13 Ekim 2021 Çarşamba

İSLÂM, SEVGİ ve AİLE / Ailede Yozlaşma ve Şiddetin Nedenleri / Sayfa: 799 - 808

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 799 - 808
İSLÂM, SEVGİ ve AİLE
Ailede Yozlaşma ve
Şiddetin Nedenleri
Muhammed Ali YAZIBAŞI*

     Giriş 
     Aile toplumun en küçük yapı taşıdır. İnsanlık tarihi boyunca varlığını sürdüren aile kurumu, yapısal ve işlevsel olarak değişikliklere uğramıştır. Yapı olarak büyük aileden çekirdek aileye geçilmiştir. Ailenin fonksiyonel değişimine gelindiğinde ise, bedenen ve ruhen sağlıklı bireylerin yetişmesinde ilk aşama görevini yapan, aile bireylerinin huzur ve sükûn bulduğu aile kurumu, huzursuzluğun ve şiddetin merkezi olmuştur.
     Çalışmada, ailenin tanımı ve yapısı, aile çeşitleri, ailenin toplum içerisindeki yeri, önemi ile ailenin toplum içerisindeki fonksiyonlarına yer verilmiştir. Son dönemlerde aile yapısında meydana gelen yozlaşma ve şiddetin nedenlerini ortaya koymak çalışmanın temel amacını oluşturmaktadır.

     1. Ailenin Tanımı
     Aile kavramını ifade etmek için kullanılan ‘‘el-aile”, ‘‘el- üsra’’, ‘‘el-ehl’’, ‘‘elâl’’ aile kavramının (1) kökeni “a-v-l” ve “a-y-l”den gelmektedir. A-v-l kökü “ağır gelen ya da sıkıntı veren bir şeyde başkasına dayanmak” anlamındadır. A-y-l kökü ise ihtiyaç sahibi olmak anlamını ifade eder.(2) Aile anlamında kullanılan başka bir kavram da “e-sr” kökünden gelen “üsra” kelimesidir. E-s-r kökü “bağlamak” anlamını taşır. Aynı kökten gelen “esir” kelimesi de “tutsak alınmış” ve “bağlanmış” her şey ile ilgili kullanılmaktadır. (3) Aile anlamında kullanılan diğer kelimeler ise e-h-l kökünden gelen El-ehl ile El-âl kelimeleridir. (4)
     Aile kurumunun ortaya çıkışı, insanlık tarihiyle eş zamanlıdır. Aile, tarih içerisinde yapısal olarak bir takım değişikliklere maruz kalmış olsa da, günümüze kadar varlığını devam ettirmiştir. Ailenin “geniş aile”, “çekirdek aile”, “ karı-koca (çocuksuz) aile”, “eşitlikçi aile”, “akraba evliliği” gibi tipleri mevcuttur. (5)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
* Yrd. Doç. Dr. Kırıkkale Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
1) Hatice Ünlü,Sünnette Aile İçi İletişim, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2007, s. 18.
2) Râgıb el-İsfahâni, el- Müfredât Kur’an Kavramları Sözlüğü, Çeviren Yusuf Türker, 1. Basım, İstanbul, Pınar Yayınları, 2007, s. 168-169.
3) Râgıb el-İsfahâni, el- Müfredât Kur’an Kavramları Sözlüğü, Çeviren Yusuf Türker, 1. Basım, İstanbul, Pınar Yayınları, 2007, s. 120.
4) Râgıb el-İsfahâni, el- Müfredât Kur’an Kavramları Sözlüğü, Çeviren Yusuf Türker, 1. Basım, İstanbul, Pınar Yayınları, 2007, s. 152-156.
5) Mehmet Ali Kirman, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, RağbetYayınları, İstanbul 2004, s. 16.
~~~~ * ~~~~

     Aileyi teşkil eden fertler devirlere göre, bölgelere, sosyal ve iktisadi yapıya göre değişmektedir.Geniş aile, bir aile reisinin başkanlığında eş, çocuk, torun, gelin, damat, amca, dayı, hala ve teyzelerden oluşmaktadır. Dar veya çekirdek aile ise bir karı koca ile çocuklardan meydana gelmektedir. Ailedeki hâkimiyetin anne veya babada oluşuna göre aileler ikiye ayrılmaktadır. Baba hâkimiyetine dayanan, onun çocuk ve yakınlarını içine alan aileye ataerkil, anne hâkimiyetine dayanan, onun çocuk ve yakınlarının teşkil ettiği aileye de anaerkil aile denir. Ataerkil aile daha yaygın olmakla birlikte insan topluluklarında her iki tip aileye de rastlanmaktadır. Ayrıca aile, eşlerin sayısına göre de tek eşliliğe dayanan aile, çok eşliliğe dayanan aile olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. (1)
     Her disiplin kendi bakış açısını ön plana çıkararak tanımlama yaptığı için aile ile ilgili farklı farklı tanımlar yapılmaktadır. Aile kurumunu, toplum hayatının "edebi okulu" (2) olarak tanımlayanlar olduğu gibi, toplumun en küçük birimi olarak görenler (3) , anne-baba, çocuklar ve tarafların kan akrabalarından oluşan ekonomik ve toplumsal bir birlik olarak kabul edenler de vardır. (4) Toplumbilim Terimleri Sözlüğü'nde ise aile, “evlilik ve kan bağına başka deyişle karı-koca, ana-baba-çocuklar, kardeşler vb. arasındaki ilişkilere dayalı toplumun çekirdeği” olarak ifade edilir. (5)
     Her ne kadar aile ile ilgili farklı tanımlamalar yapılsa da, yapılan tanımalar içerik olarak analiz edildiğinde tanımların birbirlerini tamamlayıcı ve destekleyici özellikte oldukları görülmektedir. İnsanbilimciler tarafından yapılan araştırmalarda, insanlık tarihinin en eski ve önemli kurumlarından bir olarak kabul edilen ailenin bütün ilkel toplumlarda bulunduğu ifade edilmektedir. Aile, yapı olarak farklılık gösterse de bütün toplumlar için benzer fonksiyonları yerine getirmektedir.Eğer bu kurum kendisinden beklenenleri yerine getirirse sosyal, kültürel, ekonomik ve ahlaki açıdan sağlam bir toplum meydana gelir. Aile kurumunun temelini oluşturan anne ve babadır. Bu bireylerin güçlü birlikteliği sağlam bir ailenin oluşmasına imkân sağlamaktadır. Bunun için kurulduğu andan itibaren ailenin huzurlu ve mutlu olabilmesinde anne ve babanın sağlıklı birlikteliği oldukça önem arz etmektedir.

     2. Ailenin Önemi ve Görevleri
     İlk toplumlardan günümüze kadar varlığı insanbilimciler tarafında tespit edilen ailenin, insan hayatında önemi ve farklı fonksiyonları bulunduğu bilinen bir gerçektir. Aile, toplumu oluşturan en küçük yapı taşı olmasına rağmen yalnızca toplum için değil aynı zamanda bireyin kendi hayatı için de önemli bir yere sahiptir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Mehmet Akif Aydın, Aile,İslam Ansiklopedisi, TDV Yayınları, C. 2, İstanbul 1989, s. 196.
2) Türk Ansiklopedisi, Aile Maddesi, MEB Basımevi, C. 1, İstanbul 1968, s. 228.
3) Amiran Kurtkan, Eğitim Yoluyla Kalkınmanın Esasları, Filiz Kitapevi, İstanbul 1982, s. 78.
4) Cihangir Doğan, "Ailenin Önemi ve Vazgeçilmez Fonksiyonları", Aile ve Eğitim, Ensar Neşriyat İstanbul 24-25 Nisan 2010, s. 21.
5) Özer Ozankaya, Toplumbilim Terimleri Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1975.
~~~~ * ~~~~

     Birey açısından bakıldığında, insan sosyal bir varlık olduğu için toplum içerisinde yaşamaktadır. Toplumdan uzak bir şekilde bütün ihtiyaçlarını tek başına karşılayamaz. İnsan, tabiat şartlarının etkisinden korunmak için bir eve, ayakkabı için ayakkabıcıya, elbise için bir terziye, sıkıntı ve sevinçlerini paylaşmak için bir dost/arkadaşa ihtiyacı vardır. (1) Bu durum onun fıtratın olan bir özelliktir. Birey, sadece çocukluk ve bebeklik döneminde değil hayatının her aşamasında aile ortamına ihtiyaç duyar. Çünkü o her türlü sıkıntısına karşılık, huzur bulacağı, stres ve sıkıntılarını giderebileceği bir aile yuvasına ihtiyacı vardır. Toplumda ailesiz yetişen veya ailesinden yeterli maddi ve manevi desteği alamayan kimseler ise, hayatları boyunca aile desteğinin eksikliğini derinden hissederler. (2) Araştırmalar, anne sevgisi veya onun yerini tutabilecek yakın kişinin sevgisi ile büyüyen çocuklarla, böyle bir sevgiden uzak, istenmeyen çocuk olarak büyüyenleri karşılaştırmaktadır. Aile ortamında büyümeyen veya aile şefkati görmemiş çocukların gıdaları bilimsel olarak verilmiş olsa bile beden gelişiminden zihin gelişmesine, hatta bağışıklık sistemlerinin gücüne kadar farklı alanlarda problem yaşadıkları görülmektedir. (3)
     Toplum açısından bakıldığında, uygarlıkta ileri gitmiş ne kadar millet varsa, aile ocağında iyi eğitim görmüş bireylerden meydana gelmektedir. Çünkü milletler birçok ailenin birleşmesinden meydana gelmektedir. (4) Toplumun çekirdeğini oluşturan bu en küçük yapı sağlam ve sağlıklı ise o toplum geleceğe güvenle bakma imkânı bulur. Ancak güvenli, mutlu ve huzur dolu ailelerin yetiştirmiş olduğu eğitimli bireyler ailesine, çevresine, milletine ve devletine maddi ve manevi katkı sağlayabilmektedir.
     Ailenin temel görevlerine gelindiğinde bunların en önemlisi beden ve psikolojik olarak sağlıklı insan neslinin devamını sağlamaktır. İnsanların varlığı, devletlerin ayakta durması ailelerin bu görevini sağlıklı bir şekilde yerine getirmesi ile mümkün olabilmektedir. Aile kurumunun sarsıldığı ve boşanma oranlarının arttığı endüstrileşmiş ülkelerde devletlerin çocuk yardımı, evliliğe özendirme vb. çeşitli nüfus artırmaya yönelik politikalara başvurdukları bilinmektedir. Çünkü toplumların nüfus kaynağını oluşturan temel kurum ailedir.
     Ailenin, çocukların biyolojik ihtiyaçlarını karşılama kadar önemli diğer bir görevi de onların psikolojik ihtiyaçlarını karşılamadır. İnsanın yeme, içme, uyuma gibi maddi ihtiyaçları olduğu gibi sevgi, güven, bağlanma ve inanma gibi manevi ihtiyaçlarının olduğu bilinen bir gerçektir. Bu ihtiyaçların karşılandığı en uygun ve sağlıklı ortam ise aile ortamıdır. Çünkü çocuk gözlerini açtığı anda ilk karşılaştığı, sıcaklığını hissettiği aile ortamıdır. Özellikle uzun bir süre hem maddi hem de manevi destek aldığı kişi annesidir. Dolayısıyla, çocuğun özgüven duygusunun gelişmesi, çocuk ile anne arasındaki ilişkinin ve etkileşimin sağlıklı olmasına bağlıdır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Hüseyin Öztürk, Kınalızade Ali Çelebi’de Aile, Araştırma Kurumu Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1991, s. 97.
2) Mustafa Köylü, Ailede Din Eğitimi, Din Eğitimi, Gündüz Eğitim ve Yayıncılık, Ankara 2012, s.293.
3) Beyza Bilgin-Mualla Selçuk, Din Öğretimi Özel Öğretim Yöntemleri, Gün Yayıncılık, Ankara 1999, s. 74.
4) Mehmet Zeki Aydın, Ailede Din Eğitimi, Edt. Recai Doğan-Remziye Ege, Din Eğitimi El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara 2012, s. 288.
~~~~ * ~~~~

     Ailenin önemli görevlerinden birisi de kültürel değerleri yeni nesillere aktararak kültürel taşıyıcılık rolünü üstlenmesidir. Çünkü aile örf, adet, gelenek-görenek, yardımlaşma, inanç ve ahlak gibi toplumun temel değerlerinin korunduğu ve çocuklara ilk öğretildiği yerdir. Aileye yeni katılan bireyler, içerisinde doğup büyüdüğü ortamın değerlerini kendilerinden sonraki nesillere aktardıkları için aile hem değerleri koruyan hem de değerleri genç kuşaklara aktaran kültürel taşıyıcılık özelliği taşımaktadır. Genç nesiller gerek biyolojik bakımdan gerekse kültürel özellik bakımından kendi ailelerinin karakteristik özelliklerini taşır. Böylelikle aileler ait olduğu toplumun kültürel değerlerini kuşaktan kuşağa aktarırlar. (1)
     Ailenin en önemli ve temel fonksiyonlarından bir diğeri de eğiticilik ve öğreticilik görevidir. Çocuğun ilk eğiticisi ve öğretmeni anne-babası sayıldığı için, aile en önemli ve ilk eğitim kurumudur. Kişisel tecrübeler ve kontrollü gözlemlere dayalı bulgular, bebeklerin ilk birkaç günden itibaren alışkanlık kazanmaya başladıklarını göstermektedir. Sosyal öğrenme kuramına göre, insan öğrenmelerini daha çok izleyerek ve duyarak gerçekleştirmektedir. İlk çocukluk döneminde sosyal öğrenme kuramına uyguladığımızda, öğrenmenin çocuğun sadece bizzat yaşadığı değil, etrafında olup bitenleri gözleyerek ya da duyarak da gerçekleştirdiğini ortaya koyar. Modelleyerek ya da etrafında olup bitenleri gözleyerek, çocukların en hızlı öğrenme şekillerine ulaştıkları, günümüzde de kabul edilen bir sonuçtur. (2) Bu demektir ki, çocuklar gözlerini dünyaya açtıkları andan itibaren kısa bir süre sonra öğrenmeye başlamıştır. Bu durum "çocuktur bir şey anlamaz" anlayışının yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. (3)
     Bu bağlamda çocukların hayata gözlerini açtığı aile ortamı oldukça önemlidir. Çünkü çocukların bilişsel, duyuşsal, psiko-motor, sosyo-kültürel gelişiminin temellerinin atıldığı yer ailedir. Araştırmalar çocukluk yıllarında kazanılan davranışların büyük bir kısmının, yetişkinlikte bireyin kişilik yapısını, alışkanlıklarını, inanç ve değerlerini biçimlendirdiğini, sağlıklı bir kişiliğin çocukluk yıllarında atılabileceğini göstermiştir. (4) Bunun için çocuk okulda öğrenemediği birçok bilgi, beceri, davranış ve yeteneği ailesinden öğrenebilir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Mustafa Köylü, Ailede Din Eğitimi, Din Eğitimi, Gündüz Eğitim ve Yayıncılık, Ankara 2012, s. 294.
2) Nuray Senemoğlu, Gelişim Öğrenme ve Öğretim, Gazi Kitapevi, Ankara 2001, s. 221-222; Kemal Sayar-Mehmet Dinç, Psikolojiye Giriş, Dem Yayınları, İstanbul 2011, s. 45-46.
3) Abbas Çelik, Çocuk, Oyun ve Din Eğitimi, Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Dergisi, 2004 S. 9, s. 188.
4) Marielene Leist, Neue Wege der religiösen Erziehung, 7. Baskı, Verlag München 1974, s. 9.
~~~~ * ~~~~


     3. Ailede Yozlaşma ve Huzursuzluklar
     19. yüzyılda meydana gelen Sanayi Devrimi, savaşlar, çeşitli fikir akımları tüm dünya ülkelerinde aile hayatında çok ciddi değişikliklere neden olmuştur. Bu gelişmelerden Türk aile yapısının da etkilenmiştir. Ayrıca söz konusu etkenler toplumların ve insanların yaşam tarzında da değişikliklere neden olmuştur. İnsanlar köylerden şehirlere göç ettikleri için tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş yaşanmıştır. Gerek savaşlardan dolayı erkek nüfusunun azalması gerekse hayat şartlarından dolayı kadınlar çalışma hayatına katılmak durumunda kalmışlardır. Sanayileşmenin de etkisiyle birlikte şehir yaşam tarzı, başta aile hayatı olmak üzere, cinsel özgürlükler, cinsiyet rollerinin değişmesi, evlilik dışı beraberlikler; geleneksel aile fonksiyonunun kaybı, bireyselcilik, çoğulculuk ve yalnızlaşma gibi pek çok sosyokültürel değişikliğe neden olmuştur.(1)
     Günümüzde de hala ailelerin yozlaşması, aile içi huzursuzluklar ve şiddet her geçen gün artarak devam etmektedir. Bu yozlaşmanın nedenlerinin başında evlenecek bireylerin gerek erkek gerekse bayan olsun kendilerini tam anlamda tanımamaları gelmektedir. İnsanın kendini tanıması, güçlü ve zayıf yönlerini, imkânlarını, yeteneklerini, fırsatlarını ve tehditlerini doğru değerlendirebilmesidir. (2) Bireyin kendisini tanıması, doğru eş seçiminde oldukça önemli bir eylemdir. Çünkü kendisini tanıyan kişi evlilik kararı, evliliğe yüklemiş olduğu anlam ve evlilikten neler beklediği hususlarında oldukça kararlıdır. Ayrıca, ben kiminle evleniyorum, onunla anlaşabilecek miyim? şeklindeki sorulara kişinin vereceği cevaplar, önce kendini tanımasına bağlıdır. (3)
     Ailelerdeki huzursuzluğun nedenlerden bir diğeri yanlış eş seçimidir. Oysaki Hz. Peygamber “Eş dört şey için; malı, soyu, güzelliği ve dindarlığı için nikâhlanır. Sen dindar olanı seç ki mutlu ve huzurlu olasın.” (4) hadisi ile aslında eşlerin birbirlerini tercih ederken dikkat etmesi gereken hususları açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Mal-mülk, güzellik, soy ve dünya menfaati için yapılan evlilikler ailelere mutluluktan çok huzursuzluk getirdiği aşikârdır.
     Günümüz ailelerindeki yozlaşmanın önde gelen nedenlerinden birisi de eşler arasındaki denklik (küfüv) meselesidir. Hz. Peygamber, “Kadınların en hayırlılarıyla evlenmeye bakın. Denginiz olan kadınlarla evlenin ve emsalinizin kızlarını isteyin.” (5) Evlenecek eşler arasında aranan denklik “kefaet” terimi ile ifade edilir. İslam hukukunda denklik “evlenecek eşler arasında dini, iktisadi ve sosyal bakımdan bir uyumu” ifade etmektedir. (6)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) (Jack Balswick and Judith Balswick, “The Future of Religious Education of Family”, Handbook of Family Religious Education, edt. Blake J. Neff and Donald Ratcliff, Alabama: REP, 1995, s. 257.)
2) Nevzat Tarhan, Evlilik Psikolojisi, Timaş Yayınları, İstanbul 2008, s. 11.
3) Nevzat Tarhan, Evlilik Psikolojisi, Timaş Yayınları, İstanbul 2008, s. 29-30.
4) Buhari, Nikah, 15
5) İbni Mace,Nikâh, 48.
6) M.Akif Aydın, Aile Hayatı, İlmihal II İslam ve Toplum, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2006, s. 214.
~~~~ * ~~~~

      Mevlana kadın-erkek denkliğine kâinattan fıtrî misaller vererek şu benzetmelerle vurguda bulunmaktadır:
     “Eşlerin birbirine benzemesi lâzım; ayakkabı ve mestin çiftlerine bir bak!
     Ayakkabının bir teki ayağa biraz dar gelirse ikisi de işe yaramaz.
     Kapı kanadının biri küçük, diğeri büyük olur mu?
     Ormandaki aslana, kurdun eş olduğunu hiç gördün mü?
     Bir gözü bomboş, öbürü tıka basa dolu olsa hurç bineğin üstünde doğru duramaz.” (1)
     Mevlana yeryüzünün her yerinde hatta ayağa giyilecek ayakkabının çiftlerinden, kapının kanatlarına varıncaya kadar bir uyum olduğunu ifade ederken söz konusu uyumun yalnızca boyutlarda değil, kullanılan malzemede de olduğunu:
     “Kapının bir kanadı tahtadan, öbürü fildişinden...
     Böyle şey olur mu hiç?
     Aslanın eşi de bir aslan olmalı, kim görmüş aslanın bir kurtla evlendiğini?
     Öyle ise, Nikâhta iki çiftin birbirine eşit ve denk olması lâzım, yoksa iş bozulur, geçim olmaz.” (2) sözleriyle dile getirmektedir.
     Burada insanları ayrıştırma ve insanları küçük görme anlaşılmamalıdır. Çünkü toplumlar eğitim, kültür, ekonomi, düşünce ve inanç yönüyle farklı bireylerden oluşmaktadır. Söz konusu farklı özelliklere sahip bireylerin ortak noktası ne kadar fazla ise mutluluk ve huzur o kadar fazla olur. Eğer evlenecek kişilerin üzerinde konuşup paylaşacakları fikir ve düşünce yelpazesi az olursa ailede huzursuzluk ve yozlaşma kaçınılmaz olur.
     İletişim Eksikliği aile içi huzursuzluk ve şiddetin önde gelen sebeplerinden bir diğeridir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliklerin birisi de konuşarak iletişim kurabilmesidir. İnsan bu özelliği sayesinde kendisini başkalarına tanıtabilir ve başkalarını anlayabilir, dolayısıyla iletişim kurmuş olur. Bu bakımdan iletişim hem bedenen ve ruhen hem de toplumsal açıdan birey için bir ihtiyacıdır. Çünkü insan çevresiyle kurmuş olduğu sağlıklı iletişim sayesinde fiziki ve manevi ihtiyaçlarını gidermiş olur. Aynı zamanda insan toplumsal bir varlık olduğu için başarılarını, duygularını ve hayatı iyi bir iletişim sayesinde çevresiyle paylaşabilir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1)  Mevlânâ Celaleddin Rûmî, Mesnevi, Çeviren Adnan Karaismailoğlu, Akçağ Yayınları, Ankara 2004, III, 2309-2311.
2) Mevlânâ Celaleddin Rûmî, Mesnevi, Çeviren Adnan Karaismailoğlu, Akçağ Yayınları, Ankara 2004, 4/196-197.
~~~~ * ~~~~

     Aile içerisinde de bireylerin bedenen ve ruhen ihtiyaçlarını karşılama, duygularını paylaşma, karşılaştığı problemlerin üstesinde gelme konusunda en etken yollardan birisi sağlıklı bir aile içi iletişimdir. İnsanın başkalarını anlaması, kendini başkalarına anlatması ruhsal ve toplumsal açıdan bir ihtiyaçtır. (1) Eğer eşler birbirleriyle, anne-baba çocuklarıyla ve çocuklar da kendi aralarında iyi bir iletişim kurarlarsa o ortamda huzur, sükûnet ve mutluluk kendiliğinden gelir. Aksi takdirde aile bireylerinin birbirlerini dinlemediği, düşünce ve fikirlerine değer vermediği ortamda şiddet ve kavga kaçınılmaz olur.
     Medya geniş anlamıyla ele alındığında başta televizyon olmak üzere gazete, sinema günümüz insanın ve aile bireylerinin hayatlarında vazgeçilmez unsurların başında gelmektedir. En yaygın kitle iletişim aracı olan televizyonlarda gerek içerik gerekse görüntü olarak bizlerin dini inanç, kültür, gelenek ve göreneklerimizle bağdaşmayan dizilerin yayınlanması ailelerin yozlaşması hatta dağılmasına etki etmektedir. Ayrıca televizyon gibi artık günlük hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelen internettin bilinçsizce kullanılması günümüz aile yapısını olumsuz yönde derinden etkileyen unsurlardan biridir.
     Geçmişten günümüze kadar ailelerdeki yozlaşma, aile içi huzursuzluk ve şiddetin sebeplerinden biri manevi değerlerin aile yaşamındaki yerinin her geçen gün azalmasıdır. Oysaki “Allah’a iman ve itaat, doğruluk, sabır, takva, cömertlik (sadaka vermek), nefis terbiyesi (oruç tutmak), namuslu olmak (iffet), Allah’ı anma” gibi değerleri yaşayan inananlar için “bağışlanma ve büyük bir mükâfat” (2) ayeti ile Allah manevi değerlere önem veren ister kadın olsun ister erkek olsun huzurlu hayat vereceğine dair söz vermektedir.
     Değerleri yaşayan insan, Kur’an’ın ifadesiyle en şerefli potansiyelini gerçekleştirmiş varlık haline gelir. Gerek insanlar arası iletişimde, gerek eşler arası iletişimde manevi değerleri yaşamak bireyin kendisini gerçekleştirmesine katkı sağlar. Bu değerler, eşler arası iletişimde sinerjiyi ortaya çıkarır. Böylece eşler yaratılış amaçlarına uygun bir yaşam tarzı ortaya koyarak birbirlerinin gelişmesine olanak sağlar. Özellikle takva, hilm, doğruluk ve dürüstlük, iffet, adalet, ma’ruf, hoşgörülü olma ve bağışlama gibi değerler aile içerisinde iletişim, bağlılık, sevgi, saygı ortamının oluşmasına büyük katkı sağlayacaktır. (3)

     4. Sonuç ve Değerlendirme
     Her disiplin kendi bakış açısını ön plana çıkararak tanımlama yaptığı için aile ile ilgili farklı farklı tanımlar yapılmaktadır. Aile kurumunun ortaya çıkışı, insanlık tarihiyle eş zamanlıdır. İnsanbilimciler tarafından yapılan araştırmalarda, insanlık tarihinin en eski ve önemli kurumlarından bir olarak kabul edilen ailenin olmadığı hiçbir ilkel toplum olmadığı ifade edilmektedir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Remziye Ege, Din Eğitimi El Kitabı, Edt. Recai Doğan-Remziye Ege, Grafiker Yayınları, Ankara 2012, s. 374.
2) Ahzab suresi, 33/35.
3) Fatıma Zeynep Belen, Aile İçi İletişime Manevi Psiko-Sosyal Yaklaşım, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2010, s.66-72. 
~~~~ * ~~~~

     Toplumun çekirdeği olarak ifade edilen ailenin beden ve psikolojik olarak sağlıklı insan neslinin devamını sağlama, onların psikolojik ihtiyaçlarını karşılama, kültürel değerleri yeni nesillere aktarma ve çocukları eğitme gibi önemli görevleri vardır. Eğer aile kendinden beklenen söz konusu görevleri yerine getirirse her yönüyle gelişmiş bir toplum ortaya çıkar.
     Aile, İslam dini ve diğer dinler tarafından önem verilen önemli bir kurumdur. Çünkü bir toplumu oluşturan bedenen ve ruhen sağlıklı bireylerin yetiştiği mektep ailedir. Eğer ailede ahlak, manevi değerler, sevgi ve saygı, bireylerin görüşlerine değer verme varsa oradan yetişen bireylerden oluşan toplumunda huzur ve mutlu bir ortam oluşma ihtimali oldukça yüksektir. Onun aile bir toplum için hayati öneme sahiptir.
     On dokuzuncu yüzyılda meydana gelen Sanayi devrimi, savaşlar, çeşitli fikir akımları tüm dünya ülkelerinde olduğu gibi bizim aile hayatında yozlaşma, aile içi şiddet gibi problemlere neden olmuştur. Söz konusu tarihten itibaren ailelerde meydana gelen yozlaşmanın nedenleri, evlilik yaşının gecikmesi, boşanma olaylarının artması, aile rollerinin değişmesi, aile bireylerinin sayısının azalması, çocuk sahibi olmada karşılaşılan zorluklar, aile reisliği sorunu, ailenin yaşlanması, ekonomik sorunlar, iletişim eksikliği, evlilik dışı yaşamanın normal olarak algılanmaya başlanması, manevi değerlerin eksikliği, eşler arasındaki denkliğin gözetilmemesi, eşlerin kişilik ve karakter olarak kendilerini tanımamaları, evlenecek kişilerin evlilikten beklentilerini ve evliliğe hangi anlam yüklediklerini bilmemeleri vb. şeklinde sıralamak mümkündür.

     Kaynakça:
* Ahzab suresi, 33/35.
* Aydın M. Akif, Aile Hayatı, İlmihal II İslam ve Toplum, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2006.
* Aydın Mehmet Akif, Aile, İslam Ansiklopedisi, TDV Yayınları, C. 2, İstanbul 1989.
* Aydın Mehmet Zeki, Ailede Din Eğitimi, Edt. Recai Doğan-Remziye Ege, Din Eğitimi El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara 2012.
* Balswick Jack and Balswick Judith, “The Future of Religious Education of Family”, Handbook of Family Religious Education, edt. Blake J. Neff and Donald Ratcliff, Alabama: REP, 1995.
* Belen Fatıma Zeynep, Aile İçi İletişime Manevi Psiko-Sosyal Yaklaşım, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2010.
* Bilgin Beyza-Selçuk Mualla, Din Öğretimi Özel Öğretim Yöntemleri, Gün Yayıncılık, Ankara 1999.
* Buhari, Nikah, 15
* Çelik Abbas, Çocuk, Oyun ve Din Eğitimi, Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Dergisi, S. 9, 2004.
* Doğan Cihangir, "Ailenin Önemi ve Vazgeçilmez Fonksiyonları", Aile ve Eğitim, Ensar Neşriyat İstanbul 24-25 Nisan 2010.
* Ege Remziye, Din Eğitimi El Kitabı, Edt. Recai Doğan-Remziye Ege, Grafiker Yayınları, Ankara 2012.
* el-İsfahâni Râgıb, el- Müfredât Kur’an Kavramları Sözlüğü, Çeviren Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul 2007.
* İbni Mace,Nikâh, 48.
* Kirman Mehmet Ali, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, Rağbet Yayınları, İstanbul 2004.
* Köylü Mustafa, Ailede Din Eğitimi, Din Eğitimi, Gündüz Eğitim ve Yayıncılık, Ankara 2012.
* Kurtkan Amiran, Eğitim Yoluyla Kalkınmanın Esasları, Filiz Kitapevi, İstanbul 1982.
* Leist Marielene, Neue Wege der religiösen Erziehung, 7. Baskı, Verlag München 1974.
* Ozankaya Özer, Toplumbilim Terimleri Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1975.
* Öztürk Hüseyin, Kınalızade Ali Çelebi’de Aile, Araştırma Kurumu Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1991.
* Rûmî Mevlânâ Celaleddin, Mesnevi, Çeviren Adnan Karaismailoğlu, Akçağ Yayınları, Ankara 2004.
* Senemoğlu Nuray, Gelişim Öğrenme ve Öğretim, Gazi Kitapevi, Ankara 2001;
* Kemal Sayar-Mehmet Dinç, Psikolojiye Giriş, Dem Yayınları, İstanbul 2011.
* Tarhan Nevzat, Evlilik Psikolojisi, Timaş Yayınları, İstanbul 2008.
* Tural Sadık, Tarihten Destana Akan Duyarlılık, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2000.
Türk Ansiklopedisi, Aile Maddesi, MEB Basımevi, C. 1, İstanbul 1968.
* Ünlü Hatice, Sünnette Aile İçi İletişim, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2007.
 
bus

11 Ekim 2021 Pazartesi

İSLÂM, SEVGİ ve AİLE / Yozlaştırılan Üç Kavram: Sevgi, Şefkat ve Aşk / Sayfa: 784 - 797

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 784 - 798
İSLÂM, SEVGİ ve AİLE
Yozlaştırılan Üç Kavram:
Sevgi, Şefkat ve Aşk
Atilla YARGICI *

     Sevgi, şefkat ve aşk kavramları insanın hayatında önemli yeri olan, birbirine yakın gibi görünen fakat birbirinden farklı anlamları ve fonksiyonları olan kavramlardandır. Bu üç kavrama yüklenen anlamlar ve insan hayatına yansıması ifrat ve tefritten kurtulamamıştır. Bunlarla ilgili toplumda bazı yanlış algılar bulunmaktadır. Bu yanlış algılar Kur’an ve sünnet eksenli tevhid inancından uzaklaşmaktan kaynaklanmaktadır. Kur’an her konuda olduğu gibi sevgi, şefkat ve aşk konusunda bize en doğru ve istikametli yolu göstermekte, bütün yanlış algıları ve yorumları ortadan kaldırmaktadır.

     A. Sevgi
     Amerikalı psikiyatrist Dr. Scott Peck, Türkçeye Az Seçilen Yol ismiyle tercüme edilen sevgi ile ilgili kitabında, sevginin sözcüklerle ifade edilemeyecek kadar derin olduğunu bildirdikten sonra şöyle bir sevgi tanımı yapmaktadır: “Sevgi insanın kendisinin ve bir başkasının ruhsal tekamülünü desteklemek amacıyla benliğini genişletme arzudur.” (1)
     “Love of Art” isimli kitabın yazarı Erich From ise şöyle der: “Sevgi insanın varoluş sorusunun yanıtıdır. Sevgi bir eylemdir. Sevmenin etkin özü ilgi, sorumluluk, saygı ve bilgi gibi temel unsurlarla ortaya çıkar.” (2)
     Bediüzzaman ise Muhabbeti şöyle ifade eder: “Muhabbet şu kainatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kainatın Rabıtasıdır, hem şu kainatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kainatın en cami bir meyvesi olduğu için, kainatı istila edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir. İşte, şöyle nihayetsiz bir muhabbete layık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir.” (3)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
*Doç. Dr., Harran Ün. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi
1) Peck, Scott, Az Seçilen Yol, Akaşa Yayınları, İstanbul, 1998, s.81.
2) Fromm, Erich, Sevme Sanatı, Çev: Işıtan Gündüz, Say Yayınları, İstanbul, 1997, s.11-34.
3) Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Sözler Neşriyat, İstanbul, 1976, s.331. 
~~~~ * ~~~~

     “Kur’an’ın Önerdiği İdeal İnsan Modelinin Oluşmasında Sevginin Rolü” isimli doktora tezimde şöyle bir sevgi tanımı yaptım:
     “Sevgi, insanın fıtratına Allah tarafından konulan, kişinin kendisi, Allah ve toplumla ilişkilerini sağlıklı ve istikametli bir durumu getirme gücüne malik olan, anlaşılması ve etkisi anlamlı eylemler halinde tezahür eden, sınırsız ve güçlü bir potansiyele sahip olan, yayılmacı ve birleştirici bir duygudur.” (1)

     Çeşitli şekillerde tarif edilen sevgiyle ilgili yanlış algılanan bazı hususlar vardır. Bunlardan bazılarını ele almak istiyoruz.
     1. Sevginin Bir Sanat Olduğu Algısı
     Erich From, Türkçe’ye “Sevme Sanatı” diye çevrilen “The love of Arth” isimli kitabında, Sevginin bir sanat olduğunu iddia eder. Ona göre, insanın bu yüzden bilgi ve çabaya gereksinimi vardır. Atılacak ilk adım, sevginin de, yaşamak gibi bir sanat olduğunun farkına varmaktır. Eğer nasıl sevmemiz gerektiğini öğreneceksek, müzik, resim, marangozluk, doktorluk ya da mühendislik sanatlarını, mesleklerini öğrenmek için ne yapıyorsak onun aynısını yapmamız gerekecektir.” (2) İnternet sitelerinde sevginin öğrenilmesi gereken bir sanat olduğunu iddia eden bu kitaptan çok bahsedilmekte, insanlarda sevginin öğrenilmesi gereken bir sanat olduğu algısını oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu kitabın yazarı, sevginin sanat olduğunu ispat etmek için bu kitabını kaleme almıştır ve bunu ispatlamaya çalışmaktadır. Ona göre çağımız insanı bu kadar başarısızlığına rağmen, onu öğrenmeyi az denemektedirler. (3)
     Yine sevgi konusundaki çalışmaları Türkçe’ye tercüme edilen Leo Buscaglıa da, “sevginin öğrenilen bir karşılık verme ve duyumsama olduğunu” iddia etmektedir. (4) Buscaglıa, Tıpkı From gibi, sevginin otomobil sürmeyi öğrenmek, yemek pişirmeyi öğrenmek gibi bir şey olduğunu dile getirir. (5) Bu konuda yazılan kitapların kendi yazıldıkları dilde ve Türkçe olarak milyonlarca basılıp satıldığını düşünecek olursak, böyle bir kitabın insanlarda sevginin öğrenilmesi gereken bir meslek ya da sanat gibi olduğu yönünde nasıl bir algı oluşturduğu daha iyi anlaşılır. Bu bakış açısı, pozitivist bir bakış açısıdır. Bilindiği gibi pozitivizm bilimi kutsallaştırırken, Allah inancını ortadan kaldırma iddiasında bulunmuştur. Pozitivizme göre, insanlığın üç evresi vardır. Birinci evre teolojik evredir. Bu da, fenomenlerin tanrısal ya da manevî nedenlerle açıklandığı, insanların her şeyi din ile açıkladığı devre. Ona göre bu devre tarihte kalmıştır. Ona göre ikinci evre olan metafizik evre de geçmişte kalmıştır. Üçüncü evre ise, pozitif düşünme evresidir. Buna göre her şeyi yöneten bilimdir. Hiçbir şeyin Tanrı ile ilişkisi yoktur. (6)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Yargıcı, Atilla, Kur'an'ın Önerdiği İdeal insan Modelinin Oluşmasında Sevginin Rolü, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara, 2002, s.3.
2) From, Erich, The Art of Love, Perennıal Library, Harper,Row, Publisher, London, 1974, s.1-4.
3) From, a.g.e, s.5.
4) Buscaglıa, Leo, sevgi, çev: Nejat Ebcioğlu, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, Tarih Yok, s. 55
5) Buscalgia, a.g.e., s.56.
6) Gökberk, Macid, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1980,s. 464-471.
~~~~ * ~~~~

     İşte pozitivist görüşlerin etkisinde kalan bazı psikologlar ele aldıkları konularda maneviyata, dine ve Allah’a atıfta bulunmazlar. Sevgi ile ilgili görüşlerini aktardığımız iki yazar da, konuyu inançtan bağımsız olarak ele almaktadır ve insanların zihninde sevgi konusunda yanlış algılar oluşturmaktadır.
     Halbuki en son ilahi hitap ve kitap olan Kur’an konuya bu şekilde bakmamaktadır. İnsanın bir çok şeyi öğrenmek zorunda olduğu bir gerçektir. Allah insana bir çok kabiliyet vermiştir ve insan sebatla çalıştığı takdirde bunları geliştirebilir. Herhangi bir mesleği hiç bilmezken, çalışır, çabalar gayret gösterir, sabreder ve onu öğrenir. Örneğin insanın kuaförlük sanatını öğrenmesi için onun kursuna gitmesi gerekir. İnşaat ustası olması için yıllarca gayretli bir şekilde çalışması gerekir. Ancak sevgi ve korku gibi şeyleri bu meslek ve sanatlarla karıştırmamak gerekir. Her insanın her sanatı öğrenmesi mümkün değildir. Bu lüzumlu da değildir. İnsan toplumsal bir canlı olarak yaratıldığı için birbiriyle yardımlaşarak hayatını yaşayabilir. Farklı meslek ve sanatları öğrenmek en güzel yardımlaşma örneğidir. Eğer iddia edildiği gibi sevgi öğrenilmesi gereken bir sanat olsaydı, onları öğrenmeye bazılarının kabiliyeti olacaktı, bazılarının ise olmayacaktı. Bu yüzden de herkes sevebilen bir insan olmaktan çıkacaktı, sadece birileri tarafından sevilmeyi bekleyen varlık haline dönüşecekti. Sevgi öyle bir olgudur ki, insanın-insanla ilişkisinde, insanın çevre ile ilişkisinde, insanın Allah ile ilişkisinde çok belirleyici bir role sahiptir. Bu yüzden her insanda bu sevgi olmadan, insanın bazı sayılan varlıklarla olumlu bir ilişki kurması mümkün olmaz. Bundan dolayı Kur’an sevginin Allah tarafından her insanda yaratılmış olduğuna, onun sonradan öğrenilen bir olgu olmadığına işaret eder. Konuyla ilgili Rum suresinde geçen bir ayette şöyle buyrulur:
     “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir topluluk için elbette ibretler vardır.” (1)
     Görüldüğü gibi sevgi ve merhamet, insanın bir sanat gibi öğrenmesi gereken bir şey değildir. O Allah tarafından bütün insanların kalplerinin çekirdeklerine koyulmuştur. Cenab-ı Allah kendisini Kur’anda “Vedud” olarak nitelendirmektedir. (2) Vedud ise sınırsız derecede seven ve yarattığı varlıklar tarafından sevilen demektir. O halde hiçbir şey tesadüfen ortaya çıkmamıştır. Her şeyin sahibi ve yaratıcısı Allahtır. Sevgiyi de merhamet ile birlikte bizim kalbimize yerleştiren Allah’tır. Ne yazık ki, genel olarak pozitivizmin etkisinde kalan psikoloji ve psikanaliz sevgi ile Allah arasındaki irtibatı koparıp atmıştır. Bu yüzden sevgiyi sanat gibi öğretme çabasına girmiştir. Buna göre insan her meslek ve sanat gibi sevgiyi de öğrenerek, onda ustalaşacak ve “madem ki, sevme mesleğini ve sanatını ben öğrendim, o halde onu istediğim gibi kullanma hakkına sahibim” diye düşünecektir. Ama Kuranda bildirildiği gibi, sevgi Vedud olan Allah tarafından insanların kalplerinde yaratılmıştır. O halde, insan Allah’ın ihsan ettiği bu sevgiyi nasıl kullanacaktır?İşte insanın öğrenmesi gereken şey, sevgi değildir. Sevgiyi nasıl kullanacağıdır. Bunu da bize Kuran öğretmektedir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Rum, 30/21.
2) Buruc, 85/14.
~~~~ * ~~~~

     Buna göre sevgi sonradan öğrenilecek sanat gibi bir şey değildir. Allah insanın kalbine yaratılışından bu iki duyguyu koymuştur. İnsan yüzmeyi bilmez ama bunu öğrenir kendini geliştirir. Yazı yazmayı bilmez öğrenir kendini geliştirir. Ama sevgiyi öğrenmez. Sevgi insanın kalbine Allah tarafından koyulmuştur. İnsan yüzme öğrenmese de yaşayabilir. Fakat sevgisiz yaşayamaz. Nitekim Amerikalı yazar Scot Peck, Az Seçilen Yol isimli kitabında “sevginin bir lutuf” olduğunu söyler. Ona göre son derece sevgisiz çocukluk geçiren kişiler de hiçbir yardım almaksızın yine sevgi dolu insanlar olurlar. O şöyle der: “İnsanların sevme kapasitelerinin ve buna bağlı olarak da tekamül arzularının, sadece çocukluklarında ana babalarından gördükleri sevgiden değil, yaşamları boyunca Tanrı’nın lütfundan da sevgisinden de beslendiğine inanıyorum ve bunu göstermeye çalıştım. İnsanların bilinçleri dışında büyük bir güç bulunuyor. Bu güç, kendi bilinç altları vasıtasıyla olduğu kadar, ana-baba dışındaki sevgi dolu başka insanlar, ya da bizim anlamadığımız başka yollarla etki yapıyor. İşte lutuf sayesindedir ki, insanlar sevgisiz büyütülmenin sarsıntılarını aşıp, ana-babalarını tekamül merdivenlerinde çok geçen sevgi dolu bir insan oluyorlar.” Peck, bunun sebebini açıklarken, bunun Tanrı'nın lutfu olduğunu ifade etmektedir. Ona göre herkes Tanrı'nın lutfundan eşit olarak istifade etmekte, herkes de Tanrı'nın sevgisiyle kucaklanmaktadır. (1)
     Peck, Kur’an’ın bu hükmünü 15 asır sonra tasdik etmiştir. Allah Vedud ve Habibtir, Rahimdir. Yani çok seven ve çok sevilendir, çok merhamet edendir. Bu yüzden insanda da bu iki hususiyeti yaratmıştır. Sevginin Tevhid inancıyla bağlantılı olduğunu kabul etmek, o sevginin niçin insana verildiğini düşünmeye, onu veren ile sevgi ilişkisinin nasıl olması gerektiğini araştırmaya sevk eder.

     2. İnsanının İlk Önce Kendisini ve Diğer Varlıkları Sevmesi Gerektiği Algısı.
     Bu yanlış algı bir çok insanda vardır. Eğer sevgi ile sevgiyi veren Allah arasında bir ilişki kurulmazsa, insan kendisini ve sevdiği her şeyi ilah edinir. Bu yüzden çoğu insan, güzel varlıkları, kendisine menfaati dokunan şeyleri, ihsan edeni hep sevmiştir. Bunları severken çoğu zaman Allah hiç aklına gelmez. Hatta bazı çok kuvvetli dünyevi objeler kendisine sevme özelliği veren Allah’ı bütünüyle unutmasına sebep olur. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Peck, M. Scott, Az seçilen yol, çev: Rengin Özer, Akaşa Yayın ve Dağılım LMTD. ŞTİ, İstanbul 1998, s.309-319. 
~~~~ * ~~~~

     Halbuki insan önce kendisini yoktan var eden ve içinde bu sonsuz potansiyele sahip sevgi duygusunu yaratan Allah’ı sevmelidir. Allah’ı sevmek için de Ona hakikî ve tahkikî olarak inanmalı, onu isimleri ve sıfatlarıyla tanımalı, sonra böyle tanıdığı bir Allah’ı sevmelidir. (1)  Zaten insanda var olan sınırsız potansiyeldeki sevgi, ancak sonsuz güzellik ve ihsan sahibi, noksansız, ezeli ve ebedi olan Allah’ı sevmekle tatmin olur. Sonra da bütün varlıkları O’nun için, O’nun yarattığı varlıklar olarak sevmelidir. (2)
     Bediüzzaman Said Nursi konuyla ilgili Kur’an’a dayanan tahlillerinden birisinde şöyle der:
    “Hem de Kur’an’ın hakikati der ki: Ey mümin! Sendeki nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, çirkin ve noksan ve şerur ve sana muzır olan nefs-i emmarene verme. Onu mahbub ve onun hevesatını kendine mabud ittihaz etme. Belki sendeki o nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, nihayetsiz bir muhabbete layık, hem nihayetsiz sana ihsan edebilen, hem istikbalde seni nihayetsiz mesud eden, hem bütün alakadar olduğun ve onların saadetleriyle mesud olduğun bütün zatları, ihsanatıyla mesud eden, hem nihayetsiz kemalatı bulunan ve nihayet derecede kudsi, ulvi, münezzeh, kusursuz, noksansız, zevalsiz cemal sahibi olan ve bütün esması, nihayet derecede güzel olan ve her isminde pek çok envar-ı hüsün ve cemal bulunan ve Cennet bütün güzellikleriyle ve nimetleriyle, O’nun cemal-i rahmetini ve rahmet-i cemalini gösteren ve sevimli ve sevilen bütün kainattaki bütün hüsün ve cemal ve mehasin ve kemalat, O’nun cemaline ve kemaline işaret eden ve delalet eden ve emare olan bir Zat’ı, mahbub ve mabud ittihaz et.” (3)
     Nursi, bir başka eserinde ise sevginin önce Alllah’a yöneltilmesi ile ilgili şöyle demektedir:
     “Cenab-ı Hakkın mâsivâsına yapılan muhabbet iki çeşit olur. Birisi yukarıdan aşağıya nâzil olur; diğeri aşağıdan yukarıya çıkar. Şöyle ki:
     Bir insan en evvel muhabbetini Allah’a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla Allah’ın sevdiği herşeyi sever. Ve mahlûkata taksim ettiği muhabbeti, Allah’a olan muhabbetini tenkis değil, tezyid eder.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat , Sözler Yayınevi, İstanbul, 1979, s.204. Bu eserde konuyla ilgili olarak şöyle denmektedir: “Katiyyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi “iman-ı Billah”tır. Ve insaniyetin en ali mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki “marifetullah”tır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki “muhabbetullah”tır.”
2) Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1979, s. 332. Nursi, konuyla ilgili adı geçen yerde şöyle der: “Evet, insan evvela nefsini sever. Sonra akaribini, sonra milletini, sonra zihayat mahlukları, dünyayı sever. Bu dairelerin her birisine karşı alakadardır; onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir. Halbuki şu hercümerç alemde ve rüzgar deveranında hiçbir şey kararında kalmıyor kalmadığından, biç are kalb-i insan her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidin ellerini paralıyor, belki koparıyor. Daima ıztırap içinde kalır. Yahut gafletle sarhoş olur. Madem öyledir, ey nefis, aklın vara, bütün o muhabbetleri topla, hakiki sahibine ver, şu belalardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemal ve cemal sahibine mahsusturb Ne vakit hakiki sahibine verdin; o vakit bütün eşyayı Onun namıyla ve onun ayesi olduğu cihetle ıstırapsız sevebilirsin. Demek şu muhabbet doğrudan doğruya kainata sarf edilmemek gerektir. Yoksao muhabbet, en leziz bir nimet iken, en elim bir nikmet olur.”
3) Nursi, Sözler, s. 595.
~~~~ * ~~~~

     İkinci kısım ise, en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini Allah’ı sevmeye vesile yapar. Bu kısım muhabbet, topluluğunu muhafaza edemez, dağılır. Ve bazan da kavî bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mânâ-yı ismiyle tamamen cezb eder, helâkete sebep olur. Şayet Allah’a vâsıl olsa da, vüsulü nâkıs olur.” (1)
     Bütün bu izahlardan analışmaktadır ki, insan önce Allah’ı sevmelidir. Çünkü insana verilen sınırsız denilebilecek sevgi potansiyeli noksansız, ezeli ve ebedi olan Allah’ı sevmek için verilmiştir. İnsanın sevgi konusunda tatmin olması da ancak bu şekilde mümkündür.Allah’ı düşünmeden, Allah’a inanıp, O’nu tanıyıp sevmeden diğer varlıkları sevmek, onlar ve onların özellikleri geçici olmasından insanın büyük psikolojik sıkıntılara sürükler.Bu sevgi insanın Allah’a bağlılığını artırır. Diğeri ise Allah ile olan bağını koparır.

     3. Soyut Olarak Allah Sevgisinin İnsana Yeteceği Algısı
     Çoğu kişi Allah’ı çok sevdiğini söyler. Bu sevgi bana yeter der. Soyut Allah sevgisinin kendisini kurtaracağını zanneder. Bu insanın aklında ve kalbinde oluşan ya da oluşturulan yanlış bir algıdır. Sevginin yozlaştırılmasıdır. Halbuki Allah sevgisi, insanlar arasındaki sevgi gibi fiili olarak, davranışsal olarak tezahür etmek ister, yansımak ister. Bu tezahür de doğru bir tezahür olmalıdır. Tezahür etmeyen sevgi insanın kendisini kandırması, Allah’ı da kandırmaya çalışmasıdır. İnsan kendisini kandırabilir ama Allah’ı kandıramaz.
     Bu yansımanın nasıl olacağını da Yüce Allah bize Kur’an’da anlatır: “De ki, Ey Muhammed. Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” (2) Kureyşliler, Allah sevgilerinin bir tezahürü olarak putlara taptıklarını, Hıristiyanlar Allah’ı sevdiklerinden dolayı Hz. İsa tazim ettiklerini bildiriyorlardı. Bu gibi davranışlar üzerine bu ayetin indiği rivayet edilmektedir. (3)
     Ayete göre Allah’ı sevmenin tezahürü, bu sevginin gerçek bir sevgi olması, sözcük olmaktan, soyut bir duygu olmaktan öteye geçmesine, yani Hz. Muhammed s.a.v.e uyulmasına bağlıdır. Hz. Muhammed’e uymak Allah’a itaat etmek anlamına gelir. (4) Razi’nin ifadesine göre, eğer Allah resulüne itaat edilmezse, o takdirde Allah sevgisi meydana gelmez. (5) 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Nursi, Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, Ekol Ofset, İstanbul, 1980, s.66.
2) Al-u İmran, 3/31.
3) Razi, Fahruddin, Mefatihu’l-Gayb, www, el Tafsir.com. (erişim, 24-11-2016)
4) Nisa, 4/80.
5) Razi, Fahruddin, Mefatihu’l-Gayb, www, el Tafsir.com. (erişim, 24-11-2016)
~~~~ * ~~~~

     Kurtubi ise, Sehl b. Abdillah’ın konuyla ilgili görüşünü nakleder: “Allah sevgisinin alameti, Kur’an sevgisidir. Kur’an sevgisinin alameti, Resulullah sevgisidir. Resulullah sevgisinin alameti Sünnet sevgisidir. Bunların hepsini sevmenin alameti, ahiret sevgisidir.” (1) Dolayısıyla burada, “Kur’an bize yeter” diyerek insanlarda sünnet ile ilgili olumsuz algılar oluşturan kimselere de çok önemli bir cevap vardır. Sünnete uymak, yani Allah resulünün yolunu takip etmek, Allah’ı sevmemizin en önemli göstergesidir. Bu da iman-ibadet, ahlak ve muamelatta kendisini gösterir. Allah’ın istediği şekilde davranışlara yansımayan sevgi, yalancı bir sevgidir.

     4. Başkanlara, Şeyhlere, Liderlere Sevginin Allah Sevgisi Gibi Olması
     Müslümanlarda oluşturulan bir yanlış algı da farkına varılarak veya varılmayarak başkanlara, şeyhlere, liderlere, hocalara, dünyevî objelere yöneltilen sevginin Allah sevgisi gibi olmasıdır. Bu, cahiliye döneminden günümüze kadar gelen, zaman zaman şekil değiştiren bir yanlış algıdır. Kur’an-ı Kerimin bildirdiğine göre Müşrikler Allah’a inandıklarını söylemelerine rağmen, elleriyle yaptıkları putları kendilerini Allah’a yaklaştırma aracı olarak görüyorlardı (2) Kur’an’ın ifadesine göre onlar cansız, duygusuz, ruhsuz, güçsüz putlara önem atfediyorlar ve onları Allah’ı sever gibi seviyorlardı. (3)
     Kur’an cahliye toplumunda geleneksel kültürle oluşan bu yanlış algıyı değiştirmek için, müminlerin Allah’a olan sevgilerini tarif ederken, “müminlerin Allah’a imanı daha fazladır” (4) buyurmaktadır. İşte insanların Allah’a inandıklarını söylemelerine rağmen, liderlerine, şeyhlerine, başkanlarına, hocalarına olan sevgisi de buna benzemektedir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Kurtubi, ebu Abdillah Muhammed b. Muhammed, el Camilu li Ahkami’l-Kur’an, www.eltafsir.com  (erişim, 24-11-2016)
2) Zümer, 39/3.
3) Bakara, 2/165.
4) Bakara, 2/165.
~~~~ * ~~~~

     Hıristiyanların Hz. İsa’yı sevmeleri de aynı mantığa dayalıdır: Allah gibi sevmek. İnsanların karşı cinsi, çocuklarını, malı, mülkü de Allah gibi sevdiği görülmektedir. Bu yanlış algı, Allah’a iman, Allah’ı tanıma, Allah’ı daha fazla sevme ve sevdiklerini de Allah için sevme ilkesiyle düzeltilebilir. Şu ayet bu algının düzeltilmesi için bize önemli bir ölçü vermektedir:
     “De ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabalarınız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan ve resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (1)
     Öyle ise insan, kendini kontrol etmeli, Allah’ı bütün sevdiklerinden daha fazla sevmelidir. Buradan anlaşılan husus şudur: Allah insana sınırsız sevgi potansiyelini kendisini sevmemiz için verdiği halde, biz yanlış bir algı ile bunu sadece Allah’ın dışındaki varlıkları sevmeye yöneltiyoruz. Bu ise sevginin veriliş amacıyla bağdaşmayan bir durumdur. O halde, sevdiğimiz varlıklar kim ve ne olursa olsun, Allah gibi değil, Allah için sevilmelidir.

     B. Aşk
     Aşk ile ilgili yapılan izahlara baktığımızda hepsinde “aşırılık” ön plana çıkmaktadır. Bu aşırılık, Cahız’ın belirttiği gibi, hastalığa ve telef olmaya sebeb olmaktadır. Hâlbuki sevgide böyle bir telef söz konusu değildir.2 Aşk geçici bir duygudur ama insanda var olan bir duygudur. Bu duyguyu inkar etmek mümkün değildir. Ancak Kur’an aşkı hiçbir zaman ön plana çıkarmaz. Bununla ilgili yanlış bazı algılar vardır.

     1. İnsanlara Aşık Olmadan Allah’a Aşık Olunmaz.
     İnsan karşı cinse aşık olmalıdır. İnsanlara aşık olmadan Allah’a aşık olunmaz. Hatta bir siyasetçimiz birkaç sene önce gençlere seslenerek “aşık olun gençler” demişti. Burada iki husus vardır: birincisi insanın karşı cinse aşk, diğeri Allah’a aşkı.
     Her şeyden önce aşk, ifrat-ı hub olarak tarif edilir. Ancak İnsanda bu duygu vardır. Bu duygu “niyet ettim aşık olmaya” diyerek uygulamaya konulacak bir duygu değildir. Bunun hem tasavvufu hem de psikolojiyi ilgilendiren yönü vardır. Önce ikincisinden başlayalım: Batı dünyası romanları, romantik filimleri ve kişisel gelişim kitaplarıyla yozlaşan kadın- erkek ilişkilerini romantik aşk efsanesiyle düzeltmek istemektedir. Batı dillerinden Türkçemize tercüme edilen bir çok kitapta ve İngilizce bir çok sitede aşık olmanın yolları anlatılmakta, birileri de bu pazardan önemli miktarda paralar kazanmaktadır. Kimileri de aşkın ömür boyu süreceği yalanıyla zavallı insanları kandırmaktadır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Tevbe, 9/24.
2) Kehhale, Ömer Rıza, el-Hubb, Müssesetü’r-Risale, Beyrut, 1984, s. 114-115. Bir Hind filozofu, erkek ile kadın arasında bir aşk zuhur ettiğini gördüklerinde, onların ailelerine taziyeye gittiklerini belirtmektedir. Kehhale, a.g.e. s. 62. Buradan da anlaşılmaktadır ki, aşk iki insanın adeta ölüp de sosyal hayattan soyutlanıp mezara girmesine vesile olmaktadır. 
~~~~ * ~~~~

     Halbuki kadın erkek arasındaki ilişkide asıl olan aşk değildir, sevgidir. Aşk istemekle meydana gelecek bir şey de değildir. Ve genellikle karşı cinsin güzel bulunmasından ve onunla fazla ilgilenilmesinden ortaya çıkan bir durumdur. Bu durum, Batılı psikologlar tarafından evlilik için kurulmuş bir tuzak olarak isimlendirilir. Böyle bir duygu geçicidir, eğer meydana gelmişse amacı da insanları meşru olan evliliğe götürmektir. (1) Ancak bu geçici durum,(araştırmalara göre altı ay ile 2 sene devam eder) daimi olabilecek bir durum gibi takdim edilerek yanlış bir algı oluşturulmaktadır. (2)
     Aşk iki kişilik bencillik, iki kişilik yalnızlıktır. (3) Bu yüzden hastalıklı bir ilişki olarak nitelendirilebilir. Yani aşk, karşıdaki insandan başka hiçbir şeyi görmemek, başka hiçbir şey ile ilgilenmemek anlamında olduğundan insanın sosyal yaşamını öldürmekte, iki kişiye bir kafese koymaktadır. Scott Peck, bu konuyu “insanın geçici olarak sınırlarını kaldırması, onları çökertmesi” olarak nitelendirir. Çünkü ona göre insanın sınırlarını genişletmesi çaba ister; aşık olmak ise çaba gerektirmez.” (4) Bu yüzden diyebiliriz ki, insanlar geçici olan aşka yönlendirilmekle, kandırılmış olmaktadırlar.
     İlahi aşk da böyledir. İlahi aşkı deneyimleyen insanların sayısı çok azdır. Onlar da manevî bir sarhoşluk ve sekr hali yaşarlar ve dengelerini kaybederler. Tarihte bunun bir çok örnekleri vardır. İfrat-ı hub olarak tarif edilen aşk, ilk mutasavvıflar nezdinde Allah hakkında kullanılması caiz olmayan bir durumdur. Yani ne Allah insanlara aşık olur, ne de insan Allah’a aşık olur. İnsanın Allah ile ilişkisinde Kur’an’ın ön plana çıkardığı şey Allah sevgisidir. Müminlerin Allah’a sevgisinin daha fazla olduğunu bildiren ayet, aşkı değil sevgiyi anlatmakta, insanların Allah’ı diğer varlıklardan daha fazla sevmesi gerektiğini dile getirmektedir.
     Tasavvuf tarihi konusunda yapılan araştırmalar, aşk kavramının ilk defa muhabbetten ayrı olarak ciddi bir şekilde ele alan kişinin, Ahmed el-Gazali (ö.520/1126) olduğunu göstermektedir. Onun “Sevanihu’l-Uşşak” isimli eseri, özel olarak aşk konusunun işlendiği ilk eserdir. Bu risalenin yaygınlık kazanmasından sonra, aşk kavramı tasavvuf çevrelerince hararetle benimsenmiştir. Mutasavvıf olmayan âlimlerin aşka getirdikleri tenkid, daha önce de belirttiğimiz gibi ilk mutasavvıflar tarafından da yapılmıştır. Örneğin, Kuşeyrì’nin risalesinde geçen ifâdeler bu konuyu desteklemektedir: “Muhabbetin bulunduğu yerde lezzet, hakikatin bulunduğu yerde dehşet vardır. Aşk sevgide sınırı aşmaktır. Allah haddi aşmakla nitelendirilemez. Öyleyse aşk ile nitelendirilemez. bütün mahlukata ait sevgilerin hepsi toplansa da bir şahsa verilse, bu şahıs normal olarak Allah’ı sevme derecesine ulaştı diye hükmetmeyi hak edemez. Şu halde kul Allah sevgisinde haddi aştı denemez. Bu sebeble “Allah kuluna âşık oldu” denemeyeceği gibi, kul da “Allah’a âşık oldu “ diye tavsif edilemez. Bunun için aşk reddolunmuştur. Bu yüzden aşk Allah’ın sıfatı olamaz. Allah’ın kula veya kulun Allah’a âşık olma ifrat bir durum olduğu için sağlıklı bir sevgi değildir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Peck, Scott, Az Seçilen Yol, s.92.
2) Scott Peck, sevgi ve aşık olma konusunda yanlış algıları düzeltici ifadeler kullanmaktadır. Ona göre sevgi hakkındaki bütün yanlış kavramların en güçlü ve en yaygın olanı, “aşık olma”nın sevgiye eşit olduğu ya da en azından sevginin tezahürlerinden biri olduğu inancıdır. Bunun yanıltıcı bir inanç olduğuna dikkat çeken Peck, aşık olma deneyiminin “cinsellikle ilgili” olduğunu, çocuklarımızı çok derin bir sevgi ile sevebildiğimiz halde onları aşık olmamızın mümkün olmadığını dile getirir. Peck, aşık olma durumunun geçici olduğunu ifade ederek, ancak sevginin devamlı olduğunu söylemektedir. Sübjektif bir sevgi olan aşkın illüzyon olduğunu, gerçek sevginin köklerinin aşkta yatmadığını söyleyen Scott Peck, aşkın iradeye bağlı olmayan bir şey olduğunu, çok istekli olunsa dahi onu tecrübe etmeme ihtimalinin bulunduğunu, aranmayan bir zamanda insanın başına gelebileceğini, bu geçici durumun evlilik yoluyla yalnızlığımızı güvence altına almaya vesile olduğunu,bu yüzden evliliğe götüren bir tuzak olarak nitelendirilebileceğini dile getirir.Peck, Scott, Az Seçilen Yol,s. 84-91. Ayrıca ona göre, aşık olarak evlenen kişilerde aşk duygusunun bitmesi, evliliğin bitmesi değil, başlangıcı olarak düşünülmelidir.Peck, a.g.e.,s. 93.
3) Fromm, Erich, Sevme Sanatı, s.60.
4) Peck, a.g.e, s.90.
~~~~ * ~~~~

     Kur’ân ve sahih hadìslerde “aşk” kelimesi zikredilmez. Sevgi, çoğunlukla hub, vüd kelimelerinin müştaklarıyla birlikte kullanılır. Tasavvuf bilimi, Kur’ân ve hadìslerde geçen sevgi kavramının anlamını genişletmiş, sevgiyi mertebelere ayırmıştır. Ancak bu genişletme esnasında, aşkın ön plana çıkarılması bu konuda lafız olarak Kur’ânî çizgiyi muhafaza etme kaygısı taşınmadığını göstermektedir. Özellikle Allah ile kul arasında Kur’ân’da bildirilen “sevgi” ilişkisinin “aşk” kavramıyla ifâde edilmesi, Kur’ân’ın nitelendirmesi değildir. İlk dönem mutasavvıflarının, aşk, âşık, mâşuk yerine, hub, muhabbet, habîb, mahbûb kelimelerini kullanmayı tercih etmelerine rağmen (1) daha sonra gelen mutasavvıfların bu çizgiden uzaklaştıkları görülmektedir. İlk sufilerin birçoğu Allah sevgisini ifâde etmek üzere, Kur’ân ve sünnette yer alan hub ve muhabbet yerine “aşk” kelimesinin kullanılmasına karşı çıkmışlardır. (2)
     Son devir İslam alimlerimizden Bediüzzaman Said Nursi, ilahi aşkın insandaki dakik tefekkürü ortadan kaldırdığını söylemektedir.
     Said Nursi, bu anlayışa sahip olan insanların süslü olan bu kâinata bakıp onu aşk ve şevk ile sevdiğini, bunu yaparken de, "dakik tefekkürü" kısmen bırakarak aşka yapıştığını bildirir. (3) Sevdiği şeylerin zevalinden dolayı kendisini teselli etmek isteyen bu yoldaki bir kişi, her şeyin Allah'ın bir nakşı olduğu düşüncesini dile getirmez, o varlığın içinde Allah'ın olduğunu veya her şeyin Allah olduğunu iddia eder. Böylece bütün varlıkları "vahdet" eder, yani birleştirir. Allah'ın dışındaki her şeyi de yok sayar. Bu düşünce, sevdiği şeylerin firaklarından kaynaklanan elemi ortadan kaldırmak ister. Bu anlayışta olan bir kişi Muhyiddin-i Arabî gibi yüksek ve kuvvetli bir iman sahibi ise, zevki, nurani ve makbul bir mertebeye çıkar. Yoksa vartalara, maddiyata girmek, esbapta boğulmak ihtimali vardır. (4) Böyle bir durumdaki kişinin ağzından İslam'ın özüne uymayan, anlamını kendisinden başka kimsenin çözemeyeceği ifadeler zuhur etmekte, bu da o durumu yaşamayan kişiler tarafından yanlış anlaşılmaktadır. Bu tecrübeyi yaşayan mutasavvıfların "zındıklıkla" bile itham edildiği görülmektedir. Bediüzzaman bu durumdaki insanların cezbe halinde söylediği sözlerden sorumlu olmayacağını, ama aynı sözleri şuuru yerinde olan kişilerin söylemesi durumunda onların sorumlu olacaklarını dile getirmektedir. Bu durumda bir aşırılığı ifade eden aşk, orta yol dini olan İslam'ın açtığı ana yol olma özelliğini taşımamaktadır. Çünkü bu tür deneyimleri herkesin yaşaması imkânsız olduğu gibi, bu deneyimleri yaşayan kişilerin eser ve şiirlerini de herkesin anlaması mümkün değildir. Çünkü Allah’a aşık olan bir kimse, Allah’tan başka hiçbir şeyi düşünmez. Manevi bir sarhoşluk içinde yaşar. Bu yüzden vahdet-i vücud anlayışıyla yakından ilişkisi olan aşkın ön plana çıkarılması Kur’anî bir çizgi değildir. Kur’an aşkı değil, sevgiyi ön plana çıkarır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Uludağ, Süleyman, “Aşk”, DİA, İst., 1994, IV, 12.
2) Uludağ, “Aşk”, DİA, IV, 11-12.
3) Nursi, Said, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2001, s. 91.
4) Nursi, Mektubat, s. 91-92
~~~~ * ~~~~

     C. Şefkat
     Kur'an-ı Kerim'de şefkat kelimesi "Allah"ın şefkati" şeklinde kullanılmıyor. Ancak şefkatin inayet ve sevgi boyutlarını içinde barındıran Rahmet kullanılıyor. Örneğin Allah'ın "Rahim" olduğunu ifade eden, rahmetinin her şeyi kuşattığını ifade eden ayetler bunun delilini teşkil ediyor. (1)
     O halde Allah'ın rahmeti Allah'ın şefkati anlamını da içinde barındırıyor. Ancak Şeyh Zade'nin bildirdiğine göre, bu, tıpkı insanlarda olduğu gibi, "Rikkat-i kalb" acıma anlamında değildir. Burada Rahmet, irade ve ihtiyar ile "ihsan etme, muhtaç olanların ihtiyaçlarını giderme" anlamındadır. Bunun için Rahman ve Rahim, "Muhsin", yani ihsan eden, nimetler vererek iyilik eden anlamına gelmektedir. (2)
     Bediüzzaman Said Nursi de, Rahmet kelimesinin bir başka isim formu olan, "Rahman"ın "Rezzak" anlamına geldiğini ifade ettikten sonra, terbiyenin iki yönü olduğuna dikkat çekiyor. Ona göre terbiyenin biri menfaatleri celb etmek, diğeri, zararları defetmek üzere iki esası vardır. Rahman, "Rezzak" anlamına geldiğinden menfaatleri celb etmeyi ifade ediyor. Rahim ise, Gafur yani çok affeden anlamına geldiğinden dolayı terbiyenin ikinci esası olan, zararları defetmeye işaret ediyor. (3)
    Buradaki ifadelerden, şefkatin "İhsan etme, ihtiyaçlarını giderme, affetme" gibi anlamları ön plana çıkmaktadır. Nitekim Zemahşeri de, Rahmet'in "Allah kullarına nimet vermesinden mecaz olarak kullanıldığına" dikkat çekmekte ve şöyle demektedir: "Çünkü bir padişah raiyetine şefkat ettiği zaman, onlara ihsanda bulunur, iyilik eder, ihtiyaçlarına giderir". (4)
     Said Nursi, Haşir Risalesi'nde, Allah'ın şefkatini, O'nun rahmetini anlatırken açıklıyor. Ona göre Allah'ın rahmeti, şefkati, en aciz ve en zayıftan en kuvvetliye kadar, her canlıya bir rızık verilmesiyle, en dertlilere derman yetiştirilmesiyle, çiçeklerin açıp meyvelerin takdim edilmesiyle, zehirli bir böceğin eliyle balın yedirilmesiyle, elsiz bir böceğin eliyle ipeğin giydirilmesiyle ortaya çıkıyor. (5)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Abdülbaki, Muhammed Fuad, el-Mu'cemü'l-Müfehres, li Elfazi'l-Kur'ani'l-Kerim, İstanbul, 1984, s. 304- 30
2) Şeyh Zade, Haşiyüte Şeyh Zade Ala Tefsir-i Kadi Beydavi, İhlâs Vakfı, İstanbul, 1994, I, s. 27
3) Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü'l-İcaz, çev: Abdülmecid Nursi, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1978, s. 15, 19
4) Zemahşerî, Ebû'l-Kâsım Mahmud İbn Ömer, el-Keşşaf, Darü İhyai Türasi'l-Arabi, Beyrut, 1997, I, s. 51.
5) Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İst., 2001, s. 65
~~~~ * ~~~~

     Diğer taraftan, gerek nebati, gerek hayvani ve gerekse insani bütün validelerin o rahim şefkatleriyle ve süt gibi o latif gıda ile aciz ve zayıf yavruların terbiyesi, geniş bir rahmetin cilvesini gösteriyor. (1)
     Kur'an'da Rahmetin "nimet" (Rum, 30: 33, 36; Fussilet, 41: 50; Şura, 42: 48), "rüzgâr" (Neml, 38: 63; Furkan, 25: 48), "gece ve gündüz" (Kasas, 28: 73) ve "yağmur" (Şura, 42: 28 gibi maddi; "Hazret-i Muhammed" (Enbiya, 21: 107), "mağfiret ve af" (el İnsan, 76: 31; el A'raf, 7: 156) gibi manevi boyutu bulunmaktadır.
     Şefkatle ilgili yanlış algıları şöyle sıralayabiliriz:
     1) Allah’ın acıma duygusuna sahip olduğu iddiası.
     Bu Allah’ın şefkatiyle ilgili yanlış bir algıdır. Bu yanlış algıyı Gazzali düzeltmektedir. İmam-ı Gazali, Esmaü'l-Hüsna isimli eserinde Rahman ve Rahim isimlerini açıklarken tam rahmetin, muhtaçlara hayır saçmak, umumi rahmetin de müstehak olana da olmayana da ulaşan rahmet olduğunu söylemektedir. Buna göre Allah'ın Rahmeti hem tam, hem de umumidir. Rahmet, elem verici bir acıma hissini içinde barındırmaktadır. Yani merhametli olan, öyle bir his duyar ki, bu his merhamet sahibine elem verir. Merhametli olana arız olan bu acıma hissi, sahibini, merhamet edicilerin hacetini görmeye sevk eder.
     Şüphesiz ki, Allah, elem verici acıma hissinden münezzehdir. Merhamet edenin elem duyması kendi zaafından ve noksanlığından dolayıdır. Allah şefkatli ve merhametlidir, aynı zamanda aciz değildir, muhtaçların bütün ihtiyaçlarını giderir. Ona göre merhamet eden, merhamet ettiğinin hacetini görmekle, kendisinde oluşan elem verici acıma hissinden kurtulmak ister. Böylece kendisine ihtimam göstermiş, kendi gayesi için çalışmış olur. Böyle bir durum rahmetin manasını kemalden düşürür. Kendisini elemden kurtarmak için başkasına yapılan merhamet, yani şefkat kâmil olmaz. Rahmetin kemali yüce Allah'ta vardır. Bu da, sırf ihtiyaç sahibinin ihtiyacını karşılamak gayesiyle yapılan eylemdir. Buna göre Allah'ın Rahmeti; yaratması, imana ve saadet sebeplerine yöneltmesi, ahiret saadeti vermesi, cemalini göstererek insanlara ikramda bulunmasıdır. (2)

     2. Allah Çok Merhametlidir, Şefkatlidir, İnsanları Cehennemde Ebedî Olara Yakmak Onun Şefkatin Zıttır.
     Bu algı yanlış bir algıdır. Çünkü insanlar bu dünyaya imtihan için gönderilmişlerdir. Allah bütün insanlara sonsuz şefkatinin tecellisine mazhar etmiştir, onlara her türlü imkanları bahşetmiştir. Maddi olarak hayat ve hayata lüzumlu olan şeyleri vermesi, manevi olarak peygamberler ve kutsal kitaplar göndermesi onun şefkatinin yüksek tezahürleridir. Bu şefkate karşılık insanın Allah’a iman etmesi, ona ibadet etmesi istenmektedir. İnsan Allah’ı inkar eder, O’na şirk koşar, münafıklık yapar da öyle ölürse bu durumda Kur’an ayetleriyle sabittir ki, o ebedî olarak cehennemde azap çekecektir. Bu ayetlerle sabit olmasına rağmen, bunu Allah’ın şefkatine sığıştıramayanlar, Allah’ın şefkatinden fazla şefkat etmeye kalkışan insanlardır. Halbuki böyle bir şefkat şefkat olmaktan çıkmaktadır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Nursi, Sözler, s. 65.
2) Gazali, Esmaü'l-Hüsna, çev. Yaman Arıkan, Elifba Yayınları, İst. 1982, s. 104-106.
~~~~ * ~~~~

     3. Şefkatin Sadece Dünyevî Hayatı Garanti Altına Almak İçin Kullanılması.
     Bu yanlış bir algıdır. Allah sonsuz şefkatinden insanlara da vermiştir. Ama kadınlarla bu şefkat daha fazladır. Bu şefkati çoğu anne-baba çocuklarının dünyevi istikballerini kurtarmak için sarf etmektedirler. Halbuki bu şefkatin suistimali, yani kötüye kullanılmasıdır. Yani yanlış algılanması ve yönünün yanlış bir yere çevrilmesidir. Halbuki gerçek şefkat, çocukların dünyevî geleceklerini garantiye almak için çalışmanın yanında onların ebedî hayatlarını kurtarmak için de gayret etmek demektir. Said Nursi eserlerinde, şefkatin pek geniş olduğunu, bir kişinin şefkat ettiği çocukları münasebetiyle bütün yavrulara, hatta ruh sahibi varlıklara sevgisini, şefkatini göstermesi gerektiğini ve böylece Allah'ın Rahim ismine bir çeşit "ayna" olduğunu ifade etmektedir (1).
     Burada şefkat ve sevgideki "yayılmacı" özellik karşımıza çıkmaktadır. Bir kişi sadece çocuğunu seviyorsa, başka kimseyi sevmiyorsa bu şefkatin genel karakteriyle bağdaşmayan bir durumdur. Said Nursi'ye göre annelerin çocuklarını tehlikelerden kurtarması, ücret istemeden ruhlarını feda etmeleri, onların şefkatlerinin bir yansımasıdır. Ancak Said Nursi, şefkatin bir başka boyutuna da dikkat çekiyor ve şöyle diyor:
     "Bu kahramanlığın inkişafı ile hem dünya hem de ebedi hayatını onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymetli seciye inkişaf etmez. Veya su-i istimal edilir." (2)
     Burada Nursi, çocuklara karşı gösterilen şefkatin, yalnızca onların maddi ihtiyaçlarını gidermekle kalmayıp, manevi ihtiyaçları için de gerekli olduğuna dikkat çekiyor. İşte psikoloji şefkatin bu boyutuna temas etmemektedir. Ona göre, bir anne çocuğunu dünyevi tehlikelerden kurtarmaya çalıştığı halde, ahiretteki tehlikeden kurtarmaya çalışmazsa bu gerçek bir şefkat değildir. Yukarıdaki ifadeye göre bu, şefkatin suiistimalidir. Yanlış yöne kanalize edilmesidir. Said Nursi'nin ifadesine göre bu, çocuğu dünya hapsinden korumaya çalışmaktır, Cehennem hapsini ise nazara almamaktır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Nursi, Mektubat, s. 35
2) Nursi, Lem'alar, s. 201.
~~~~ * ~~~~

     "Fıtri şefkatin tam zıddı olarak o masum çocuğunu, ahirette şefaatçi olmak lazım gelirken davacı ediyor. O çocuk, 'benim imanımı takviye etmeden bu helaketime sebebiyet verdin' diye şekva edecek. Dünyada da İslami terbiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı layıkıyla mukabele edemez, belki çok kusur eder. Bu yüzden hakiki şefkat suiistimal edilmemeli. Şefkati idam-ı ebedi olan dalalet içinde ölmekten kurtarmaya sarf etmeli. Bu durumda çocuk ahirette davacı değil, duacı olacaktır." (1)

     4. Yapılan İslami ve Kur’ani Hizmet Karşılığında Bir Ücret Talep Edilmesi
     Bu da şefkatle ilgili yanlış bir algıdır. Şefkat ve merhametin gerçek anlamlarına zıttır. Çünkü şefkatin özünde karşılıksız olmak vardır. Annelerin gösterdikleri şefkat karşılığında bir ücret beklediklerini söylemek gerçekçi olmaz. Peygamberimiz s.a.v yaptığı tebliğ görevi boyunca ücret talep etmemiş, tam aksine bütün zenginliklerini İslama davet yolunda harcamıştır. Bütün peygamberler Kur’an’da tebliğ etme karşılığında kimseden bir ücret talep etmediklerini beyan etmektedirler.
     Nitekim bir ayet-i kerimede; "Ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim Alemlerin Rabbi olan Allah’aittir.” (2) buyrulmaktadır. Yasin suresinde de tebliğ karşılığında hiçbir ücret istemeyene tabi olunması gerektiği bildirilir. (3) Başka bir ayette ise, Hz. Muhammed’in peygamberlik hizmetine mukabil onlardan hiçbir ücret istemediği, yalnızca yakınları sevmeyi istediği bildirilir. (4) Bu yakınları sevme, ehl-I beyt olarak anlaşılabileceği gibi, insanların yakın akrabaları olarak da anlaşılabilir. Her iki hususta da Yüce Rabbimizin hizmete karşılık ücret yerine sevgiyi ön plana çıkardığını söylememiz mümkündür.
     O halde şefkatin en yüksek derecesi insanların imanlarını kurtarmak, ya da takviye etmek için karşılık beklemeden hizmet etmektir. Eğer birileri sürekli ücret talep ediyorsa, orada Kur’an’a uymayan bir durum söz konusudur.
     Gazzali, Esma-i Hüsna şerhinde Rahim isminden hisse alan insanın durumunu şöyle açıklar:
     “Bu isimlerden hisse alan kişi, Allah’ın gafil kullarına merhamet eder. Nasihat ile onları gaflet yolundan ayırır. Allah yoluna sevk eder. Fakat bunu lutuf ve merhametle yapar. Günahkar insanlara, şefkat ve merhamet gözüyle bakar. Diğer taraftan rahmetin yani şefkatin maddi yansımasına göre de, hiçbir muhtacı ihtiyaç içinde bırakmaz. Eğer maddi imkanı yoksa dua eder.” (5)

     Sonuç ve Değerlendirme
     Sevgi, aşk ve şefkat insan hayatında önemli olan duygu ve eylemlere dayalı kavramlardır. İnsanda sınırsız potansiyele sahip bir sevgi duygusu bulunmaktadır. Bu duygunun fiili olarak tezahür etmesi gerekmektedir. Sadece Allah’ı soyut olarak sevmenin insana yeteceği iddiası yanlış bir algı oluşturmaktadır. Gerçek sevgi tezahür etmek ister. İnsanlar arasında tezahür etmeyen sevginin bir anlamı olmadığı gibi, insan ile Allah arasındaki sevgi ilişkisinde de Hz. Muhammed’e itaat anlamında bir tezahür gözükmediği takdirde hiçbir anlamı yoktur. Diğer taraftan aşk da içinde ifratı barındıran geçici bir duygudur. Sevginin aşırısı olarak tarif edilir. Geçici bir duygu olan aşkın hem beşeri hem de ilahi anlamda ön plana çıkarılıyor olması, bu duygunun yozlaştırılması ve yanlış algılanması demektir. Çünkü Kur’an aşkı değil, sevgiyi ön plana çıkarır. Şefkat ise, karşılıksız merhamet anlamına gelir ve annelerde yoğun olarak gözükür. Şefkat şefkat edilen insanların hem dünyevi, hem de uhrevi hayatlarının tehlikeye düşmesinden korkulması ve bu yüzden önlem alınması manasında kullanıldığında doğru olan bir yoldadır. Ama sadece insanları dünyevi tehlikelerden korumaya yönelip de, ebedî hayatlarını tehlikeden korumaya çalışmazsa bu takdirde şefkat, yozlaştırılmış ve şefkat hakkında yanlış bir algı oluşturulmuş demektir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Nursi, Lem'alar, s. 201-202.
2) Şuara, 26/127.
3) Yasin, 36/21.
4) Şura, 42/23.
5) Gazzali, Esma-i Hüsna Şerhi, s. 166
~~~~ * ~~~~
 
bus

10 Ekim 2021 Pazar

DİNİ YAYINLAR GENÇLİĞİ YAKALAYAMIYOR / İlker Nuri Öztürk / Yeni Şafak 15 Mayıs 2020

DİNİ YAYINLAR
GENÇLİĞİ YAKALAYAMIYOR
İlker Nuri Öztürk
 15 Mayıs 2020, Yeni Şafak 
     Artan sosyal medya kullanımı, gençlerin kitapla arasını açtı diyebiliriz. Son yıllardaki dini metin ilgisini, talep edilen kitapları beş yayıncı ile konuştuk. Ahmet Kasım Fidan, dini yayınlarda gençlere ulaşmak için, onların dilini yakalamak gerektiğini söylüyor.
     Yetmişli ve seksenli yıllarda büyük ilgi gören dini kitaplar doksanlı yılların ikinci yarısından sonra okunmamaya başlandı.
     Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından 38 yıldır düzenlenen Sultanahmet Kitap Fuarı bu Ramazan ayında ilk kez yapılamadı. Adeta bir gelenek salgın hastalık yüzünden sekteye uğradı. Önce dini yayınlar olarak başlayan daha sonra alanını genişleterek kültür ve edebiyat kitaplarına da yer açan fuar ilk yıllarda tıklım tıklım olurdu. Dini kitapların en çok satıldığı bu fuara yayınevleri de aylar öncesinden hazırlanmaya başlardı. Dini kitapların çok satıldığı adres elbette sadece burası değildi. Fuar dışında da özellikle Beyaz Saray içinde bulunan bir kısmı da Cağaloğlu’nda yer alan kitapçılardı. Yetmişli ve seksenli yıllarda büyük ilgi gören dini kitaplar doksanlı yılların ikinci yarısından sonra okunmamaya başlandı. Ramazan ayında açılan kitap fuarının o yıllarda adının değişmesi biraz da bu yüzdendi. Peki dini kitaplara ilginin her geçen gün azalmasının sebebi neydi. Kaynak sayılan pek çok dini kitabın bugün gençler tarafından okunmamasının sebebi hakkında yayıncılar ne düşünüyordu?
     Yayın dünyasının deneyimli isimleri Hasan Başpehlivan, Ahmet Bulut, Ahmet Kasım Fidan, Salih Zeki Meriç, Hasan Güneş ile gençliğin dini yayınlara ilgisini konuştuk. Gelişen teknoloji, yayınevlerinin hazırladıkları kitapları yenileyememesi en önemli sebepler arasında. Sözü burada yayıncılara bırakalım.
Hasan Başpehlivan
Gonca Yayınevi
SERBESTLİK İLGİYİ ARTIRDI
   - Bugünkü gençlerin dini yayınlara ilgisini nasıl değerlendirirsiniz?
   - Gençlerinin teknoloji merakı maalesef genel itibari ile süregelen kitap okuma alışkanlığımızın önündeki en büyük engeldir. Elbette gençlerimiz, teknolojik gelişmeleri takip edecek, faydalı olan her bir bilgiden istifade edeceklerdir. Ancak bilindiği gibi telefon, bilgisayar, TV vb. şeyler her daim bizi nefislerimizle baş başa bırakacaktır. Tabiî kafaları bu denli meşgul edici şeyler mevcut iken, gençlerimizin okuma hasleti gitgide zayıflamaktadır. Elbette hiç kitap okunmuyor demek haksızlık olur. Ancak zaten çok az olan bu okuma silsilesinde dini yayınların yeri başı çeker diyemeyiz. Maalesef, İslâmî yaşamdan uzaklaşmamızın bir tezahürü olarak, ilmi ve fikri yayınlardan çok popüler kültür mahsulü eserlerin okunması olağandır.

   - Gençler hangi dini yayınları okuyor? Siz de bir öneride bulunur musunuz?
   - Dini kitaplara ilgi duyan ve okuyan gençlerimizin, günümüzde ilgi duyduğu eserler geneli itibari ile İslâmî davanın öncüleri olmuş fikir adamlarının, hatıratları, yakın tarihimizde yaşanmış tarihi konulara da dokunan araştırma inceleme eserleri tercih görmektedir. Yine İslâmî camianın önde gelen, edebi zenginlikleri ile Türkiye’ye mâlolmuş eserler yayınlamış, edebiyatçı müelliflerimizin şiir, deneme, düz yazı, fikir yazıları da başı çeker diyebiliriz. Gençlerimize naçizane tavsiye edebileceğim –beni okurken derinden etkilemiş ve defalarca okumama sebep olmuş bir eserdir. – Üstad Ali Ulvi Kurucu’nun 5 ciltlik hatıratını muhakkak okumaları, yaşanan o hayattan kendilerine düsturlar çıkarmaları ve kendi hayatlarında da bu düsturları şiâr edinmeleri, gençlerimizin kendi yaşamlarına değer katacağı inancındayım. Bunun dışında yakın tarihimizde İslâmi hareketin keskin kalemlerinden bir fikir adamımız olan Mehmet Ertuğrul Düzdağ’ın –kendisi Muallim Mâhir İz’in talebesidir.– yayınlarını yakinen takip etmelerini tavsiye edebilirim.

   - 20-30 yıl öncesinin gençleri hangi dini yayınları okurdu? Bugünle nasıl bir fark var?
   - Bu meseleyi, okunan eserlerin konuları ve eserlerin derinliği arasındaki farklar ve bu farklılıkları oluşturan tarihî olayları ele almalıyız. Malum olduğu üzere memleketimizde otuz yıldan da fazlaca evvel, Müslümanca yaşamak, İslâmi fikirleri açık açık söylemek bile bir mesele idi. Kaldı ki böyle bir dönemde İslâmi yayınlar yapılsın, okuyuculara ulaşsın. Böyle baskılar yaşayan toplumumuzun İslâmi neşriyat ile buluşabilmesi muazzam bir olaydı. Bu serbestlik sonucu dini yayınlara ilgi ve alaka fazlaca oldu. Tabi böylesi bir hasretle ulaşılan bu hürriyetin bir sonucu olarak ilgi gören eserler; İslâmi fikir neşriyatları, tercüme eserler, kaynak eserler, tefsir ve tasavvuf kitapları olmuştur.

   - Günümüzde ise popüler kültür ve devamlı tüket mantığına yenik düşmemiz sonucu, gençlerimiz bilgiye ulaşırken tembellik ediyor ve daha basit ve gündelik yayınlar okumayı tercih ederek, sadece okumuş olmak için okumak döngüsüne düşüyorlar. Aman gençler, Müslüman bir genç her daim bilgili, birikimli ve şuurlu olmalı, tarihini ve dinini çok iyi hatim etmelidir. Müslüman bir gencin boşa yaşayacak bir saniyesi bile yoktur. Rabbim siz kıymetli gençlerimize şuurla yaşamayı nasip etsin. Amin.

Ahmet Bulut
Diyanet Yayınları
PRATİK ESERLER OKUNUYOR
   - Bugünkü gençlerin dini yayınlara ilgisini nasıl değerlendirirsiniz?
   - Din fıtrî ve sosyolojik bir olgudur. Modası geçecek, güncelliğini kaybedecek bir konu değildir. Hangi yaşta olursa olsun düşünen, sorgulayan bir varlık olan insanın dinden uzak kalması da mümkün değildir. Özellikle bugün, okuyan, sorgulayan, eleştirel ve analitik düşünebilen gençliğin dini yayınlardan uzak kalması düşünülemez. Diyanet İşleri Başkanlığı da kurulduğu günden bu yana toplumu sahih bilgiyle bilinçlendirmek ve hurafeleri ortadan kaldırmak için yayın faaliyetlerine çok titiz bir şekilde devam etmektedir. Bu bağlamda dine dair bütün konular ele alınmakta ve Peygamberimizin “İnsanlara anlayabileceği şekilde konuşun” hadis-i şerifi gereğince toplumun tüm kesimlerinin anlayabileceği şekilde eserler yayınlanmaktadır.
     Nitekim gerek Diyanet Yayınları’nda gerekse diğer yayınlarda gençlere yönelik dini yayınların artması gençlerin bu alana olan ilgisini göstermektedir. Burada dikkat edilmesi gereken husus gençlerin din konusunda sahih bilgiyle buluşmasını sağlamaktır. Yayınlarımız içinde en çok talep edilen eser türümüz çocuk ve gençlere yönelik olanlardır. Geleceğimizin teminatı olan gençlerimizin milli ve manevi değerlerine sahip, münevver birer fert olarak yetişmeleri için Diyanet İşleri Başkanlığı’nın gençlere yönelik yayınlara ne kadar büyük önem verdiğini çalışmalarımız göstermektedir. Bir de müjde vermek isterim. Gençlere yönelik dergi çalışmamız tamamlandı. İnşallah 2020 yılı içerisinde yayın hayatına başlayacak.

   - Gençler hangi dini yayınları okuyor? Siz de bir öneride bulunabilir misiniz?
   - Gençlerimizin inanç, ahlak ve gelişimle ilgili eserlerimize yoğun bir ilgisi olduğunu söyleyebilirim. Niçin İnanıyorum, İslam Nedir ve Onun Gibi Yaşamak adlı eserleri önerirken devamında bütün yayınlarımızla tanışmalarını tavsiye ederim.

   - 20-30 yıl öncesinin gençleri hangi dini kitapları okurdu? Bugünle nasıl bir fark var?
   - Yirmi otuz yıl öncesi benim gençlik yıllarıma denk geliyor. O dönemde okunan kitaplar daha ziyade kaynak eserler, roman ve bir nevi ideolojik boyutu öne çıkan yayınlardı. Hatta hatırlanırsa gazeteler o dönemlerde her eve bir ansiklopedi girmesi için kupon karşılığı ansiklopedi dağıtıyordu. Bu, gençlerin kendilerini yetiştirmesi için mutlaka okumaları gereken bir kaynak olarak gösteriliyordu. Tabi her dönemi kendi şartları ve dinamikleri bağlamında değerlendirmek gerekir. Hem şartlar hem de sosyolojik gerçeklikler bugünden çok farklıydı. Günümüze gelince, gençlik dijital çağ hızında yaşıyor artık hayatı. Okumaları daha ziyade pratik hayata etkisi olan ve çok fazla zaman almayan eserlerden oluşuyor. Kısa, öz, akıcı, kendini yormayacak, görseli, kalitesi özetle albenisi yüksek eserleri tercih ediyor. Bugünkü gençlik öz güveni daha yüksek, dolayısıyla ön kabulü olmayan ve eleştirel bakmayı bilen bir gençlik. Dolayısıyla doğru rehberlik yapıldığında gençlerimizin büyük ve önemli işler yapacağı kesin. Biz de bunun farkında olarak onlara doğru rehberlik yapacak eserleri çoğaltmanın gayreti içerisindeyiz.

Hasan Güneş
İnkılâb Basım Yayım
KİTAP MODASINI TAKİP EDİYORLAR

   - Bugünkü gençlerin dini yayınlara ilgisini nasıl değerlendirirsiniz?
   - Dinî yayınlara ilgi her dönemde az ya da çok vardır. Söz konusu olan, bu ilginin nitelik ve niceliğidir. Nüfusumuza ve okur-yazarlık oranına bakarak değerlendirdiğimizde, gençlerin dinî yayınlara ilgisini “çok az” diye nitelendirebiliriz. İlk kitabımızı yayınladığımız 1983 yılından bu yana, yayın sayısı oldukça artsa da kitapların baskı adetleri için aynı şeyleri söyleyemiyoruz. 1983-87 arası çıkan kitaplar 5 bin adet olarak basılırdı. Son on yıldır ise bu sayının bin ya da 2 bin olduğunu görüyoruz.

   - Gençler hangi dini yayınları okuyor? Siz de bir öneride bulunabilir misiniz?
   - Gençlerimizin çoğunluğu bilgi ağırlıklı kitaplardan ziyade, “hafif” veya “geyik muhabbeti” diye nitelendirebileceğimiz gevezelik ve lâf olsun diye söylenen sözlerin yazıya geçirilmiş hâllerini alıp okuyorlar. Olması gerekense bilgi ve bakış açısı kazandırırken kelime haznelerini de zenginleştirecek eserlerin alıp okunmasıdır. Herkes kendindeki eksikliği daha iyi bilir. Meselâ, İslâm inancının temellerine ait bir eksikliği mi var veya Kur’ân ve hadisle ilgili bilgi eksikliği mi var; edineceği kitaplar bellidir. Günün tartışılan siyasî, fikrî veya iktisadî konularıyla ilgili bilgilere ihtiyaç varsa yine, sahip olduğumuz, bu konularda yazılmış geniş literatüre başvurulmalıdır.
     Genç zihinlerde din, Allah, cennet-cehennem, kader üzerine her zaman güncelliğini koruyan sorular olur. Bunların geçiştirilmeden, temel bilgiler edinilmesi, okuyup öğrenenleri sarsılmaz bir imana ulaştıracaktır. Meselâ, yayınlarımız arasında çıkan Gençlerin İnanç Soruları, 80 Soruda Allah Hakkında Merak Ettiklerimiz, İslâm’a İlk Adım, Cuma Konuşmaları gibi kitaplar bu ihtiyaca dayalı olarak yayınlandı ve ilgi görmektedir.

   - 20-30 yıl öncesinin gençleri hangi dini kitapları okurdu? Bugünle nasıl bir fark var?
   - O zamanın da bu tarz kitapları vardı. Karanlık Gecelerin Nurlu Sabahı, Minyeli Abdullah, Huzur Sokağı, Oğlum Osman, İlginç Sorular, Gençliğin İmanını Sorularla Çaldılar, İslâm’da Bâtıla Benzemenin Hükmü, Medenî Vahşet, Kelimeler Kavramlar gibi. Kitapları gençlerin gündemine sokan moda akımlar, popülerlik, gençlerin itibar ettiği kişilerin veya kanaat önderlerinin tavsiyeleri olmaktadır.

Salih Zeki Meriç
Erkam Yayınları
HIZ ÇAĞI GEÇİCİ
KİTAPLAR KALICI
   - Bugünkü gençlerin dini yayınlara ilgisini nasıl değerlendirirsiniz?
   - Daha çok sosyal medya etkisinde kendini tanımlayan bir genç kitleyle karşı karşıyayız. Bunu olumsuz bir durum olarak ifade etmiyorum. Gerçek bu. Dolayısı ile gençliğin var olduğu mecraları iyi tespit edip onlarla kesişecek doğru bilgiyi sunmak önemli bir görev olarak ortaya çıkıyor. Daha çok algılarla hareket edilen bir ortamda olduğumuz için genç nesline dine bakışını da zaman zaman bu algılar etkileyebiliyor. Gençlerin dini kitaplara ilgisi belki ilk bakışta istenilen seviyede görülmeyebilir. Dini kitaplara ilgili, diğerleri ile kıyaslamak gibi bir yanılgıya düşmemeliyiz. Neticede din dediğimiz hadise bir takım prensipleri olan, belli yönleri ile insana zor gelen disiplinli bir hayattır. Yani insan nazarında hayrın alıcısı her zaman az, şerrin alıcısı da her zaman çok olmuştur. Bu ülkemizde de böyledir, dünya genelinde de böyledir. Tarih boyunca hakkı temsil edenler genellikle azınlıkta kalmışlardır. Bütün bunlara rağmen yayıncı gözüyle baktığımızda dini kitaplara ilginin her geçen gün arttığını ifade edebiliriz. Haz ve hız çağı olarak ifade edilen içinde yaşadığımız zamanın ve bu zamanın ruhunun insanlar üzerindeki etkisinin geçici olduğunu düşünüyorum.

   - Gençler hangi dini yayınları okuyor? Siz de bir öneri de bulunabilir misiniz?
   - İnsanların okuma ihtiyacı biraz yaşadıkları zaman diliminin sosyo-politik ve siyasi söylemleri ile ilgili bir durumdur. Çok farklı okuyucu türleri var. Ancak ülkemizde genç nesil daha çok kolay, basit ve anlaşılır metinlere yöneliyorlar. Özellikle kendini tanımlayacak, insan muammasını çözecek kitaplara yönelim olduğunu görüyoruz. Diğer taraftan modern hayatın keşmekeşinden bunalan insanlar daha çok doğal hayatı ve insan hikâyelerini anlatan kitaplara yöneliyorlar. Dini kitaplar konusunda daha çok temel ihtiyaç olarak gördükleri, dinin prensiplerini anlatan kitaplar yanında dua kitaplarına ilginin fazla olduğun görüyoruz. Özellikle Tasavvuf alanında iç huzurun nasıl yakalanacağını anlatan kitaplara daha fazla ilgi olduğunu söyleyebiliriz.

   - 20-30 yıl öncesinin gençleri hangi dini kitapları okurdu? Bugünle nasıl bir fark var?
   - Tabi 20-30 yılın insan tipi ile şimdinin insan tipi arasında birçok fark var. Bir defa kuşak farklılığı söz konusu. Dijital dünyayı daha yoğun yaşayan bir nesil var. O yıllarda insanlar daha çok okurken, şimdinin insanı okumaktan ziyade izliyor veya dinliyor. Şimdiki hayatta görsellik daha ön planda. Zihinlere giren şeyler şimdi ki zamanda gözlerden girerken o zaman sözlerden giriyordu. O yıllarda ideolojik okumalar belki daha fazla idi. Ancak şimdi genç neslin okuma oranı düşük olmakla beraber kirli bilgiye maruz kalma riski daha fazla. O yıllarda en çok okunan özellikle İslamî kesimde Arap dünyasından tercüme edilen, Seyid Kutup, Hasan el-Benna gibi öncü insanların kitapları idi. Ülkemizde belli dönem var olan dini alandaki yasaklar bizim dini kitapları yeteri kadar ortaya koymamızı engellemiştir. Bu gün İslamî konuların hemen hepsi ile ilgili yetkin yazarlarımız ve çok esaslı kitaplarımız mevcuttur. Gençlerimizin ilgi duyacağı hadis, tefsir, tasavvuf, din psikolojisi ve sosyolojisi alanlarında güzel kitaplarımız olduğunu ifade edebiliriz.

Ahmet Kasım Fidan
Semerkand Yayınları
DİNİ METİN GEÇMİŞİMİZ SAĞLAM

   - Bugünkü gençlerin dini yayınlara ilgisini nasıl değerlendirirsiniz?
   - Son yirmi yılda çok şey değişti. Gençlerin dünyasına teknoloji ve sosyal medya girdi. Gençlerin okuma oranı da, genç nüfusun oranına göre oldukça düştü. Dolayısıyla gençlerin dinî yayınlara ilgisinin istenen seviyede olduğunu söyleyemeyiz. Tabi bu durumun tek sorumlusu gençler değil. Ayrıca düzenli okuyan bir genç kesimin olduğunu da belirtelim.
     Öncelikle dinî yayınların bir kısmında da olsa devam eden dil sorunu yayınların herkese ulaşmasına engel oluyor. Asırlar boyu her yaştan insan için türlü metinler yazan, dilin imkânlarını kullanan âlimlerimizin yanında, günümüzde böyle bir çeşitlemeden bahsetmek imkânsız. Güçlü geçmişimize rağmen günümüz diliyle gençlere ulaşmayı başarabilmiş değiliz. Gençlerin dinî kitaplara ilgisini baltalayan bir diğer husus da öteden beri ekranlarda ve medyada din üzerine yürütülen tartışmalar. Zaten bu tartışmaları yapanların maksadı kafa karışıklığı oluşturmaktır. Durum gösteriyor ki belli ölçüde maksatlarına ulaşıyorlar.
     Dinî yayınlar ile gençlerin buluşması noktasında aile ve okulun da üzerine düşen görevleri hakkıyla yerine getirdiğini söyleyemeyiz. Aileler çocuklarına test kitabı aldığı kadar onların karakterini ve okuma zevkini geliştirecek eserleri almıyor, tercih etmiyorlar. Bizim okullarımızdan da okur bir nesil yetişmiyor maalesef. Yetişenler bireysel olarak gayretli yönetici ve öğretmenlere denk gelmiş nasipli gençler oluyor. Son olarak dinî yayınlara ilgili genç kesiminin ise bir kısmının şuurlu aileler tarafından, bir kısmının bütün Türkiye’de çeşitli STK’lara bağlı gençlik derneklerinin gayretleriyle belki çok az bir kısmının da kendi tercihleriyle dini yayınlara yöneldiğini, bu kitapları kitaplığına aldığını söyleyebiliriz.

   - Gençler hangi dini yayınları okuyor? Siz de bir öneride bulunabilir misiniz?
   - Şöhretli kalemler bir tarafa tutulacak olursa –ki o kalemler neyi yazsa okunuyor- genellikle siyer, kısas-ı enbiya, İslâm tarihi ve dinî sayılabilecek romanlar satılıyor. Bunlara Mesnevi ve Mesnevi’den üretilmiş metinleri, Bostan, Gülistan, Mantıku’t-Tayr gibi eserleri de dâhil edebiliriz. Herkese, her ferde lazım olduğu için istenen seviyede olmasa da, itikat ve ilmihal kitaplarının ilgi gördüğünü söylemek gerek, dolayısıyla onları da bu listeye dâhil edebiliriz.
     Gençlere kitap tavsiye meselesine gelince, aslında dinî yayın okuru olmanın bir sistematiği olmalıdır. Öncelikle bir gencin hatta herkesin bir itikat kitabı olmalıdır. Bu konuda icmalen ve tafsilen yani kısaca ve genişçe mevzuyu ele alan eserleri okumalıdır. İhya’nın ve Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslâm İlmihali’nin akaid bölümünü mutlaka okumalıdırlar. İtikattan sonra ilmihal geliyor. Mutlaka her kütüphanede birkaç ilmihal olması gerekiyor. Malum olduğu üzere ülkemizde Hanefi olanların en çok müracaat ettiği eser Ömer Nasuhi Bilmen merhumun az evvel bahsettiğimiz ilmihalidir. Bu ilmihalin içinde ahlâk, kısas-ı enbiya ve siyer kısmı da var. Yani aslın da bu eser evvela neyin okunması gerektiğini göstermiş oluyor. Maalesef günümüzde ahlâka dair okumalar azaldı. Tabi bunlar teorik okumalar olmamalı. Mesela Bostan, Gülistan, Mantıku’t-Tayr, Mesnevi, Baharistan ve menkıbe kitapları ahlak için yazılmış eserlerdir. Kısas-ı enbiya ve siyer kitapları da ahlak için oldukça önemlidir. M. Şerafeddin Kalay hocanın siyeri hem içerik hem de üslup olarak okumayı da sevdirecek bir eserdir. Bunun dışında gençler İslâm tarihi, Osmanlı tarihi ve tasavvuf kitapları okusalar güzel olur. Dr. Yaşar Demir’in Selçuklular ve Osmanlılar adlarıyla yayınladığı iki yeni eser var. Giriş sadedinde güzel eserler. Tasavvuf okumalarına da İhyâu Ulûmi’d-dîn okuyarak başlanabilir. Bunun yanında gençler, muhtevası temiz her eseri okuyabilir, okumalılar da. Keşke ellerinden kitabı düşürmeseler, hatta Yunus Emre okusalar, Fuzûlî ile konuşsalar, Nâbî ve Şeyh Galip ile demlenseler…

   - 20-30 yıl öncesinin gençleri hangi dini kitapları okurdu? Bugünle nasıl bir fark var?
   - Otuz yıl önce dinî yayıncılık bu kadar gelişmiş değildi. Özellikle belli birkaç yayınevi tarafından yayınlanan eserler vardı. Günümüzde ise sadece dinî yayınlardan büyük bir fuar oluşturabilirsiniz. 90’lı yıllardaki sosyal ve siyasi ortam okumaları da etkiliyordu. Bir de o günlerin meşhur yazarları vardı. Günümüzde de olduğu gibi. Aslında bir önceki soruda çok okunan kitaplara verdiğimiz misaller otuz yıl öncesi için de geçerliydi. Fakat 70 ve 80’li yıllardan kalan bir alışkanlık olarak siyasal İslâmcılık üzerinden tercüme dinî eserlerin daha çok okunduğunu söyleyebiliriz. Kanaatimce bu çok sağlıklı bir okuma değildi. Biz Osmanlı ve Selçuklu medeniyetine dayanan ve çok sağlam dinî metin geçmişi olan bir milletiz. 20. yüzyılın yetersiz ve bozuk anlayışıyla üretilmiş metinler heyecanla maalesef dilimize tercüme edildi. Bunun yanında yayınevlerinin daha çok ticari endişelerle takım kitaplar yayınlamaya başladığı görüldü. Yalnızca ehline hitap edebilecek bazı kitaplar, her evin ihtiyacımıymış gibi sunuldu. Raf doldurmak için kitap yayınlamak, o günlerin yanlışlarından biriydi.Hasan Başpehlivan’ın Kâğıt Kokulu Yıllar adlı nehir söyleşi eserinde söz konusu dinî yayıncılık mantığı 60’lı yıllardan itibaren detaylı olarak anlatılıyor. 90’ların sonu itibariyle bizde bu yayıncılık da daha yerli ve çeşitli bir hal almaya başladı.

     Yazının devamını aşağıdaki linki tıklayıp bağlandığınızda, 15 Mayıs 2020 'de Yenişafak Gazetesi'nde yayınlanan Kitap Ekinden okuyabilirsiniz...

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri & Grand Alfa Karadeniz Turu

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri  &  Grand Alfa Karadeniz Turu      5 Gün - 4 Gecelik (3 gece otel konakla...