12 Kasım 2020 Perşembe

PSİKOLOJİ KÖŞESİ / RUH SAĞLIĞI ~ ADİYAT SÛRESİ

RUH SAĞLIĞI 
     ADİYAT SÛRESİ


     Ayetleri, biri kişisel ruh yapısı ve güçleri açısından, diğeri de cemaat ve millet olma açısından, iki ana bakış açısıyla irdelemek istiyoruz. Önce ilk beş ayeti bütünlük içinde ele almaya çalışacağız. Bu ayetler arasındaki “Fe” harfleri, birbirini
etme anlamında konu bütünlüğünü ifade etmektedir.


   Ayetler, Müfessirlerin öteden beri anladığı at koşuşturmaları, gazi naraları ve savaş meydanlarına yapılan akınlardan bahsetmiyor denemez. Aynı şekilde Zariyat süresinin ilk beş ayetinde de meleklerin nezaretindeki rüzgarlar ve etkileri işlenmiştir. Bununla beraber esas manaların sadece bunlardan ibaret olduğu da söylenemez. Söz konusu yorumlar, ayetlerin tefsir edildiği zamana uygun düşen yorumlardır.
     Tıpkı günümüzde yapılan her yorumun, zamanımızın anlayışına uygun gelmesi gibi. Şu an yapılan açıklamalar nasıl gelecekte yapılacak bütün yorumları sınırlayamaz donduramaz ise, geçmişte yapılan yorumlar da herhalde bugün yapılan yorumlara engel teşkil etmemelidir.
     Zariyat süresinin ilk beş ayeti ile, bu Adiyat süresinin ilk beş ayeti arasında ilginç bir benzerlik ve örtüşme söz konusudur.
     Bir “At” veya bir “Atom” ile bir insan ve toplum anlatılır mı?..
     Farklı ayetlerde benzer teşbih, istiare ve mecazları görmekteyiz. Söz gelimi bir “Ağaç” ile insanın güzel veya çirkin söz söylemesi anlatılmaktadır(14/24-26), Kur’an’da, insanın inanç, duygu, düşünce ve davranışları rapor edilirken “Kelp” (7/176), merkep (62/5), örümcek (29/41), kütük (63/4) gibi kavramlar zikredilir. Peygamberimiz de insanı hurma ağacına benzetmiştir.
     “Küheylan” kelimesi günümüzde, küresel boyutlarda, adanmışlık içinde, şevk ve muhabbetle, harıl harıl, çatlarcasına koşuşturup duran genç nesil için bir sembol haline gelmiştir diyebiliriz.
     1- Yemin olsun!…
     O nefes nefese-harıl harıl koşuşturup duranlara.
(Zariyat - 1: Tozutup savuranlara… Atomda elektronlar, çekirdeğin etrafında hayal edemeyeceğimiz bir hızda bir at, bir insan gibi koşuşturup dururlar. Mesela Müslüman vakar ve istikrarı içinde Hidrojen atomunda, 2000 kilometreyi bulan bu sürat, bir anarşi tufanı durumunda uranyum da 50 bin kilometreye çıkar. Bu tozu dumana katma aynı zamanda Samanyolu gibi neblülozlarda ve sistemlerde de gerçekleşmektedir… (Bknz: İman Dünyası).
     a) İnsan; Ruhuna ermek, özündeki benlik yapısına kavuşmak için büyük bir heyecanla varlık koşusuna katılmıştır. “Ben!” diyerek start almış, soluk soluğa geçtiği yollarda onu var eden Yaratıcısı hakkında bilgiler toplamış, gerçek görevini ve hedefini kavrayarak fıtrat yapısını gerçek varlık kimliğine, “Aidiyet kişiliğine” dönüştürmüştür. İnsan öncelikle Esma’nın ruhunu ruhuna sindirmiş sonra eşyanın isimleriyle donanmıştır.
     Bu; Ruh planında böyle olduğu gibi, maddi planda da, hem atomda hem de hücrede telaşlı bir koşuşturmanın cereyan ettiğini görebiliriz. Yukarıda ele aldığımız atomda olduğu gibi, bir damla su içinde binlerce hücre de aynı koşuşturma içinde, varlık yarışına katılır (86/5-6) ve zorlu bu mikro maraton sonunda, sadece birinin varlık havuzuna düşmesiyle insanın, embriyolojik yapısıyla dünya serüveni başlamış olur.
     İnsanlar, olimpiyatlarda fiziksel koşular ve madalya törenleri düzenledikleri kadar, Ruh ve Benlik koşuları da düzenleyip, insanımızı nefes nefese koştur salardı, “Sadr”larını madalyalarla donat salardı da, hayat yolunda karşılaştıkları problemler karşısında nefessiz, psikolojik rahatsızlıklar karşısın da çaresiz bırakmasalardı!..
     b) Bireysel planda, başta -deyim yerindeyse- Miraç baş maratoncusu kainatın Efendisi olmak üzere bütün Peygamberler, hayatlarının tamamında, Hakk yolunda koşturan baş modeller olmuşlardır. Hz.Nuh’un 950 yıllık tebliğ maratonu uzun zaman açısından tek örnektir.
     Her Peygamber dur durak bilmeden, her türlü eza ve cefaya katlanarak, hayatları boyu koşturmuş, iki-üç kişiden ibaret de olsa cemaatlerini oluşturmuşlardır. Peygamberimiz de bir kadın bir çocuk bir köle bir yaşlıyla başlayarak oluşturduğu cemaatine, her olumsuzluğa rağmen 23 yıl boyunca kendisiyle beraber soluk soluğa hizmet ettirmiş, 70 binleri bulan bir Sahabe kitlesini ümmetine miras bırakarak gitmiştir.
     Peygamberimizden aldıkları hız ve rüzgarla bu aksiyon ve hamle ruhu, Dört Halife, Emevî ve Abbasî dönemlerinde de sürmüş, Endülüs Medeniyeti kurulmuş, Söğüt dalından havalanan kelebek, batıya uçmuş, üç kıtaya açılan kulvarlarda harıl harıl koşturan atlar, 5-6 asırlık Osmanlı medeniyetin simgeleri olmuştur.
     Günümüzde at; hipodromların kem talihlisi, sirklerin eğlence figüranı, servet değerleriyle mezatların argümanı haline dönüşmüş fakat şanlı yerini, harıl harıl motor-otomobil sesleriyle, oradan oraya koşturan, koşturacak yer soluklayan, millet gönüllüsü güzel insanların araçlarına bırakmıştır.

     Her tekevvünde sâbikûn-ı Evvelûn, turnikeye ilk girenler vardır.
     Hamûle ağır, omuz azdır.
     Kulaklar sağır, atmosfer pek ayazdır.
     Üç beş yürek avazda,
     Nafile! omuz veren çok azdır.
     “Kimse yok mu?” Sesine cevap verecek, makas gibi kollarını gerecek,
     “Ben!” diye velvele verecek tek fert yoktur.

     Ama “Biz!” diyerek gerçek bir toplum benliği oluşturma yolunda, sokak taşlarını aşındıran, küheylân gibi koşturan, köşe bucak temiz bir nâsiye ve ışıktan bir mekan arayan bu, bir avuç Nurdan İnsan vardır. Ve onlar, ikinci yapılanmanın baş mimarlarıdır.
     Bu kendilerine yemin edilen topluluk, “Allah’a ve Ahirete inanırlar, iyiliği tavsiye eder, kötülükten de uzak tutmaya çalışırlar, hayır olan her iş için koşturur dururlar; işte bunlar Salih, iyi kişilerdir” (3/114). “Bu Salih kişiler ne güzel dost ve arkadaştırlar!” (4/69).
     Neden bu Salihler topluluğundan olmak için yüreğimiz çarpmasın (5/84). ”Rabbim! Beni Müslüman olarak öldür ve beni bu Salihler topluluğu içine kat!” (12/101) duası dilimizde vird-i zeban olmasın!.. Ve “İman edip güzel işler yapanları, halkın en hayırlıları olan (98/7) bu Salihler topluluğu içine katarız!” (29/9) ilahî kelamı gönlümü coşturmasın!.. Coşturup da bizi de onlarla beraber nefes nefese koşturmasın!..
     Hiç Allah, harıl harıl koşan atlara yemin eder de, gönüllere adını uçuran, uçan kuşlarla yarışan, küheylan gibi ışıklaşan, ışık olup zamanla yarışan, O Atların bu Süvarilerine yemin etmez mi?..

     2-Ateş çıkaranlara
     (Zariyat-2: Ağır yük taşıyanlara… Atomdaki çekirdek içinde bulunan proton, elektrona nispetle 1836 kez ağır dönmektedir. Onlar elektronlar gibi bağımsız ve adeta sorumsuz değillerdir. Çekirdeğin nizamına uyum içinde son derece ağır ve sorumluluk isteyen bir görev yaparlar. Ateşten ağır bir yük taşırlar. Bilindiği gibi atom çekirdeği zorla parçalanırsa, ya da (güneşte olduğu gibi) iki atom çekirdeği zorla izdivaç ettirilirse ortaya büyük bir nükleer enerji ve ağır ateş çıkmaktadır. Bize öyle geliyor ki, atomun kalbi sayılan çekirdek içindeki ağır ateş yükü taşıyan proton gibi, insan kalbinin içinde azap ateşi taşıyan vicdan, insan varlığı içinde en hassas ve en ağır yükü taşıyan öz bir mekanizma olarak ortaya çıkmaktadır).
     a) İnsanın benlik savaşlarında en büyük hasmı, ateş yapısıyla, şeytandır ki, Allah’a karşı yeminle söylediği gibi, kendisiyle beraber cehenneme sürüklemek için, her an insan ruhunun bir köşesini kundaklamak, Ebu Leheb ve karısı gibi elinde ateşle bekleyip yangına vermek ister.
     İnsan için en büyük handikap, çıra gibi her an alevlenmeye hazır bir nefis ve ateşler saçan yüksek gerilim hattı gibi bir sinir sistemi yapısına sahip olmasıdır. Nitekim şeytan da bunun bilincindedir ve sürekli bu cephelerden ateş açmaktadır.
     İnsan melekle müttefik olmalıdır. Çünkü melekler, şeytanları bertaraf edecek ateş gücüne sahiptirler. Ortalığı ateşe verecek özel bilgileri toplamak için gök yüzüne yükselip kulak hırsızlığı yapan şeytanların üzerine, ateşten toplar gönderir onları yakarlar.
     Böyle nura sığınan insan, bedende ateş yapan mikroplar gibi ruha kor sıçratan günahlardan arındığında, adeta nur kesilir, nur yansıtan bir simaya ve benliğe sahip olur. Ateşe karşı ateş kesilir ve şeytana şöyle der: “Ateş olsan cirmin kadar yer yakarsın! Hoş onu bile yakamazsın!.. Çünkü nâr- sın nûra zarar dokunduramazsın!.. Benim çıkardığım nûr ateşi senin nâr ateşini söndürür, bana hiçbir şey yapamazsın!”
     Nur kesilmiş, nur gibi ağır bir yükü taşıyan alevlenmiş hassas vicdanlar, sanki bir sevda ateşiyle yanıp tutuşmakta, enerji bedenleri adeta alev saçmakta, taşıdıkları nur ışıkları simalarına yansımaktadır!…
     b) Dört nala koşan atların birbirine çarpan nalları, çakmak taşı gibi kıvılcımlar sıçratır. Atomlar çarpışır ateşler taşır. Küheylan kesilmiş çağımızın, Hz. Musa’nın Yed-i Beyzâsı gibi ışık elli insanları da dokundukları gönülleri tutuşturmakta; her evde, beldede, şehirde, ülkede bir ocak tüttürmektedirler. Onların beyinleri de adeta, vicdanları gibi, milletlerinin ve insanlığın dertleriyle dolmuş, yığılan bulutların yağmuru gibi gözleri dolmuş, ateşlere düşen nesiller adına, itfaiye memurları gibi ateşlere düşmüş, düşüncelerine hafakan şimşekleri üşüşür olmuştur.

     3- Sabahleyin akın edenlere ki,
     (Zariyat-3: Kolayca akıp-süzülüp yürüyenlere… 
Nötron çekirdek tarafından çekilince, zincirleme reaksiyonlar meydana getirir, müthiş bin enerji yüklenerek, ışık hızına yakın bir hız kazanır. Bu etki gücüyle 30 cm. kalınlığındaki bir kurşun duvarı rahatlıkla delip geçebilir. Mümin hep yürür, şeytan ve nefis duvarlarını yıkar, beden engelini aşar, esaret zincirlerini kırar, şefkat ve muhabbet enerjisiyle ürettiği terleriyle ıslattığı avuçlarının içinde kafes demirlerini eritir, parçalar. Geçidi olmayan, derin sularla dolan, çöller kıtalar da olsa, su gibi, dağların ve bulutların engelleyemediği ışık gibi, bütün ruhlara sızar, dalar, akar gider, sessiz akın eder).
     a) İnsanın gündüzü devirip geceye doğru yaptığı yolculuğu daha çok kendine, geçici beden istirahatına yönelik olur. Bu arada Ruh da rüyalarla oyalanır. Müzzemmil süresinde belirtildiği gibi “gece programı” için kalkan insan, Ruh, vicdan, akıl ve düşünce ülkelerine seferler düzenler. Bilincine, bilinçaltına, yüksek gerilim yüklemesi yapar, sabah namazıyla programına son noktayı koyar, gecesini gündüzü için mühürler. İç dünyasına düzenlediği bu akınlarla günlük iç fethini tamamlamış olarak, gündüzün dış fethi için hayatın içine dalar.
     b) İnsanların rahat uykularında oldukları vakitlerde, sıcak yataklarından yanlarını ayırırlar, kıyama dururlar sonra yürüyen ayak olurlar. Gecenin sırlı tenevvürü ile aydınlanmış olarak sabaha ererler. Sabah erkenliği içinde ayaklarının uçlarına basarak temkin ve tedbirle yürürler. İnsanlık daha uyanmadan içten içe, Eshab-ı Kehf uslublu, sırlı tenevvürle mesafe kat ederler. Hiç kimse bizden evvel gidip de gönüllere karanlık taşımasın diye, yüklendikleri ışıkları vakit fevt etmeden, güneşten bile önce, köşe bucak koşturup ulaştırmaya çalışırlar. Programlı sabah akınlarına erken başlarlar, yokuşları aşıp hedefe erken varırlar.
     Seher vakitlerini uykuda geçiren hiç bir fert ve topluluk, İslam’ın ideal zirve noktasında, güzelliklerini temsile ve tebliğe layık olamaz. Aynı şekilde, Tebliğ inceliklerine vakıf olmayan ve devrin şartlarına göre uygulamayan topluluklar da mefkûrelerine ve hedeflerine ulaşamaz.
     Her gecenin kadirli bir gece olduğunu bilirler, Kadir gecesini arar gibi, gece içinde kendilerini ararlar. Sonra da sabaha kadar yeryüzüne akınlar düzenleyen meleklerden ödünç kanat almış gibi, gönüllerde Rahmetin yaygınlaşması için yeryüzü seferlerine başlarlar. Eski kavimlerde olduğu gibi, sabah azabını bildirmek için meleklerin gelmesinden (11/81; 37/177), masumları da kapsayacak felaketlerin yağmasından (8/25) endişe duyarlar ve içte istiğfar dışta dava seferleriyle gelebilecek felaketlere paratoner olurlar (8/33). Her yeni gün, bütün yeryüzünde adeta akın akın koşturan elektronlar gibi, bu sabah “Misbah” larıyla, aydınlanır (24/35), insanlık seması ışıklanarak hayat ve anlam kazanır.
     Bu üç ayet, hem fert hem de topluluk planında, Risaletin bidayetinde Mekke dönemini -ki ilk üç yıllık dönemde, kalbî ve zihnî iç dünyadaki oluşum daha sonra Hicrete kadar dışta açık tebliğe yöneliş gerçekleşmiştir- ondan sonra da Medine dönemini, fethe giden yolda yapılan akınları ve evren sel açılımları hatıra getirmektedir.
     Bu durum raporunun ardından da sanki şu iki sonuca dikkat çekilmekte ve iki temel misyona işaret edilmektedir. Buna göre, başta içte ocak gibi yanmadan, dışta gece gündüz köy-kasaba dolaşarak çabalayıp yorulmadan, oluşumu bütün nazik şartlar ve kurallar çerçevesinde, sistemli bir organize içinde yürütmeden, ses getirecek dışa açılımların ve evrensel misyonlu yayılımların gerçekleşmesinin mümkün olamayacağını belirleyebiliriz.

     4-Haykırarak-emekle tozu dumana katmışlardır
     (Zariyat-4: İş bölümü yapanlara and olsun ki… Atomdaki her eleman, mükemmel iş taksimi içinde, kendisi için takdir edilen ve yüklenen görevi hassasiyet içinde, büyük emek gerektiren bir enerji ve eylemle yerine getirir. Elementleri oluştururlar. Yoğun çabalar sonucu hayata dinamizm katarlar. Samimi, yetenekleri yerinde kullanan, sistematik ve çılgınca çalışan kişi ve toplumlar da böyledir. İnsanlık hayatının dinamizmini ellerinde tutarlar. Tarihimiz, iç ve dış kabiliyetlerin doğru yönlendirilmesi ve taksîm-i a’mâl ile; kışlanın, medresenin ve tekkenin orjinalitesi içinde fonksiyonları sonucu yetiştirdiği çocuklarının yaşanmış hikayeleriyle doludur. Bu dündü!.. Bugün?.. Dürüstçe, payına düşen işinde uzman olan ve azimle çalışanlar, bugün de yarın da hep hayata yön vermeye ve tozu dumana katmaya devam edeceklerdir!..).
     a) “Nak’an” kelimesi, savaşta kalkan toz manasını taşımakla beraber, haykırmak, çevresini etkileyecek söz sarf etmek, ter ve kan dökerek büyük emek harcamak ve çaba göstermek gibi anlamlara da gelmektedir (Yazır, 9/38).
     İnsan Ruhta kuluçka dönemini yaşadıktan sonra haykırmak, fıtrî olarak emek harcamak ve dış dünyayı hemen sahiplenmek ister.
     Yumurtalarından çıkan her canlının, hayatla buluşma sevincini ilan etmek istercesine, belki de şükür ve tesbih ifadesi olarak, ses ve davranışlarıyla çığlık atması koşturmaya, uçmaya başlaması gibi… Anne karnında embriyo aşamalarını yaşadıktan sonra biz insanların ilk yaptığı iş de bu değil midir? Minicik yapımıza rağmen, çevremizdekilere panik yaşatırız, ortalığı birbirine katarız. Büyüdükçe, öğrendikçe, çevremizi dağıtır, ne yaramazlıklar yaparız. Çünkü insanın içi dışına göre dizayn edilmiştir. Dışa uyum sağlamak hatta hakimiyet kurmak için var edilmiştir. O, dışa halife olmuştur.
     İnsan duygu ve düşünce dünyasında da benzer duyguları yaşar. Kimisi; “buldum!” diye hamam tasıyla dışarı fırlar, kimisi; elinde fırçası tablolarının başında sabahlar. Sporlarda skor yapanlar, İpi göğüsleyenler, madalyaya uzananlar, sınav kazanan bir başarıya imza atanlar ruhlarında hep coşku yaşar ve bunu değişik tarz ve dillerle haykırırlar. Fakat bütün bunların temelinde ciddi bir emek harcama, çaba gösterme, ruhta ve yeteneklerde olgunlaşma vardır.
     Ruhta yaşanan olumlu ve olumsuz her duygu ve düşünce, şiddet ve yoğunluğuna göre dışta bazen aşırı davranışlar şeklinde kendini gösterir. İnanç ve bilgiden yoksun olmak, aileden ve etkili bir eğitimden uzak kalmak, çevrenin de etkisiyle olumsuz alışkanlıklar kazanmak gibi sebeplerle nefis-ruh hastalığı ve kişilik bozukluğu bulunan insanlarda, kendisine ve başkasına zarar verecek, toplumun huzurunu kaçıracak davranışlar görülebilir.
     Ayetlerde belirtildiği ve sık sık vurguladığımız gibi, kendini baştan çıkarır “azgın” olur, başkalarını-toplumu bozar “bozguncu” olur…
     İnsan hem duygularıyla hem de düşünceleriyle, hem kendinin hem de başkalarının dünyasında büyük değişiklikler yapabilecek bir potansiyele ve aksiyon gücüne sahip olduğuna göre; güzel bir ruh terbiyesiyle haykırmalarına, heyecan ve aksiyon içinde eşya ve hadiselere müdahalelerine bir anlam, amaç ve hedef kazandırılmalıdır.
     İnsanın doğasında potansiyel olarak bulunan azgınlığı, inanç ve ibadet şevkine, bozgunculuğu, ameli salih ve hizmet coşkusuna dönüştürülmelidir. Hiperaktif çocukların uygun enerji ve meslek alanlarına yönlendirilmeleri gibi…
     Gençlerimiz, çocuklarımız, haykırarak çevresine korku salan, zarar veren ve toplum düzenini birbirine katan kişilikler olmaktan kurtarılmalı; ciddi eğitilmeli, meslek öğretilmeli, amaç ve hedef kazandırılmalı ve iş bölümü içinde yetenek ve becerilere göre görevler verilerek, bir seferberlik telaş ve heyecanı içinde topluma ve insanlığa kazandırılmalıdır.
     İnsan, haksızlık ve zulüm karşısında haykıran, daima Hakka ve sabra çağıran bir ses, dünya insanına hizmet soluklayan güçlü bir nefes, bulunduğu her yerde iç ve dış canlılığı meydana getirip müspet anaforlar oluşturan, herkes için ciddi emek harcayarak ter döken aksiyoner bir fert haline getirilmelidir. Aydınlanmış ferdin aydın siması, bakışları, davranışları, sözleri, bütün çalışmaları, insanlık sahnesinde gönüllere ulaşan birer nurlu çığlık ve haykırış olmalı, gönüllerde mâkes bulmalı; ses getirmeli, coşku saçmalı, gafilleri uyandırmalı, tembellere gayret katmalı, hainlere korku salmalıdır.
     Bu tarz üst perdeden kelam etmeyi hatta nara atmayı, ferdiyetçiliğini, öz güvenini ve başarısını onaylama ve ilan etme adına, askeri-politik-ekonomik-teknolojik alandan spor dallarına kadar, dış dünya çok iyi becerebilmektedir.

     b) Yeryüzünde, inanç, ideal ve amaç birliği yapmış, samimi kardeşlik duygularıyla kenetlenmiş, çağın gereklerine göre ciddi organize olmuş ve sistemli çalışan toplulukların sesi güçlü olur ve ses getirirler… Dünyada farklı ülkelerde tozu dumana katan Lobi faaliyetlerinin güçlerini ve seslerini bastırırlar.
     Güçlü pek çok düşman kuvveti, tarihte örneği seferler halinde görüldüğü gibi saldırmış, işgal ederek yakıp yıkmış, talan ederek, kıyım uygulamışlardır. Peygamberimizde ve O’ndan sonra O’nun yolunda olanlarda olduğu gibi, İslam Tarihinde de azmışlık ve bozgunculuk anlamında bir tozu dumana katma gözlenmez. Gözlenen şu olmuştur: Savaş ortamında hayvanlar ve ağaçlar bile koruma altına alınmıştır. Şayet tarih ve İnsanlık, atların nal seslerine, gazilerin nârâlarına, yerinde top gümbürtülerine şahitlik yapmışlarsa bu; gerçek anlamda, Hakk adına, hak, adalet ve zulmü önleme ve insanlığa özgürlüğü, hoşgörüyü ve medeniyeti taşıma adına olmuştur.
     Maddi planda olduğu gibi bozgun, fitne ve fesat çıkarmak isteyen topluluklar, topluluk ve millet bünyemizi tozu dumana katmak için, dört bir yandan saldıran şeytan gibi, çok farklı yöntemlerle saldırırlar. İnançlarımızı, duygularımızı allak bullak etmeye, düşüncelerimizde kaos ve kargaşa meydana getirmeye çalışırlar. Şüpheler atar, diyalektik yaparlar, alay eder tehdit savururlar, sefiller gibi takip eder, kelepçe takarlar, deşifre eder ric’ata zorlarlar, iftira atar toplumu huzursuz ederler. Farklı yerlerde değişik oluşumlara göz yumar, arka çıkarlar. Gelecekte birlik ve beraberliğimizi ve gelişmeye yönelik çalışmalarımızı dinamitlemek, bölerek zayıf düşürmek için kullanır, üzerimize salarlar.
     Hak vesilelerle, Hak hedefe yürürken, en az düşman güçler kadar tozu dumana katmadıkça, katar gibi çalışmadıkça, önce içimize sonra dışımıza haykırmadıkça, gerçekçi, salih ve güncel yöntemlerle organize olup, fedakarca maddi manevi emek harcamadıkça; onların karşılarında durmak, tutunmak ve hayır gerekçeli misli bir mukâbelede bulunarak, sözümüzü dinlenir hale getirmek mümkün olmayacaktır.
     Bu ayetle gelen ayet arasında bir bağ oluşturduğunu gördüğümüz bir ayetle geçiş yapmak istiyoruz:

     “Allah dünya üstünlüğü-hükümdarlık, hikmet ve dilediği ilimlerden verdiği (Islahçı) Davud (bozguncu ve fitne-fesat üreten) Calût’u yendi. Eğer Allah’ın, insanlardan bir kısmının kötülüğünü bir başka insanlarla gidermiş olmasaydı, yeryüzü bozgun yerine döner -alt üst olur- denge bozulurdu. Allah insanlığa karşı fazl ve lutuf sahibidir” (2/251).

     5) Toplulukların tam ortasına dengeyle girmiş, denge olmuşlardır.
     (Zariyat-5: Size va’d edilen kesinlikle doğrudur… Kur’an’da ümmet-i vasat olarak nitelenen topluluğa, güven içinde ve insanlığa huzur verici niteliğiyle, dinin güzellikleriyle beraber, yeryüzü halifeliğinin -insanlık dinamizmine yön verme yetki ve etki gücünün- bırakılacağı va’d edilmektedir. (24/ 55) Allah, gönül Fatihlerinin, insanlığın kalbini fethetme çabaları adına yaptıklarının sonucunun, fetih sevinci olacağı yolundaki Va’dinden asla dönmeyeceğini belirtir (30/6). Ayet de bunu teyid ve te’kid ediyor).

     Ayette “Vesat” kelimesi geçmektedir. Bu ferdin denge kazanmasını, Salih topluluğun, toplulukların tam içinde ve ortasında, evrensel dengeyi temsil etmesini hatırlatmaktadır.
     “Dengeli insan” ve “Denge Topluluğu” kavramları, Kur’an’da “Dengeli tutum tarzı” ile beraber birer kez geçmekte, kelimenin üç türevinde de aynı anlamlar işlenmektedir.

     a) Dengeli insan modeli:
     “İçlerinden en dengeli-orta yolda olanı: Ben size Rabbinizi tesbih etseydiniz ya! dememiş miydim?” (68/28). Bu konu ya temas ettiğimiz Kalem süresinde, Fatiha süresinde ve ilgili konularda bahsettiğimiz gibi, insan inanç, ibadet, Salih ameller ve güzel hizmetlerle, ruhun da, duygu ve düşüncelerinde, tutum ve davranışlarında dengeli olma becerisini elde eder. İfrat ve tefrit dediğimiz iki kutuptaki yanlışlıklardan uzak kalır.
     Ruhta denge kazanma, psikolojik rahatsızlıklar açısından çok önemlidir. Çünkü nefis-ruh hastalıklarının temelinde, ruhun dengesizliği yatmaktadır. Ruhun dengesini bozana birinci amil ise nefsin olumsuz istek ve arzularıdır. Nefsi günahlardan arındırarak, iman ve ameli salihle benlik dengesi kazanan insanlar, ruh dünyalarında bir denge ve bütünlük sahibidirler, nefsin yol açtığı ruhsal hastalıklar, kişilik ve davranış bozukluklarından uzaktırlar

     b) Dengeli davranış modeli:
     “Yemin kefareti olarak… Ailenize yediğiniz yemeğin dengeli-orta halli olanından yoksullara yedirmek veya onları giydirmek gerekir…” (5/89).
     İnsanın günlük hayatında ömür boyu yaşayacağı iki temel şahsî konu göz önüne getiriliyor. Yeme ve giyme… İnsandan hiç ayrılmayan, her yerde beraber yaşadığı iki olay… İnsan bu iki basit ama temel konuda dengeli yaşamaya alışabilirse, israftan kaçınsa, hayatî pek çok konuda denge sağlamakta da zorluk çekmeyecektir. Çünkü bu iki beşerî hadise, her gün sürekli insanın duygu ve düşüncelerini, ruh ve bedenini meşgul etmekte ve tekrarlanmaktadır. Bu insanın zorlanmadan kolayca alışkanlık kazanması için basit ama mükemmel fırsat demektir. Bu iki konu bir simge olmalı bunlarla işe başlamalıyız. Zamanla bütün duygu düşünce ve davranışlarımıza ve insanlarla olan ilişkilerimize, bu kazanılmış denge ile yaklaşıp başarılı olabiliriz.

     c) Denge topluluğu modeli:
     “Sizi vasat ümmet-denge topluluğu yaptık. Sizin insanlara, Peygamberin de size şahit olması için…” (2/143).
     Dengeli insanlardan meydana geldiği ve insanlığa denge kazandırmayı temsil ettikleri, insanlığın içine içine içtenlikle, ortasına ortasına fedakarca yöneldikleri için “denge topluluğu” diyebiliriz. İşlerin kıyısından ucundan tutmakla denge sağlanmaz, aksine bozulur.
     Bu topluluk öncelikle, İslam’ın ruhuna uygun olarak, objektif ve evrensel bir hoşgörü anlayışına sahiptir. Toplumda bir kesimi tercih edip başka herhangi bir kesime cephe almaz, gönülleri, din, mezhep, meşrep, kültür vb. ayırımlar yapmadan gönül kapıları herkese ardına kadar açıktır. Bu yönleriyle fert ve toplumu tam ortalamış, dairenin merkez noktasına oturmuştur. Her şahıs, grup ve anlayışa aynı mesafeden bakmaktadır.
     Ayrıca, insanların, inanç ibadet, ahlak, hukuk, ekonomi, siyaset, diplomasi, eğitim, kültür, örf adet vb. konularda da orta yoldan bakış açısını getirecek anlayışa, bilgi sunumuna, açıklamalara ve tutum ve davranışlara sahip bulunmaktadırlar.
     Bu dengeli topluluğa bakan, gören, tanıyan, konuşan, izleyen, dostluklarını paylaşan kim olursa olsun, önyargısız baktığı, insaflı bir değerlendirme yaptığı zaman şu kanıya varacaktır: “Ben dinimi, en sağlıklı şekliyle şimdi görebiliyorum, anlayabiliyorum, yaşayabiliyorum! Hayata, kendime ve dünyaya denge içinde bakabiliyorum!..” En önemlisi de bu topluluk, ayette dünya ve insanlık için denge topluluğu olarak görülmekte, insanlık için “Şahit” olarak nitelendirilmekte ve durumları Peygamber Efendimizle irtibatlandırılmaktadır.
     Bunu, kendi toplumlarını ve insanlığı her an rasat edenler, dengesizliklerini izleyen ve denge kazanmaları için gerekeni yapma yolunda denge içinde yürüyenler, dünyanın her yerinde; “Yakından daha güzel şahitlik yapalım!” diyerek, denge müesseseleri açarak her milletin içinde kabul gören şahitler olarak anlayabiliriz.

     Buraya kadar, net bir şekilde ele alınmadan, yer, zaman, şahıs ve topluluk ismi verilmeden tüm zamanlara, mekanlara ve şahıslara mal edilen bir topluluktan, olaydan ve bazı özelliklerden söz edilmiştir. Bundan sonraki ayetler, insanı ciddi bir oto kontrole, kendisini ve sahip olduğu değerleri gözden geçirmeye davet etmektedir.
     Ancak davet etmeden önce, insanın nankör ve hırslı yönüne dikkat çekilmektedir. Bu yapılırken de insanın kendinden, kendini gözlemlemekten, kendi tarihini izlemekten uzak kaldığı, kaçtığı gerçeğine işaret edilmektedir.
     Aynı zamanda sosyolojik tarihî bir yasaya işaret ediliyor. Tarihteki canlı aksiyon halindeki topluluklar, cemaat ruhunun sönmesiyle, ferdî hayatlarına gömülüp, toplumsallaşmaktan kaçıp bireyselleştikleri her zaman diliminde yosun tutmuşlar, dünya hırslarının önüne geçememişler, nankörleşerek, sadece benliklerini ön plana çıkarmışlar, böylece cemaat halindeki güçlerini ve tarihî kimliklerini kaybetmişlerdir. Allah onları yeryüzüne varis kılmayı Murat etmiş, onlar dört duvarlı odalarını tercih etmişlerdir. Şayet insanlar sahip oldukları değerlerin kıymetini bilmez, nankörlük yapar emanetin hakkını vermezlerse, verilenler onlardan alınır, layık olan başkalarına verilir (5/54).

     6) Şüphesiz insan Rabbine karşı çok nankördür
     a) Nankörlük, vereni görmemek verdiğine takılmak, verene görüp teşekkür etmemek bencil olmak, şükür olarak verdiklerini başkalarıyla paylaşmamak şeklinde tezahür eder. Özetle insan başını yukarıya çevirmez ki Rabbini bilsin, aşağıya çevirmez ki muhtacı görsün, baktığı hep kendisidir. İnsanın kendine ve bağlı olduğu dünyaya bağlılığını aşması, Rabbe yönelmesi böylece nankörlüğünü kırması lazımdır.

İnsanın insana nankörlüğü bir derece anlaşılabilir bir şey olabilir. Zamanında, yeterince veya uzun süre vermemiştir. Verdiğini geri almış ya da başa kakmıştır. Karşılık beklemiştir, verdiği bozuk veya değersiz çıkmıştır yahut farklı yönden bir zulüm veya haksızlık yapmıştır gibi sebeplerle insanlar birbirlerine vefasız davranabilir.
     Fakat insanın, Allah’a karşı nankörlük yapmasının ne gibi bir gerekçesi olabilir ? O, Her ihtiyacını zamanında, yeterince hatta fazlasıyla, peşin, karşılıksız vb. özelliklerde verdiği gibi üstelik, sonsuz bir hayatta asıllarını da vermeyi vaat etmiştir. Bu nankörlüğe akıl sır erecek gibi değildir?

     Nankörlüğün farklı sebepleri ve türleri olabilir.
     1) İnkar nankörlüğü.

     İnkarcıda benlik kendi için hayatın esası ve merkezidir. Her şeyi benliğine, benliğini de kendine mâl eder. Azmışlık içindedir ve nefsinden başka bir güç kabul etmez, güç diye ortaya çıkanları bozgunculuğuyla ezmek yok etmek ister.

     2) Gaflet nankörlüğü.
     Nefis zevklerine düşkünlükten kaynaklanır. İnsanın Allah’a imanı olduğu halde, vazgeçemediği günah alışkanlıkları, o alışkanlıklarından vazgeçip sadece Allah düşüncesine odaklanma ve ona yönelme alışkanlığı kazanmasına izin vermemektedir.

     3) Enaniyet nankörlüğü.
     İnat ve kıskançlık damarıdır ki, itaatkar ve günahtan uzak kalan bir insan da olsa, söz gelimi başka topluluklara lütfedilen maddi manevi başarıları çekemez, taassupla hareket eder. Ya da bir kısım başarıları nefsine mal eder. Methiyyeleri görmez atiyyelere gözünü diker; Lutfî ve fazlî olanlara kesbî olarak bakar gurura kapılır.

     4) Emanet nankörlüğü.
     Kişisel olarak insan Ruh hayatında kendisine verilen kalp akıl, vicdan irade, duygu düşünce, duyular gibi değerli sermayesinin kıymetini bilmez, onları yaratılışları istikametinde kullanmaz, suistimal eder. Böylece emanete hıyanetlik ve nimetlere nankörlük yapmış olur. Sahip olduğu mal mülk ve servet için de aynı değerlendirme yapılabilir.

     5) Toplumsal nankörlük.
     Nankörlüğün kitleselleşmesi az görülen bir olay değildir. Kur’an, sık sık pek çok nimetlere sahip olduğu halde bunları verene ve gönderdiği Nebisine sırtını dönen, bu büyük Peygamber ve Vahy nimetinin farkına varamayan eski toplumlardan bahsetmektedir.
     Ve Allah’a karşı kolayca nankörlük yapan insanın, insanlara karşı nankörlük yapması daha kolay olacaktır.

     6) 
Denge ve Şahitler Topluluğu.
     Ayet, Allah’ın nimetlerinin farklı olanına dikkat çekiyor. Bu büyük nimet, Denge ve Şahitler Topluluğu olarak nitelendirilen çağımızdaki örnek insanların varlığı olarak görünüyor. Böyle bir tekevvünü kitleler bir araya gelseler gerçekleştiremezler. Peygamberimizin belirttiği gibi üç kişi bir cemaat nimetini elde edebilirler de, milletler bir araya gelse o anlamda; ruhta bütünleşmiş ve ihlasla hedefe kitlenmiş bir oluşum meydana getiremezler. Kitleler, çoğunlukla bedensel bir araya gelmelerden ibarettir. Nerede güçlü akım varsa o taraf dönüverirler.
     Böyle bir nimeti görmemek, bakmamak, tatmamak, gönül ve adım birliği yapmamak, en azından kadir kıymet bilmemektir. Ancak hayırlı ve ihlaslı toplulukların dedikodusunu yapmaya, özellikle tavır almaya, nankörlük sıfatını yapıştırmakta tereddüt etmeyeceğiz!.. Hasım olanlar için vasıf belirlemeyi son ayete bırakıyoruz.
     Bu konuda kudsî bir hadis, umarız kadir bilmezleri inâbeye, soğuk duranları intibâha, hasım olanları hidayete sevk eder:
     Allah, meleklere kullarının durumlarını sorar.
     “Cenneti istiyorlar” derler.
     Allah: “Cennetimi hiç görmüşler mi?” der.
     Sonra melekler cehennem den sana sığınıyorlar” deyince,
     Cenab-ı Hak: “Cehennemi görmüşler mi?” diye sorar.
     Sonunda da ben onları affettim buyurunca meleklerin: “İçlerinde günahkar olanlar da var!” şeklin de hikmet sormaları karşısında Rabbimiz:
     “Hüm kavmün lâ yüşkâ celîsühüm -Onlar öyle topluluktur ki onlarla oturanlar şakî- bedbaht olmazlar!”  buyurur.

     7) Kendisi de buna şahittir
     Kıyamet süresi 14. ayette de, insanın, kıyamet günündeki, kendi iç dünyasına yönelik derinlemesine bu iç gözleminden söz etmektedir. İnsanın kendine şahid olması -objektif gözlemlemesi ve basiretiyle kendinin, bütün ayrıntılarıyla ve boyutlarıyla farkına varması söz konusudur. Ahiretteki basiret vukûfiyeti, dünyadaki gibi sebepler perdesinden, nefsin ve duyuların tesirinden uzak olduğundan, insanın bütün hafızasını ve bilinçaltını kapsamış, insanın bütün duygu, düşünce ve davranışlarının dökümünü içermiş olacaktır. İnsan ahirette kendisine, iç dünyasına, hakkal-yakînde gözlem yapabilecekse şayet, ilmel-yakîn ve aynel-yakîndeki şahitliği, müşahedesi ve gözlemiyle bu dünya hayatında bunu yaşayabilir demektir.

     a) Ayette “Şehîd” kavramı geçmektedir.
     Aynı kelimenin geçtiği çoğu ayette, Allah’ın her şeye şahit olduğundan ve gördüğünden (5/117), ahiretteki şahitlikten (41/47,50/21), Peygamberlerin ümmetlerine şahitliğinden (4/41), borç sözleşmelerinde şahit eşliğinde yazdırmaktan (2/282), bir yerde, mesela harpte hazır bulunmaktan (4/72) söz edilirken bir ayette kalbi olan kulak veren ve kendini müşahede eden insan için geçmiş olaylarda öğüt bulunduğundan bahsedilir (50/37).
     İnsanın kendine şahit ve müşahid olması, kendini müşahede etmesi, kendini müşahede altında tutması, yeni ifadesiyle “İç Gözlem” yapmasıyla ancak; kalbini, aklını, duygu ve düşüncelerini okuması mümkün olur. Alak süresindeki ilk ayet de esasen insanın öncelikle kendisini okumasını ister.
     Bir mahkemede şahitlik yapmak insanı heyecanlandırır, terletir, tedirgin eder. Yalancı şahitlik yedi büyük günahtan biri sayılır. Bu da olaya ayrı bir hassasiyet kazandırır ve insan ayrıntısına kadar düşünür, taşınır, kılı-kırk yarar, adaletsizlik olmasın hak hukuk çiğnenmesin ve sorumlu olmayalım diye, şahit olduğu bir olayı, duyarlı şekilde seçtiği cümlelerle ifade etmeye çalışır…
     İnsan kıyamette mahkeme önüne çıkacak ve kendisi hakkında şahitlik yapması istenecektir. Yapmak istemese ya da dili farklı şeyler söylemek istese de, elleri ayakları (36/65), hatta cildi (41/21) şahitlik yapacaktır. Ardarda açılan hafıza dosyaları da aslında buna şahitlik yapacaklardır.
     Ancak insan, dünyadaki mahkemelerde şahitlik yaparken başkasına karşı titiz davrandığı gibi, kendi iç dünyasını gözlemleme ve şahitlik yapma konusunda aynı ciddiyeti ve hassasiyeti göstermekte midir acaba? Ya da yaptıklarına Allah’ın ve görevli meleklerin şahid olduğuna…
     İnsan, kişisel iç gözlem ve oto kontrol yaptığında Ruhundaki boşlukları, kalbindeki yaraları, kafasındaki şüphe ve tereddütleri fark eder. Dış hata ve günahlarının, psikolojik davranış bozukluklarının iç kaynaklarına ulaşır. Nefis-ruh hastalıklarının kişiliği konusun da nasıl bozukluklar oluşturduğunu tesbit eder. Edemediği noktalarda psikiyatrist yardımıyla görmesi sağlanır.
     İnsanın yoğun olarak kendi şahitliğini yaptığı en uygun platform seccadesidir, ya da bir köşeye çekilip okuyup tefekkür ettiği anlardır. Özellikle de işlediği günahlardan sonra içi yanıp, boynunu burktuğu, kaddinin iki büklüm olduğu, kapısına başını koyup “Rabbim! Af var mı?” dediği andır. Bu halinde insan iç dünyası itibariyle şeffaflaştığından içini daha rahat okur, olayları net görüp aktaran şahit gibi kendini kendisine, sonra Rabbisine daha güzel ifade eder. Aksattığı ibadetlerle Rabbe, ucundan tutmadığı hizmetlerle toplumuna ve insanlığa karşı vefasızlık yaptığını anlar. En katı ve günahlara dalmış insanlarda bile, kendi içine şahit olma hissi az çok bulunur. Hatta bir yönüyle diyebiliriz ki, farkında olsun olmasın, zulüm yapıp öfke ve kin kusan insanlarla, günah bataklığına gırtlağına kadar saplanmış insanların, bu duruma gelişlerinin hikayesi iyi dinlense, ruhlarını yansıtmaları sağlansa, inkarcılıkla tamamen mahiyet değiştirmemişler ise, kendi iç hastalıklarına nasıl şahitlik yaptıkları ve hüzünlenerek, kendilerinden ve yaptıklarından aslında çok da hoşnut olmadıkları görülecektir.
     Kur’an insanın iç gözlem yapmasını, kendisine şahit olarak durumunu gözden geçirmesini istemektedir. Bu konuda kullanılan kelimelerden bir tanesi de “Nazara” bakmak kelimesi ve türevleridir. Mesela: “Ey iman edenler! Allah’dan korkun, her nefis yarın-ahiret için ne hazırlamış ona baksın!” (59/18). “İnsan yemeğinin nasıl hazırlandığına baksın!”(80/24), “İnsan nasıl bir damla sudan yaratıldığına baksın!”(86/5).
     Bir ayette Hz.İbrahim oğlu İsmail’e rüya yoluyla (Rüyalar sadece Peygamberler için geçerli emir anlamındadır) Allah’tan kurban etme emri aldığını ifade eder, aynen şöyle der:
     “Oğlum Bak ne görüyorsun?” Hz. İsmail cevaben: “babacığım Emredildiğini yap, beni inşallah sabredenlerden bulacaksın!”( 37/102). Burada tamamen bir iç okuma ve onu rapor etme görülmektedir. İç gözlem yapan Hz.İsmail, kendi ruhuna bakmış, vicdanında ve zihninde yazılı olan satırları okumuş; kendisinin Rabbi karşısındaki, Rabbisinin kendisi karşısındaki konumuna ve durumuna bakmış, sözleriyle de buna tercüman olmuştur. Bu yönüyle o, hem Allah’a yönelmiş ve tevekkül etmiş hem de sabır gücüne ulaşmış ve teslim olmuş bir ruh yapısına sahip bulun maktadır.

     b) Söz konusu topluluk, insanlık çapında evrensel şahitler olduklarından, bu müstesna makamın gereği olarak iç şahitlik ve kendilerini sık sık gözden geçirmede titizlik de bir o kadar önem kazanmaktadır.Temsil keyfiyetlerinin zaman aşımına uğramaması için sürekli metafizik yenilenme içinde olmaları gerekmektedir. Çünkü insanlığın gözleri onların üzerindedir, onların gözleri de sürekli, keskin gözlü bir şahin gibi, başkalarının kendi üzerlerin deki gözlerden daha hassas şekilde kendi üzerlerinde olması gerekmektedir.
   Bir de vicdanlar toplumsallaşınca birbirinin gören gözü işiten kulağı, düşünen aklı ve kalbi, dili ayağı haline gelir. Aynı duygu ve düşünceleri yansıtacak şekilde homojenleşirler. Birbirinin nurdan yansımaları adeta helogramları gibidirler, birbirlerine ayna olmuşlardır. Birinde hepsini hepsinde birini okumak ve görmek mümkün gibidir. Bir beden hücresinde, bedenin bütününe ait belli mekanizmaları programlarını ve gen haritasını okuma gibi…

     c) İç gözlem, insanın iç dünyasını ciddi anlamda okuması, analiz etmesi, titiz bir müfettiş gibi teftiş etmesi bir savcı edasıyla sorgulaması, dosyalar hazırlaması, gerekiyorsa yaptırım uygulamasıyla gerçek anlamını kazanabilir. Bu iç gözleme davet karşımıza, ayetlere bağlı olarak, şu üç soru çıkmaktadır: Önceki ayet daha çok dışa yönelik-afaki, sonraki ayet ise içe yönelik-enfüsi açılım sağlayabilir.
     Ben bana peşin ve karşılıksız verilen onca nimete karşı nasıl, neden böyle bir nankörlük yaptım-yaparım.
     Ben neden dışa açıldığım kadar sıkça içime inip iç gözlem yapamıyorum-yapmalıyım.
     Ben içimde nelere karşı hangi aşk-tutku duygularını besliyorum.

     FARKINDALIK
     Bu ayet insanın kendinin farkında olması yolunda ciddi uyarı yapmaktadır.
     Farkındalık, zihnin yoğunlaşması, bir noktaya odaklanması ve insanın, duygu düşünce ve davranışlarının bilincinde olması diye tanımlayabiliriz. Alt yazılı filim izlerken, görüntüye veya yazıya odaklanan insan çoğunlukla diğerini kaçırır Farkına varma alışkanlığı okumakla, dinlemekle, yazmak la, düşünmekle ve kuşkusuz çok egzersizle kazanılabilir.
     Bu ayetlerde dikkat çeken bir husus, Allah’ın peşin ve karşılıksız verdiği onca nimetlere ve vermeyi va’ d ettiklerine karşı insanın kendi nankörlüğünün farkında olması üzerinde durulmasıdır. İnsan kendi inanç ve ahlakî durumunu da gelecekte karşılaşacağı ahir et sorgulamasını ve cezayı da bildiği halde nasıl oluyor da göz göre göre hala dünyaya karşı şiddetli hırs gösteriyor, dünyalıklar peşin de koşabiliyor ve tereddüt etmeden günahlara dalabiliyor?
    Bunun bir sebebi, insanın bilinçle kabullenmesi ve kabullendiğinin farkında olmasıyla ilgilidir. “Ben, ben olayım her şeye razıyım!” Felsefesi şeytanla başlar, her insanda nüve halinde temsil edilir. Her insanın dünyadaki inanç, bilgi, kültür, servet, şöhret, evlat nüfuz gibi halleri onu bağlar, onu öyle yapar. Böyle olmayı insan kabullenir, hayatta o kimliği alır. Kendini gerçekleştirirken bazı şeyleri çiğnediğinin de farkındadır fakat dönüşü yoktur. O öyledir artık. Nankörse nankördür, asi ise asidir, günahsa günahtır… Bu bakış açısı insanı, farkındalık içinde küfre de götürebilir, nifaka da isyankarlığa da, günahkarlığa da, ciddiyetten uzak laubali bir Müslümanlık anlayışına da götürebilir. Bu nokta enaniyet alanı olduğundan, Müslüman kimse ciddi risk bölgesindedir.
     Bunun diğer sebebi, bilinçli-farkındalık içinde bir akıl-kalp kabullenmişliğinden çok, nefsin, hazıra meftûn ve sona kör olan baskın özelliğinden kaynaklanan, duygulara ve arzulara kapılma, nefsin hoşuna giden hazlara ve alışkanlıklara bağlanmışlık olarak görülebilir. Beden duyularla zevklere öylesine odaklanır ki ne kalbin, ne aklın ne ruhun karşı koyacak mecali yoktur. Arada bilinç gelip gitse, vicdan bir nota vursa ve durumun farkına varsa bile, nefis ağzını sütten kesememektedir.
     Yani canının istediğine ulaştığı, menfaati olan şeye cevap bulduğu noktada insan, farkında da olsa, gelecekteki azaba rağmen, akıbetine razı olarak peşin ücreti tercih edebilmektedir. Bu, inandığımız anlamda imanı olmayan bir militanın, benliğini tamamen teslim ettiği bir duygu ve düşünce uğruna gözünü kırpmadan ölüme gitmekten bir tad almasına ve bu tutumdan vazgeçmemesine ben zer. Burası nefis alanı olduğundan ve inkara yol olabilecek bir çizgi anlamına gelen günahları şiddetle arzuladığından, nesin bu işgaline karşı da son derece duyarlı olmak gerekir.
     Günümüzde çok satan kişisel gelişimle ilgili çoğu kitapta insanın ayna karşısına geçip kendisini izlemesi, tebessüm etmesi, fizyolojik yolla ruh sal yapısında değişim meydana getirmesi öğütlenir. Bu dış gözlem, insanın iç gözlem yapmasına yardımcı olduğu ve kalp dünyasına anlam kazandırdığı oranda yararlı olabilir. Bu yaklaşım, eğer ciddi bir iç bağlantı yoksa, insanın ucba düşmesine, başkaları karşısında kendini beğenmesine ve Narsist duyguların gelişmesine de yardım edebilir.
     Öte yandan ayna, kaybettiğimiz ben’i bulmamıza da yardım edebilir, hamde ve şükre anahtar da olabilir. Rabbimizin güzel sıfat ve isimlerini yansıtan bir ayna yapımızla aynaya bakmak gerçekten bir başka da olabilir; Rabbimizin yüzümüzde desenlenen sanatını alkışlama adına (Meleklerin Adem’e secde etmesi gibi) aynayı, aynada kendimizi, kendimizde Rabbimizin bendesini ve sanatını öpesimiz gelir. Ve duygulanarak şöyle diyesimiz: “Allahümme ahsin hulukî kemâ ahsente halkî”. “Rabbim! Yaratılışımı güzel yaptığın gibi ahlakımı da güzel eyle!..”

     8) Hayra-mala-dünyalığa şiddetle düşkündür.
     a) İnsanın iç gözlemle kendinde şahit olacağı diğer bir yönü, mal mülk para gibi menfaatine yarayan şeylere karşı alabildiğine bağımlı ve hırslı oluşudur. İç kitabını karıştıran insan, ilk sayfalarda bu konuya da mutlaka rastlayacaktır. O kadar ki ayet bu konu da ilginç bir tesbit yapıyor. Belki çoğunlumuz itibariyle böyle düşünmemişizdir ama, böyle düşünen ve davranan insanları görmüşüzdür. Ya da derinliklerde benzer duygular taşıyor da olabiliriz. Şöyle der ayet: “De ki: Rabbimin hazinesine siz sahip olsaydınız, harcanır korkusuyla kıstıkça kısardınız. İnsanoğlu pek eli sıkıdır” (17/100).
    İnsanın, Allah tarafından istenen iç gözlemi yapması sonucu ortaya çıkan gerçek şudur: İnsan, kendisine verilen veya kendi elde ettiği dünyalıklar karşısında sahiplenme duygusuyla hareket ediyor, peşin maddi manevi hazlar karşısında Allah’ı unutuveriyor. Nankörlüğün de cimriliğinde ana çıkış noktası burasıdır. Dünyalığı delicesine seven güçlü nefis potansiyeli, Allah’ı tercih etmesine engel teşkil edebiliyor. İnsan iç dünyasında bu noktaya mutlaka ağırlık vermeli, projektörleri bu noktaya çevirmelidir: “Ben neyi kime karşı tercih ediyorum!” diyebilmelidir.
     Ayrıca şu değerlendirme de yapılabilir: İnsanın nankör oluşu verilenlere sahiplenmesi ama verene vefasız davranmasıyla gerçekleşirken, mala hırslı ve cimri oluşu da vereceği insanlara karşı şefkatsiz davranmasıyla gerçekleşmiş olmaktadır. Bu iki konu aslında insanın esas varlık amacı konusu dur. Allah’a yönelecek, O’ndan alacak; insana yönelecek ona verecektir. Mevlana ile sembolleşen olay!..
    Nankörlük ve mal hırsı, İnsanın ruh dünyasına ait rahatsızlıkların babası ve anası gibidirler. Hem birbirlerini hem de diğer rahatsızlıkları tevlid ederler. Dünya hırsı olan bir insan, vefasızlık yaparak, nankörlüğe düşebilir. Nankör olan da, kendi nefsini konu yaptığından, mala hırslı hale gelebilir. Birisinde Allah’a yöneliş iptal edilmekte diğerinde de insanlara yöneliş ortadan kaldırılmış olmaktadır. Allah’tan kopan bir insan, insanlarla güzel iletişim kuramaz, insanlardan ve onlara malla ve hizmetlerle hayırlar yapmaktan uzak kalan da Allah’ın razı olacağı bir hayat yaşamış olmaz…Kabe’de de olsa: “Kullarımı hangi ateşlerde bıraktın da geldin der?..

     b) Dünyanın lüksüne kapılmak, rahat ve rehavete gömülmek, hiss-i semâhatini yeterince coşturmamak, Şahitler topluluğunun handikaplarından biri haline gelebilir. Dünya malına düşkünlük, ihlas ve samimiyeti zedeler, yoksul Müslümanların hüsn-ü zannını kırar. Kötü örnek oluşturur. Muhtaç nice gönüller himmet beklerken, onca insanın hakkını zimmetine geçirmiş olabilir, onca nimet nikmete dönüşebilir...
     İnsan, ayette “Şedîd” olarak tanımlanıyor. Yani nimetlere, dünyalıklara şiddetle düşkün!.. Başka ayetlerde Allah da kendini ve azabını “Şedîd” olarak vasıflandırıyor. Şu ayetin anlamını iç gözlemimizde kendimize karşı kullanabiliriz: “... Kim Allah’ın nimetlerini değiştirirse, bilsin ki Allah’ın azabı şedîddir-şiddetlidir”(2/211). “Dünya mallarıyla geçinirler ama dönüş bizedir azab da şiddetlidir” (10/70), “Şükrederseniz arttırırım, nankörlük yaparsanız azabım şiddetlidir” (14/7). 

     9, 10, 11) Bilmiyor mu ki kabirde bulunanlar çıkacak, “Sadır”larda olanlar dökülecek, Rableri yaptıklarından haberdardır.
     Davranışlar ve beden dili kimi zaman insanın iç dünyasını yansıtan önemli ipuçları ve görünen kişilik kılavuzları olarak iş görür. Ancak, kimi zaman da bir insanı davranışlarıyla tamamıyla anlamak, çözmek ve kişiliğini kavrayabilmek oldukça zordur. Kur’an ve Hadisler bu sebeple münafıklar ve nifak özelikli üzerinde hassasiyetle dururlar. Psikoloji ilmi bu noktada çok önemli bir işleve sahiptir denebilir. Çünkü davranışların arka planlarına inmek duygu ve düşünceleri okumak ve analiz etmek, zihni ya da kalbi uzmanlık ve zenginlik isteyen bir konudur.
     Ayet insanın “Sadr” ında olanların ortaya çıkarılması ifadesiyle bu noktaya parmak bastığı gibi, gerçek adaletin gerçekleşmesi için de, iç dünyamızda olup bitenlerin, bütün duygu ve düşüncelerimizin ortaya konmasının gerekli olduğunu ve mahşerde bunun gerçekleşeceğini vurgulamış olmaktadır.
     Bu sebeple insanı şiddetli azaba hazırlayabilecek şiddetli günah ve kötülük arzularına karşı, şiddetli bir iç gözlem yapıp kendinin şiddetle far kında olması, içindekiler ortalığa saçılmadan önce içini güzelce okuması gerekir. Ayet dünyada kendisinin farkına varamamış, dünyalıklara dalmış kimseleri uyaracak farklı, dünya dışı bir yöntem uyguluyor; kabirleri harekete geçiriyor, içindekileri dışarı çıkarıyor; sonra insanın kalbinde, aklında, hafızasında bilinçaltında ne varsa, kabirdekilerin ortaya çıkması gibi, onların da insan tarafından ortaya çıkarılması ve irdelenmesi isteniyor.
     Böylece insanı hem benliğiyle hem de şiddetle aşk derecesinde sevdiği dünya ile arasına giriyor, hayat bağlarını keserek ölümle yüzleşmesini sağlıyor. Fakat bazen insanın ölü görmesi, hatta eliyle kefenli cesedi mezara koyması, etkili olmayabilir ve kısa zamanda dünya zevkleri insana çekebilir. Ayet de aslında ölümden çok kabirlerin canlanmasından, adeta ona benzeyen “sadr” ın (bilinç ve bilinçaltının) canlanmasından bahsetmektedir.
     İnsanlar kabre konmayı bilirler, fakat kabirden kalkmayı bilmezler. İnsanların uyarılmasında bilmedikleri imajların kullanılması daha derin etki yapabilir. İnsan yaşadığı bir olayı hayalinde canlandırır geçer. Oysa yaşamadığı bir olayın nasıl olabileceği hususu üzerinde uzun durur, benzer olaylar la karşılaştırır, tasvirler canlandırmalar yapar, zihninde tanımlamaya tasvir etmeye çalışır; bu da ruhu ciddi etkileyebilir.
     Bu şekilde ayet, geleceğe psikolojik bir yolculuk yaptırmak süretiyle, duygu ve düşünceleri uyandırmakta, insanın kendinin farkına varmasını sağlamakta, Rabbine değil insanın kendine, ahirete değil dünyaya yönelip takılmasının olumsuz durumuna dikkat çekmekte, son uyarı olarak da Rabbiyle karşılaştırmaktadır.

     a) İnsan ne kadar yatarsa yatsın anne karnından mutlaka çıkacaktır. Çıkmak istemese de sezeryanla çıkaracaklardır. Kışın beyaz kefeni altında kabir ve berzah hayatı yaşayan varlıklar baharda nasıl canlanıyorsa, kemiklere benzeyen ağaç dallarından çiçek ve meyva çıkıyorsa, dallara benzeyen kemiklerden de insan çıkarılacaktır. İnsan taşlaşsa da demirleşse de bu böyle olacaktır.
     Kabirle diriliş arası hayata berzah hayatı denir. Berzah adeta bilinçaltı mallarının sergilendiği bir pazar gibidir. Dünyada insan hangi iç gözlemleri yapmış, hangi duygu ve düşünce tohumlarını bilinçaltı tarlasına ekmişse, hangi sözleri sarf etmiş, davranışlar sergilemişse berzahta da onlar tezgahlara konacaktır. Unutulmuş ama kayıtları silinmemiş pek çok dosya orada, sahibinin berzah ekranında gösterilecektir. Ve tıpkı dünyada, iç dünyasında zihninde sevinç ya da üzüntü yaşayan insan gibi berzah hayatı huzurlu veya ezalı geçecektir. Berzah bilinçaltımızın bir kopyası gibi yaşanacaktır.
     Mahşerde hesap yerinde ise “Sadr” diye tanımladığımız, insanın kalbinde, aklında, hafızasında bütün benliğinde olan her şey ortaya çıkarılacak, meleklerin yazdığı, hafızanın kaydettiği ve icraatçı organların insanın lehinde veya aleyhinde şahitlik yapacakları olaylar bir bir belirlenecektir.
     Bilinçaltı aynı zamanda “Perde” anlamına gelen bir berzahtır da…İki denizin karışmasını engelleyen perde-berzah (55/19-20) gibi fonksiyon icra eder. Bilinçaltı, bilinç ve kalp arasında yalıtkan bir tampon bölge gibidir. Bir ayna gibi kendinde yansıyan bütün duygu ve düşünce görüntülerini anında aynen uygulanmak üzere, bilince de kalbe de sızdıramaz. Tabi ki nefis ve şeytanın etkisiyle kalp ve bilinç, kapılarını açmadıkları sürece!…
    İşte dünyadaki gibi bilinçaltına hapis olmuş, davranışlara dökülmemiş bu bilinçaltı kabrinden, berzah kabrine yansıyanların, dünyadaki gibi insan ruhunu olumsuz olarak etkilememesi büyük ihtimaldir. Bu, dünyada, iç gözlemlerle vicdan ve irademizin yardımıyla, bilinçaltını kontrol altında tutmamızın, kabre ve berzah hayatımıza yansıyan olumlu bir sonucu olacaktır. Aksi durumdakiler ise, durmadan dönen teyip kaseti gibi, yaptıkları gözlerinin önünden sürekli geçecek, gerçek gözlem yapma mecburiyetinde kalarak, ilerideki akıbetlerinin endişesiyle eziyet çekeceklerdir.
    Yukarıda geçen iç gözlemle bu ayetler arasındaki irtibat fark edilmektedir. İnsan, iç aleminde hangi hayatı kurmuş ve buna şahit olmaktaysa, o iç hayatının aynısı ölüm sonrasında başlayacak berzah hayatına da yansıyacak ve orada, buradaki hayatına şahit olacaktır.
     F. Razinin dediği gibi, bir anne gibi davranmalıyız. Karnındaki çocuk daha dünyaya gelmeden evvel, onun için pek çok güzel çalışma yapar. Doğduğunda ona mutluluk verecek eşya ve ortamı titizlik içinde hazırlar. Kendi ruhumuzun kabir içinden çıkacağı durumu hesaba katarak, onun için orada lazım olacak inanç, ibadet, ameli salih ve güzel hizmet çalışmalarını burada fırsat elimizdeyken hazırlamak en akıllıca davranış olacaktır.

     b) Vasıflarını yeterince anlatmaya çalıştığımız topluluk, kabir sonrasına hazırlanmak için bulunmaz bir fırsattır. Burada yaşayacağımız, güzel sohbet anıları, sağa sola koşuşturmalar, yorgunluklar, deniz aşırı yolculuklar, katlanılan zorluklar, himmetlerimiz…. Kabrimizde bizi şefkatli bir ana kundağı gibi saracak, koruma altına alacak, dev bilinçaltı ekranında yansıyacak anılarımızla berzahımız saâdetgâhımız olacaktır.

     Ve yeryüzünün şahitleri olan bu insanlardan, ne kadar çok insan görür, tanır, gönüldaşlık kurar muhabbet duyarsanız, berzah sonrası hesap yerinde o kadar şahidiniz olacak ve bu sevdiklerinizle beraber bulunacaksınız demektir.
    Gün boyu nerelerde oturursanız oturunuz ama mutlaka Gönül Erlerine misafir ve enîs-ü celîs olunuz. Olunuz da, “Lâ yüşkâ celîsühüm” listesine kayd olunuz ki huzur bulasınız...
Gönül Erleri


11 Kasım 2020 Çarşamba

KELİMELER ~ KAVRAMLAR ZİKİR (1)

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
ZİKİR (1)
الذكر
     Sözlükte “bir şeyi anmak, hatırlamak” anlamındaki zikir (zikr) kelimesi (çoğulu zükûr, ezkâr) dinî literatürde “Allah’ı anmak ve unutmamak suretiyle gafletten ve nisyandan kurtuluş” anlamında kullanılır.
     Zikir dil veya kalp ya da her ikisiyle beraber yapılır; bu ise ya unutulan bir şeyi hatırlama ya da hatırda olanı muhafaza etme şeklinde olur (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ẕikr” md.).
     Kur’an’da türevleriyle birlikte birçok âyette geçen zikir Allah’ı dille hamd, tesbih ve tekbir şekliyle övmek; nimetlerini anmak, bunları kalple hissetmek ve tefekkür etmek; kulluğun gereklerini akıl, beden ve mal ile yerine getirmek; namaz kılmak, dua ve istiğfarda bulunmak, kevnî âyetler üzerinde düşünmek şeklindeki mânalarının yanı sıra Kur’an, önceki kutsal kitaplar, levh-i mahfûz, vahiy, ilim, haber, beyan, ikaz, nasihat, şeref, ayıp ve unutmanın zıddı gibi anlamlarda da kullanılmıştır.
     Kur’an’da, Allah’ın içten yalvararak ve korkarak alçak sesle sabah akşam çokça zikir ve tesbih edilmesi emredilmiş (el-A‘râf 7/205; el-Ahzâb 33/41-42), O’nun zikrinin her şeyden üstün olduğu vurgulanmış (el-Ankebût 29/45), Allah’ı anmanın bütün ibadet ve itaatlerden önemli sayıldığı ifade edilmiştir. “En büyük olma” (ekberiyyet) vasfıyla nitelenen zikir, “Yalnız beni anın ki ben de sizi anayım” âyeti dikkate alınarak (el-Bakara 2/152) Allah’ın kulunu anması şeklinde de anlaşılmıştır. Yine âyetlerde zikrin kalp huzuruna, kurtuluşa ve bağışlanmaya vesile olacağı vurgulanmış (el-Enfâl 8/45; er-Ra‘d 13/28; el-Ahzâb 33/35; el-Cum‘a 62/10), mal ve evlâdın müminleri Allah’ı anmaktan alıkoymaması gerektiği (el-Münâfikūn 63/9), gerçek müminlerin ticaret ve alışveriş gibi dünya işleri sırasında bile Allah’ı anmaktan geri durmayacakları (en-Nûr 24/37) belirtilmiştir. Öte yandan münafıkların Allah’ı çok az andıkları (en-Nisâ 4/142), Allah’ın zikrine karşı kalpleri katı olanların açık bir sapıklık içinde bulundukları (ez-Zümer 39/22) beyan edilmektedir.
     Hadislerde de zikrin önemine ve zikir ehlinin faziletlerine işaret edilmiş (Wensinck, el-Muʿcem, “zikr”, “zekera” md.leri), zikir halkaları cennet bahçelerine benzetilmiştir (Tirmizî, “Daʿavât”, 83). En hayırlı amelin Allah’ı zikretmek olduğu, zikrin altın ve gümüş infak etmekten, düşmanla savaşmaktan bile üstün sayıldığı kaydedilmiştir (Tirmizî, “Daʿavât”, 6; İbn Mâce, “Edeb”, 53). Ayrıca zikir maksadıyla bir araya gelen topluluğu ilâhî rahmetin ve meleklerin kuşatacağı, üzerlerine sekînet ineceği, Allah’ın da onları kendi nefsinde anacağı (Müslim, “Zikir”, 39; Tirmizî, “Daʿavât”, 7), yeryüzünde “Allah Allah” diyen bir kişi bulundukça kıyametin kopmayacağı belirtilmektedir (Müslim, “Îmân”, 234).
     Allah’ı anmanın sığınma (istiâze), besmele, takdis, tesbih (sübhânallah), hamdele (elhamdülillâh), tekbir (Allāhüekber), tehlîl (lâ ilâhe illallah), havkale (lâ havle velâ kuvvete illâ billâh), istiğfar, tasliye (salavât) şeklindeki ifadelerle yapılması mümkündür (Lisânüddin İbnü’l-Hatîb, I, 304-307).
     İbadetlerin sıhhati için belli şartlar gerektiği halde zikir için hiçbir şart ileri sürülmemiştir; gece gündüz, ayakta, oturarak, yatarak, abdestli abdestsiz zikir yapılabilir. En faziletli zikir kalp ve lisanla birlikte yapılan zikirdir, yani dilin kalpte olanı ortaya koymasıdır. Daha sonra kalp ile, ardından da dil ile yapılan zikir gelir. Ayrıca Allah’ı tesbih ve tâzime, hamd ve şükre dair sözleri söylemek dilin zikri, Allah’a inanmak, O’nun zât ve sıfatlarına delâlet eden delilleri, emir ve yasaklarının mâna ve hikmetlerini, yaratıklarının sırlarını düşünmek kalbin zikri, emredileni yerine getirip yasaklardan kaçınmak da organların zikri kabul edilmiştir.
     Hasan-ı Basrî, kimseye hissettirmeden Allah’ı anmanın sevabının çok büyük olacağını, ancak haram karşısında Allah’ı hatırlayıp haramdan kaçınmanın daha da üstün olduğunu belirtmiştir (Gazzâlî, I, 295). Halkı dine davet adına Allah’ı anma, dinini övme ve şeriat hükümlerinin güzelliklerinden söz etme de dilin zikri olarak kabul edilmektedir.
     Dil ile Allah’ı anmanın sesli ya da sessiz yapılması hususunda çeşitli rivayetler vardır. Kur’an’da Allah’ın içten yalvararak ve korkarak yüksek olmayan bir sesle tesbih edilmesi emredilmiş (el-A‘râf 7/205), Hz. Peygamber yüksek sesle tekbir getiren bir cemaati, “Siz ne sağıra sesleniyorsunuz ne de gāibe” sözleriyle uyarmıştır (Buhârî, “Daʿavât”, 50, 67; Müslim, “Zikir”, 44). Öte yandan bir kutsî hadiste, “Kulum beni bir toplulukta anarsa ben de onu daha hayırlı bir toplulukta anarım” dendiği (Buhârî, “Tevḥîd”, 15, 43; Müslim, “Zikir”, 18, 19), Resûlullah’ın ashaptan bir gruba, “Ellerinizi kaldırın ve hep birlikte ‘lâ ilâhe illallah’ deyin” buyurarak zikir yaptırdığı (Müsned, IV, 124), mescidde yüksek sesle zikir yapan bir kimse için, “Ah edip inleyerek gönülden yakarıyor” deyip onu engellemediği (a.g.e., IV, 159) rivayetleri vardır. Yine cemaatle kılınan namazların bir kısmında kıraatin sesli, bir kısmında sessiz icra edildiği, hac ve umrede telbiyenin yüksek sesle söylendiği, Kur’an’ın sesli ya da sessiz okunabildiği bilinmektedir. Bu rivayet ve uygulamalar dille zikrin yerine, zamanına ve kişilerin durumuna göre her iki şekilde de yapılabileceğini göstermektedir.
     Zikredenler açısından zikir üç kısma ayrılır:
     Zâhir ehlinin zikri şeriatın edeplerine riayet etmek ve ibadetleri yerine getirmektir.
     Tasavvuf ehlinin zikri Allah’a vâsıl olma arzu ve talebidir.
     Âriflerin zikri, nefsinden ve onun tasavvurlarından fâni olup sırf nur olan âleme ererek sonsuza nazar etmektir (Lisânüddin İbnü’l-Hatîb, II, 494-496).
     Her organın bir kulluk şekli vardır; zikir kalp ve dilin kulluğudur. Zikretmeyen dil görmeyen göz, işitmeyen kulak, tutmayan el gibidir. Nitekim bir hadiste, “Zikreden kimse ile zikretmeyen kimse diri ile ölü gibidir” denilmiştir (Buhârî, “Daʿavât”, 67). Canlıların alıp verdiği her nefes onların zikri olarak kabul edilmiştir; çıkan ve giren her solukta Allah’ın ismi vardır. Bu da “he” sesidir. İnen “he”nin kaynağı arş, çıkan “he”nin kaynağı kalptir (Necmeddîn-i Kübrâ, s. 141). Bu sebeple sûfînin alıp verdiği nefeslerin denetim altında tutulması ve her ânı değerlendirmesi önemli bir tasavvufî uygulama içinde yer almıştır.
     Sûfîlere göre zikirden maksat Allah’ın zâtı, sıfatları, isimleri, ihsanının bolluğu, takdirinin geçerliliği gibi hususlarda kalbin uyanıklığını sağlamak (Serrâc, s. 291), Allah’ı kalpte hazır tutmak ve O’nu görüyormuş gibi murakabe etmektir ki bu “ihsan” makamıdır. Şöyle de denilmiştir: Zikir Allah’a olan aşırı muhabbetin ya da korkunun etkisiyle gaflet meydanından müşâhede fezasına çıkmaktır. Böylece insan Allah ile ünsiyet peyda eder ve mâsivâdan uzaklaşır.
     Sehl b. Abdullah’a göre zikir Allah’ın seni gördüğü hususunda kesin bilgiye ulaşman, kalbinle O’nun sana senden daha yakın olduğunu görerek O’ndan hayâ etmen, bu durumu nefsine ve davranışlarına yansıtmandır (a.g.e., s. 290). Halis bir zikir için öncelikle takvânın gerçekleşmesi gerekir. Gerçek takvâ ise haramlardan kaçınmak ve faydasız, gereksiz şeylerden uzaklaşmakla elde edilir (Şehâbeddin es-Sühreverdî, s. 221-222).
     İlk dönem sûfîlerinden İbn Atâ zikrin aşamalarını önce lisan, sonra kalp, sonra sır ile yapılan zikir şeklinde sıralamış ve zikir sonucu ruhların Allah’ın nuruyla yüceleceğini belirtmiştir (Muhammed b. Hasan es-Sülemî, s. 14). Aynı mertebeleri kaydeden Kuşeyrî ise lisan zikrinden kalp zikrine geçen kimsenin kalbinin Allah dediğini işittikten sonra sırrın zikrine geçeceğini söylemekte (Risâletü tertîbi’s-sülûk, s. 68), hem dil hem kalp ile zikreden kimsenin seyrüsülûkte kemale ereceğini vurgulamaktadır (er-Risâle, II, 464-465).
     Ebû Nasr es-Serrâc da lisanla yapılan zikrin sevabının bire on, kalp ile yapılan zikrin sevabının bire yedi yüz misliyle verileceğini söylemiş ve zikrin en ileri mertebesi olan Hakk’a yakınlık dolayısıyla muhabbet ve hayâ ile dolmanın sevabının ise sayılamayacak ve tartılamayacak derecede olduğunu belirtmiştir (el-Lümaʿ, s. 290). Necmeddîn-i Kübrâ da zikrin nuru kalbi tamamen kaplayıp hâkimiyeti altına aldığı zaman kalp gözünün açılacağını ve bununla karanlık yerlerde bile eşyanın görülmesinin mümkün olacağını belirtir. Kalp ile yapılan zikirde mezkûr (Allah) unutulmadığından zikrin devamı (zikr-i dâimî) söz konusudur. Bu aşamadan sonra zikredilenin vasıfları hatırlanır, ardından Allah temaşa edildiği için zikirden fâni olunur.
     Zikredilenin vasıfları insanın vasıflarını yok ettiğinden insan yaptığı zikirden fâni olur ve Allah’tan başkasını unutur. “Unuttuğun zaman rabbini zikret” âyetinde (el-Kehf 18/24) bu husus anlatılmaktadır (Kelâbâzî, s. 74-76). Şiblî bunu, “Gerçek zikir zikri unutmaktır” şeklinde dile getirmiştir, yani zikredenin yaptığı zikir de dahil olmak üzere Allah’ın dışındaki her şeyi unutmasıdır (Serrâc, s. 291). Öte yandan zikir sayesinde gaflet ortadan kalktığı için insan sükût bile etse zikir hâlinde sayılır (Kelâbâzî, s. 74).
     Muhakkik sûfîler dil ve kalpten sonra gelen zikrin son aşamasına zikr-i hakîkî demektedir. Onlara göre sadece dille yapılan zikrin sâlike sevap kazandırmaktan başka bir yararı olmaz ve bununla Allah’ı müşâhede aşamasına ulaşılamaz. Kalp ile yapılan zikir mezkûrun kalpte bulunması durumudur; yani Allah’ı müşâhede etmeye engel olan perdelerden kurtularak O’nun huzurunda olma bilincini sürdürme halidir; bu da ancak Allah’tan başka her şeyi unutmak ve mâsivâyı terk etmekle gerçekleşir. Allah katından gelen ve peygamberler tarafından getirilenlere inanıp diğer bütün inançlardan arınmadıkça bu zikrin gerçekleşmeyeceği vurgulanmıştır (Abdürrezzâk el-Kâşânî, s. 248-249). Zikr-i hakîkî ise zikreden, zikredilen ve zikrin bir olmasıdır. Bu mertebede zikir sâlikin Hakk’ın kendisini zikrettiğini müşâhede etmesi, kendini ve zikrini görmekten kurtulmasıdır. Hâce Abdullah el-Herevî bu durumu, “Unuttuğun zaman rabbini zikret” âyeti çerçevesinde (el-Kehf 18/24) şöyle açıklar: Allah’tan başkasını unuttuğunda, kendi zikrinde kendini unuttuğunda, kendi zikrini O’nun zikrinde unuttuğunda, Hakk’ın seni zikretmesinde bütün zikirleri unuttuğunda rabbini zikret (Menâzilü’s-sâʾirîn, s. 18).
     Bu aşamada zikrin dört mertebesi ortaya çıkar.
     1. Allah’tan başkasını unutmak fakat kendi nefsini unutmamak;
     2. Allah’ın zikrinde nefsini unutmak, yani yaptığı zikir hariç nefsinden fâni olmak;
     3. Kendi zikrini O’nun zikrinde unutmak, bu fenâfillâh mertebesidir;
     4. Hakk’ın zikrinde kendini her zikirden unutmak. Bu mertebe Hakk’ın kulu zikretmesinden dolayı kulun rabbini zikirden fâni olmasıdır. Bu mertebede zâkir Allah’ın kendisini zikrettiğine şahit olmaktadır (İbn Kayyim el-Cevziyye, II, 337-338).

     Şehâbeddin es-Sühreverdî, Melâmetiyye usulüne göre yapılan zikrin dil, kalp, sır ve ruhla olmak üzere dört aşamada gerçekleştiğini belirtmiştir.
     Ruhla zikir gerçekleştiğinde sır, kalp ve lisan susar; bu müşâhede makamında yapılan zikirdir.
     Sırla zikir gerçekleştiği zaman kalp ve dil zikretmez; bu heybet makamının zikridir.
     Kalp zikrettiğinde dil susar; bu da Allah’ın nimet ve lutuflarının ifadesi olan zikirdir.
     Kalp zikirden gafil olduğu zaman dil zikre yönelir; bu ise âdet olarak yapılan zikirdir.
     Öte yandan bu zikirlerin her birinin incelikleri ve âfetleri vardır. Ruhla yapılan zikrin âfeti sırrın bu zikri fark etmesi, sır ile yapılan zikrin âfeti kalbin bu zikre muttali olması, kalp ile yapılan zikrin âfeti nefsin bunu fark etmesi, nefisle yapılan zikrin âfeti ise zikrini büyüterek karşılığında sevap umması ve bununla yüksek makamlara çıkacağını zannetmesidir (ʿAvârifü’l-maʿârif, s. 70).
     Sûfî müellifler, dilin zikriyle kalpte unutkanlığın giderilip Cenâb-ı Hakk’ın hatırlanacağını vurgularken nefsin zikriyle harf ve ses olmadan içten zikredileceğini, kalbin zikriyle celâl ve cemal sahibi olan Allah’ın vicdanen mülâhaza edileceğini, ruhun zikriyle sıfat tecellisinin nurlarının müşâhede edileceğini, sırrın zikriyle ilâhî sırların keşfedileceğini, hafî latifesinin zikriyle sıddîkıyyet makamında cemal nurlarının görüleceğini, hafiyyü’l-hafî (ahfâ) latifesinin zikriyle hakka’l-yakīn mertebesine çıkılacağını ve Hakk’a vuslatın gerçekleşeceğini söylemişlerdir.
     Bazı sûfîler seyrüsülûke yeni başlayan sâliklerin zikrini zâhir ve bâtın zikri, orta derecede olanların zikrini kalp ve sır zikri, yolun sonuna ulaşanların zikrini de ruh ve hafî zikri şeklinde sıralamışlardır. En faziletli zikrin Kur’an tilâveti, kelime-i tevhid (lâ ilâhe illallah) ve ism-i celâlden (Allah) hangisiyle yapıldığı hususunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Şehâbeddin es-Sühreverdî, halvet sırasında kelime-i tevhid zikrinin kalpte cevher haline gelerek yakīn nurunun yerleşmesine vesile olacağını, bazan bunun kelime-i tevhid olmadan Kur’an tilâvetiyle de gerçekleştiğini söyler (a.g.e., s. 125). İsmail Hakkı Bursevî de kelime-i tevhid zikrinin “Allah” ve “hû” isimleriyle yapılan zikirden daha üstün sayıldığını kaydettikten sonra tevhid zikrinde nefiy (lâ ilâhe) ve ispat (illallah) şeklinde iki yönün bulunması sebebiyle çokluğun bulunduğu gündüz vaktinde yapılmasının daha uygun olacağı, Allah’ın isimleriyle zikrin ise tevhid halinin yaşandığı gece vaktine mahsus olduğu görüşündedir (Şerh-i Usûl-i Aşere, s. 59).

     Tarikatlarda zikir kulun rabbine yaklaşmasını sağlayan en büyük ibadet, nefsi terbiye için uygulanan riyâzetin en önemli esası olarak kabul edilir. Ebû Ali ed-Dekkāk zikir hakkında “veliliğin menşuru” (şehâdetnâmesi) tabirini kullanmış, zikirden mahrum bırakılanın velâyetten azledileceğini belirtmiştir (Kuşeyrî, er-Risâle, II, 465).
     Tasavvuf eğitiminde nefislerin mânevî hastalıklardan nasıl kurtulacağını bilen şeyhler, müridlerin durumuna göre onlara en uygun zikri telkin ederek Hakk’a ulaşmalarına vesile olurlar (Abdürrezzâk el-Kâşânî, s. 248). Kur’an’da, “Hangisiyle yakarırsanız yakarın en güzel isimler Allah’ındır” âyeti (el-İsrâ 17/110) dikkate alınarak müride ism-i zât başta olmak üzere esmâ-i hüsnâdan bazı isimler veya kelime-i tevhid telkin edilmektedir. Mürid bunları kendisine tavsiye edildiği sayıda tekrar etmek suretiyle gerçekleştirir. Nitekim hadislerde de tavsiye edilen bir kısım zikir ve tesbihlerin belli sayılarda yapılması istenmiştir (Buhârî, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 9, “Daʿavât”, 54; Müslim, “Ẕikir”, 9; Nesâî, “Sehiv”, 95; İbn Mâce, “Edeb”, 56). Sayılarda yanılmamak için namaz dışında iken parmakların, taş ve tesbih gibi araçların kullanılması mümkündür (DİA, XL, 529). Tarikatlarda zikir şeyhin veya halifesinin gözetiminde toplu olarak da yapılmakta, belli lafız ve ibareler belli bir hareket düzeni içerisinde beraberce söylenmekte, icra edilen bu zikirlere tarikat âyini denilmektedir.
     Tarikat ehli zikri yapılış şekillerine göre kuûdî (oturarak), yarı kıyâmî (diz üstü dikilerek) ya da kıyâmî (ayakta) diye isimlendirmiştir. Zikir silsilesi Hz. Ebû Bekir’e dayandırılan Nakşibendiyye tarikatında genellikle hafî olarak “ism-i zât zikri” (Allah), “nefiy ve ispat zikri” (lâ ilâhe illallah) adı verilen zikirler icra edilir. Mürid zikir esnasında sükûnetle oturarak letâif-i hamse (sol memenin altında kalp, sağ memenin altında ruh, sol memenin üstünde sır, sağ memenin üstünde hafî, göğsün ortasında ahfâ) üzerinde yoğunlaşır. Seyrüsülûk sürecinde kalpten başlayarak sırasıyla ahfâya kadar bütün latifeler zikre iştirak eder hale gelince iki kaş arasında bulunduğu kabul edilen nefsin de zikre katılmasından sonra bütün bedenin zikretmesi sağlanır. Buna “sultânü’l-ezkâr / zikr-i sultânî” adı verilir. Ardından kelime-i tevhid zikrine geçilir. Nakşibendiyye’de topluca icra edilen ve esasını İhlâs sûresinin 1000 ya da 1001 defa okunması teşkil eden zikre de “hatm-i hâcegân” denilir.
     Nakşibendiyye gibi silsilesi Hz. Ebû Bekir’e dayanan Yeseviyye tarikatında ise zikir hançereden testere sesi gibi bir ses çıkarılarak yapıldığından “zikr-i erre / zikr-i minşârî” diye anılır.
     Zikir silsilesi Hz. Ali’den gelen Kādiriyye, Rifâiyye, Sühreverdiyye, Sa‘diyye, Şâzeliyye, Bedeviyye, Halvetiyye, Bayramiyye, Mevleviyye gibi tarikatlarda zikir genellikle sesli (cehrî) ve hareketli olarak esmâ-i hüsnâdan belli isimlerin veya kelime-i tevhidin ya da ism-i zâtın tekrarı şeklinde yapılır. Böylece “emmâre”den “kâmile”ye kadar yedi nefis mertebesi (etvâr-ı seb‘a) tek tek aşılır.
     Bu tarikatlarda toplu halde icra edilen zikirlerin kendilerine mahsus şekil ve hareketleri vardır ve çoğunlukla mûsiki eşliğinde icra edilir (aş.bk.). Zikir sırasında makamla okuduğu ilâhîlerle dervişleri coşturan zâkirler de bulunmaktadır. “Meclis, hadra, leyle, semâ ve devran” gibi isimlerle anılan bu uygulamalardan özellikle dönerek yapılan devran tarzı zikirlerin bazı türlerine hıristiyan raksını andırdığı gerekçesiyle bir kısım ulemâ karşı çıkmış, bu yüzden sûfîlerle ilmiye mensupları arasında tartışmalar olmuştur (Öngören, sy. 25 [2010], s. 123-132).
     İlk dönemlerden itibaren “kitâbü’z-zikr, kitâbü’d-duâ, kitâbü ameli’l-yevmi ve’l-leyle” gibi başlıklar altında günlük hayatta düzenli biçimde ya da herhangi bir durumda okunması tavsiye olunan duaları rivayetleriyle birlikte derleyen birçok eser hazırlanmıştır. Sonraki dönemlerde bu tür derlemelerde zikrin mahiyeti, çeşitleri, faziletleri ve faydalarına da önemli bölümler ayrılmış ya da zikir konusunu başlı başına ele alan eserler telif edilmiştir. Bunlar arasında İbn Atâullah el-İskenderî’nin Miftâḥu’l-felâḥ ve misbâḥu’l-ervâḥ (nşr. Muhammed Zeynühüm Muhammed Azeb, Kahire 1993), İbn Kayyim el-Cevziyye’nin el-Vâbilü’ṣ-ṣayyib ve râfiʿu’l-kelimi’ṭ-ṭayyib (nşr. İsmâil b. Muhammed el-Ensârî, Riyad 1979), Şeyh Hamîd-i Velî’nin Zikrin Tanımı, Sebepleri, Kısımları ve Âdâbı (trc. İhsan Özkes, İstanbul 1991), Burhâneddin Bikāî’nin İnâretü’l-fikr bimâ hüve’l-ḥaḳḳu fî keyfiyyeti’ẕ-ẕikr (nşr. Süleyman b. Müslim el-Harş, Riyad 1421/2001), Abdullah b. Hâc Dûstân Mustafa’nın Risâle fî feżâʾili ẕikrillâhi ʿazze ve celle (İstanbul 1283), Mahmûd es-Sabbâğ’ın eẕ-Ẕikr fi’l-Ḳurʾâni’l-kerîm ve’s-Sünneti’l-muṭahhara (Kahire, ts. [Dârü’l-i‘tisâm]), Muhammed Zekeriyyâ Kandehlevî’nin Fezâil-i Zikr: Zikrin Fazîletleri (trc. Hayri Demirci, İstanbul, ts.), Muhammed b. Ahmed b. Bedevî’nin Fıḳhü’ẕ-ẕikr ve’d-duʿâʾ (Beyrut 1412/1992), Mehmet Yıldız’ın Kur’ân-ı Kerîm’de Zikir Kavramı (yüksek lisans tezi, 1995, EÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü), Gündüz Yıldırım’ın Kur’an’da Zikir Kavramı (yüksek lisans tezi, 1994, EÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü) ve Necdet Tosun’un Zikir ve Tefekkür (İstanbul 2010) adlı eserleri kaydedilebilir. Ayrıca tarikat ehli tarafından birçok evrâd, ezkâr ve ahzâb hazırlanmış, kendi yollarında uyguladıkları zikir şeklini anlatan eserler yazılmıştır.
İlgili resim
TÜRKİYE DİYANET VAKFI
İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2013 yılında İstanbul'da basılan 44. cildinde, 409-412 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız. 

7 Kasım 2020 Cumartesi

SAĞLIKLI HAYAT ლ Adölesan (Ergenlik) Çağı Çocuklarında Beslenme

Adölesan (Ergenlik) Çağı Çocuklarında
Beslenme
hsgm resim 12
     Ergenlik; fiziksel, biyokimyasal, ruhsal ve sosyal yönden hızlı büyüme, gelişme ve olgunlaşma süreçleriyle çocukluktan yetişkinliğe geçiş dönemidir.

     Ergenlik çağı 12-18 yaş grubunu içerir. Ergenlik çağının genellikle kızlarda 10-12, erkeklerde ise 11-14 yaşlar arasında başladığı kabul edilmektedir.

     Ergende beslenmenin önemi:
     Ergenlik çağında büyüme hızlıdır. Hızlı büyüme ve gelişme ise enerji ve besin öğelerine ihtiyacı arttırır. Gencin artan ihtiyaçlarının karşılanmasında çeşitli sorunlar ortaya çıkabilir. Bu sorunların bir bölümü gencin yaşam şekliyle, bir bölümü ise bilinçsizlik nedeniyle kazanılan hatalı alışkanlıklarla ilgili olabilir. Sorunların giderilip, gencin sağlıklı büyüme ve gelişmesini sağlayacak beslenme koşullarına kavuşturulmasında ve ileriki yaşamında sağlığını olumlu etkileyecek alışkanlıkların kazandırılmasında aileye, okula ve toplumun diğer kurumlarına önemli görevler düşmektedir.
     Ergenlik çağında gözlenen başlıca değişiklikler şunlardır:
     1. Vücut şeklinde cinsiyet hormonlarına bağlı değişiklikler görülür. Özellikle vücuttaki yağ dokusunda, kas ve kemik yapısında değişiklikler olur. Kız çocuklarda göğüs ve kalçalar belirginleşir. Erkeklerde ise kalçalar küçülür, vücut adaleli ve az yağlı bir görünüm alır.
     2. Psikolojik değişiklikler nedeniyle çocuk aile ile bağımlılığını yitirebilir ve etrafını umursamaz bir davranışa girebilir. Bunun sonucu olarak çocuk ailesinden çok arkadaşlarına yönelir; onlarla birlikte olmak ister. Yemek zamanlarında arkadaşları ile birlikte olmaktan hoşlanır. Hızlı büyümeye ek olarak gencin sporla uğraşması enerji ve besin öğelerinde artışa neden olur. Çeşitli spor dallarının ne miktarda ek enerji gerektirdiği ve bunu karşılamak için diyetin özelliği konusunda gençlere yeterli bilginin verilmesi ve bilinçlendirilmeleri gerekir.
     Bu dönemde yanlış uygulanan zayıflama diyetleri yetersiz ve dengesiz beslenme nedenidir. Genç kendisini filmlerde, gazete ve dergilerde gördüğü kişilere benzetme özlemi içinde onların öğütlerini uygulama hevesine kapılabilir. Bedensel hareketler arttırıldığı, yeterli ve dengeli beslenmeye dikkat edildiği sürece kasların gücü artar ve şişmanlık önlenir, kemik mineral yoğunluğu artar.
     Yetersiz beslenme sonucu gençlerde artan besin öğeleri ihtiyaçlarının karşılanamaması, sağlık kurallarına uyulmaması sonucu barsak parazitlerinin varlığı, diyette C vitamininin yetersiz düzeyde alınması, kızlarda menstürasyon kansızlığın nedenleri arasındadır.
     Diş çürükleri gençlerde önemli sağlık sorunlarındandır. Ülkemizde yapılan araştırmalara göre diş çürüklerinin görülme sıklığı U-70 arasındadır. Aşırı şeker tüketimi, sularda flor azlığı, yetersiz beslenme, diş bakımı ve temizliğinin yeterince yapılmaması sonucu görülür.
     Basit guatr besinler ve su ile iyodun yetersiz alınması sonucu çocuklarda ve gençlerde önemli bir sağlık sorunudur. Bu nedenle iyotlu tuz kullanılmalıdır.

     Ergenin beslenme özellikleri
     Sağlıklı beslenmenin yanı sıra çocukların daha hareketli bir yaşam tarzı benimsemeleri, fiziksel aktivite düzeylerinin arttırılması ve bu konuda desteklenmeleri çocukların sosyal, zihinsel ve bedensel gelişimlerine önemli katkılar sağlayacaktır. 
     Ergenlik çağı gençlerin yeterli ve dengeli beslenmeleri büyüme ve gelişme hızlandığı için daha da önemlidir. Beslenme gencin yaşına göre boy uzunluğu ve vücut ağırlığının saptanması ile değerlendirilir. Ayak üstü beslenme (fast food) veya abur-cubur beslenme alışkanlığı çocuk ve gençler arasında yaygın olarak görülmektedir. Aslında bu tip beslenme günümüzde insanın hızlı yaşam temposu nedeniyle oluşmuştur. Bu tür beslenme ile enerjinin @-50'si yağdan gelmektedir. Bu yağın çoğunluğu doymuş yağlardan oluşmaktadır.
     Diyetteki doymuş yağ miktarı ve serum kolesterol düzeyi ile kalp-damar hastalıkları arasında ilişki olduğu bilinmektedir. Bu hastalıklar yetişkinlerde görülmesine karşın temelleri çocukluk çağında atılmaktadır. Genellikle ayak üstü beslenmede A ve C vitaminleri, kalsiyum, posa tüketimi yetersizdir, yağ ve tuz tüketimi ise yüksektir.
     Bu yaş grubunun diğer bir yanlış alışkanlığı da öğün atlamadır. En çok atlanan öğün ise sabah kahvaltısıdır. Sabah kahvaltısı insanlar için önemli bir öğündür.
     Ergenlik çağında özellikle kızlarda yemek yeme ile ilgili bozukluklar olarak anoreksiya nervosa ve bulimia nervosa görülmektedir. Genç kendi kendini kusturmakta, laksatif ve diüretik ilaçlar kullanmakta ve sağlığı bozulmaktadır. Genç, bir deri bir kemik görünümünü almaktadır ve bu durumlarda gencin psikiyatrik tedavi görmesi gerekmektedir. Sorunların nedenlerinin araştırılması gerekmektedir.

     Broşür için tıklayınız. 

     Sosyal Paylaşım: Telif Hakkı © 2019 Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü. Tüm Hakları Saklıdır.

5 Kasım 2020 Perşembe

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER ♥ ✿ܓ ♥ KOCANIN KARISI ÜZERİNDEKİ HAKLARI (2)

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN
(35)
KOCANIN KARISI
ÜZERİNDEKİ HAKLARI
(2)
    286. Ebû Ali Talk İbni Ali radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

     “Bir koca karısına ihtiyaç duyup da onu yanına çağırdığında, kadın ocak başında bile olsa, hemen kocasının yanına gelsin.”
Tirmizî, Radâ` 10;
Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, İşretü’n-nisâ bâbı.
  • Talk İbni Ali
     Talk ve arkadaşları Yemâme’den bir heyet hâlinde Medine’ye Hz. Peygamber’in yanına gelmişlerdi. Hepsi birden İslâmiyet’i kabul edip hidâyete erdiler. Bir müddet Resûl-i Ekrem’in yanında kalıp arkasında namaz kıldılar ve ondan İslâmiyet’i öğrendiler.
     Talk İbni Ali’nin bize haber verdiğine göre, memleketlerine Peygamber Efendimiz’in abdest suyunu götürmek istediler. O zaman Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir leğen ve abdest suyu geti-rilmesini istedi. Abdest aldı ve mübarek uzuvlarından akan suyu bir kaba koyarak onlara verdi ve şunları söyledi:
     - Artık memleketinize dönün. Oraya varınca kilisenizi yıkın. Yerine bu suyu serpin ve orayı mescid olarak kullanın.
     Dediler ki:
     - Yâ Resûlallah, hava çok sıcak, memleketimiz de pek uzak. Gidene kadar bu abdest suyu buharlaşıp azalır.
     Resûlullah Efendimiz de:
     - Ona su ilave edin; daha da güzel olur, buyurdu.

     Memleketlerine dönünce kiliselerini yıktılar. Resûlullah’ın abdest suyunu kilisenin arsasına serperek oraya mescid yaptılar. Namazlarını orada kıldılar. Allah ondan razı olsun.
  • Açıklamalar
     Allah Teâlâ insanı imtihan etmek için ona çeşitli duygular vermiştir. Bunların en tehlikelisi şehvet duygusudur. Bu duygunun tehlikesini en tabii şekilde gidermenin yolu, evliliktir. Bu sebeple eşler, birbirlerini tehlikelerden koruyan birer elbise sayılmışlardır. İnsanın günah işlemesini çok isteyen ve bundan büyük zevk duyan şeytan, kadını ve erkeği birbirine câzip göstermek için çoğu zaman baştan çıkarma silahını kullanır. Böyle bir duyguya kapılan insanın yapacağı en tabii hareket, koşup eşine sığınmak, baştan çıkaran duyguların tesirinden onun yanında ve onun yardımıyla kurtulmaktır.
     Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem, çoğu zaman dışarıda bulunmaları sebebiyle erkeklere bunu özellikle tavsiye etmekte ve kendilerini tahrik eden bir kadın gördükleri zaman, hemen evlerine dönmelerini ve eşlerinin yardımıyla bu tahrikten kurtulmalarını öğütlemektedir (Müslim, Nikâh 9). Kendisinin de aynı maksatla Zeynep binti Cahş ve Sevde annelerimizin yanına gittiği bilinmektedir (Ebû Dâvûd, Nikâh 43).
     Ocakta yemek pişirirken veya fırında ekmek yaparken bile olsa, eşinin beraber olma isteğini geri çevirmenin doğru olmayacağını belirtirken Peygamber Efendimiz’in anlatmak istediği işte budur.
     Yuvasının mutlu ve huzurlu olmasını isteyen, kocasını hiç bir şekilde elinden kaçırmamayı arzu eden bir kadın, Peygamber Efendimiz’in bu uyarısına önem vermelidir.
     283 ve 284 numaralı hadisler de bu konuyla ilgilidir.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Evliliğin bir gereği olarak, kocanın karısı üzerinde önemli hakları vardır.
2. İşi ne kadar önemli olursa olsun, meşrû bir mâzereti yoksa, bir kadın kocasının beraber olma isteğini reddetmemelidir.


     287. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu:
     “İnsanın insana secde etmesini emredecek olsaydım, kadının kocasına secde etmesini emrederdim.”
Tirmizî, Radâ` 10.
Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Nikâh 40;
İbni Mâce, Nikâh 4
  • Açıklamalar
     Peygamber Efendimiz’in bu hadîs-i şerîfi söylemesine sebep olarak şöyle bir olay anlatılır:

     Muâz İbni Cebel radıyallahu anh Şam’dan veya Yemen’den döndüğü zaman, (Ebû Dâvûd’un rivayetine göre ise Kays İbni Sa`d Hîre’den döndüğü zaman) Resûl-i Ekrem’e secde etmek istemişti. Neden böyle davrandığını soran Hz. Peygamber’e:
     - Hristiyanlar reislerine ve kumandanlarına secde ediyorlardı. Ben de sizin buna daha lâyık olduğunuzu düşünerek secde etmek istedim, dedi.
     Bu hareketi doğru bulmayan Resûlullah Efendimiz, yukarıdaki hadîs-i şerîfi söyledi.
     Hadîs-i şerîfin sebeb-i vürûdu dediğimiz, söylenme sebebi hakkında şöyle bir rivayet daha vardır: Resûl-i Ekrem Efendimiz bir grup sahâbînin arasında otururken bir deve gelerek Efendimiz’e secde etmişti. Bunu gören sahâbîler:
     - Yâ Resûlallah! Sana hayvanlar, ağaçlar bile secde ediyor. Sana asıl bizim secde etmemiz gerekir, dediklerinde Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu:
     - “Rabbinize ibadet edin. Müslüman kardeşlerinize iyilik yapın. Bir kimsenin diğer kimseye secde etmesini emretmek isteseydim, kadının kocasına secde etmesini emrederdim. Şayet bir kadına kocası, kendisini şu dağdan o dağa, o dağdan bu dağa taşımasını emretse, kadının bu emri yerine getirmesi gerekir” (Ahmed İbni Hanbel, Müsned, VI, 76).

     İki yol arkadaşından birinin ötekine başkan olması prensibi, dinimizde iyi geçinmeye, huzurlu ve uyumlu yaşamaya ne çok önem verildiğini gösterir. Aile de böyledir. Orada da karı koca, uzun bir yolculuğa çıkmış iki arkadaş gibidir. Birinin başkan olması, yuvanın huzuru için şarttır. Peygamber Efendimiz bu hadîs-i şerîfte erkeğin karısı üzerinde önemli haklarının bulunduğunu, kadının ona karşı saygıda kusur etmemesi gerektiğini, dine ters düşmeyen isteklerini yapması icab ettiğini belirtmiştir.
     İnsanın insana secde etmesinin çok yanlış ve mantıksız bir davranış olduğunu iyice belirtmek isteyen Resûl-i Ekrem Efendimiz, kendisine secde etmek isteyen sahâbîsine:
     - “Eğer benim kabrime gelseydin, oraya da secde eder miydin?” diye sordu.
     Sahâbî:
     - Hayır, secde etmezdim, diye cevap verdi.
     O zaman Kâinâtın Güneşi Efendimiz:
   - “Öyleyse bir daha böyle şeyler yapmayın”, buyurdu (Ebû Dâvûd, Nikâh 40).

     Peygamber Efendimiz’in bu ifadesini muhaddis Tîbî çok güzel açıklamıştır. Ona göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bu sözünün mânası şudur:
     Bana tapacağınıza, hiçbir zaman ölmeyecek, saltanatı yok olmayacak Cenâb-ı Hakk’a secde edin. Zira şimdi benden çekinip saygı duyduğunuz için secde edecek, yarın yok olduğum zaman ise bundan vazgeçeceksiniz. Böyle mânasızlık olur mu? demek istemiştir (Azîmâbâdî, Avnü’l-ma`bûd, VI, 178).
     Bütün bu açıklamalar bize gösteriyor ki, bir kadının kocasına secde etmesi söz konusu değildir. Bununla beraber kadınların en çok itaat etmesi gereken kimseler de kocalarıdır. Zira ailenin geçimini üstlenen koca, karısını ve çocuklarını mutlu etmek için onun bunun kahrını çekmekte, nice kendini bilmez kimsenin ağız kokusuna katlanmakta, ailesini geçindirecek imkânı alın teri ve göz nûruyla kazanmaktadır. Böylesi fedâkâr kimseler her türlü sevgi ve saygıya lâyıktır.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Bir hanım kocasına son derece saygılı olmalı, ona olan görevlerini kusursuz yapmaya çalışmalıdır.
2. İnsan Allah’dan başka kimseye secde edemez. Şayet böyle bir şey uygun olsaydı, kadınların kocalarına secde etmesi istenebilirdi.
3. İslâmiyet insana tapmayı yasaklamıştır.


     288. Ümmü Seleme radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
    “Kocasını memnun ederek ölen kadın cennetliktir.”
Tirmizî, Radâ` 10.
Ayrıca bk. İbni Mâce, Nikâh 4
  • Açıklamalar
     Şu ölümlü dünyada aile yuvasında huzuru yakalamak, erkeğin karısını, kadının da kocasını mutlu etmeye çalışmasıyla mümkündür.
     Bu hadîs-i şerîfte, konuya sadece kadın açısından bakılmakta ve kocasını kendinden hoşnut ederek ölen bir kadının cennete gireceği belirtilmektedir. Cennet herkesin elde etmeyi düşlediği sonsuz mutluluk yuvasıdır. Bir kadın için bunun yolu, hayat arkadaşıyla güzel ve tatlı bir hayat sürmeyi hedef almak, böylece hem onu hem de kendini mutlu etmektir.
     Bu nasıl mümkün olur?
     Her erkek tabiatı, anlayışı, din ve dünya görüşü doğrultusunda karısından güzel davranışlar bekler. Becerikli bir hanım, kocasının huylarını, alışkanlıklarını ve kendinden beklediği davranışları kısa zamanda öğrenir. Atalarımızın dediği gibi “Aşını, eşini, işini bilir.” Meselâ evinin ve kendisinin temiz ve düzenli olmasına çalışır. Kocasını eve gelirken güler yüzle karşılar. İşe giderken onu güzel davranışlarla uğurlar. Yemeğini zamanında hazırlar; sofrada veya evinde kocasının sevip hoşlandığı şeyleri bulundurmaya gayret eder.
     Kocasının alıp eve getirdiklerini beğenmese bile, ilk anda hoşnutsuzluğunu göstermez. Ne kadar ince düşünceli olduğunu söyleyerek önce onu rahatlatır. Daha sonra uygun bir zamanı kollayarak o konudaki asıl görüşünü belirtir.
     Kocanın hoşnutluğunu kazanmak, bir kadın için çok önemli bir iştir. Bunu şu olayda bütün açıklığı ile görmek mümkündür:
Ashâb-ı kirâmdan Esmâ binti Yezîd adında bir hanım vardı. Çok güzel konuşurdu. Birgün hanım sahâbîler Esmâ’yı aralarında temsilci seçerek Peygamber Efendimiz’e gönderdiler. Merak ettikleri bir konuyu ondan öğrenmesini istediler.
     Esmâ Resûl-i Ekrem’in huzuruna giderek şunları söyledi:
     - Anam, babam sana fedâ olsun, ey Allah’ın Resûlü! Ben kadınlar tarafından gönderilen bir elçiyim. Allah Teâlâ seni bütün erkeklere ve kadınlara peygamber göndermiştir. Biz sana ve senin Rabbine imân ettik. Fakat biz, kadınlar olarak, sizin evlerinizde kapanıp kalıyoruz. Sizin cinsî isteklerinizi tatmin ediyoruz. Siz erkekler ise cuma namazı kılmak, câmilere ve cemâatlere gitmek, hastalara gidip hatır sormak, cenazelerde bulunmak, defalarca hac edebilmek, bunlardan daha faziletli olarak da Allah yolunda savaşıp cihâd etmek gibi üstünlüklerle bizi geçmiş durumdasınız. Şurası da muhakkakki erkek kısmı hac veya umre etmek, kâfirlerle savaşmak üzere evinden çıktığı zaman mallarınızı biz koruyor, iplik eğirip elbiselerinizi dokuyor ve çocuklarınızı besliyoruz. O hâlde biz kadınlar, o hayırlı işlerin ecir ve sevabında sizlere ortak olamaz mıyız?
     Doğrusu Esmâ çok güzel konuşmuştu. Efendimiz onu sonuna kadar dikkatle dinledikten sonra yanında bulunan sahâbîlere dönerek:
     - “Siz, bir kadının dinî konulardaki sorularını bundan daha güzel ifade ettiğini hiç duydunuz mu?” diye sordu. Sonra da Esmâ’ya şunları söyledi:
     “Ey hanım! Şunu iyice anla ve seni gönderen hanımlara anlat ki, kadın kısmının kocasıyla iyi geçinip onun hoşnutluğunu kazanması, saydığın o değerli ibadetlerin hepsine denk olur.”
     Esmâ bu cevabı alınca çok sevindi ve “Lâ ilâhe illallah” diyerek oradan ayrıldı (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe, VII, 19; Mehmed Zihni, Meşâhîrü’n-nisâ’, I, 36).

     Kadınların hatîbi diye tanınan ve katıldığı Yermük savaşında, söktüğü çadırın direğiyle dokuz Bizanslıyı öldüren Esmâ hâtunun müslüman kadınlara getirdiği bu mesaj çok önemlidir. Üzerinde iyi düşünmelidir.
     Demekki bir kadın, kendine düşen görevleri yerine getirmekle, erkeklerin binbir zahmetle yaptığı birçok ibadeti bizzat yapmış gibi sevap kazanır. Zira kadının asıl vazifesi, kocasını memnun etmektir.
    Aslına bakılırsa, kocasını mutlu etmek isteyen bir kadın, aynı zamanda kendisini de mutlu etmiş olur ve sonuç itibariyle iki mükâfatı birden kazanır: Hem dünyada mutluluk hem âhirette mutluluk.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Kadının en önemli görevi kocasını memnun etmektir.
2. Kocasını mutlu eden bir kadın, doğrudan cennete girer.


     289. Muâz İbni Cebel radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Dünyada bir kadın kocasını üzerse, o kimsenin hûrilerden olan hanımı o kadına şöyle seslenir:
    - Allah canını alsın! Üzme onu! O senin yanında şimdilik misafirdir. Yakında senden ayrılıp bize kavuşacaktır.”
Tirmizî, Radâ` 19.
Ayrıca bk. İbni Mâce, Nikâh 62
  • Açıklamalar:
     Hûri, kara gözlü kadın demektir. Geniş gözlü ve gözünün akı bembeyaz, karası simsiyah olan kadınları anlatmak için kullanılmaktadır. Allah Teâlâ’nın cennette mü’minlere ikram edeceği kadınlara Kur’ân-ı Kerîm’de “hûrin în” adı verilmekte [Duhân sûresi (44), 52-54; Tûr sûresi (52), 20; Rahmân sûresi (55), 72], iyi mü’minlerin cennette güzel bahçelerde, pınar başlarında eğlenecekleri, çeşit çeşit ipekler giyip karşılıklı oturacakları ve ceylan gözlü hûrilerle evlenecekleri belirtilmektedir. Hûrilerin en belirgin özellikleri, evlenecekleri erkek dışında kendilerine hiçbir insan eli değmemiş olmasıdır. Bir diğer özellikleri de eşlerinden başkasıyla ilgilenmemeleri, onların istek ve arzuları dışında bir şey yapmamalarıdır. İşte bu sebeple kocalarını inciten kadınların kaba davranışları onları üzmekte ve bu kadınlara hadiste belirtildiği şekilde seslenmeye mecbur etmektedir.
     “Yakında senden ayrılıp bize kavuşacaktır” cümlesindeki yakınlık ifadesi, dünya hayatının kısalığını ve bu hayat içinde insan ömrünün pek az bir yer işgal ettiğini belirtmek için söylenmiştir. Zira zamanla sınırlı olan herşey tükenmeye mahkûmdur. Âhiret hayatı ise sonsuz ve sınırsızdır.
     Hadîs-i şerîfte kadının kocasına iyi davranması, onu sayması ve ona karşı görevlerini yapması gerektiği anlatılmaktadır. Kocasına iyi davranmayan, ona eziyet eden ve canını sıkan kadınlardan Allah Teâlâ’nın hoşnut olmayacağı dile getirilmektedir.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Kadınlar kocalarına iyi davranmalı, onları üzmemelidir.
2. Eşler birbiriyle iyi geçinmeli ve eşiyle mutlu olmaya çalışmalıdır.
3. Cennet ve cennet nimetleri yaratılmış olup sahiplerini beklemektedir. Eşleri tarafından rahatsız edilen kimseler bunu düşünerek teselli bulmalıdır.


     290. Üsâme İbni Zeyd radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu:
     “Benden sonra erkeklere kadınlardan daha zararlı bir fitne sebebi bırakmadım.”
Buhârî, Nikâh 17; Müslim, Zikir 97, 98.
Ayrıca bk. Tirmizî, Edeb 31;
İbni Mâce, Fiten 31
  • Açıklamalar
     İlk bakışta hadîs-i şerîfin bütün kadınları fitne ve fesada yol açan uğursuz yaratıklar kabul ettiği sanılabilir. Hayır, Efendimiz böyle bir şey söylememiştir. Bu hadiste bazı problemli kadınlara işaret edilmekte, huysuzlukları sebebiyle onların erkekleri zor durumda bırakacakları belirtilmektedir.
     Şu âyet-i kerîme konumuza ışık tutmaktadır:
    “Ey imân edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoşgörür ve bağışlarsanız, bilin ki Allah da çok bağışlayan, çok esirgeyendir” [Tegâbün sûresi (64), 14].
     Malını ve canını Allah yoluna adayan bazı mü’minleri, eşleri ve çocukları, daha çok duygularına hitap etmek suretiyle bu davranıştan vazgeçirebilirler. Sen ölürsen biz ne yaparız? Savaşa gitme, diyebilirler. Paranı boş yere harcama, çoluğunu çocuğunu düşün, diyerek erkeğin hayır yapmasına engel olabilirler. Sahip olduklarından daha fazlasını istemek suretiyle kocalarını gayri meşrû kazanmaya sevkedip günaha itebilirler.
     Rivayet edildiğine göre ashâb-ı kirâm devrinde bazı sahâbîlerin eşleri ve çocukları, “Eğer gidecek olursan biz sensiz ne yaparız?” bahânesiyle onların hicret etmesini geciktirmişlerdi. Bu gecikme yüzünden ne büyük mânevî kayıplara uğradıklarını anlayan o sahâbîler, hanımlarını ve çocuklarını cezalandırmaya kalkınca, onları daha hoşgörülü davranmaya ve affetmeye dâvet eden yukarıdaki âyet-i kerîme nâzil olmuştu. İşte kadınların erkekler için tehlike olacağı yönlerden biri budur.
     Meselenin önemli bir yönü daha vardır: Kur’ân-ı Kerîm’de belirtildiği üzere [Âl-i İmrân (3), 14], insan bazı dünya zevk ve nimetlerine düşkün olarak yaratılmıştır. Bunlardan biri, belki de birincisi iki cinsin birbirine olan meylidir. Bu ilginin ölçülü kullanılmaması, her iki taraf için de tehlike doğurur. Hadîs-i şerîfte bu tehlikeye erkeklerin dikkati çekilmekte, kadınlar konusunda dikkatli ve uyanık olmaları istenmektedir. Bu konuda 71. hadise de bakılabilir.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Erkekler, dikkatli olmadıkları takdirde, daha çok kadınlar sebebiyle günaha girerler.
2. Bir erkek Allah’ın ve Peygamber’in buyruğunu ihmâl edecek kadar bir kadına bağlanmamalıdır.
3. Kadın, erkekleri günaha sokan suç aracı olmaktan ve “en zararlı varlık” yaftasını almaktan şiddetle sakınmalıdır.

     Not: Bundan bir önceki bölüme (KOCANIN KARISI ÜZERİNDEKİ HAKLARI -1) aşağıdaki başlığa tıklayıp ulaşabileceğiniz bir bölümde yayınlanmıştı.
     https://gonul-erleri.blogspot.com/2020/10/riyazus-salihinden-hadis-i-serifler_23.html

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri & Grand Alfa Karadeniz Turu

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri  &  Grand Alfa Karadeniz Turu      5 Gün - 4 Gecelik (3 gece otel konakla...