir diyalekti olarak geçer. Bununla beraber 1903’te başlayan bilimsel çalışmalarla Zazaca’nın bağımsız bir dil olduğunu ve Zazalar’ın Kürtler’den farklı olabileceğini belirten LeCoq, O. Mann – K. Hadank, V. Minorsky, MacKenzie, T. L. Todd, L. Paul gibi araştırmacıların etkisiyle özellikle Avrupa’da yaşayan Zazalar kendi öz dilleri ve kültürlerinin bilincine vardılar ve siyasî şartların doğurduğu mikro milliyetçi dalgalarla Kürt hareketleri içerisinde dil, kültür ve siyasî haklarının savunulmadığını düşünerek yeni bir Zaza milliyeti hareketi oluşturdular (Bruinessen, s. 111-113).
     1980’lerden itibaren Almanya’da yükselen bu hareket Zaza dili ve kültürü tezleriyle yaygınlık kazandı, başta dergi olmak üzere çeşitli yayınlarla Türkiye’de de etkili oldu. Bugün Zazalar siyasal ve ideolojik bakımdan bu üç fikir arasında bölünmüştür (kısmen kendini Türk kabul edenler, Zazalar Kürt’tür, dilleri de Kürtçe’nin bir lehçesidir diyenler ve Zazalar’ın ayrı bir millet, Zazaca’nın bağımsız bir dil olduğunu iddia edenler).
     L. Paul’e göre Zazalar’ın bir bölümünün kültürel kimliklerinin ve dillerinin tanınması için gösterdiği çaba kısmen yeni ve sonucu belirsiz karmaşık kültürel, sosyal ve politik çatışma gibi bir gelişmeye yol açmaktadır (Zazaca’nın Kökeni, s. 23; EI2 [İng.], XI, 491-492).
     Dil, Edebiyat, Kültür. Zazaca, Hint-Avrupa dil ailesinin İranî diller grubunun Kuzeybatı İranî diller kolunda yer alan bağımsız bir dildir. Jost Gippert ve LeCoq, Beluçça ve Sengserce’yi de aynı alt grupta sayar ve bu gruba tarihî Hyrkania bölgesini anımsatan Hyrkan dilleri (Gürgân, Cürcân) grubu adını verir. Hazar denizi kıyısında konuşulan Kuzeybatı İran dilleri de gramer ve kelime bakımından Zazaca ile büyük benzerlik arzeder. Bu şubede ayrıca Farsça ve Kürtçe yer alır. Bununla birlikte Zazaca’yı Kürtçe’nin bir lehçesi olarak tasnif eden araştırmacılar da vardır. L. Paul, “Eski zamanlarda Zazaca Kürtçe’den daha uzaktı, yaklaşık son binyıllık süreçte Kürtçe’ye yakınlaşmıştır. Son birkaç yüzyılda Zazalar’ın birçoğu etno-kültürel bir topluluğun içinde Kürtler’le bir arada yaşıyordu, bu sebeple dil ve kültür açısından yakınlaştılar” demektedir (Zazaca’nın Kökeni, s. 21-22).
     Zaza edebiyatı XIX. yüzyıla kadar sözlü gelenekle devam etti. Zazaca yazılı eserler bu yüzyılda kendini gösterdi. Diyarbakır’da bulunup 1798-1831 yılları arasına tarihlenen Arap harfli Zazaca ile yazılan ilk eserde Alevî inanç ve sosyal yapısına dair bilgiler verilmektedir. 1856 yılında Rus İranologu P. I. Lerch, Osmanlı-Rus Kırım harbinde esir alınan Bingöllü ve Palulu Zazalar’la yaptığı mülâkatları içeren hikâye, masal ve türkü metinlerini dil bilgisi incelemesi yapmadan 1858’de Rusça ve Almanca olarak yayımladı. İlk basılı Zazaca eser, Mele Ehmedi Hasi’nin Arap harfli Zazaca ile yazılan ve 1899’da Diyarbekir’de yayımlanan mevlididir (BA, MF. MKT, 442/56). Bir diğer Zazaca mevlid, Osman Efendiyo Babıj tarafından Siverek’te yazılıp 1933’te Şam’da yayımlandı. Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde siyasî şartlar ve dil politikaları sonucunda bu dilde yayın yasağı 1990’ların sonuna kadar kitap ve dergi yayımcılığını mümkün kılmadı. Avrupa’ya göç eden Zazalar ise dillerini ve kültürlerini özellikle dergiler ve kitaplar yoluyla yaşattılar. 2000’li yılların başında Türkiye’de bu alandaki yasakların kaldırılmasıyla Zazaca yazılı ve görsel yayınların sayısı giderek artmaktadır.
     Zazalar müslüman olup bölgesel olarak farklı mezheptendir. Elazığ, Bingöl, Palu, Diyarbakır, Mutki yöresinde Şâfiî mezhebi; Urfa, Adıyaman ve Diyarbakır’ın güney kesiminde Hanefî mezhebi yaygındır. Tunceli, Erzincan, Sivas, Erzurum ve Varto’da Alevîlik dinî ve sosyal hayata hâkimdir. Bu farklılıklar Zazalar’ın yaşam tarzlarına, dillerine, edebiyatlarına, gelenek ve göreneklerine yansımaktadır.
     Geçmişte göçebe aşiretler şeklinde yaşam süren Zazalar’da günümüzde aşiret yapısı pek yaygın değildir. Bunlar yerleşik hayata bağlı olup tarım ve çiftçilikle uğraşırlar. Kırsal kesimde hayvancılık yapanlar yazın kendilerine yakın olan yaylaklara çıkar, kışın oturdukları köylerine geri dönerler. İlçe ve köylerde yaşayanlar ziraat ve ticaretle meşguldür.
     Zaza toplumunun gelenek ve toplumsal kurumları modernleşmeyle birlikte değişime uğrasa da kısmen varlığını korumaktadır. Zazalar üzerine ilk antropolojik araştırmayı yapan Fransız Ernst Chantre 1881 yılında Diyarbakır, Siverek ve Suriye’de Kürtler’i ve Zazalar’ı tipolojik ve fizyonomik olarak inceleyip fotoğraflarını çektirdi. Zaza toplum yapısını M. S. Kaya, Bingöl Solhan, N. Sevgen, Dersim ve Bingöl merkezli olarak incelemiş, O. Türkdoğan ise alan araştırmasıyla Zazalar hakkında genel sosyolojik gözlemler yapmıştır.
     Bugün Bingöl, Tunceli (Dersim), Diyarbakır, Elazığ ve Erzincan, Zazalar’ın yoğun olarak yaşadığı yerlerdir. Bunun dışında aşağıdaki ilçelerde Zazalar’ın kısmen yerleşik olduğu görülür: Varto (Muş), Hizan-Mutki (Bitlis), Sason (Batman), Hınıs, Tekman, Çat ve Aşkale (Erzurum), Pötürge (Malatya), Gerger-Samsat (Adıyaman), Siverek-Bucak (Urfa), Zara-Ulaş-Divriği (Sivas), Sarız (Kayseri) ve Ekecik (Aksaray). Ayrıca Türkiye’nin birçok şehrine ve başta Almanya olmak üzere Avrupa’ya göç edip yerleşen Zaza nüfusu mevcuttur. Etnik kökene ve ana diline dayalı nüfus sayımı yapılmadığından Zazalar’ın nüfusu hakkında kesin bilgi bulunmamakta, araştırmalarda Zaza nüfusu için 2 ile 4 milyon arasında rakamlar verilmektedir (Buran – Çak, s. 80-85).
TÜRKİYE DİYANET VAKFI
İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
İlgili resim 

5 Kasım 2019 Salı

Bakara Sûresi 269. ile 274. Ayet'i Kerimeler Arasının Meal ve Tefsirleri

Bakara Sûresi
269 ile 274. Ayet-i Kerimeler Arasının
Meal ve Tefsirleri
  • Bakara Suresi 269. Ayet-i Kerimenin Meali
     "O, dilediğine hikmeti verir ve kime hikmet verilirse o kimse birçok hayra nâil olmuş demektir. Bunu ise ancak derin kavrayış sahibi olanlar düşünüp anlarlar."
  • Yukarıdaki Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     Hikmet hüküm kökünden olup bu kökün mânası “menetmek, engellemek”tir. Hikmet de sahibini yanılmak ve sapmaktan koruduğu için bu ismi almıştır. Atın ağzına vurulan ve onun yanlış yola girmesini engelleyen geme de –bu sebeple– “hakeme” denilmiştir.
     İslâm düşüncesinde hikmet, başka milletlerde daha önceden doğan ve gelişen felsefenin de intikal ve etkisiyle “İnsanın gücünün yettiği kadarıyla eşyayı, varlıkta mahiyeti ne ise o olarak bilmeyi, bu mânada gerçeğin bilgisine ulaşmayı hedefleyen bir ilim” şeklinde tanımlanıp nazarî ve amelî gibi kısımlara ayrılmıştır (Cürcânî, et-Ta‘rifât, “Hikmet” md.). Ancak Kur’ân-ı Kerîm’in nâzil olduğu çevrede hikmetin bu mânada kullanılmadığı, bu mânada bir hikmetten söz edilmediği bilinmektedir. Araplar hikmet kelimesini “içinde nefsi uyaran, iyiliği tavsiye eden, saadet ve bedbahtlıkla ilgili tecrübeleri aktaran, edep ve ahlâkın özünü yansıtan sözler” mânasında kullanırlardı. Kur’ân-ı Kerîm de bu kelimeyi “insanları eğitip olgunlaştıran, nefisleri ıslah eden peygamberlik, hidayet ve irşad” mânalarında kullanmıştır.
     Hikmet ilk asırlarda yaşayan tefsircilerden İbn Abbas’a göre Kur’an bilgisi, Süddî’ye göre peygamberlik, Katâde’ye göre Kur’an’la ilgili doğru anlayış (fıkıh), Mücâhid’e göre sözde ve davranışta doğruyu yakalamak, daha başkalarına göre din üzerinde düşünmek, akıl yürütmek, ilâhî emir üzerinde düşünmek ve ona uymak, Allah’tan korkmaktır (İbn Atıyye, I, 364).
     Râgıb el-İsfahânî’nin Kur’an lugatı olarak yazdığı elMüfredât’ında verdiği bilgiye göre genel mânası “bilginin gerçeğe uygun olması ve aklın gerçeği yakalaması” demektir. Hikmetin Allah’a mahsus olanı “Varlıkları (eşya) bilmek ve kusursuz olarak yaratmak”, insana ait olanı ise “yaratılmışları bilmek ve iyi şeyler yapmak” şeklinde tanımlanır. Allah Teâlâ “Lokmân’a hikmeti verdik” buyururken işte bu ikinci mânadaki hikmeti kastetmiştir.
     Bu sûrenin 251. âyetinde Allah’ın Hz. Dâvûd’a “mülk ve hikmet” verdiği bildirilir. Müfessirlerin açıklamasına göre mülk, Hz. Dâvûd’a verilen maddî ve dünyevî gücü, hikmet de peygamberliği ve bu sayede mazhar olduğu zengin bilgileri yani mânevî ve zihinsel gücü ifade eder.
     Fahreddin er-Râzî ve Kådî Beyzâvî gibi felsefî birikimi olan müfessirler ilgili âyeti yorumlarken hikmeti, “nazarî bilgileri ve elden geldiğince iyi işler yapma alışkanlığını kazanmak suretiyle ulaşılan ruhî olgunluk” şeklinde açıklamışlardır. “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır...” meâlindeki âyette (Nahl 16/125) hikmet, tebliğ ve irşad çalışmalarının temel yöntemi olarak gösterilmiştir.
     Bütün müfessirler buradaki hikmet kavramının, “kesin kanıtlara dayalı, muhatabı tam olarak ikna edecek ve kötü niyetli tartışmalara son verecek kesinlikte doğru ve sağlam bilgi” anlamında kullanılmış olduğunu belirtirler. Şu halde hikmet, dinî olan ve olmayan bütün yararlı bilgileri içine alan bir kavramdır ve konumuz olan âyet bu anlamdaki hikmetin, Allah’ın insana, birçok hayra vesile olacak büyük bir lutfu olduğunu ifade etmektedir.
     Bu sebeple olmalıdır ki Resûlullah, hem kendisi hem de bazı sahâbîler için Allah’tan hikmet dileğinde bulunmuş (Buhârî, “Fezâilü’s-sahâbe”, 24); “Bayağı (sefih) kimselere hikmetten söz etme!” (Dârimî, “Mukaddime”, 34) anlamındaki uyarısıyla da hikmete ancak fıtratı bozulmamış, ahlâkı temiz kişilerin lâyık olduğuna işaret etmiştir.
     İhvân-ı Safâ Risâleleri’nde bu husus, şu hakîmane ifade ile vurgulanır: “Hikmet bir gelin gibidir ve sadece süslenmiş eve inmek ister” (IV, 13).
     Sonuç olarak hikmet terimi başlangıçta “akıllı ve bilgili bir kişinin deneyim ve birikimlerini özlü şekilde ifade ettiği sözü” anlamında kullanılırken İslâmî dönemde zaman içinde şu anlamları kazanmıştır: Bütün özel bilgi alanlarını kuşatan kapsamlı ve derin bilgi veya felsefe, ilâhî gerçekleri ve Kur’an’ın derin anlamını kavramaktan doğan bilgi ve bu bilgilere uygun yaşama tarzı, Hz. Peygamber’in sünneti, bir hükmün sebebi veya amacı, bir eylemden beklenen yarar (maslahat).
     İbn Âşûr, felsefe mânasındaki hikmetin kaynağını ve mahiyetini şöyle özetlemektedir: “Hikmet ilimleri, ilâhî vahye mazhar olan rehberlerin verdikleri bilgi ve gösterdikleri yolların bütünüdür ki insan aklının terbiye ve ıslah edilmesi bu temele dayanır. Hikmet önce dinlerde ortaya çıkmış, sonra üstün zekâ sahibi insanların bu temel üzerinde geliştirdikleri düşünceleri de buna eklenmiştir.
     Keldan, Mısır, Hindistan ve Çin’de birbirine yakın asırlarda yaşamış bulunan kadîm hakîmler hikmetin yollarını ve yöntemlerini belirlemişlerdir. Ancak bu hikmet sapmalardan, hayal ve vehimlerden ayıklanmış değildir. Sonra eski Yunan filozofları gelmiş, hikmet ilmini başkalarından ayırarak ele almışlar, güçleri yettiğince ayıklayıp saflaştırmışlardır. Ancak yine de hikmet tam saflığına ulaşamamıştır. Bu dönemde felsefe insan nefsini terbiyeye yönelik bulunan Sokrat yoluyla akıl ve matematiğe yönelik bulunan Pisagor yolundan ibaret olmuştur. Bunlardan sonra gelen Eflâtun işrak felsefesinin, Aristo ise Meşşâî felsefenin babaları olmuşlar, günümüze kadar da bu çizgi devam etmiştir” (III, 63-64).
     İslâm bilgin ve düşünürleri, özellikle hicrî IV. asırdan itibaren dinî, felsefî ve ilmî bilgilerin tamamını hikmet kavramı içinde değerlendirerek, teorik bilgilere “nazarî hikmet”, pratik bilgilere “amelî hikmet” adını vermişlerdir. Öte yandan bütün ahlâkî erdemleri “hikmet, adalet, yiğitlik, iffet” olarak dört temel erdem içinde toplayan ve bunların başında da hikmeti gösteren felsefî anlayış, zamanla Râgıb el-İsfahânî, Gazzâlî, İbn Hazm gibi ahlâka dair eserler yazan din âlimleri tarafından da benimsenmiştir.

  • Bakara Suresi 270. Ayet-i Kerimenin Meali
     "Siz hangi hayrı yapsanız ve hangi adakta bulunsanız şüphesiz onu Allah bilir. Zalimlerin ise samimi yardımcıları yoktur."
  • Yukarıdaki Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     “Samimi yardımcıları olmayan zalimler”den maksat, özellikle yoksullara ilgi göstermeyen, ihtiyaç sahiplerine yardımcı olmayan, servetin sahipleri üzerine borç, ihtiyaç sahiplerine hak olan zekât, nafaka ve sadakayı onlardan esirgeyen kimselerdir. Kur’an dilinde zalimin mânalarından biri de haksızlık eden, borcunu ödemeyendir. Böyle kimselerin yakın çevrelerinde bulunanlar bile onlardan memnun olmazlar, onlardaki haklarını zorla veya gizlice almaya çalışırlar (adak hakkında bilgi için bk. Hac 22/29).

  • Bakara Suresi 271. Ayet-i Kerimenin Meali
     "Sadakaları açık olarak verirseniz bu ne güzel! Şayet onu yoksullara verirken gizlerseniz bu sizin için daha da hayırlıdır ve sizin bir kısım günahlarınızı düşürür. Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
  • Yukarıdaki Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     İhtiyaç sahiplerine yapılan yardımın, verilen sadaka ve zekâtın açık olarak yapılması câiz olmakla beraber (bu âyetten başka 274. âyet de cevazı teyit etmektedir) hem bu âyette hem de sahih hadislerde gizli olmasının daha iyi, hayırlı ve ecirli olduğu bildirilmiştir.
     Nitekim hadiste Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Yedi insan vardır ki Allah onları, kendine mahsus olandan başka hiçbir gölgenin bulunmadığı günde bu gölgesinde barındırır: Âdil yönetici, Allah’a kulluk ederek yetişen genç, gönlü mescidlere takılmış bulunan kimse, Allah için birbirini seven ve bu sevgi içinde birleşip ayrılan iki kişi, kendisini birlikte olmaya çağıran soylu soplu ve güzel bir kadına, ‘Ben Allah’tan korkarım!’ cevabını verebilen kimse; bir sadaka verip de onu, sol elinin verdiğini sağ eli bilmeyecek şekilde gizleyen kişi ve tek başına iken Allah’ı anıp gözleri yaşaran kimse” (Buhârî, “Hudûd”, 19; Müslim, “Zekât”, 91).
     Bazı tefsircilere göre nâfile türünden sadakanın gizli verilmesi, farz türünden sadakanın ise açık verilmesi daha iyidir. Çünkü farz olan sadakanın gizli verilmesi, “Kişi yükümlü olduğu halde vermiyor” şeklinde suizanna sebep olabilir, ayrıca açıkça verilmesinde teşvik vardır. Nâfile sadaka ve infaklar ise açıkça yapıldığında hem alanın mahcup olması hem de verenin riyâya düşmesi ihtimali mevcuttur. Bize göre Kitap ve Sünnet böyle bir ayırım yapmadığından, açıktan vermeyi gerektiren özel bir sebep olmadıkça her nevi tasadduk ve infakın gizli yapılması tercih edilmelidir, ancak açık olması da câizdir.

  • Bakara Suresi 272. Ayet-i Kerimenin Meali
     "Onları doğru yola iletmek senin üzerine borç değildir, fakat Allah dilediğini doğru yola iletir. Hayır için yaptığınız her harcama kendiniz içindir. Verdiklerinizi ancak Allah rızâsı için verirsiniz. Hayır için yaptığınız her harcamanın karşılığını da hiçbir haksızlığa uğramaksızın tam olarak alacaksınız."
  • Yukarıdaki Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     Hikmetin mânalarından biri de “ilâhî irşad ve hidayet” idi. Bu büyük lutuf Allah’ın elindedir; peygamber de olsa, hiçbir kulun başkalarına hidayet lutfetme imkânı yoktur. Allah’ın hikmet ve hidayet lutfunda da–kendi koyduğu kanun gereğince– kulun yönelişi ve hak edişinin etkisi vardır."

  • Bakara Suresi 273. Ayet-i Kerimenin Meali
     "Kendilerini Allah yoluna adadıklarından seyahat ve ticarete imkân bulamayan yoksullara verin. Yoksulluklarını gizli tuttukları için bilmeyen onları zengin sanır. Kendilerini simalarından tanırsın. Onlar insanlara asla el açmazlar. Hayır için yaptığınız her harcamayı Allah hakkıyla bilmektedir."
  • Yukarıdaki Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     Kendilerini Allah yoluna adayan, geçimlerini sağlamak üzere bir kazanç elde etmek için çalışma, ticaret ve seyahat etme imkânları bulunmayan yoksullar” kimlerdir? Âyetin nâzil olduğu tarihi göz önüne alan tefsirciler bunların Suffe ehliyle (Peygamber Mescidi’nin bir köşesinde barınan kimsesiz ve yoksul müslümanlar) Mekke’den hicret eden muhacirler olduğunu ifade etmişlerdir. Onların, Medine’ye yerleşip işgüç sahibi olmaları için zamana ve uygun şartlara ihtiyaç vardı. Allah rızâsı için (fî sebîlillâh) hicret etmişler; yurt, yuva ve işlerinden uzak düşmüşlerdi. O dönemde savaş ganimeti kabilinden bir gelirleri de yoktu. Şu halde infak ve tasaddukta bunların önceliği vardı. Bu tarihî durum dışında Allah rızâsı için O’nun dinini korumak, öğrenmek, öğretmek ve yaymak maksadıyla devamlı meşgul olduklarından dolayı işve ticaret yapma imkânı bulamayan kimselerin her zaman ve zeminde infak ve tasaddukta ön sırada olma hakları vardır. Bunlardan sonra sıra, meşrû bir mazeret sebebiyle çalışıp kazanma imkânı bulamayan fakat yine de insanlara el açıp dilenmeyen ve istemeyen yoksullara gelir. Âyette de belirtildiği gibi böyle iffetli, asil, insanlık şerefine düşkün kimseleri erbabı, simalarından tanır ve gereken yardımı yaparlar. Burada geçen sîmâ “yüzlerindeki nur, ibadet izi, yoksulluğun verdiği solgunluk, üstte başta görülen eksiklik” gibi farklı şekillerde yorumlanmıştır.


  • Bakara Suresi 274. Ayet-i Kerimenin Meali
     "Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık olarak hayra sarfedenler için rableri nezdinde ecirleri vardır; onlar için ne korku olacak ne de üzüleceklerdir."
  • Yukarıdaki Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık olarak hayra sarfedenler için rableri nezdinde ecirleri vardır; onlar için ne korku olacak ne de üzüleceklerdir.
Kaynak :
Kur'an Yolu Tefsiri
Cilt: 1
Sayfa: 423-428
[​IMG]
    Kur'an-ı Kerim - Diyanet İşleri Başkanlığı
    kuran yolu tefsiri ile ilgili görsel sonucu

    14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri & Grand Alfa Karadeniz Turu

    14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri  &  Grand Alfa Karadeniz Turu      5 Gün - 4 Gecelik (3 gece otel konakla...