15 Mart 2021 Pazartesi

KELİMELER ~ KAVRAMLAR: ZULÜM (2)

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
ZULÜM (2)
الظلم

     KELÂM.

     Kelâm ilminde zulüm farklı şekillerde tanımlanır. Mu‘tezile kelâmcılarına göre zulüm, büyük bir zararı engelleme ya da herhangi bir fayda sağlama amacı taşımayan ve doğurduğu sonuçtan ötürü kişiye zarar veren davranıştır (Tehânevî, II, 1152-1153; , s. 345, 351). Sünnî âlimlerine göre ise “haktan bâtıla intikal etme, sınırı aşıp başkasının mülkünde tasarrufta bulunma” diye tanımlanır (, “Ẓulm” md.).

     Zulüm kavramı çeşitli âyetlerde zât-ı ilâhiyyeden nefyedilmektedir: “Allah’ın insanlara zulmetmesi söz konusu değildir”; “Allah zerre kadar bile olsa zulmetmez”; “İnsanlar kıl payı kadar da olsa zulme uğratılmaz”; “Allah kullarına ve başka hiçbir şeye haksızlık etmeyi murat etmez” (, “ẓlm” md.). Hadislerde de Allah’ın yaratıklarına zulmetmediği kesin bir dille açıklanmıştır. Ebû Zer’den rivayet edilen uzunca bir kutsî hadisin başlangıcında Cenâb-ı Hak, “Ey kullarım! Ben zulmü kendime haram kıldığım gibi sizin aranızda vuku bulmasını da yasakladım” buyurmuş (Müslim, “Birr”, 55), diğer rivayetlerde de Hz. Peygamber’in Allah’ın yaratıklarının hiçbirine haksızlık etmediğini ifade ettiği nakledilmiştir (, II, 314, 507; Buhârî, “Tefsîr”, 50/1, “Tevḥîd”, 25; Müslim, “Cennet”, 36).

     İslâm âlimleri, Allah’ın olumsuz hiçbir sıfatının bulunmadığı gibi yaratıklarına kötülük yapma veya adaletsiz davranma anlamına gelebilecek her türlü fiilden de münezzeh olduğu fikrinde ittifak etmişlerdir. Çünkü zulüm bilgisizlik, eksiklik ve ihtiyaçtan kaynaklanan bir fiildir, Cenâb-ı Hak ise bu tür sıfatlardan berîdir (Kādî Abdülcebbâr, Fażlü’l-iʿtizâl, s. 141-142). Bundan dolayı Allah kimseye zerre kadar zulmetmez, yapılan iyilikleri eksiltmez, günah işlemeyen kullarına azap etmez, bir amaç veya hikmet olmadan kimseye elem vermez, hiçbir kulunu günah işlemeye ve kötülük yapmaya zorlamaz (Ebû Şekûr es-Sâlimî, vr. 49b).

     Bununla birlikte Allah’ın zulme kādir olması, insanları dinî bakımdan sorumlu tutması, onların günah işlemesine iradesinin taalluk etmesi, insanlara ait iyi ve kötü fiilleri yaratması, insanları saptırması ve âhirette kâfir çocuklarına azap edip etmeyeceği gibi konularda farklı ekollere mensup kelâm âlimlerince benimsenen görüşlerin Allah’a zulüm isnat etme anlamına gelip gelmediği hususu tartışılmıştır.

     1. Allah’ın zulme kādir olması.

     Bu hususta kelâmcılar arasında tartışılan ilk konu ilâhî kudretin zulme taalluk edip etmediği meselesidir. Bu konuda ortaya çıkan görüşleri şöylece özetlemek mümkündür:

     a) Adalet sıfatıyla nitelenen ve fiilleri adl çerçevesinin dışına çıkmayan Allah’ın gerçek anlamda zulmetmeye kudretinin varlığından söz edilmesi mümkün değildir, aksine zulüm Allah hakkında muhal olan bir şeydir. Hatta, “Allah’ın zulmetme kudreti vardır, fakat iradesiyle onu terk eder” şeklinde bir iddia da ileri sürülemez; çünkü bu durum iki zıddın bir arada bulunması gibi aklen muhal olan hususlardandır. Ayrıca zulüm başkasının mülkünde tasarrufta bulunmak suretiyle bir fiil gerçekleştirmektir; ancak bütün mülk Allah’ındır ve mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Sünnî kelâmcılarının çoğunluğu ile Mu‘tezile’den Nazzâm bu görüştedir (Tehânevî, II, 1152; İbn Fûrek, s. 148; Takıyyüddin İbn Teymiyye, s. 17-18).

     b) Allah’ın yaratıklarına zulmetme kudreti vardır ve bununla nitelendirilmesi gereklidir. Zira Allah zulmü kullarına yasakladığı gibi zâtına da haram kıldığını bildirmiş ve kullarına zulm etmeyeceğini ifade etmiştir. O’nun, kudreti bulunmadığı bir fiili kendine yasaklaması ve kudreti olmadığı halde kullarına zulm etmeyeceğini bildirmesi anlamsızdır. Ayrıca adalete kādir olması zulme de kādir olmasını gerekli kılar. Ancak Cenâb-ı Hak adaleti ve hikmeti gereği zulmetmez. Mu‘tezile’ye bağlı âlimlerin çoğunluğu ile Zeydî ve Selefî âlimleri bu görüştedir (İbn Fûrek, s. 148; Takıyyüddin İbn Teymiyye, s. 25-26, 37; , s. 447-448; Âlûsî, V, 32).

     2. Allah’ın insanlara dinî sorumluluk yüklemesi.

     Cenâb-ı Hakk’ın mükelleflere sorumluluk yüklemesi ve bu sorumluluğu yerine getirmeyenleri âhirette cezalandırması zulüm değildir. Çünkü O, kullarını bu sorumluluğun üstesinden gelebilecek bir donanımda yaratmış, onlara akıl verip bilgi edinme imkânı tanımış, ayrıca peygamberler göndererek onları uyarmıştır. Âlimlerin büyük çoğunluğu bu görüştedir (Nâsır-Lidînillâh Ahmed b. Yahyâ, s. 128-129; Âlûsî, XI, 126; M. Muhyiddin Abdülhamîd, s. 151). Küçük bir azınlığı teşkil eden Cebriyye mensupları ise Allah’ın, insanları irade ve kudretten yoksun bıraktığından onları dinî bakımdan sorumlu tutmasının zulüm olacağını söylemiştir. Naslarla ve aklî verilerle bağdaşmayan bu iddiasından ötürü Cebriyye’ye Mücevvire adı da verilmiştir (, XIII, 282; Fażlü’l-iʿtizâl, s. 199).

     3. İlâhî iradenin kullara ait fiillere taalluk etmesi.

     İlâhî iradenin bütün varlık ve olayları kuşattığını dikkate alan Sünnî âlimleri, Allah’ın insanlara verdiği iradenin bir sonucu olarak zulüm dahil olmak üzere mâsiyet ve kötülüklerin vuku bulmasının da iradesi dahilinde bulunduğunu söylemiş, bunun zulüm değil adalet ve hikmet çerçevesine girdiğini belirtmiştir. Meselâ onlara göre Allah, Ebû Cehil’in iman etmesini emretmiş, fakat inkâr etmesini de kendi iradesine bırakmıştır (Mâtürîdî, s. 462; M. Muhyiddin Abdülhamîd, s. 92-93).

     Mu‘tezile ve Şîa âlimleri ise Allah’ın sadece iman, itaat ve iyilik türünden fiilleri dilediğini, inkâr, isyan ve kötülük niteliği taşıyan fiilleri iradesi dışında tuttuğunu ileri sürmüş, O’nun insanlara ait bütün fiilleri dilediğini kabul etmenin Allah’a zulüm isnat etmeyi kaçınılmaz hale getireceği sonucuna varmıştır. Bu âlimlere göre Allah, Ebû Cehil’in inkâr etmesini değil iman etmesini murat etmiştir (Kādî Abdülcebbâr, Müteşâbihu’l-Ḳurʾân, s. 155-156; Fahreddin er-Râzî, III, 76; M. Muhyiddin Abdülhamîd, s. 92).

     4. Allah’ın kullara ait fiilleri yaratması.

     Mu‘tezile ve Şîa âlimleri, kullara ait fiilleri Allah’ın yarattığını söylemenin O’na zulüm isnat etmek anlamına geldiği görüşündedir. Çünkü söz konusu fiiller arasında kötü olanlar da vardır. Cenâb-ı Hakk’ın bunları yaratıp ardından kullarına azap etmesi zulüm dahiline girer (Kādî Abdülcebbâr, Müteşâbihü’l-Ḳurʾân, s. 272, 362; Ebû Şekûr es-Sâlimî, vr. 49b-50a). Sünnî kelâmcılarıyla Selef âlimlerine göre ise kullara ait fiilleri Allah’ın yaratması O’na zulüm isnat etmeyi gerektirmez; zira bu fiiller ilâhî bir müdahale olmadan gerçekleşir (Âlûsî, XI, 126-127; M. Muhyiddin Abdülhamîd, s. 150).

     5. Allah’ın kullarını saptırması.

     Yine Mu‘tezile ve Şîa âlimlerine göre Allah’ın kullarından dilediğini hidayete erdirip dilediğini saptırması adaletle bağdaşmadığı gibi sapıklığa sevk ettiklerine azap etmesi de zulüm sayılır. Halbuki naslarda Allah’ın kullarına asla zulmetmediği açıklanmakta, akıl da buna hükmetmektedir (Nâsır-Lidînillâh Ahmed b. Yahyâ, s. 200, 381; Hânim İbrâhim Yûsuf, s. 77-78). Sünnî âlimleri, peygamberler vasıtasıyla yapılan ilâhî davete uymayıp Allah’a ve peygamberlerine karşı mücadele edenleri O’nun saptırmasını zulüm değil kendi davranışlarının yol açtığı adaletli bir sonuç olarak değerlendirir (İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 230-231, 253).

     6. Kâfir çocuklarına azap etmek.

     Çocuklar dinî bakımdan mükellef değildir. Bu sebeple kâfir çocuklarına ebeveynlerinin inkâr ve isyanları yüzünden Allah’ın azap edeceğini ileri sürmek kimsenin başkasının günah yükünü taşımayacağını beyan eden naslarla çelişir. Mu‘tezile kelâmcıları ile bazı Sünnî âlimleri bu görüştedir (Kādî Abdülcebbâr, Müteşâbihü’l-Ḳurʾân, s. 501, 576; Takıyyüddin İbn Teymiyye, s. 21).

     Cenâb-ı Hakk’ın zulümden münezzeh olduğu ve fiillerinden dolayı O’na zulüm isnat edilemeyeceği inancı naslarla sabittir ve İslâm âlimlerinin ittifak ettiği bir husustur. Bazı akaid meselelerinin izahında âlimlerin farklı yaklaşımlarının sonucu olarak ortaya çıkan bu tür problemler teori niteliği taşır ve söz konusu ittifakı etkilemez.

     İlâhî fiiller hakkında hüküm verilirken Allah’ın insana benzetilmemesi hususu ana ilke olarak kabul edilmeli ve O’nun fiilleri beşerin fiilleriyle mukayese edilmemelidir. Bütün varlık ve olayları kuşatan mutlak ve mükemmel bilgiye sahip olmayan insanın bir yönden zulüm ve şer gibi gördüğü fiillerin başka yönlerden bir hikmete dayanması mümkündür. Allah Teâlâ hakîm olduğundan O’na ait bütün fiiller hikmet çerçevesi içinde kalır.


Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2013 yılında İstanbul’da basılan 44. cildinde, 510-511 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.





12 Mart 2021 Cuma

SAĞLIKLI HAYAT... Obezite Nasıl Saptanır? Sağlıklı Vücut Ağırlığı!

SAĞLIKLI HAYAT

resim 6

     Dünya Sağlık Örgütü’nün obezite sınıflandırması esas alınarak obeziteyi belirlemek için yaygın olarak Beden Kütle İndeksi (BKİ) kullanılmaktadır.Beden Kütle İndeksi, bireyin vücut ağırlığının (kg), boy uzunluğunun (m cinsinden) karesine (BKI=kg/m2) bölünmesiyle elde edilen bir değerdir. Beden Kütle İndeksi boy uzunluğuna göre vücut ağırlığının tahmin edilmesinde kullanılmakta, vücutta yağ dağılımı hakkında bilgi vermemektedir. DSÖ’ye göre uluslar arası obezite sınıflandırması Çizelge 1’de verilmiştir. 

Çizelge 1:  Yetişkinlerde BKİ’ne göre zayıflık, fazla kiloluluk ve obezitenin sınıflandırılması

SınıflandırmaBKİ (kg/m2)
 Temel kesişim noktalarıGeliştirilmiş kesişim noktaları
Zayıf (düşük ağırlıklı)<18.50<18.50
Aşırı düzeyde zayıflık<16.00<16.00
Orta düzeyde zayıflık16.00 - 16.9916.00 - 16.99
Hafif düzeyde zayıflık17.00 - 18.4917.00 - 18.49
Normal18.50 - 24.9918.50 - 22.99
23.00 - 24.99
Toplu, hafif şişman, fazla kilolu> 30.00 - 40.00

25.00

Şişmanlık öncesi (Pre-obez)25.00 - 29.9925.00 - 27.49
27.50 - 29.99
  Şişman (Obez) 30.00> 30.00
 Şişman I. Derece30.00 - 34-9930.00 - 32.49
32.50 - 34.99
 Şişman II. Derece35.00 - 39.9935.00 - 37.49
37.50 - 39.99
 Şişman III. Derece> 40.00 40.00

     Son yıllarda araştırmacılar vücuttaki toplam yağ miktarından çok, yağın vücutta bulunduğu bölge ve dağılımı üzerinde durmaktadırlar. Çünkü vücuttaki yağın bulunduğu bölge ve dağılımı, hastalıkların morbidite ve mortalitesi ile ilişkilendirilmektedir. Bölgesel yağ dağılımı genetik olarak erkek ve kadınlarda farklılık göstermektedir. Android tip (erkek tipi) obezitede yağ vücudun üst bölümünde (elma tip) bel, üst karın ve göğüs karında ve cilt altında toplanmaktadır. Jinoid tip (kadın tipi) obezitede ise yağ, vücudun alt bölümünde (armut tip) kalça, uyluk, bacaklar ve cilt altında toplanmaktadır .

     DSÖ’ne göre bel/kalça oranı kadınlarda 0.85’den ve erkeklerde ise 1.0’den fazla ise android tip obezite olarak kabul edilmektedir. Bu dağılımın belirlenmesinde bel/kalça oranı kullanılmakta ise de, tek başına bel çevresi ölçümü, karın bölgesindeki yağ dağılımı ve sağlığın bozulmasında önemli ve pratik bir gösterge olarak kullanılmaktadır. Yağın karın bölgesinde ve iç organlarda toplanması insülin direncine yol açmaktadır. İnsülin direnci ise obezite ile yol açtığı Tip 2 Diyabet, hipertansiyon, dislipidemi, koroner arter hastalıkları arasındaki ilişkiyi sağlayan en önemli faktördür. Tek başına bel çevresi ölçümünün erkeklerde 94 cm, kadınlarda 80 cm ve üzerinde olması hastalık riski ile ilişkilidir.

     Yetişkinlerde bel çevresi ölçümüne göre hastalık riski Çizelge 2’de gösterilmiştir.

Çizelge 2. Yetişkinlerde obeziteye bağlı hastalık oluşma riski ve bel çevresi ölçümleri

CinsiyetRisk (Uyarı sınırı)
 (=BKİ>25)
Yüksek risk (Eylem sınırı)           
( =BKİ>30)
Erkek> 94 > 102
Kadın> 80> 88


     Çocuk ve adölesanlarda, yetişkinlerde olduğu gibi belli bir sınıflandırma bulunmamakta, fazla kilolu olma ve obezitenin tanımlanmasında farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. En sık kullanılan yöntemlerden birisi bireysel ve toplumsal düzeyde yüzdelik (persentil) ve/veya z skor değerlerinin kullanılmasıdır. Ancak Dünya Sağlık Örgütü tarafından 2006 yılında 0-5 yaş çocukları için büyüme standartları 2007 yılında ise 5-19 yaş grubu çocuklar ve adölesanlar için büyüme referans değerleri yayımlanmıştır. Böylece günümüzde çocuk ve adölesanlarda yaşa göre BKİ değerleri, fazla kiloluluk ve obezitenin sınıflandırılmasında kullanılmaya başlanmıştır.

     DSÖ tarafından çocuk ve adölesanlarda fazla kilolu olma ve obezitenin sınıflandırılmasında kullanılması önerilen tablolar Ek-2 ve Ek-3’de verilmiştir. Bu tablolara göre 5 yaşın altındaki çocuklarda fazla kiloluluk >+2 SD veya >97. yüzdelik (persentil), obezite ise >+3 SD veya >99.yüzdelik olarak tanımlanmaktadır. 5-19 yaş grubundaki çocuklar ve adölesanlarda ise fazla kiloluluk >+1 SD veya >85.yüzdeliğin üzeri, obezite ise >+2 SD veya >97.yüzdeliğin üzeri olarak tanımlanmaktadır. 

Sağlıklı Vücut Ağırlığı

Beden Kütle İndeksiniz için

tıklayınız. 

11 Mart 2021 Perşembe

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN (42) * BABA DOSTLARINA İKRAM

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN
(42)
باب فضل بر أصدقاء الأب والأم والأقارب
والزوجة وسائر من يندب إكرامه
BABA DOSTLARINA İKRAM
ANA, BABA DOSTLARINA, AKRABAYA,
EŞİNE VE İKRAMA LÂYIK KİMSELERE
İYİLİK ETMENİN FAZİLETİ
  • Hadis-i Şerifler
   343. İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu:

     “En makbul iyilik, baba dostunu koruyup gözetmektir.”
     Abdullah İbni Dînâr’dan rivayet edildiğine göre, Abdullah İbni Ömer radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
     Bedevilerden biri Abdullah İbni Ömer’le Mekke yolunda karşılaştı. Abdullah İbni Ömer ona selâm verdi; kendi bindiği eşeğe onu bindirdi ve başındaki sarığı da ona verdi.
     Abdullah İbni Dinâr sözüne devamla dedi ki: Biz İbni Ömer’e:
  - Allah iyiliğini versin, bu adam bedevilerden biri. Onlar aza kanaat ederler, deyince bize şunları söyledi:
  - Bu zâtın babası, (babam) Ömer İbni Hattâb’ın dostuydu. Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu duydum:
     “En makbul iyilik, baba dostunun ailesini koruyup gözetmektir.”
     Abdullah İbni Dînâr’ın Abdullah İbni Ömer’den bir başka rivayeti de şöyledir:
     Bir defasında İbni Ömer Mekke’ye gitmek üzere yola çıktı. Deveye binmekten usandığı zaman üzerinde istirahat edeceği bir merkebiyle, başına sardığı bir de sarığı vardı. Bir gün İbni Ömer eşeğin üzerinde dinlenirken bir bedeviye rastladı. Ona:
  - Sen falan oğlu falan değil misin? diye sordu.
    Adam:
  - Evet, deyince eşeği ona verdi ve:
  - Buna bin, dedi. Sarığı da ona uzatarak, bunu da başına sar, dedi.
     Arkadaşlarından biri İbni Ömer’e:
  - Allah seni bağışlasın. Üzerinde dinlendiğin eşek ile başına sardığın sarığı şu bedeviye boşuna verdin, deyince İbni Ömer şunları söyledi:
  - Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i “İyiliklerin en değerlisi, insanın babası öldükten sonra, baba dostunun ailesini kollayıp gözetmesidir” buyururken duydum. Bu adamın babası, (babam) Ömer radıyallahu anh’in dostuydu.
Müslim, Birr 11-13.
Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 120;
Tirmizî, Birr 5

  • Açıklamalar:
     Ana baba dostları, onlardan geriye kalan en değerli birer hâtıradır. Ana baba dostlarına değer vermek, bizzat ana babaya değer vermek ve onların hâtırasına saygı göstermek anlamına gelir.
     İnsanı insan yapan en önemli özelliklerden biri vefâ duygusudur. Bu duygu, sevilen veya sevilmesi gereken kimselere verilen değerin bir ölçüsüdür. Vefâ duygusuna sahip olmayanlar sadece kendini, zevkini ve çıkarını düşünen bencil kimselerdir. Böyle şahıslardan, hâtıralara hürmet ve fedakârlık gibi asil davranışlar beklemek boşunadır.
     Hayatı güzelliklerle, güzel davranışlarla dolu olan Abdullah İbni Ömer hazretlerinin, bir baba dostunun oğluna gösterdiği bu sıcak davranış çok ibretlidir! Uzun ve sıkıntılı yolculuk esnasında kendisine gerekli olan bazı şeyleri gözünü kırpmadan hediye etmesi, babasına verdiği değeri ve onun hâtırasına olan bağlılığını göstermektedir. Baba dostuna, yol arkadaşlarının dediği gibi basit hediyeler değil de en lüzumlu şeyleri ikrâm etmesi, aynı zamanda onun cömertliğini ortaya koymaktadır. İbni Ömer’in vefakârlığı, hâtıralara bağlılığı pek meşhurdur. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in vefatından sonra, bir zamanlar geçtiği yollarda onu düşünerek yürümesi, altında dinlendiği ağaçların dibinde oturup onu hatırlaması, bu ağaçlar kurumasın diye, onların dağda, bayırda bulunmasına bakmadan sulaması, Abdullah İbni Ömer’in ne büyük bir gönle sahip olduğunu ifade etmektedir.
     Hâtıralara bağlanmayı nostalji diye küçümseyenler, sevgi ve dostluğun engin dünyasını fark edemeyen duygu fakiri, günlük yaşayan, dar ve küçük dünyalara haps olup kalan kimselerdir. Ana baba dostlarına ve onların yakınlarına değer verenler, insanî meziyetleri gelişmiş faziletli kimselerdir.
     Hadîs-i şerîf bize bir de konuşma edebi ve nezâket kuralı öğretmektedir. Birini tenkid etmeden önce, tatlı bir hitap tarzıyla gönlünü alma gereğine işaret vardır. Bir bedevîye aşırı değer veriyorsun diye Abdullah İbni Ömer’i tenkid eden zât, sözlerine “Allah seni bağışlasın!” diye girerek tenkidin acılığını hafifletmeye çalışmıştır. Aslında bu incelik bir Kur’an edebidir. Peygamber Efendimiz Tebük seferine katılmamak için bahâneler uyduran bazı kimselerin ileri sürdüğü özürleri kabul ederek kendilerine izin vermişti. Allah Teâlâ Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in bu tutumunu beğenmedi. Onu şöyle uyardı:
     “Hay Allah hayrını veresice! Haklı mâzereti bulunanlar sence belli olmadan, yalancıları bilmeden niye onlara izin verdin?” [Tevbe sûresi (9), 43].
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Ana ve babanın ölümünden sonra onların ahbaplarını görüp gözetmek, dinimizin önem verdiği faziletli davranışlardır.
     2. Ana babanın ölümünden sonra onların dostlarını arayıp sormak, ana babaya iyilik ve ikram sayılır.
     3. Birini tenkid ederken gönlünü kırmamaya çalışmalıdır.

     344. Ebû Üseyd Mâlik İbni Rebîa es-Sâidî radıyallahu anh şöyle dedi:
     Bir gün biz Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda otururken Seleme oğulları kabilesinden bir adam çıkageldi ve:
  - Yâ Resûlallah! Anamla babam öldükten sonra onlara yapabileceğim bir iyilik var mı? diye sordu.
     Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu:
  - “Evet, onlara dua eder günahlarının bağışlanmasını dilersin; vasiyetlerini yerine getirirsin; akrabasını koruyup gözetirsin; dostlarına da ikramda bulunursun.”
Ebû Dâvûd, Edeb 120.
Ayrıca bk. İbni Mâce, Edeb 2
  • Ebû Üseyd es-Sâidî:
     Adı Mâlik İbni Rebîa olmakla beraber Ebû Üseyd künyesiyle tanındı. Medineli olup Hazrec kabilesinin Benî Sâide oğulları soyundandı. Bedir Gazvesi’nden itibaren Resûl-i Ekrem ile beraber bütün savaşlara katıldı. Mekke fethinde Benî Sâide oğullarının sancaktarıydı. Resûlullah Efendimiz’den 28 hadis rivayet etti.
    Ebû Üseyd kısa boyluydu. Pek sık olan saçı ve sakalı bembeyazdı. 35 (655) yılı civarında gözlerini kaybetti. 60 (679-680) yılında seksen yaşındayken Medine’de vefat etti. Bedir Gazvesi’nde bulunan ashâb-ı kirâm içinde en son vefat eden odur. Allah ondan razı olsun.
  • Açıklamalar:
     Peygamber Efendimiz’e bu soruyu soran sahâbînin hayırlı bir evlat olduğu anlaşılıyor. Ebeveyni hayattayken onlara karşı evlatlık görevini yapmış olmalı ki, ölümlerinden sonra yapılacak bir başka hizmet bulunup bulunmadığını öğrenmek istiyor. Peygamber Efendimiz de bu hayırlı evlâda ebeveynin ölümünden sonra yapılması gereken bazı görevleri hatırlatıyor:
     Birinci görev: Onlara dua edip günahlarının bağışlanmasını dilemek. 951 numaralı hadiste görüleceği üzere, bir ana baba ölür de, geride kendilerine dua eden bir çocukları kalırsa, amel defterleri hiç kapanmaz, kendilerine devamlı sevap yazılır. Ana babanın ölümünden sonra bir evlâdın onlara yapacağı ilk dua, onların cenâze namazını kılmaktır. Çünkü cenaze namazı ölü için bir duadan ibarettir. İyi bir evlat hayatı boyunca her fırsatta ana babasına dua eder. Kur’ân-ı Kerîm bir evlâdın ana babasına nasıl dua etmesi gerektiğini öğretir. Bu dualardan biri şöyledir:
     “Yüce Rabbim! Onlar beni küçüklüğümde nasıl koruyarak büyüttülerse, sen de onlara öyle acı ve esirge!” [İsrâ sûresi (17), 24].
     Hz. İbrâhim’in ana ve babası için yaptığı, “Rabbenağfir-lî ve li-vâlideyye ve lil-mü’minîne yevme yekûmül hisâb : Rabbim! Hesap sorulduğu gün beni, anamı babamı ve mü’minleri bağışla!” [İbrâhim sûresi (14), 41] duasını, namazlarımızda hep okuruz.
     Hz. Nûh’un da ana ve babası için buna benzer bir duası vardır [Nûh sûresi (71), 28].

     İkinci görev: Vasiyetlerini yerine getirmek. Hayatlarında yapmaya fırsat bulamadıkları veya ölümlerinden sonra yapılmasını uygun gördükleri bazı görevleri veya hayırları onlar adına yapmak gerekir.

     Üçüncü görev: Akrabasıyla ilgilenmek. Diğer bir ifadeyle onlar sayesinde kendileriyle akrabalık bağı kurulan kimseleri görüp gözetmek. Baba tarafından amcalar, amca çocukları ve diğer yakınlar; anne tarafından dayılar, dayı çocukları ve diğer yakınlar bizim akrabamızdır. Onlarla anne ve babamız sayesinde akraba olmuşuzdur. Bu akrabalığı devam ettirmek bizim görevimizdir. Gerektiğinde yardımlarına koşmak, zaman zaman hatırlarını sorup gönüllerini almak anne ve babamıza duyduğumuz sevgi, saygı ve bağlılığın bir göstergesidir.

     Dördüncü görev: Ana ve babanın dostlarına iyilik ve ikram etmek. Ana ve babanın devamlı görüşüp konuştuğu, kendilerine yakınlık duyduğu kimseler; huyları, hayat görüşleri ve bazı alışkanlıklarıyla bize ana ve babamızı hatırlatırlar. Ana ve baba dostlarını görünce, ebeveynimizi görmüş gibi oluruz. Onlara iyilik etmekle, artık kendilerine ikramda bulunma şansını yitirdiğimiz ana ve babamıza ikram etmiş gibi oluruz.

     Güzel dinimiz bize bu görevi vermekle, hâtıralara saygılı olmanın ve onları yaşatmanın güzelliğini de ortaya koymaktadır.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Ana ve baba henüz hayattayken ve onların hayır dualarını alma fırsatı varken, bir evlat bu fırsatı iyi değerlendirmelidir.
     2. Ölümlerinden sonra çocukları onlara dua etmeli ve Cenâb-ı Hak’dan günahlarını affetmesini dilemelidir.
     3. Vasiyetlerini uygulamalı, dine ters düşmeyen arzularını yerine getirmelidir.
     4. Akrabasıyla ilgiyi devam ettirmeli ve onları koruyup gözetmelidir.
     5. Dostlarının hatırını sayıp onlara iyilik ve ikramda bulunmalıdır.

     345. Âişe radıyallahu anhâ şöyle dedi:
     Peygamber aleyhisselâm’ın hanımlarından hiçbirini Hatice’yi kıskandığım kadar kıskanmadım. Üstelik onu (Resûl-i Ekrem’in yanında) hiç görmedim. Fakat Resûl-i Ekrem onu sık sık anardı. Bir koyun kesip etini parçaladığında, çoğu zaman Hatice’nin dostlarına gönderirdi. Bazan (dayanamayıp) Resûl-i Ekrem’e:
  - Sanki dünyada Hatice’den başka kadın kalmadı! derdim.
     Resûl-i Ekrem:
  - “O şöyle şöyleydi” diye özelliklerini sayar ve “Çocuklarım ondan oldu”, derdi.
Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr 20;
Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 74-76.
Ayrıca bk. Tirmizî, Birr 70, Menâkıb 70
     Bir rivayete göre Hz. Âişe:
     - Resûl-i Ekrem koyun kesecek olursa, Hatice’nin arkadaşlarına yeteri kadar gönderirdi, dedi.
Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr 20;
Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 74

     Başka bir rivayete göre ise Hz. Âişe şöyle dedi:
     Resûl-i Ekrem koyun kestiği zaman, “Ondan Hatice’nin arkadaşlarına da gönderin” derdi.
Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 75

     Başka bir rivayete göre Hz. Âişe şöyle dedi:
     Hatice’nin kızkardeşi Hâle Binti Huveylid birgün Resûlullah’ın huzuruna girmek için izin istemişti. Resûl-i Ekrem Hatice’nin sesini hatırladı ve:
     “Allahım, bu Huveylid kızı Hâle!” diye heyecanlandı.
Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr 20;
Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 78
  • Açıklamalar:
     Vefakârlık Resûl-i Ekrem Efendimiz’in en önde gelen özelliklerinden biriydi. Onun bu özelliği, ilk eşi ve çile yoldaşı Hz. Hatice’nin şahsında âdetâ billurlaşır. Zira Hz. peygamber, meleğin kendisine vahiy getirdiğini söylediği zaman, herkes ondan şüphelendi. Fakat Resûl-i Ekrem’i çok iyi tanıyan Hz. Hatice, hiç tereddüt etmeden ona imân etti. Malını mülkünü emrine verdi. Allah’ın Resûlü’nü bütün varlığıyla destekledi. Hayatlarının yirmi dört yılını birlikte yaşadıkları böyle bir hayat arkadaşını, öyle bir vefakâr elbette unutamazdı. İslâm’ın ilk günlerinde yaşadıkları sıkıntılar ve bu sıkıntılara birlikte göğüs germeleri unutulacak gibi değildi. İşte bu sebeple Nebiyy-i Muhterem Efendimiz onu her fırsatta anar, hâtırasını yâd ederdi.
     Hatice annemizin fedakârlığına Cebrâil aleyhisselâm bile hayrandı. Bu vahiy meleği birgün Resûl-i Ekrem Efendimizle sohbet ediyordu. Hz. Hatice’nin elinde bir kapla gelmekte olduğunu haber verdi. Sonra da şunları söyledi:
  - “Hatice yanına geldiği zaman, ona Rabbinden ve benden selâm söyle! Ona cennette inciden yapılmış bir saray verileceğini müjdele!” (Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr 20).
     Birini iyi taraflarıyla fazlaca anmak, ona duyulan sevgi ve bağlılığın en belirgin işaretidir. Bunu çok iyi bilen Hz. Âişe annemiz, Resûlullah’ın onu daha çok sevdiğini anlayarak kıskanmıştır. Onun: “Sanki dünyada Hatice’den başka kadın kalmadı!” demesi bu kıskançlığın en açık belirtisidir.
     Kıskançlık duygusu Hz. Âişe’yi zaman zaman Hz. Hatice aleyhinde daha ağır konuşmaya sevketmiştir. Bir defasında Hatice annemizin kızkardeşi Hâle, Efendimiz’in huzuruna girmek için izin istemişti. Hâle’nin sesi Hz. Hatice’nin sesine çok benzediği için vefakâr eşini hatırlayıveren Resûl-i Ekrem Efendimiz âniden heyecanlandı ve:
  - “Allahım, bu Huveylid kızı Hâle!” dedi.
     Bu manzarayı gören Hz. Âişe dayanamadı:
  - İhtiyarlıktan ağzının dişleri dökülmüş ve bir zamanlar ölüp gitmiş Kureyşli bir kocakarının nesini anıp duruyorsun? Allah sana onun yerine daha hayırlısını verdi, demişti. (Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr 20; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 78). Daha hayırlı sözüyle de kendisini kasdetmişti. Hz. Âişe’nin bu sözünü yerinde bulmayan Resûlullah Efendimiz şunları söyledi:
  - “Hayır, Allah Teâlâ bana ondan daha hayırlısını vermedi. Halk bana inanmazken o inandı. Herkes bana yalancı derken o doğru söylediğimi kabul etti. Kimse bana bir şey vermezken o beni malıyla destekledi ve Cenâb-ı Hak bana ondan çocuklar ihsân etti” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 118).
     Hz. Hatice aleyhindeki sözleriyle Resûl-i Ekrem Efendimiz’i üzdüğünü gören Hz. Âişe çok pişman oldu: “Seni gönderen Allah’a yemin ederim ki, bundan sonra onu sadece hayırla anacağım”, diye özür diledi.
     “Çocuklarım ondan oldu” sözüyle Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem, Mâriye’den doğan oğlu İbrahim dışındaki bütün çocuklarını Hz. Hatice’nin dünyaya getirdiğini anlatmak istemiştir. Cihân kadınlarının sultanı Ümmü’l-Haseneyn Hz. Fâtıma’nın annesi, Resûl-i Kibriyâ’nın gönlünde işte böyle bir yere sahipti. (Hz. Hatice hakkında daha fazla bilgi için bk. TDV İslâm Ansiklopedisi, XV, Hatice maddesi).
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Bir dostun, sevgilinin ölümüyle herşey sona ermemelidir. Güzel hâtıralar anılmalı, sevgiler gönülde yaşatılmalıdır.
     2. Hz. Hatice annemiz Resûlullah’a ve onun getirdiği dine bütün gönlüyle bağlıydı. Her şeyini bu uğurda seve seve harcadı. İşte bu sebeple onu hem Allah hem de Resûlullah sevdi.

     346. Enes İbni Mâlik radıyallahu anh şöyle dedi:
     Cerîr İbni Abdullah el-Becelî ile bir yolculuğa çıkmıştım. (Benden yaşlı olduğu hâlde) Cerîr bana hizmet ediyordu. Ona:
  - Böyle yapma! deyince bana şunları söyledi:
  - Ben ensarın Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e pek çok hizmet ettiğini gördüm ve kendi kendime “Şâyet ensardan biriyle arkadaşlık edersem ben de ona hizmet edeceğim” diye yemin etmiştim.
Buhârî, Cihâd 71;
Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 181

  • Açıklamalar:
     Cerîr İbni Abdullah el-Becelî hazretleri Yemen’deki Becîle kabilesinin reisiydi. Hicretin 10. yılı Ramazan ayında, yani Peygamber Efendimiz’in vefâtından üç ay kadar önce, 150 kişilik bir heyetle Medine’ye gelerek müslüman oldu. Peygamber Efendimiz’i çok sevdi. Efendimiz de onu sever ve kendisini her gördüğünde tebessüm ederdi.
     Cerîr İbni Abdullah el-Becelî daha sonraları Sâsânîlere karşı yapılan savaşlarda büyük kahramanlıklar gösterdi, birçok şehir onun gösterdiği yiğitlik sâyesinde fethedildi. Son derece yakışıklı bir sahâbî idi. Hz. Ömer onun “bu ümmetin Yûsuf’u” olduğunu söylerdi. 51 (671) yılında Cezîre’deki Karkîsîyâ’da vefat etti.
     Cerîr radıyallahu anh, ensâr dediğimiz Medineli müslümanların Peygamber Efendimiz’e nasıl hizmet ettiklerini görmüş ve onlara hayran kalmıştı. Gönlünde ensâra karşı derin bir sevgi uyandı ve kendi kendine, “Şayet ensardan biriyle arkadaşlık edersem, ben de ona hizmet edeyim” diye söz verdi. Bu fırsat birgün eline geçti. Hem de Kâinâtın Güneşi’ne çocukluk ve gençlik dönemlerinde tam on yıl süreyle herkesten çok hizmet etmiş olan Enes radıyallahu anh ile yol arkadaşı oldu. Sahîh-i Buhârî’deki rivayette açıkca görüldüğü üzere, Enes radıyallahu anh kendisinden yaşca küçüktü. Mütevâzi bir insan olan Cerîr, Enes’e hizmet etmekten derin zevk duydu.
     Hadîs-i şerîfimiz, ikrâm edilmeye lâyık olan muhterem insanlara saygıda kusur etmemeyi, onları hoş tutmayı tavsiye etmektedir.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Hz. Peygamber’e hizmet eden kimseler, her türlü hürmete ve ikrâma lâyık insanlardır.
     2. Resûlullah’ı seveni sevmek, ona saygısızlık edenden nefret etmek dinî bir görevdir.
     3. Cerîr İbni Abdullah hazretleri kavminin reisi ve kahraman bir sahâbî olduğu hâlde tevâzuu elden bırakmazdı.

8 Mart 2021 Pazartesi

SAĞLIKLI HAYAT... Obezite Nedir? Obezitenin Nedenleri

 

SAĞLIKLI HAYAT

1

     Obezite günümüzde gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin en önemli sağlık sorunları arasında yer almaktadır. Obezite genel olarak bedenin yağ kütlesinin yağsız kütleye oranının aşırı artması sonucu boy uzunluğuna göre vücut ağırlığının arzu edilen düzeyin üstüne çıkmasıdır.

     Bilindiği üzere beslenme; anne karnında başlayarak yaşamın sonlandığı ana kadar devam eden yaşamın vazgeçilmez bir ihtiyacıdır.

     İnsanın büyümesi, gelişmesi, sağlıklı ve üretken olarak uzun süre yaşaması için gerekli olan, besin öğelerini yeterli ve dengeli miktarda alıp vücutta kullanabilmesidir. Karın doyurmak, açlığı bastırmak, canının çektiği şeyleri yemek veya içmek değildir.

     Günlük yaşamda bireylerin (gebe, emzikli, bebek, okul çocuğu, genç, yaşlı, işçi, sporcu, kalp-damar, şeker, yüksek tansiyon hastalığı, solunum yolu bozuklukları vb.) yaşa, cinsiyete, yaptığı işe, genetik ve fizyolojik özelliklerine ve hastalık durumuna göre değişen günlük enerjiye ihtiyacı vardır.

     Sağlıklı bir yaşam sürdürmek için, alınan enerji ile harcanan enerjinin dengede tutulması gerekmektedir.

     Yetişkin erkeklerde vücut ağırlığının %15-18'i, kadınlarda ise %20-25'ini yağ dokusu oluşturmaktadır. Bu oranın erkeklerde %25, kadınlarda ise %30'un üstüne çıkması obeziteyi oluşturmaktadır.

     Günlük alınan enejinin harcanan enerjiden fazla olması durumunda, harcanamayan enerji vucutta yağ olarak depolanmakta ve obezite oluşumuna neden olmaktadır. Buna paralel olarak, günümüz teknolojisindeki gelişmeler, yaşamı kolaylaştırmakla birlikte, günlük hareketleri önemli ölçüde sınırlamıştır.

     Anlaşılacağı üzere obezite; besinlerle alınan enerjinin (kalori) harcanan enerjiden fazla olması ve fazla enerjinin vücutta yağ olarak depolanması (%20 veya daha fazla) sonucu ortaya çıkan, yaşam kalitesini ve süresini olumsuz yönde etkileyen bir hastalık olarak kabul edilmektedir.

     Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından da obezite, sağlığı bozacak ölçüde vücutta aşırı yağ birikmesi olarak tanımlanmıştır.


1     Obeziteye neden olan etmenler tam olarak açıklamamakla birlikte aşırı ve yanlış beslenme ve fiziksel aktivite yetersizliği obezitenin en önemli nedenleri olarak kabul edilmektedir. Bu faktörlerin yanısıra genetik, çevresel, nörolojik, fizyolojik, biyokimyasal, sosyo-kültürel ve psikolojik pek çok faktör birbiri ile ilişkili olarak obezite oluşumuna neden olmaktadır. Tüm dünyada özellikle çocukluk çağı obezitesindeki artışın sadece genetik yapıdaki değişikliklerle açıklanamayacak derecede fazla olması nedeniyle, obezitenin oluşumunda çevresel faktörlerin rolünün ön planda olduğu kabul edilmektedir.

     Obezitenin oluşmasında başlıca risk faktörleri aşağıda sıralanmıştır :

  • Aşırı ve yanlış beslenme alışkanlıkları
  • Yetersiz fiziksel aktivite
  • Yaş
  • Cinsiyet
  • Eğitim düzeyi
  • Sosyo - kültürel etmenler
  • Gelir durumu
  • Hormonal ve metabolik etmenler
  • Genetik etmenler
  • Psikolojik problemler
  • Sık aralıklarla çok düşük enerjili diyetler uygulama
  • Sigara- alkol kullanma durumu
  • Kullanılan bazı ilaçlar (antideprasanlar vb.)
  • Doğum sayısı ve doğumlar arası süre

2

     Obezitenin gelişmesinde dikkat edilmesi gereken faktörlerden biri de yaşamın ilk yıllarındaki beslenme şeklidir. Yapılan çalışmalarda, obezite görülme sıklığının anne sütü ile beslenen çocuklarda, anne sütü ile beslenmeyen çocuklara göre daha düşük oranlarda olduğu, anne sütü verme süresinin, tamamlayıcı besinlerin türü, miktarı ve başlama zamanlarının obezite oluşumunu etkilediği bildirilmektedir .

     DSÖ ve UNICEF (Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu) tarafından yayımlanan çeşitli dökümanlarda 6 ay tek başına anne sütü verilmesinin, 6.aydan sonra emzirmenin sürdürülmesi ile birlikte güvenilir ve uygun kalite ve miktarda tamamlayıcı besinlere başlanılmasının ve en az 2 yıl emzirmenin devam ettirilmesinin kısa ve uzun dönemde obezite ve kronik hastalık riskini azaltabileceği belirtilmiştir. 


7 Mart 2021 Pazar

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ✿ Âl-i İmrân Suresi 69-70-71-72 ve 73.. Ayet-i Kerimelerinin Meal ve Tefsiri

Âl-i İmrân Suresi
69. ve 73. Ayet-i Kerimeler Arasının
Meal ve Tefsiri



  • Âl-i İmrân Suresi 69. Ayet-i Kerimenin Meali:
     "Ehl-i kitap’tan bir kısmı istediler ki sizi saptırsınlar. Oysa onlar ancak kendilerini saptırıyorlar da farkına varmıyorlar."
  • Âl-i İmrân Suresi 69. Ayet-i Kerimenin Meali:
     Önceki âyetlerde Ehl-i kitap’la diyalog için gerekli fikrî temeller oluşturulduktan sonra bu âyet ve devamında bu kesimin diyalogu engelleyen davranışlarına değinilmektedir. Önce 69. âyette bazı Ehl-i kitap mensuplarının müslümanları hak yoldan saptırma arzularına ve bunu gerçekleştirme gayreti içinde olduklarına, 72. âyette de onlardan bir grubun bu amaca ulaşmak için hazırlayıp uygulamaya koyduğu bir komploya işaret edilmiştir.
     Bu âyetlerin her ikisinde dikkat çeken bir husus, yerilen bu niyet ve uygulamaların Ehl-i kitap’tan bir gruba nisbet edilmesi, bütün Ehl-i kitabın müslümanları saptırma arzusu içinde oldukları ve bu uğurda komplolar düzenledikleri şeklinde bir ithamın yer almamasıdır. Ancak 69. âyetteki tesbiti takiben 70 ve 71. âyetlerde “Ey Ehl-i kitap!” tarzında genel bir hitap yer almış olup, bunu iki şekilde açıklamak mümkündür:
     a) Onların bütün bu olumsuz düşüncelerine rağmen, diyalogun sürdürülmesi için 64. âyetteki hitap tarzı korunmuş ve “kitap ehli” denerek karşı tarafa değer verilmiştir. Nitekim muhataplar çok ağır bir kusur işledikleri halde, onları dışlayan bir ifade kullanılmamakta, gerçekler üzerinde düşünmeye davet eden soru cümleleriyle yanlış yolda oldukları hatırlatılmaktadır.
     b) Anılan arzu ve yöneliş onlardan bir gruba ait olmakla beraber, diğer Ehl-i kitap mensupları bu tavrın yanında yer almış olduklarından soyut biçimdeki kınama ve eleştiri ifadesi bütün Ehl-i kitaba yöneltilmiştir.

     Âyetin “Ehl-i kitap’tan bir kısmı” diye çevrilen bölümünde yer alan “min” edatının, “onlardan bir kesim”i yani “ileri gelenleri” ve “din adamları kesimi”ni ifade ettiğini veya cins belirtmek üzere “bütün Ehl-i kitap” anlamına açık olduğunu düşünmek –dil bilgisi açısından– mümkünse de (bk. İbn Atıyye, I, 452), âyetlerin önü ve sonu, üçüncü mânaya göre yorum yapmaya elverişli görünmemektedir.

     69. âyette “keşke” anlamına gelen “lev” kelimesi kullanılarak onların bu arzularının sonuç vermeyen bir yöneliş düzeyinde kaldığı belirtilmiştir. Bu sebeple âyete “… istediler ki sizi saptırsınlar şeklinde” mâna verilmiştir. Onların gerçekte kendilerini saptırmış olmaları değişik şekillerde açıklanmış olup bu yorumlardan bazıları şöyledir:
     a) Başkalarını saptırma niyet ve çabalarından dolayı ağır bir azabı hak etmiş olmakta ve kendilerine yazık etmektedirler. Nitekim bir âyette (Nahl 16/25) başkalarını saptırmaya çalışanların kendi kötü fiillerinin günahının yanı sıra başkalarına verdikleri zarar sebebiyle katlanmış cezaya çarptırılacakları bildirilmiştir.
     b) Kendilerini hidayet ve hakikat yolundan uzaklaştırarak dalâlet içinde kalmaktadırlar.
     c) Müminleri saptırma çabaları sonuç vermeyince hüsrana ve hayal kırıklığına uğramaktadırlar (Râzî, VIII, 90-91). M. Reşîd Rızâ bunlardan sonuncu yorumun âyetteki “farkına varmıyorlar” açıklaması ile bağdaşmadığına dikkat çeker (III, 332).

  • Âl-i İmrân Suresi 70.  ve 71. Ayet-i Kerimenin Meali:
     "Ey Ehl-i kitap! (Gerçeği) görüp durduğunuz halde niçin Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?"
     "Ey Ehl-i kitap! Neden hakkı bâtıl ile karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?"
  • Âl-i İmrân Suresi 70.  ve 71. Ayet-i Kerimenin Meali:
     İlk âyette Ehl-i kitap bilginlerinin gerçeği bile bile inkâr edip dalâlet içinde kalmaları eleştirilirken, ikinci âyette de başkalarını yanıltıcı bir çaba içine girmeleri kınanmaktadır. Âyetten başkalarını yanıltma çabasının iki yönde yürütüldüğü anlaşılmaktadır: Hakkı bâtıla karıştırma ve gerçeği gizleme. Hakkı bâtılla örtmenin nasıl gerçekleştirildiği hususunda sahâbe ve tâbiîn ile sonraki bazı müfessirlerden şu yorumlar nakledilmiştir:
     a) Tevrat’ı tahrif ediyorlar ve ilâhî kelâmla kendi uydurduklarını birbirine karıştırıyorlardı.
     b) Müminlerin içine kuşku düşürmek amacıyla sabahleyin İslâm’a girdiklerini, akşamleyin de İslâm’dan çıktıklarını açıklıyorlardı.
     c) Tevrat’ta yer alan Hz. Muhammed ile alâkalı açık (muhkem) ve kapalı (müteşâbih) âyetleri birbirine karıştırıp fikir karmaşası meydana getiriyorlardı.
     d) “Muhammed, Mûsâ’nın hak peygamber olduğunu itiraf ediyor; Tevrat da Mûsâ şeriatının nesh edilemeyeceğini bildiriyor” şeklinde istidlâllerle zihinleri karıştırıyorlardı.
     Gerçeği gizlemeleri de şöyle açıklanmıştır: Tevrat’ta Hz. Muhammed’in peygamberliğine delâlet eden âyetler ancak üzerinde düşünülerek anlaşılabilecek nitelikteydi; din adamları sokaktaki adamdan bu hakikati gizlemek için bunların bir bütün olarak ele alınıp anlaşılmasını önleyecek biçimde davranıyorlardı (Taberî, III, 310; İbn Atıyye, I, 452-453; Râzî, VIII, 92-93).
     Râzî, onların bu tutumuyla kendi zamanında İslâm muhitindeki bidatçıların bilim ve araştırma ehlince ortaya konan sonuçların halka ulaşmasını önlemeye çalışmaları arasında benzerlik kurar (VIII, 93). M. Reşîd Rızâ da âyetin, müslümanlar arasındaki taklitçi zihniyetin vahiyle insanların kişisel görüşlerini karıştırıp onlara ilâhî bir din hüviyeti kazandırmaya çalışmalarını mahkûm eden bir delil teşkil ettiğini belirtir (III, 333).

     70. âyette geçen ve “Allah’ın âyetleri” diye çevrilen tamlama değişik şekillerde anlaşılmıştır:
     a) Kur’an âyetleri,
     b) Hz. Muhammed’in mûcizeleri,
     c) Tevrat ve İncil’de yer alan âyetler.
    Son yorum, anılan kitapların Hz. Muhammed’i müjdeleyen veya Hz. İbrâhim’in hanîf ve müslüman olduğunu ya da Allah katında geçerli dinin İslâm olduğunu bildiren âyetler içerdiği halde Ehl-i kitabın bu hakikatleri inkâr ettiğini belirtmeye yöneliktir. Râzî bu yorumun, yahudilerin Tevrat âyetlerini değil bunların delâlet ettiği anlamları veya Tevrat’ı tahrif etmek suretiyle bizâtihî bu içerikteki âyetlerin varlığını inkâr ettikleri şeklinde iki ihtimale açık olduğunu kaydeder (VIII, 91-92).
     Günümüz Kitâb-ı Mukaddes araştırmaları da, –tahrif edilmiş şekliyle bile– Tevrat’ın Hz. Muhammed’in geleceğini müjdeleyen ifadeler içerdiğini ortaya koymaktadır. Nitekim Muhammad in the Bible isimli bir kitap yazan ve daha sonra müslüman olup Abdülahad Dâvûd adını alan Roma Katolik kilisesi papazlarından Prof. David Benjamin Keldânî Ârâmîce, İbrânîce ve eski Süryânîce’ye olan vukufu ile Tevrat’taki birçok peygamber sözünün ancak Hz. Muhammed’e uygun düştüğünü tesbit etmiştir (Abdülhamîd Mahmûd Tahmâz, et-Tevrât ve’l-İncîl ve’l-Kur’ân fî sûreti Âl-i İmrân, s. 76-77).

  • Âl-i İmrân Suresi 72. Ayet-i Kerimenin Meali:
     "Ehl-i kitap’tan bir grup şöyle dedi: “Müminlere indirilmiş olana, gün başlarken iman edip günün sonunda inkâr edin. Belki onlar da dinlerinden dönerler."
  • Âl-i İmrân Suresi 72. Ayet-i Kerimenin Tefsiri:
     “Müminlere indirilmiş olana, gün başlarken iman edip günün sonunda inkâr edin. Belki onlar da dinlerinden dönerler” diyerek müminlere karşı komplo düzenleyenlerin Ehl-i kitap olduğu âyette belirtilmekle beraber, bunlar arasından hangi kesimin kastedildiği ve komplonun biçimi tasrih edilmemiş, bu hususlar konuya ilişkin rivayetler ışığında farklı şekillerde açıklanmıştır (meselâ bk. Taberî, III, 311-312; Kurtubî, IV, 111).

    Bu konudaki rivayetlerin ve açıklamaların büyük çoğunluğunun ortak noktası, Ehl-i kitap’tan özellikle dinî konularda bilgili oldukları kabul edilen bir kesiminin kendi aralarında şöyle bir mutabakat sağlamış olduklarıdır: İçlerinden bazıları, Hz. Muhammed’in getirdiği mesaja sırf inatlarından ötürü karşı çıkmadıkları, aksine objektif bir yaklaşım içinde oldukları izlenimini vermek üzere zaman zaman onun bildirdiklerini onaylayan bir tavır takınıp kısa bir süre sonra da bunları inkâr yönüne gidecekler ya da onun bildirdiklerinin bir kısmını tasdik edip bir kısmını inkâr edecekler, böylece Kur’an etrafında bir kuşku çemberi oluşturup hem kendi çevrelerinin bu mesaja iltifat etmesini önlemiş hem de inancı henüz çok kuvvetli olmayan müminlerin hak yoldan dönmelerini sağlamış olacaklardı. Muhammed Esed, Ebû Bekir el-Esamm’ın burada Kur’an’ın bir kısmını tasdik edip bir kısmını inkâr etme şeklinde bir şaşırtma planının söz konusu olduğu görüşünden de destek alarak, “günün başında vahyedilen” ifadesini “Kur’an’ın ilk vahyedilen bölümü” şeklinde yorumlamakta ve “sonundaki” anlamına gelen “âhırahû” ifadesine de “daha sonra gelen (Kur’an’ın sonraki kısımları)” şeklinde mâna vermektedir (I, 103).
     Tefsirlerde yaygın olan bilgi, burada “Ehl-i kitap” ile özellikle yahudilerin ve yahudi din adamlarının kastedildiği şeklindedir. Hatta İbn Âşûr bu bilgiyi teyit için, önceki âyetlerde kendileriyle tartışmaya girilenlerden söz edildiği sanılmasın diye “Ehl-i kitap’tan bir kısmı” dendiğini belirtir (III, 278). Süleyman Ateş ise sûrenin nüzûlü hakkında bilgi verilirken değinildiği üzere, bu sûrenin birçok âyetinde yahudilerden söz edildiğini kabul ettiği halde, sûrenin Bedir Savaşı’ndan da önce nâzil olduğu kanaatini savunmuş olmanın (II, 6) etkisiyle yer yer farklı görüşler ileri sürmektedir. Nitekim 69-74. âyetleri tefsir ederken, başlangıçta bunların yahudiler hakkında olduğunu belirten rivayet ve yorumları esas alıp, “Bütün bu rivayetler ve âyetlerin bizzat kendileri, yahudilerin, Hz. Muhammed’in peygamber olduğunu bildiklerini, ancak haset yüzünden İslâma girmediklerini gösterir” (II, 61) dediği halde, daha sonra bu rivayetleri “tutarsız”, “yanılgı” ve “gelişi güzel yakıştırmalar” olarak nitelendirmekte ve kesin bir dille “Biz o kanaatteyiz ki bu sûrede yahudilerin yeri yoktur” demektedir (II, 62).

     Yüce Allah’ın, bu haince girişimi haber vermesi, Resûlullah’ın ilâhî vahye mazhar olmuş hak bir peygamber olduğunu apaçık bir biçimde ortaya koymuş bulunuyordu. Dolayısıyla bu, bir taraftan düşmanların bu tür girişimleri için caydırıcı bir rol oynayan, diğer taraftan müminlerin bunlara karşı daha dikkatli ve bilinçli olmaları gerektiğini hatırlatan bir uyarı niteliğindeydi (Râzî, VIII, 95).

  • Âl-i İmrân Suresi 73. Ayet-i Kerimenin Meali:
     "Ve kendi dininize uyanlardan başka hiç kimseye inanmayın." De ki: "Doğru olan yol ancak Allah’ın gösterdiği yoldur. Birine, size verilenin benzeri veriliyor diye mi veya Rabbinizin huzurunda aleyhinize deliller getirecekler diye mi (böyle davranıyorsunuz)?" De ki: "Kuşkusuz lutuf Allah’ın elindedir, onu dilediğine verir." Allah (zâtında ve sıfatlarında) sınırsızdır ve her şeyi bilmektedir.

  • Âl-i İmrân Suresi 73. Ayet-i Kerimenin Tefsiri:
     Müfessirler “Kendi dininize uyanlardan başka hiç kimseye inanmayın” sözünün yukarıda değinilen şaşırtma planının sahiplerine ait olduğu hususunda fikir birliği içindedirler (İbn Atıyye, I, 454). “De ki” hitabından sonra gelen ilk cümlenin yüce Allah’ın peygamberinden söylemesini istediği söz olduğu ise açıktır. Buna mukabil, “veriliyor diye” şeklinde tercüme edilen “en yü‘tâ” ifadesinin izahında müfessirler oldukça zorlanmıştır. Bu sebeple Râzî bu âyetin Kur’an’daki en müşkil âyetlerden olduğunu kaydeder (VIII, 96). Bunun Allah Teâlâ’nın peygamberinden söylemesini istediği sözünün devamı olarak düşünülmesi halinde, meâlinde olduğu gibi “Birine (Hz. Muhammed) size verilenin benzeri veriliyor diye mi veya rabbinizin huzurunda aleyhinize deliller getirecekler diye mi (böyle davranıyorsunuz)?” şeklinde çevrilmesi uygun olur. Ehl-i kitap’tan komplo hazırlayanların sözünün devamı sayılması halinde ise bu kısmın anlamı şöyle olur: “Size verilenin benzerinin başka herhangi bir kimseye verildiğine, yahut rabbinizin huzurunda onların size karşı deliller getireceklerine de (inanmayın)”. Râzî, bu ifadeyi Ehl-i kitaba ait sözün devamı sayan yorumu değişik açılardan eleştirir ve zayıf bulur (VIII, 96-97).

     Bu âyetin meâlinde “lutuf” şeklinde karşılık verilen fadl kelimesi “bol bol iyilik yapma ve yararlı şeylerle donatma” anlamına geldiği gibi, burada “peygamberlik verme”nin kastedildiği görüşü de vardır. Bu görüşün sahipleri, daha sonra gelen “Onu dilediğine verir” cümlesinin ışığında, bu âyet-i kerîmede peygamberlik mertebesine kişisel çaba ve hak edişle değil ancak ilâhî bağışla erişilebileceğine delâlet bulunduğunu belirtirler.

     Yine bu âyette geçen vâsi‘, Allah’ın güzel isimlerinden olup “geniş” anlamındadır; genel olarak O’nun sıfatlarının kuşatıcılığını, sınırsızlığını; özellikle ilim, rahmet ve lutfunun genişliğini ifade ettiği şeklinde anlaşılmıştır. Bu sebeple “vallahu vâsiun” cümlesine meâlinde “Allah (zât ve sıfatlarında) sınırsızdır” şeklinde mâna verilmiştir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 601-606

5 Mart 2021 Cuma

SOSYOPSİKOLOJİ * Erken Dönem İslâm Âlimlerinin Psikolojiye Katkıları; Akıl, Nefs ve Ruh Kavramları * 4 / Dr. Nazife VARLI

Erken Dönem İslâm Âlimlerinin
Psikolojiye Katkıları
4
Akıl, Nefs ve Ruh
Kavramları

Nazife VARLI
Doctor of Philosophy
Community Psychology/America
Makale Bilgisi/Article Info:
Geliş/Received: 06.03.2019
Düzeltme/Revised: 13.05.2019
Kabul/Accepted: 14.05.2019
(Bu yazı; Dr. Nazife Hanımın
rızası alınarak sitemizde yayınlanmıştır.
9 bölüme ayrılmıştır.)

     C. Ruh

     ‘R-v-h’ harflerinden meydana gelen ruh kelimesi de Arapça bir kelimedir. Bu üç kök harften oluşan kelimenin ‘koku, esinti ve rahatlama’ şeklinde üç belirgin anlamı vardır. Bunun yanında, ona mecâzî olarak ‘iyilik, kuvvet, hızlılık’ gibi manâlar da verildiği olmuştur. Ayrıca, Arapça sözlüklere bakıldığında ruh için, ‘insanın kendisiyle yaşayan şey’ ifadesinin kullanıldığı görülür (İbn Manzûr, 1990). Kabul etmek gerekir ki, ruhun terim anlamını ele almak oldukça zordur, çünkü zaman içerisinde bu kelimenin felsefe, kelâm ve tasavvuf alanlarında çok farklı tanımları ortaya çıkmış ve bu çevrelerde değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bundan dolayı, ruhun mahiyetinin ne olduğu sorusuna Kur’ân-ı Kerîm’in cevabı çok mânidardır ve insanın ruhun mahiyeti konudaki bilgisinin yetersiz olduğunu Kur’ân açıkça ifade eder:
     “De ki: Ruh, Rabbimin bileceği bir iştir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir.” (9) Bu âyetten yola çıkarak, insanın kendisine zaten sınırlı şekilde verilmiş bir bilginin tamamına ulaşma imkânının olamayacağı, dolayısıyla böyle bir çabanın insanı bir yere götürmeyeceği düşüncesine sahip olmak çok da yanlış olmayacaktır.

     Felsefe literatüründe üzerinde çokça tartışılan ruh kelimesi genel olarak, ‘bireyin kişiliğini oluşturan düşünsel, hissel ve etik eğilimlerin tümü, parçalara ayrılmayan cevher, bedene hareket gücü veren etkin bilgi, edilgen ve canlı olmayan bedende efektiv kuvvet, yaşamla eş tutulan özden farklı yaşama prensibi’ şeklinde karşılığını bulur (Cevizci, 2017). İncelendiğinde görülecektir, Tasavvuf ve Kelâm ruh kavramına çok başka yaklaşmıştır. Genel anlamda ruh kelimesinden kastedilen insanın manevî varlığıdır. Aynı zamanda, Türkçeleşmiş bir kelime olan ruh kelimesine, ‘öz, tin, can, en önemli nokta, esans, duygu, bedeni etkin kılan canlılık ilkesi, bedenin hayat gücü’ anlamları da yüklenmiştir (TDK, 1998). Şevket Rado, ‘Büyük Türk Sözlüğü’ adlı eserinde ruhun insan ve hayvanlardaki hayat maddesi olduğunu vurgular.

     Helenistik felsefenin İslâm düşünce dünyasına girmesinde büyük emeği ve katkısı olan Hıristiyan düşünür Kusta b. Luka’ya (820-913) göre ruh, kalpten başlayarak damarlar kanalıyla insan bedeninde yayılan latîf (maddesi yoğun olmayan) bir cisimdir, ki beyinden çıkarak sinirler aracılığı ile hareket ve duyumu (his) gerçekleştiren canlılık (hayat), teneffüs ve nabız onun etkisi ile meydana gelir (Aydın, 1999). Böylece ruhun maddî, dolayısıyla ölümlü olduğu görüşü, İslâm’ın özüne aykırı olacak bir şekilde Doğu felsefesine giriş yapar. Kusta b. Luka, insan bedeninde iki tane ruh olduğunu belirttikten sonra; bunları maddesi hava, kaynağı kalp olan hayvanî ruh ve maddesi hayvanî ruh, kaynağı beyin olan nefsanî ruh olarak sınıflandırır.

     Farabî’ye (870-950) göre ise, ruh nefsten daha latif olup akla göre hayvanî bir mahiyet taşır ve nefse göre ikinci derecede bir varlıktır. Hayat ve hareket onun tabiatı gereğidir, ki meskeni kalp ve o, emir âleminden bir cevherdir. Bedenin canlanma sebebidir, fakat ruh şekil almaz. Ruh, aklın kendisine ilham etmiş olduğu ilim ve irade ile yüklenerek kalbe gelir, oradan da beyne geçer. Bir başka ifadeyle, onun menşei ve masdarı akıldır. Aynı zamanda geçmişi idrak edip geleceğe hayâl gücüyle bakar, ki Farabî bunu nübüvvet teorisi ile açıklayarak ruhun rüyalarda sûretleştiğini belirtir. Ruh, rüyâlar aracılığıyla akıl ve duyuların etkisinden kurtulup serbestlik kazanır (Farabî, 2009). Genel anlamda ruhu değil de, daha çok kuvvetlerden oluşan bir sistem olarak kabul ettiği insanı konu alan Farabî, ruhun bedenle bir şekilde iletişim hâlinde olduğunu vurgular.

     Gazzâlî (1058-1111), ruh konusunu diğer bazı düşünürler gibi kalp, nefs ve akıl kavramlarıyla birlikte ele alır ve eserlerinde bu konuya kapsamlı yer verir (Akçay, 2005). Eserlerinde iki çeşit ruhun üzerinde durur:
     a) Kaynağı cismanî kalbin boşluklarında bulunan latif, buhar gibi bir cisim olan ruhtur. Bu ruh, damarlar vasıtasıyla bütün bedene aynı oranda yayılır.
     b) İnsanda idrak eden ve bilen ruhanî bir latîfedir. Vahiy, ilham ve ilimlerin bulunduğu yerdir.
     Gazzâlî burada ruh ile ‘hayvanî ruh’u ve nefs ile de ‘insanî ruh’u kastetmektedir. Ruh, damarlarda akan şey olup; ruhun özü, sinir ve damarlara nüfuz eden fıtrî bir hararettir. Bu ruh aynı zamanda hayvanlarda da bulunur ve hayvanın canlılığı bununla sağlanır. Nefs ise kendi başına varlığını sürdürebilen, herhangi bir mekâna ihtiyaç duymadan bir cisme işlemeyen öz/cevherdir. İnsan ile hayvan arasındaki farkı oluşturan neden işte bu nefstir. Dolayısıyla, vurgulanmak istenen; insan ruh, nefs ve cisme sahipken, hayvanın sadece ruh ve cismi bulunduğudur. Ancak Gazzâlî, ruhun bir hakikat ve ona has sıfatlarının bir sır olduğunu baştan kabul etse de, bu sırrın içeriğini bilmenin imkânsız olmadığını belirtir. Fakat bu sır, yetkin kişiler dışında herkese açılmaması gereken bir konudur. Gazzâlî öncelikle ruhun mevcudiyeti üzerinde durarak ruhun var olduğunu ispata çalışmıştır. Ona göre mevcudu kavramayı hedefleyen her şeyin cismen mevcut olması gerekir. Maddî / manevî her şeyin Allah tarafından yaratıldığına inanan Gazzâlî, bu noktadan yola çıkarak ruhun da yaratılmış olduğunu savunur. Buna ek olarak, ruhlar zaman ve mekâna bağlı olmaksızın yaratılmışlardır, madde ile özdeş değillerdir. İnsanî ruh latif ve kendi başına varlığını sürdüren bir cevherdir, ancak cisim değildir. Kindî’nin nefsi sınıflandırdığı gibi, Gazzâlî de eserlerinde üç çeşit ruhtan bahseder: Nebatî Ruh, Hayvanî Ruh ve İnsanî Ruh. Ruh yaratılmış olsa da ölümlü değildir ve yok olmaz (Gazzâlî, 1975).

Notlar:
9) Kur’ân-ı Kerîm, İsrâ, 17/85.

Konulara Göre Sayfalar:
5. Sayfada: İSLÂM ÂLİMLERİ [A) Hâris el-Muhâsibî (781/857), B) Ebû Yusuf El-Kindî (796-866)]
6. Sayfada: İSLÂM ÂLİMLERİ [C) Farabî (870-950), D) İbni Sînâ (980/1037)]
7. Sayfada: İSLÂM ÂLİMLERİ [E) Gazzâlî (1058-1111), F) İbn Rüşd (1126/1198)]
8. Sayfada: İSLAM ÂLİMLERİ [G) Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî (1207/1273)]
9. Sayfada: SONUÇ
Bölümlerini yayınlayacağız...

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri & Grand Alfa Karadeniz Turu

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri  &  Grand Alfa Karadeniz Turu      5 Gün - 4 Gecelik (3 gece otel konakla...