21 Ekim 2011 Cuma

İSLAM TARİHİ ... BEDİR MUHAREBESİ (4)

 İ S L A M   T A R İ H İ
BEDİR MUHAREBESİ (4-son-)

     Esirler ve Ganimetler
     Büyük bir hezimete uğrayan Ku­reyş ordusu, geride birçok mal ve yetmiş esir bırakmıştı. Ganimet malları, yüz elli deve on at, külliyetli miktarda kırmızı kadife, harp âlet ve edevatı, sahtiyan, ev ve giyim eşyasından ibaretti.
     Esirler arasında, Resûl-i Ekrem Efendimizin amcası Abbas, amcası oğulla­rın­dan Ukayl b. Ebî Tâlib ve Nevfel b. Ab­dül­mut­ta­lib ile kerimeleri Hz. Zey­neb’in kocası Ebu’l-Âs İbni er-Rebî de vardı. Yine Mus’ab b. Umeyr’in kar­deşi ve müşrik ordusunun başbay­rak­ta­rı olan Ebû Azîz İbni Umeyr de esirler ara­sın­daydı.
     Esirlerin kaçmaması için ellerinin bağlanmasına, Hz. Ömer memur edildi. Abbas, hepsinin büyüğü olduğu için pek sıkı bağlanmıştı. Bu sebeple de ge­ce inlemeye başladı. Bu iniltiyi duyan Efendimizin gözüne bir türlü uyku gir­mi­yordu.
     “Yâ Re­sû­lal­lah! Ne diye uyumuyorsunuz?” dediler.
     “Abbas’ın inlemesi yüzünden...” diye cevap verdi.
     Resûl-i Kibriya Efendimizin rahatsız ve müteessir olmasını istemeyen as­hab-ı güzinden bazıları, gidip Abbas’ın bağını çözdüler. İniltinin kesildiğini gören Efendimiz, “Abbas’ın iniltisini ne diye işitmiyo­rum?” diye sordu. Sahabeler, “Onun bağını çözdük” dediler.
Bunun üzerine Efendimiz, “Bütün esirlerin bağını çözünüz!” buyurduktan son­ra uyudu. [36]

     Ganimet Mallarının Dağıtılması
     Muharebenin bitmesinden üç gün sonra Bedir’den ayrılan Resûl-i Kibriya Efendimiz, Medine’ye doğru gelirken, Safra Boğazı’nı geç­tikten sonra, Seyer de­nilen kum tepesindeki bir ağacın altına indi. Orada ganimet mallarını mü­sâvî bir şekilde Müslümanlar arasında taksim etti.
     Peygamber Efendimiz, ganimet malları arasından, Ebû Cehil’in devesini “ku­mandanlık hakkı” olarak aldı. Süvarilere ikişer hisse, piyadelere birer hisse verdi. İzinli olup veya vazifeli bulunup Medine’de kalan sekiz kişi ile Bedir’de şehit düşenlere de hisse ayrıldı.
Münebbih b. Haccac’ın kılıcı “Zülfikâr” da Peygamber Efendimizin hisse­sine düştü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Zülfikâr’ı bilâhare Hz. Ali’ye hediye et­miş­tir. [37]

     Esirler Hakkında Meşveret
     Esirler hakkında ne türlü muamele yapılacağına dair henüz İlâhî vahiy gel­miş değildi. Bu sebeple onlar hakkında reyle karar vermek gerekiyordu. Reyle, yani görüş beyan etmek suretiyle karara bağlanacak meselelerde as­habıyla meşveret etmesi, Resûl-i Ekrem Efendimizin mübarek âdetlerindendi. Meşveret meclisinde herkes fikrini serbestçe ve açıkça beyan ederdi. Esirler hakkında ne yapmak gerektiğine dair, Peygamber Efendimiz, saha­belerle istişare buyurdu. Hz. Ebû Bekir, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bunlar bizim akrabamızdırlar. Be­nim reyim, onlardan fidye-i necat alarak affedip serbest bırakmandır. Onlardan alacağımız fidye-i necatlar, kâfirlere karşı bizim için bir kuvvet olur. Allah’ın onları hida­yete erdirip, bize yardımcı yapmaları da umulur” diye fikir beyan etti.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ömer’e, “Ey Hattab’ın oğlu! Senin fikrin ne­dir?” diye sordu. Hz. Ömer, “Yâ Re­sû­lal­lah! Onlar, seni yalanladılar, seni memleketinden çı­kar­dılar. Hepsinin boynunu vurdur!” cevabını vererek görüşünü açıkladı. Resûl-i Kibriya Efendimiz, şefkat ve merhameti bu şekil bir muameleye rıza göstermediğinden, sualini tekrarladı. Ancak Hz. Ömer, aynı fikrinde ısrar etti ve “Onlar, müşriklerin reislerindendir. Hepsinin boynunu vurmalı!” dedi. Peygamber Efendimiz, hiçbirine cevap vermeden sustu, sonra da kalkıp ça­dırına girip bir müddet orada durdu.
     Sahabelerin bir kısmı Hz. Ebû Bekir’in görüşüne, diğer bir kısmı ise Hz. Ömer’in fikrine iştirak ediyordu. Bir müddet sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz çadırından çıktı ve Hz. Ebû Be­kir’e hitaben, “Yâ Ebâ Bekir!” dedi. “Senin halin, Hz. İbrahim’in haline benzer: O, Allah’a, ‘Kim bana uyarsa, işte o benden­dir. Kim de bana karşı gelir­se, şüp­he yok ki Sen istediğin kimseyi mağfiret edersin. Zira sen, Gafûr ve Ra­hîm’sin’ demişti. Ey Ebû Bekir! Senin halin, Hz. İsa’nın haline de benzer: Hz. İsa, Al­lah’a, ‘Eğer, onları azaba uğratırsan, onlar Senin kullarındır. Eğer onları affe­dersen, şüphe yok ki kudretiyle her şeye üstün gelen, hik­metiyle her yaptı­ğını yerli yerinde yapan Sensin’ demişti.”
     Sonra Hz. Ömer’e dönerek, “Ey Ömer!” dedi. “Senin halin de, Hz. Nuh’­un haline benzer: O, Allah’a, ‘Ey Rab­bim! Yer­yüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma!’ demişti. Senin halin, ey Ömer, Hz. Mûsa’nın haline de benzer: ‘Yüreklerini şiddetle sık; ki on­lar, inleti­ci azabı görünceye kadar iman etmeyeceklerdir!’ demişti.”
     Bu konuşmalardan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’in görü­şünü kabul etti. Esirlerden dörder bin dirhem bedel alınarak salıverilmelerini emretti. Bu ara­da, durumlarına göre, kendilerinden bedel olarak üç bin, iki bin ve bin dirhem alınması kararlaştırılanlar da ol­du.
     En mühimi de; Fidye-i necat vermeye gücü yetmeyip de okuma yazma bilen esirlerin, en­sar­dan onar çocuğa yazı öğretmek şartıyla serbest bırakılacakları, Resûl-i Kibri­ya Efendimiz tarafından kararlaştırıldı. [38] Zeyd b. Sâbit Hazretleri, bu su­retle oku­ma yazma öğrenen çocuklar arasında idi. Bu sâyede Medine’de de okuma yaz­ma bilenlerin sayısı çoğaldı.

     Hz. Ömer, konuyla ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:
     “Sabahleyin Re­sû­lul­lah’ın huzuruna geldiğim zaman, onu ve Hz. Ebû Be­kir’i oturmuş, ağlıyor gördüm. “‘Yâ Re­sû­lal­lah! Sen ve arkadaşın, niçin ağlıyorsunuz? Sizi ağlatan şeyi ba­na söyler misiniz? Eğer ağlanacak bir durum varsa ben de ağlayayım! Ağla­nacak bir durum yoksa, ikinizin ağlamasına yine katılırım!’ dedim.
“Re­sû­lul­lah, ‘Senin arkadaşlarının esirlerden aldıkları fidye-i necattan do­layı vay benim başıma gelene! Uğrayacağınız azabın, şu yakınınızdaki ağaçtan daha yakın olduğu, bana gösterildi’ buyurdu.” [39]

     Pey­gam­be­ri­mizin Esirler Hakkında
   Müslümanlara Tavsiyesi
     Peygamber Efendimiz mücahitlerle, esirlerden bir gün önce Medine’ye gel­di. Bir gün sonra Medine’ye gelen esirleri, ashabı arasında dağıttı ve onlara, “Siz esirler hakkında birbirinize iyilik ve hayır tavsiye ediniz” buyurdu. Esirler arasında bulunan Mus’ab b. Umeyr’in (r.a.) kar­de­şi Ebû Azîz der ki:
     “Esirler Bedir’den Medine’ye getirildikleri zaman, ben de ensar­dan bir aile­nin yanına düşmüştüm. Re­sû­lul­lah, biz esirler hakkında Müslümanlara tavsi­yelerde bulunmuştu. Bu sebeple de onlar, sabah ve akşam yemeklerinde ek­meği bana verirler, hurmayı kendileri yerlerdi. Onlardan birinin eline bir ek­mek parçası geçse, onu bana verirdi. Ben de, utandığımdan, o ekmek parçasını, veren kimseye iade ederdim. Fakat o yine ekmeğe dokunmadan tekrar ba­na verirdi!” [40]

     Pey­gam­be­ri­mizin,
     Sakladığı Altınları Abbas’a Haber Vermesi!
     Esirler arasında bulunan, Pey­gam­be­ri­mizin amcası Hz. Ab­bas, oldukça zen­gin bir zâttı.
Resûl-i Ekrem, “Ey Abbas! Kendin, kardeşinin oğlu Akîl b. Ebî Tâlib ile Nevfel b. Hâris için fidye-i necat öde! Çün­kü sen, servet sahibisin” dedi.
     Hz. Abbas, müşriklerle Bedir’e çıkıp gelirken beraberinde asker için sarfet­mek üzere sekiz yüz dirhem altın alıp getirmişti. Harp esnasında bu da elinden alın­mış ve ganimet malları arasına katılmıştı. Bunun için Peygamber Efendimi­ze, “Bâri, harp esnasında elimden alınan o altınları, fidye-i necatlara say” diye teklif etti.
     Peygamber Efendimiz, “Hayır... O, bizim aleyhimizde sarf­etmek için taşıdı­ğın ve Allah’ın sonunda bize nasip ettiği bir maldır. Onu sana geri veremeyiz” buyurdu. Hz. Abbas, “Benim ondan başka param yok! Beni avuç açtırıp da dilendire­cek misin?” dedi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Ey Abbas! Ya o altınlar nerede kal­dı?” diye sordu.
Hz. Abbas, “Hangi altınlar?” dedi.
     Resûl-i Kibriya Efendimiz ferman etti: “Hani senin, Mekke’den çıkacağın gün, zevcen Ümmü Fadl’a teslim ettiğin al­tınlar! Onları teslim ederken, yanınızda ikinizden başka da kimse yoktu. Sen, Ümmü Fadl’a, ‘Bu seferde başıma ne geleceğini bilmiyorum. Şayet herhan­gi bir felâkete uğrayıp da dönemez­sem, şu kadarı senin içindir, şu kadarı Fadl içindir, şu kadarı Abdullah için­dir, şu kadarı Ubeydullah içindir, şu kadarı da Kusem için­dir!’ demiştin. İşte o altınlar!”
     Hz. Abbas, hayretle, “Bunu sana kim haber verdi?” diye sordu. Peygamber Efendimiz, “Allah haber verdi!” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Abbas, şehâdet getirerek kemâl-i imanı kazanıp Müslü­man oldu. Fidye-i necatını ödedikten sonra da Mekke’­ye döndü. Hz. Abbas, Mekke’ye dönünce Müslümanlığını izhar et­me­yip hep gizli tu­tum ve davranışları Peygamber Efendi­mi­ze yazar ve Mek­ke’­deki Müslüman­lara yardım ederdi. [41]

     Hz. Zeyneb’in Gerdanlığını Göndermesi
     Bedir esirleri arasında, Peygamber Efendimizin damadı Hz. Zey­neb’in ko­cası Ebû Âs b. Rebi de vardı. Hz. Zeyneb (r.a.), kocası Ebû Âs’ın fidye-i necatı olmak üzere boynundaki gerdanlığı çıkarıp Medine’ye gönderdi. Bu gerdanlığı Hz. Zeyneb’e, evlendiği sırada annesi Hz. Hatice hediye etmişti.
     Resûl-i Kibriya’nın bu güzide kerimesinin gerdanlığını fidye-i necat olarak göndermesi, ashab-ı kirama fazlasıyla tesir etti. Peygamber Efendimiz de onu görünce son derece rikkate geldi ve “Eğer münasip görürseniz, Zeyneb’in esirini salıveriniz, bedelini de geri çeviriniz” bu­yurdu. Bunun üzerine sahabeler, Ebu’l-Âs’ı serbest bırakıp gerdanlığı da geri çevi­rerek Resûl-i Kibriya Efendimizin mübarek kalbini mem­nun ettiler. [42]

     Bedir Zaferi’nin Akisleri
     Bedir Zaferi, gerek Medine içinde ve gerekse dışında müspet-menfi akisler uyandırdı. Her şeyden önce Medine içindeki Yahudi ve putperestlerin gözleri yıldı. Hatta Yahudilerden bazıları, “Evsafını kitaplarımızda okuduğumuz zât budur. Artık ona karşı durulamaz. Galip olacak hep odur” diyerek imana gel­diler. Bir kısmı ise, korkularından iman etmiş gibi göründüler. Ama fitne ve fe­sat çıkarmaktan yine de vazgeçmediler.
     Habeş Necâşîsi de, Pey­gam­be­ri­mizin bu muzafferiyetini haber alanlar arasın­daydı. O da ülkesinde bulunan muhacir Müslümanlara, “Allah, Resû­lüne Bedir’de yardım etmiştir. Bundan dolayı ham­de­derim” diyerek memnu­niyet ve sevincini izhar etti.
     Medine’de Müslümanlar arasında bayram havası yaşanırken, Mekke’de müşrikler ise tam bir mâtem havasına bürünmüşlerdi.
     Bedir galibiyetiyle civarındaki kabilelere de gözdağı verilmiş oldu.

     Ebû Leheb’in Ölümü
     Ebû Leheb, Bedir’e katılmamış ve yerine Âsî b. Hişam’ı göndererek Mek­ke’de kalmıştı.
Ku­reyş ordusu, İslam ordusu karşısında büyük bir hezimete uğrayıp Mek­ke’ye dönünce, Ebû Leheb, Ebû Süf­yan b. Haris’i yanına çağırarak, “Ey kar­deşimin oğlu! Hal­kın işi nasıl oldu? Bana anlat” dedi.
     Ebû Süfyan İbni Haris, “Vallahi” dedi. “Biz o cemaatle karşılaşınca boz­gu­na uğradık. Onlar da kimimizi öldürdüler, kimimizi de esir ettiler. Fakat ben hal­kı kınamam ve ayıplamam; zira, kır atlara binmiş, ak benizli bir alay süva­riy­le karşılaştık ki onlara karşı koymak mümkün değildi!”
     O sırada Hz. Abbas’ın zevcesi Ümmü Fadl ile kölesi Ebû Refi de orada bu­lu­nuyorlardı. Ebû Refi, “Vallahi, o gör­düğün süvariler, melekler idi!” de­yince, Ebû Leheb, hiddetlenip yüzüne şiddetli bir to­kat indirdi, sonra da üze­rine çö­küp dövmeye başladı.
     Ümmü Fadl, gayrete geldi. “Biçare köleyi, efendisi burada yok diye dövüyorsun!” di­yerek bir çadır di­reğiyle Ebû Leheb’in başını yardı. Ebû Leheb, zelil ve perişan bir halde kalkıp gitti. Gam ve kederinden ağır hasta oldu. Bir hafta sonra da Re­sû­lul­lah­’a ve Müs­lümanlara yaptığı şiddetli düşmanlığın hesabını vermek üzere ölüp gitti.
     Oğulları ölüsünü, iki veya üç gün beklettiler. Evinde cesedi kok­maya baş­ladı. Hastalığının bulaşmasından korktukları için kim­se yanına yaklaşmak is­temiyordu.
Ku­reyşlilerden biri bir gün oğullarına, “Yazıklar olsun size! Babanız evinde koktuğu halde, onun yanına uğrama­mak­tan utanmıyor musunuz?” dedi. Onlar, “Biz, onun hastalığından korkuyoruz!” deyince, adam, “Hay­di, ge­lin! Ben size yardım edeyim” diyerek gittiler.
Fakat yanına yaklaşılacak gibi değildi. Onu ne yıkadılar ve ne de ona el sürdüler. Uzaktan üzerine su serptiler. Sonra sürükleyerek götürüp Mekke’nin yu­karı taraflarında bir yere gömdüler. Üzerini taşla kapattılar.
___________________________________________________________
[36] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4. s. 13; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 288.[37] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 286.[38] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 22; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 246.[39] Müslim, Sahih, c. 5. s. 157.[40] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 300.[41] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 13-15; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 112.[42] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 308.[43] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 74; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 288.

20 Ekim 2011 Perşembe

İSLAM İLMİHALİ ... Altıncı Bölüm: NAMAZ ... 5. Konu: NAMAZIN SÜNNET ve ÂDÂBI


İ S L Â M   İ L M İ H A L İ
Altıncı Bölüm: Namaz
5. Konu: NAMAZIN SÜNNET ve ÂDÂBI
     Sünnet, Hz. Peygamber'in devamlı olarak yaptığı ve bir mazeret olmaksızın terketmediği veya mazeretsiz nâdiren terkettiği şeydir. Namazda Sübhâneke duasını okumak, eûzü çekmek bu mânada sünnettir. Sünnetin yapılmasına sevap olmakla birlikte terkedilmesine ceza (ikab) yoktur; sadece kınama ve sitem (itâb) vardır. Namazın sünnetleri, namazın vâciplerini tamamlar, onlardaki kusurları telâfiye ve fazla sevaba vesile olur. Sünnetlere riayet etmek ve devam etmek Hz. Peygamber'e muhabbetin bir nişanesi sayılır. Bununla birlikte sünnetin terkedilmesi ne farzın terkedilmesi gibi namazın bozulmasını (fesad) ve yeniden kılınmasını, ne vâcibin kasten terkedilmesi gibi tahrîmen mekruhluğu, ne de vâcibin sehven terkedilmesi gibi sehiv secdesi yapmayı gerektirir. Fakat sünnetlerin kasten terkedilmesi "isâet" (yanlış ve kötü davranma) olur.
     İsâet, Hanefîler'in tanımlamasına göre tenzîhen mekruhun üstünde, tahrimen mekruhun altında yer alır. Hz. Peygamber'in devamlı olarak yapmayıp, yapılmasına teşvikte bulunduğu şeylere ise Hanefîler, mendup=müstehap adını vermişlerdir. Buna göre meselâ sabah namazının farzından önce iki rek`at namaz kılmak sünnet, ikindi ve yatsıdan önceki dört rek`at ise müstehap sayılmaktadır.

     Edep (çoğulu âdâb) ise, Hz. Peygamber'in devamlı olmaksızın birkaç kere yaptığı şeylerdir. Rükû ve secdede üçten fazla tesbih yapmak (yani rükûda üçten fazla "sübhâne rabbiye'l-azîm" demek) böyledir. Hanefî kitaplarında edep tabiri, mendub=müstehap anlamında da kullanılır. Âdâb sayılan şeyleri terketmek, her ne kadar isâet sayılmaz ve kınamayı gerektirmez ise de bunlara riayet edilmesi daha faziletlidir (efdaldir). Esasen namazın âdâbı, yüce yaratıcının huzurunda durulduğunun farkında olunarak, zâhiren mütevazi bir halde bulunmaktır.

     Buna göre Hanefîler'de namazın farz ve vâcipleri dışında yapılması uygun görülen şeyler kuvvetliden zayıfa doğru şöyle bir sıralama takip etmektedir: Sünnet, mendup=müstehap, âdâb.

     Diğer mezheplerde ise mendup, bir bağlayıcılık ve gereklilik söz konusu olmaksızın yapılması istenen şey şeklinde tanımlanmaktadır. Mendubun yapılmasına sevap olmakla birlikte terkedilmesine ceza yoktur. Fakat mendubu terkeden kişi, kınama ve sitemi hak eder.

     Buna göre, cumhurun mendup tanımı Hanefîler'in sünnet tanımı ve anlayışlarıyla örtüşmektedir. Esas itibariyle namazın farz ve vâciplerinden olmayan, dolayısıyla eksikliği namazın aslına zarar vermeyen, bununla birlikte yerine getirilmesi hem Hz. Peygamber'in uygulamasına uyma hem de namazın şekil ve içeriğini tamamlama anlamına gelen şeylerin genel anlamda mendup olarak değerlendirilmesi, namazın sünnet, müstehap ve âdâbının bu başlık altında düşünülmesi mümkündür. Bu bakımdan aşağıda namazın sünnetleri ve âdâbı olarak sayılan şeyler genel olarak namazın menduplarıdır.

     A) SÜNNETLERİ

     Namazın sünnet ve âdâbının çoğu, namaz fiillerinin belli bir düzen ve intizam içinde yapılmasını ve yapılan fiillerin şeklen güzel görünmesini sağlamaya yöneliktir. Namazın sünnetleri şunlardır:

1. İftitah tekbirini alırken ellerin yukarı kaldırılması ve bu esnada ellerin açık ve parmakların normal halleri üzere bulunması ve içlerinin kıbleye yönelik tutulması. Erkekler ellerini kulaklarına, kadınlar göğüsleri hizasına kadar kaldırırlar. Bu hüküm kunut tekbiri ve bayram namazının ilâve tekbirleri için de geçerlidir. Ayrıca, imama uyan kişi (muktedî) iftitah tekbirini, imamın iftitahından çok sonraya bırakmamalıdır.

2. İftitah tekbirinin hemen ardından el bağlamak (itimat). Bunda önce elleri salıverip (irsâl) sonra bağlamak yoktur. Erkekler göbek altından ve kadınlar göğüs üstünden el bağlarlar. Sağ el sol elin üzerine konulur. Erkekler sağ elin serçe ve baş parmaklarını sol bileğin iki tarafından halka yaparlar. Kadınlar halka yapmayıp, sağ ellerini düz bir şekilde sol elleri üzerine koyarlar.

3. Kıyamda iken ayakların arasını dört parmak kadar açık bulundurmak. (Namaza başlarken ve ara tekbirlerinde ellerin kaldırılması, hizası, kıyam ve rükûda iki ayak arasındaki mesafe gibi konularda mezheplere göre farklı uygulamalar vardır.)

4. Sübhâneke okumak, namaza Allah'ı bu şekilde överek, senâ ederek başlamak sünnettir. Bu bakımdan Sübhâneke birinci rek`atta iftitah tekbirinden (tahrîme) hemen sonra okunur.

5. Tek başına namaz kılan için sadece ilk rek`atta ve Sübhâneke'den sonra Eûzü billâhi mine'ş-şeytâni'r-racîm demek (teavvüz). Cemaatle namaz kılma durumunda sadece imam "eûzü?" çeker, imama uyan kişiler Sübhâneke'den sonra bir şey okumazlar.

6. Tek başına namaz kılan kişinin ve cemaatle namaz durumunda imamın, her rek`atın başında Fâtiha'dan önce besmele çekmesi. İmama uyan kişilerin besmele okuması gerekmez.

7. Sübhâneke'yi ve eûzü besmeleyi gizli okumak, Fâtiha'nın sonunda "âmin" demek. Fâtiha'yı okuyan da işiten de âmin der.

8. Tek başına namaz kılarken Fâtiha'nın arkasından okuyacağı sûrenin, sabah ve öğle namazlarında uzun sûrelerden, ikindi ve yatsı namazlarında orta uzunluktaki sûrelerden ve akşam namazında kısa sûrelerden seçilmesi.

     Cemaatle namaz durumunda, imam cemaatı soğutmamak durumunda olduğu için, bulunduğu yere ve cemaatin durumuna göre sûre seçer.
     Uzun sûreler, tıvâl-i mufassal olarak anılır. Hucurât sûresi ile Bürûc sûresi arasındaki sûreler bu grupta yer alır. Orta uzunluktaki sûrelere de evsât-ı mufassal denir. Bürûc sûresi ile Beyyine sûresi arasındaki sûreler bu grupta yer alır.
     Kısa sûreler ise, kısâr-ı mufassal diye anılır. Bunlar Beyyine sûresinden Nâs sûresine kadar olan sûrelerdir.

9. Rükûa varırken tekbir almak, yani Allahüekber demek.

10. Rükûda üç kere "Sübhâne rabbiye'l-azîm" demek.

11. Rükûdan doğrulurken "Semiallahü limen hamideh" demek (tesmî`). Bunu imam ve tek başına namaz kılan söyler; imama uyan kişi söylemez.

12. "Semiallahü limen hamideh" dedikten sonra, "Rabbenâ leke'l-hamd" veya "Allahümme rabbenâ leke'l-hamd" demek (tahmîd). Bunu tek başına namaz kılan ve imama uyanlar söyler. İmam da söyleyebilir (Ebû Hanîfe'ye göre imam söylemez).

13. Tek başına namaz kılan kişi, tesmî` ve tahmîdi gizli yapar. İmam ise tesmîi sesli söyler. Tahmîd her durumda sessiz okunur. Ancak kalabalık cemaatte imamın sesi arkalardan duyulmuyorsa ortalardan bir kişi, imamın tekbirlerini yüksek sesle tekrarladığı gibi tahmîdi de yüksek sesle okur.

14. Erkeklerin, rükû durumunda dizlerini dik ve arkalarını düz tutmaları, dizlerini elleriyle kavramaları, dizlerini tutarken ellerini açık bulundurmaları. Kadınlar ise ellerini dizleri üzerine koyarlar, dizlerini tutmaz ve parmaklarını ayrık bulundurmazlar. Dizlerini bükük ve arkalarını meyilli bulundururlar.

15. Rükûda başını aşağı, yukarı eğmeyip doğru tutmak.

16. Rükûdan doğrulup dik durmak (kavme). Bunun ta`dîl-i erkânın bir parçası olma ihtimaline binaen vâcip olduğu da söylenmektedir.

17. Rükûdan doğruluşta (rükû kavmesinde), bayram tekbirlerinin arasında elleri yana salıvermek (irsâl).

18. Secdeye varırken yere önce dizlerini, sonra ellerini, daha sonra yüzünü koymak ve secdeden kalkarken, secdeye varış sırasının tersini yapmak; secdeye varırken ve secdeden kalkarken "Allahüekber" demek.

19. İki secde arasında celse yapmak, yani kısa bir ara oturuşu yapmak. Bunun ta`dîl-i erkânın bir parçası olma ihtimaline binaen vâcip olduğu da söylenmektedir.

20. Secdelerde başını iki eli arasında yere koyup ellerini yüzünden uzak tutmamak ve parmaklar bitişik ve el ayası yere yapışık olmak.

21. Secdelerde üçer defa "Sübhâne rabbiye'l-a`lâ" demek.

22. Erkeklerin, secdede iken karnı uyluklardan, dirsekleri yanlarından ve kolları yerden uzak tutması. Kadınlar ise, secdede alçalıp kollarını yanlarına bitiştirir ve karnı uyluklarına yapıştırırlar.

23. Secde arası oturuşta (celse) ellerini uylukları üzerine koymak.

24. Gerek celsede gerek ka`dede, erkekler sol ayaklarını yere yayıp üzerine oturur ve sağ ayaklarını parmaklar kıbleye gelecek şekilde dikerler. Kadınlar ise ayaklarını sağ yanlarına yatık bir şekilde çıkarıp, öyle otururlar (teverrük).

25. Tahiyyât'ın teşehhüdünde "lâ ilâhe" derken sağ elinin şahadet parmağını yukarı kaldırıp "illallâh" derken indirmek.

26. Tahiyyât'ı gizli okumak.

27. Rek`atı ikiden ziyade olan farzların ilk iki rek`atının dışında Fâtiha okumak.

28. Son oturuşta, Tahiyyât'tan sonra salavat okumak. Bu, namazın müekked sünnetlerindendir.

29. Salavattan sonra dua etmek.

30. Selâm verirken başı önce sağa sonra sola çevirmek ve her iki tarafa selâm verirken "es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâh" demek. İmam, selâm verirken hafaza melekleri ile cemaate; imama uyan kimseler cemaate ve imama; tek başına namaz kılan kimse ise meleklere selâm vermeye niyet eder. İmam sola selâm verirken sesini biraz alçaltır. İmama uyanların selâmı, fâsılasız olarak imamın selâmının hemen ardından olmalıdır. Ayrıca birinci rek`attan sonra imama yetişen muktedînin (mesbûk), imamın ikinci selâmını beklemesi de sünnettir.


     B) NAMAZIN ÂDÂBI

     Âdâb, Hz. Peygamber'in bazan yapıp bazan terkettiği şeyler olup Hanefî literatüründe mendup veya müstehap anlamında kullanıldığı da olur. Bunları terketmek, isâet sayılmaz ve kınamayı gerektirmez ise de riayet edilmesi daha faziletlidir (efdal). Esasen namazın âdâbı yüce yaratıcının huzurunda durulduğunun farkında olunarak zâhiren mütevazi bir halde bulunmaktır.

     Namazın âdâbı (müstehapları) şunlardır:

1. Namaz esnasında iken hem görünüşte, hem de iç dünyada bir tevazu, sükûnet ve huzur içinde bulunmak.

2. Kıyafete çeki düzen vermek. Meselâ gömlek gibi düğmeli bir giysi giyildiğinde düğmelerini iliklemek.

3. Kamet sırasında "hayye alel felâh" denirken imam ve cemaatin namaz için ayağa kalkması.

4. "Kad kameti's-salâh" denilirken imamın namaza başlaması, müezzini fiilen tasdik etmek anlamına geleceği düşüncesiyle âdâbdan (müstehap) sayılmıştır. Fakat imamın kametin bitmesini beklemesinde ve kamet bittikten sonra namaza başlamasında da bir beis yoktur. Hatta Ebû Yûsuf ile diğer üç mezhep imamına göre en uygunu kamet bittikten sonra namaza başlanmasıdır. Çünkü bu suretle cemaate saflara çekidüzen verme fırsatı tanınmış olur.

Kamet getirilirken camiye giren kişi ayakta beklemeyip, hemen oturur ve cemaatle birlikte ayağa kalkar.

5. Erkekler iftitah tekbiri alırken ellerini yenlerinin (uzun elbise kolarının) dışına çıkarmak.

6. Namaza dururken kalbin ameli olan niyete lisanın fiili olan sözü eklemek. Söyleme kalbin amelini engelliyorsa kalbin niyeti ile yetinmek gerekir.

7. Namazda bulunan erkek ve kadının huşû üzere olup kıyamda secde yerine, rükûda ayaklarının üzerine ve secdede burnun iki kanadına, otururken kucağına ve uyluk üzerlerine ve selâmda omuz başlarına bakması.

8. Namaz esnasında mümkün oldukça öksürüğü, geğirmeyi gidermek ve esneme durumunda ağzı tutmak, dudakları dişlerle olsun kapamak; bu da yeterli olmazsa sağ el ile kapamak.

9. Tek başına namaz kılan kişinin, rükû ve secde tesbihlerini üçten fazla yapması.

     Bütün bunlar yapılması güzel (müstahsen) olan şeylerdir ve ibadet esnasında Allah'ın huzurunda olma şuuruna ve O'na gösterilmesi gereken tâzime de uygun davranışlardır.


27 Ekim'de KONFERANS ... ÇEÇENİSTAN ve YAŞANANLAR...

19 Ekim 2011 Çarşamba

GELİR İDARESİ BAŞKANLIĞI, 612 GELİR UZMAN YARDIMCISI ALACAK


Başkanlığımızca aşağıdaki yerlerde görevlendirilmek üzere;
    
1. gruptan 500 adet Gelir Uzman Yardımcısı alınacaktır.
Başkanlığımızca aşağıdaki yerlerde görevlendirilmek üzere; 2. gruptan 112 adet Gelir Uzman Yardımcısı alınacaktır.

GELİR İDARESİ BAŞKANLIĞI GELİR UZMAN YARDIMCILIĞI GİRİŞ SINAVI DUYURUSU

I - SINAVA İLİŞKİN BİLGİLER
Başkanlığımızca aşağıdaki yerlerde görevlendirilmek üzere; 1. gruptan 500 adet Gelir Uzman Yardımcısı alınacaktır.
Grup: Hukuk, Siyasal Bilgiler, İktisat, İşletme, İktisadi ve İdari Bilimler fakülteleri için KPSSP 49 türünden.



Başkanlığımızca aşağıdaki yerlerde görevlendirilmek üzere; 2. gruptan 112 adet Gelir Uzman Yardımcısı alınacaktır.
Grup: Tabloda yer alan fakülteler için KPSSP 4 türünden.



Sınava katılma şartlarını taşıyan ve usulüne uygun olarak başvuranların; il bazında toplam kadro sayısının 20 katından fazla olması halinde, tercih ettikleri il dikkate alınarak puanı en yüksek olan adaydan başlamak üzere yirmi katına kadar aday giriş sınavına alınacaktır.
Adaylar, başvuru sırasında sadece bir ili tercih edebilecek ve tercih edilen bu ilin ilçelerini öncelik sırasına göre başvuru formunda işaretleyecek, ancak daha sonra bu tercihlerinden vazgeçemeyecektir. Eşit puan almış olmaları nedeniyle son sıradaki aday sayısının birden fazla olması halinde ise bu adayların tümü sınava çağrılacaktır.

II - SINAV TARİHİ VE YERİ
- Giriş sınavının yazılı bölümü 19 Kasım 2011 tarihinde saat 10:00’da Ankara’da yapılacaktır.
- Giriş sınavının yazılı bölümüne katılmaya hak kazanan adaylar ile yazılı sınavın yapılacağı adres ve sınav saatleri; e-Devlet portalı http://www.turkiye.gov.tr/  ile Gelir İdaresi Başkanlığı http://www.gib.gov.tr/ internet sayfalarında yazılı sınavdan en az 10 gün önce ilan edilecektir.

III - SINAV BAŞVURU ŞARTLARI
- ÖSYM tarafından 10-11 Temmuz 2010 ve 09-10 Temmuz 2011 tarihlerinde yapılan Kamu Personel Seçme Sınavlarının birinden KPSSP 49 ve KPSSP 4 puan türlerinden 70 ve üzeri puan almış olmak,
- En az 4 yıllık lisans eğitimi veren fakültelerin, ilanın “I-Sınava İlişkin Bilgiler” bölümünde belirtilen fakülte/bölümlerini veya bunlara denkliği yetkili makamlarca kabul edilen 4 yıllık fakültelerden birini son başvuru tarihi itibariyle bitirmiş olmak,
- 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinin (A) bendinde yer alan genel şartları taşımak,
- Yazılı sınavın yapıldığı tarihte 35 yaşını doldurmamış olmak,
- Erkek adaylar için askerlikle ilişiği olmamak,
- Görevini devamlı olarak yapmaya engel bir durumu olmamak,
- Süresi içinde başvurmuş bulunmak.

IV - SINAV BAŞVURUSU
- Başvurular, 17 Ekim 2011 tarihinde başlayıp 28 Ekim 2011 tarihinde sona erecektir.
- Başvurular, elektronik ortamda “http://esinav.gib.gov.tr/eSinav/adayGiris.jsp” adresinde yer alan “Gelir Uzman Yardımcılığı Giriş Sınavı Başvuru Formu”nun doldurulması suretiyle yapılacaktır. Başvuru Formunun doldurulması ve iletilmesine ilişkin açıklamalar belirtilen internet sayfasında yer almaktadır. Ancak, bu formu elektronik ortam dışında doldurarak süresi içerisinde başvuranların başvuruları da kabul edilecektir.
- Elektronik ortamda veya postada meydana gelebilecek gecikmelerden dolayı, 28 Ekim 2011 tarihinden sonra Başkanlığa ulaşan başvurular dikkate alınmayacaktır.

V - SINAV ŞEKLİ VE KONULARI
- Giriş sınavı, yazılı ve sözlü olmak üzere iki aşamalıdır.
- Gelir Uzman Yardımcılığı Giriş Sınavı yazılı bölümü test usulü gerçekleştirilecek olup, sınav konularına aşağıda yer verilmiştir.
1. Grup İçin:
a- Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi
b- Hukuk Grubu; Anayasa Hukuku, İdare Hukuku ve İdari Yargı Hukuku, Medeni Hukuk Borçlar Hukuku, Ticaret Hukuku (Genel Hükümler-Şirketler-Kıymetli Evrak), İcra ve İflas Hukuku (Genel Hükümler),
c- İktisat Grubu; Makro İktisat, Mikro İktisat, Uluslararası İktisat, İşletme İktisadı,
Uluslararası Ekonomik İlişkiler ve Kuruluşlar,
d- Maliye Grubu; Kamu Maliyesi, Maliye Politikası, Türk Vergi Sisteminin Genel Esasları,
e- Muhasebe Grubu; Genel Muhasebe, Maliyet Muhasebesi, Şirketler Muhasebesi, Mali Tablolar Analizi, Ticari Hesap.
2. Grup İçin (Bilgisayar Mühendisliği, Endüstri Mühendisliği, Elektrik-Elektronik Mühendisliği, Elektronik Mühendisliği, Elekronik ve Haberleşme Mühendisliği, Yazılım
Mühendisliği):
a- Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi,
b- Genel yetenek ve genel kültür,
c- İşletim sistemleri, veri tabanı sistemleri, web tabanlı uygulama geliştirme, network.

2. Grup İçin (İnşaat Mühendisliği, Makine Mühendisliği, Elektrik Mühendisliği):
a- Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi,
b- Genel yetenek ve genel kültür,
c- Fakültelerin ilgili bölümleri müfredatı dikkate alınarak belirlenen alan bilgisi.

VI - DEĞERLENDİRME
- Yazılı sınavın değerlendirilmesi sonucu, 100 üzerinden 70 ve üzeri puan alan adaylardan; yerler itibarıyla, adayların başvuru sırasında tercih ettikleri il dikkate alınarak en yüksek puan alan adaydan başlamak üzere, o il için atama yapılacak toplam kadro sayısının iki katına kadar aday sözlü sınava çağrılacaktır. Ayrıca, son sıradaki adayla eşit puan alan adaylar da sözlü sınava çağrılacaktır.
- Yazılı sınavda başarılı olamayanlar sözlü sınava alınmayacaktır.
- Sözlü sınavda, adayların muhakeme gücü, bir konuyu kavrama, özetleme ve ifade etme yeteneği, genel ve fiziki görünümü ile davranış ve tepkilerinin mesleğe uygunluğu, yetenek ve kültürü, bilimsel ve teknolojik gelişmelere açıklığı da göz önünde bulundurularak, her adaya sınav kurulu başkan ve üyelerinin her biri tarafından ayrı ayrı 100 üzerinden puan verilir. Verilen bu puanların aritmetik ortalaması sözlü sınav puanını teşkil eder.
- Sözlü sınavda başarılı olmak için alınan puanın 70 puandan az olmaması gerekmektedir.
- Giriş sınavı puanı, sözlü sınavda başarılı olan adayların sözlü sınav puanı ile yazılı sınav puanının aritmetik ortalaması alınarak hesaplanacaktır.
- Giriş sınavı sonuçları, puanı en yüksek adaydan başlamak suretiyle başarı derecesine görebsıraya konulacak ve atama yapılacak kadro sayısı kadar aday asil, % 25’ine kadar aday ise yedek olarak tespit edilecektir.
- Asil ve yedek listelerinde sıralama yapılırken, adayların giriş sınavı puanının eşit olması halinde, yazılı puanı yüksek olan adaya; yazılı puanının da eşit olması halinde, KPSSP 49 veya KPSSP 4 puanı yüksek olan adaya öncelik tanınacaktır.
- Yedek listede yer alan adayların hakları aynı il için yapılacak müteakip yazılı sınav tarihine kadar geçerli olup, daha sonraki sınavlar için müktesep hak veya herhangi bir öncelik teşkil etmez. Ayrıca, bu süre içerisinde başka bir il için açılan sınavda başarılı olarak ataması yapılan yedek adayların hakları sona erer.
- Giriş sınavından 70 ve üzerinde puan almış olmak asil ve yedek listedeki sıralamaya giremeyen adaylar için müktesep hak teşkil etmez.
- Asil ve yedek listeler, bu duyuruda belirtilen yerler göz önünde bulundurulmak suretiyle oluşturulacaktır.

VII - SINAV SONUÇLARININ DUYURULMASI VE İTİRAZ
- Yazılı sınavda başarılı olan adayların sözlü sınav yeri, günü, saati ve sözlü sınav sonuçları Başkanlığın ilan için ayrılmış yerlerinde ve http://www.gib.gov.tr/ internet adresinde duyurulacaktır.
- Giriş sınavında başarılı olan adayların ad ve soyadları ile aday numaralarının yer aldığı asil ve yedek listeler Başkanlığın ilan için ayrılmış yerlerinde ve http://www.gib.gov.tr internet adresinde duyurulacaktır. Ayrıca, asil ve yedek listelerde yer alan adaylara sonuç yazı ile bildirilecektir.
- Sınav sonuçlarına, duyurunun yapıldığı günü takip eden tarihten itibaren yedi gün içerisinde dilekçe ile itiraz edilebilir. İtirazlar, sınav kurulu tarafından incelenir ve en geç beş iş günü içinde karara bağlanıp sonuç ilgiliye yazılı olarak bildirilir.

VIII - DİĞER HUSUSLAR
- Asil listede yer alanlardan atama işlemlerinin yapılması için kendilerine bildirilen süre içinde geçerli bir mazereti olmadığı halde başvurmayanlar ile gerekli şartları taşımadığı sonradan anlaşılanların atama işlemleri yapılmayacaktır. Atama yapılması için kendilerine bildirilen süre içinde mazeretsiz olarak başvurmayan veya ataması yapıldığı halde süresi içinde göreve başlamayan adaylar için sınav sonuçları kazanılmış hak sayılmaz.
- Kendilerine yapılacak bildirimde belirtilen süre içerisinde başvuruda bulunmayanlar, atama işleminden sarfınazar edenler, atamaları iptal edilenler ile memurluğa alınma şartlarından herhangi birini taşımadığının anlaşılması üzerine ataması yapılmayanların yerlerine, yedek listedeki adaylar sırası ile ve aynı esaslara göre atanacaktır.
- Atanılan yerlerde beş yıl süreyle çalışılması zorunludur. Bu sürenin hesabında, fiilen çalışılmayan sürelerden yalnızca yıllık izinde geçirilen süreler fiilen çalışılmış sayılacaktır. Bu süreyi doldurmayanların kurum içi nakilleri yapılmayacaktır. Ancak, göreve başladıktan sonra özür halleri ortaya çıkanlar, atanmak istedikleri yerlerde hizmetlerine ihtiyaç duyulması kaydıyla, bu süreyi tamamlamadan durumlarına uygun yerlere atanabileceklerdir.
- Ataması yapılan uzman yardımcıları beş yıllık süre zarfında atandıkları yerin dışında başka bir yerde, tedviren, vekâleten veya geçici olarak görevlendirilemezler.
- Sınavı kazananlardan, Gelir Uzman Yardımcılığı Giriş Sınavı Başvuru Formunda gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu tespit edilenlerin, sınavları geçersiz sayılarak atamaları yapılmayacağı gibi, bu şekilde atamaları yapılmış olsa dahi bu atamalar iptal edilecektir ve hiçbir hak talebi söz konusu olmayacaktır.
- Gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu tespit edilenler hakkında Türk Ceza Kanununun ilgili hükümleri uygulanmak üzere Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulacaktır.
- Adayların, sınavda kimlik tespitini sağlamak için nüfus cüzdanını veya sürücü belgesini üzerinde bulundurmaları gerekmektedir.

18 Ekim 2011 Salı

HADİS-İ ŞERİFLER ... ÜZÜNTÜ VE TASA HALİNDE DUÂLAR

İKİNCİ BÂB: DUANIN KISIMLARI (İki kısımdır)
BİRİNCİ KISIM: SEBEBE VE VAKTE BAĞLI DUALAR (Yirmi fasıldır)
DOKUZUNCU FASIL: ÜZÜNTÜ VE TASA HALİNDE DUÂ
1. (1839)- Hz. Sa'd (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Balığın karnında iken, Zü'n-Nûn'un yaptığı dua şu idi: Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine'zzâlimîn. (Allahım! Senden başka ilâh yoktur, seni her çeşit kusurlardan tenzih edirim. Ben nefsime zulmedenlerdenim.)" Bununla dua edip de icâbet görmeyen yoktur." [Tirmizî, Daavât 85. (3500).]

AÇIKLAMA:
Zü'n-Nûn, Sâhibi'l-Hût da denen Hz. Yûnus (aleyhisselâm)'tur. Bir balık tarafından yutulmuş olması sebebiyle bu isimlerle yâd edilmiştir. Zîra her iki tâbir de balık sâhibi mânâsına gelir.
Hz. Yûnus, İbnu Metta, yani Metta'nın oğlu diye de bilinir. Kendisine otuz yaşlarında peygamberlik gelmiştir. Ninovalılar; aşırı zenginlik ve refahın şımarttığı halk, sapıtmıştı, putlara tapıyordu. Hz. Yûnus (aleyhisselam)'un Hakk'a dâvetini dinlemiyorlardı. Otuz üç sene kadar gayretine rağmen iki kişiyi hidâyete erdirebilmişti. O, halkın bu haline üzülerek orayı terke karar vermişti. Allah'tan izin almaksızın yola çıktı. Halbuki peygamberler, bu çeşit ciddi kararlar aldıkları zaman, Cenâb-ı Hakk'ın iznine başvurmaları gerekirdi.
Böyle izinsiz bir ayrılışla şehri terkedip deniz kenarına geldi. Hareket etmek üzere olan bir gemiye bindi. Gemi bir müddet yol alınca ârızalandı, ne ileri ne geri gitmiyordu. Bütün gayretlere rağmen tâmir olmuyordu. Bir de fırtına çıktı. Batma tehlikesi ile karşılaşan gemide panik başladı. Kimse ne yapacağını bilemiyordu. Yolcular bu durumu uğursuzluğa yorup: "İçimizde büyük günah işlemiş biri var!" diyerek onu ortaya çıkarmak istediler. Bunu kur'a ile bulmaya karar verdiler. Çekilen kur'aya göre suçlu Hz. Yûnus (aleyhisselam)'tu. "Bu sâlih biridir, yanlışlık var!" denildi ise de rivâyete göre üç kere çekilen kur'a hep ona isabet etti. Hz. Yûnus fırtınalı, dalgalı ve karanlık bir gecede denize atladı. Bir müddet sonra büyük bir balık onu yuttu (Saffat 142).
İşte burada ölmediğini anlayan Hz. Yûnus hatasını anlayıp, sadedinde olduğumuz hadiste belirtildiği üzere Cenâb-ı Hakk'a ihlâsla yöneldi ve dua etti. Allah, bu ihlâslı duayı kabul etti. Balığa vahyederek Yunus'u kenara atmasını emretti. Hz. Yûnus (aleyhisselam) böylece karanlığa, fırtınaya, kabaran denize, kendisini yutan balığa rağmen kurtuluşa erdi.
Âyette, onun duasının kabul edilmesi, Rabbine yaptığı tesbihatla îzah edilmiştir: "Eğer çok tesbih edenlerden olmasa idi, insanlarn tekrar diriltilecekleri güne kadar balığın karnında kalacaktı" (Saffat 143-144).

2. (1840)- Hz. İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) üzüntü sırasında şu duayı okurdu: "Halîm ve azîm olan Allah'tan başka ilah yoktur. Büyük Arş'ın Rabbi olan Allah'tan başka ilah yoktur. Kıymetli Arş'ın Rabbi, arzın Rabbi, Semâvât'ın Rabbi olan Allah'tan başka ilah yoktur." [Buhârî, Daavât 27, Tevhîd 22, 23; Müslim, Zikr 83, (2730); Tirmizî, Daavât 40, (3431); İbnu Mâce, Dua 17, (3883).]

3. (1841)- el-Hudrî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün Mescid'e girdi. Orada Ensâr'dan Ebû Ümâme (radıyllahu anh) denen kimse ile karşılaştı. Ona:
"Ey Ebû Ümâme, niçin seni namaz vakti dışında Mescid'de oturmuş görüyorum?" diye sordu.
"Peşimi brakmayan bir sıkıntı ve borçlar sebebiyle ey Allah'ın Resûlü" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Sana bazı kelimeler öğreteyim mi? Bunları okursan, Allah, senden sıkıntını giderir ve borcunu öder."
"Evet, ey Allah'ın Resûlü, öğret!" dedim.
"Öyleyse, dedi, akşama çıktın mı sabaha erdin mi şu duay oku: "Allahm üzüntüden ve kederden sana sığınırm. Aczden ve tembellikten sana sığınırım, korkaklıktan ve cimrilikten sana sığınırım. Borcun galebe çalmasından ve insanların kahrından sana sığınırım."
(Ebû Ümâme) der ki: "Ben bu duayı yaptım, Allah benden gamımı giderdi, borcumu ödedi." [Ebû Dâvud, Salât 367, (1555).]

4. (1842)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Hz. Fâtıma (radıyallâhu anhâ) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek bir hizmetçi taleb etmişti. Resûlullah ona:
"Şu duayı oku(man senin için hizmetçi edinmenden daha hayırlı)" dedi:
"Allahım! Sen yedi semânın Rabbi, Arş-ı Âzam'ın Rabbisin. Sen bizim Rabbimiz ve herşeyin Rabbisin. Tevrat, İncil ve Furkân'ı indiren, tohum ve çekirdekleri açansın. Her şeyin şerrinden sana sığınıyorum. Her şeyin alnından yapışmışsın (dizginleri senin elindedir). Evvel sensin, senden önce bir şey yoktur. Ahir sensin, senden sonra da bir şey kalmayacak. Sen zâhirsin, senin üstünde bir şey mevcut değildir. Sen bâtınsın, senin dışında bir şey yoktur. Benim borcumu öde, beni fukaralıktan kurtar, zengin kıl." [Tirmizî, Daavât 68, (3477); İbnu Mâce, Dua, 2 (3831).]

5. (1843)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı bir şey üzecek olsa şu duayı okurdu: "Yâ Hayyu ya Kayyum, birahmetike estağîsu. (Ey diri olan, ey Kayyûm olan Rabbim, rahmetin adına yardımını talep ediyorum)." Ve keza şöyle derdi: "Elizzu biyâze'l celâli ve'l-İkrâm." (Yâ ze'lcelâli ve'l-ikrâm)'ı devamlı söyleyin! [Tirmizî Daavât 99, (3522).]

AÇIKLAMA:
Rivâyetin ikinci kısmı, Resûlullah'ın dua âdâbıyla ilgili bir tavsiyesini ihtiva ediyor. Dua yaparken, Allah'a: "Ey celâl ve ikram sâhibi, duamı kabul et!" mânasında bir yakarış olan Yâ ze'lcelâli ve'l-İkram cümlesini çokça, sıkça tekrar etmeyi tavsiye ediyor.
Bu tavsiye ile önceki kısım aynı senetle geldiği için Tirmizî hazretleri rivâyette sunmuştur.

6. (1844)- Esmâ Bintu Umeys (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana: "Sana sıkıntı zamanında okuyacağın bir duayı öğreteyim mi?" diye sordu ve şu duayı söyledi: "Allâhu, Allâhu Rabbî lâ üşriku bihî şey'en. (Rabbim Allah'tır, Allah! Ben ona hiçbir şeyi ortak koşmam!)" [Ebû Dâvud, Salât 361, (1525), İbnu Mâce, Dua 17, (3882).]

7. (1845)-  İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) demiştir ki: "Kimin sıkıntısı artarsa şu duayı okusun: "Allahım ben senin kulunum, kulunun oğluyum, câriyenin oğluyum, senin avucunun içindeyim, alnım senin elinde. Hakkımdaki hükmün câridir. Kazan ne olursa hakkımda adâlettir. Kendini tesmiye ettiğin veya kitabında indirdiğin veya nezdinde mevcut gayb hazinesinden seçtiğin, sana ait her bir isim adına senden Kur'ân'ı kalbimin baharı, sıkıntı ve gamlarımın atılma vesîlesi kılmanı dilerim."
Bu duayı okuyan her kulun gam ve sıkıntısını Allah gidermiş, yerine ferahlık vermiştir." [Rezîn ilâvesi, (Hadis Mecmau'z Zevaîd'de (10,136) mevcuttur. Hâkim'in Müstedrek'inde de (1,509) kaydedilmiş.]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivâyet Teysir'de kaydedildiği şekliyle mevkuf hadis yâni İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh)'un şahsî sözü görünümündedir. Ancak hadis aslında merfudur. Mesela Müstedrek'in kaydettiği vechinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sözü olduğu için sarih şekilde ifade edilmiştir.
2- "Kur'an'ı, kalbin baharı kılmasını" istemek, kalbin hoşlanacağı, ferahlık duyacağı, zevkle okuyacağı şey kılmasını taleb etmektir. Zîra kalb, baharda ferahlar, o mevsimden memnun kalır, ondan ayrılmak istemez.

14 Ekim 2011 Cuma

KELİMELER - KAVRAMLAR ... MÜCÂHİD


KELİMELER - KAVRAMLAR
M Ü C Â H İ D

     Çaba sarfeden, tüm imkânlarını kullanarak belli bir hedefe varmak isteyen; düşmana karşı var gücüyle savaşan, dünyevî hiç bir menfaat beklemeksizin sırf Allah rızası için ve O'nun yolunda cihad eden kimse.
     "Mücahid" tabiri arapça bir kelime olup "câ.he.de" (Cihad etti) fiilinin ism-i fâilidir. Çoğulu "mücâhidun". "Cihad" ve "mücâhid" terimleri birer İslâmî kavramdır. Dolayısiyle, bu kavramlârın ne manaya geldiklerini, kimlerin bu kavramlarla nitelenebileceğini en iyi bilen Allâh ve Rasûlüdür.
     Cihadın Allah rızası için ve O'nun yolunda yapılması, İslâm'ın şart koştuğu bir husustur. Allah yolunda olmayan, O'nun rızasını taşımayan tüm savaşlar, harcanan paralar ve sarfedilen gayretlerin cihad sayılamayacağı, bu tür mücahedeye katılan kimsenin de mücâhid olamayacağı muhakkaktır.
     "Ey iman edenler! Allah'tan korkun O'na yaklaşmaya yol arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz" (el-Mâide, 5/35);
     "(Ey iman edenler!) Gerek hafif, gerekse ağır olarak hep birlikte savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer anlıyorsanız, bu sizin için daha hayırlıdır" (et-Tevbe, 9/41);
     "Doğrusu, inanıp hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler (var ya) işte bunlar birbirlerinin dostudurlar" (el-Enfâl, 8/72);
     "Îman edip hicret edenler, Allah yolunda savaşanlar ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler... İşte onlar gerçekten inanmış olanlardır. Onlara mağfiret ve cömertçe verilmiş rızıklar vardır" (el-Enfâl, 8/74).
     Bu ve buna benzer âyetlerin hemen hemen tamamında cihadın, Allah yolunda olması gerektiği vurgulanıyor. Bu da, cihadın ve mücâhidin ne manaya geldiğinin açık bir delilidir.
Hz. Peygamber (s.a.s)'den nakledilen bazı hadisler, mücâhid kavramına daha da bir açıklık getirmektedir. Şöyle ki; Ashabtan biri Rasulullah (s.a.s)'a gelerek;
     "Ya Rasulûllah! Dünya menfaatlerinden bir menfaat umarak Allah yolunda cihad etmek isteyen kişinin durumu nedir?" diye sorunca, Rasulûllah: "Onun ecri (sevabı) yoktur", diye cevap verir. Adam aynı soruyu iki kere daha sorar, her seferinde "Onun ecri yoktur" cevabını alır (Ebu Dâvûd, Cihad, 24).
     Başka bir hadiste şöyle rivayet edilir: A'râbînin biri Rasulûllah (s.a.s)'a gelerek: "Kimisi şöhret için, kimisi öğülsün diye, kimisi ganimet elde etmek için savaşıyor. (Bu konuda ne dersin?)" deyince, Rasulûllah: "Yalnızca Allah'ın Kelimesi üstün olsun diye savaşan kimsenin mücahedesi Allah yolundadır, " diye cevap vermiştir (Ebu Dâvud, Cihad, 24).
     Cihadın İslâm dininde büyük bir ehemmiyeti vardır. Bu önemine binaen Cenab-ı Allah, cihadı, kıyamete kadar devam edecek bir farz kılmıştır. Bazılarının iddia ettiği gibi cihad, geçici bir zaruretten doğmuş değildir. Şayet cihad, müslümanların hayatında geçici bir zaruret olmuş olsaydı, Allah Teâlâ, Kitabullahın büyük bir ekseriyetini en kuvvetli ifadeleri kullanarak bu mevzua tahsis etmez ve aynı şekilde, Rasulûllah'ın hadislerinde de en kuvvetli ifadeler ve en ısrarlı emirler cihad için sarfedilmezdi. Şayet cihad, geçici bir zaruret olsaydı, Allah'ın Rasûlü, kıyamete kadar gelecek olan insanları ferd ferd içine alan şu hadisini irad etmezdi:
     "Kim cihad etmeden ve cihada niyet de etmeden ölürse, nifaktan bir şube üzerine ölmüş olur" (Mesâbîkü's-Sünne'den, Fi Zilâli'l-Kur'ân trc., III, 408).
     Cenab-ı Allah, öneminden dolayı cihadı farz kılmış ve gücü yeten her mü'mini bununla mükellef tutmuştur. Yüce Rabbimiz cihadı terk edenleri tehdit etmiş, kendi yolunda samimiyetle mücahede eden mücâhidlere de büyük mükâfatlar vadetmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de, her iki gruba da yönelik vad ve vaîdleri görmek mümkündür:
     "Allah'a inanın, Rasûlü ile beraber cihad edin diye bir sûre indirildiği zaman, onlardan servet sahibi olanlar, senden izin istediler ve; bizi bırak, oturanlarla beraber olalım, dediler. Geride kalan kadınlarla beraber olmağa razı oldular. Çünkü onların kalplerine mühür vuruldu, dolayısıyla anlayamazlar" (et-Tevbe, 9/86, 87).
     Cenab-ı Allah, cihaddan kaçınan böyle kimselerin, yaptıklarının mutlaka karşılığını göreceklerini şöyle dile getiriyor: "Allah, içinizden cihad edip, Allah'tan, peygamberinden ve inananlardan başkasını sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan kendi halinize bırakılacağınızı mı zannediyordunuz? Muhakkak, Allah işlediklerinizden haberdardır" (et-Tevbe, 9/16).
     "Allah, içinizden cihad edenleri ve sabredenleri açığa çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?" (el-Bakara, 2/218).
     "Andolsun ki, içinizden mücahidlerle sabredenleri belirleyinceye kadar ve herbirinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz" (Muhammed, 47/31).
     Görüldüğü gibi Rabbimiz, mücahidlerle cihaddan kaçınanları, hattâ bu arada kendini mü'min imiş gibi göstermeye çalışan münafıkları imtihan etmek suretiyle ortaya çıkaracağını söyleyerek tehdit ediyor. Ta ki saflar netleşsin, mü'min münafık birbirinden ayrılsın, arada karanlık hiç bir nokta kalmasın.
     Zahidlerden Fudayl İbn Iyaz bu âyeti okuyunca ağlar ve şöyle dermiş: "Allah'ım bizi imtihan etme! Çünkü sen imtihan edersen biz rezil oluruz, sırlarımız ortaya çıkar ve azaba düçar edersin" (Seyyid Kutub, Fî Zilâli'l-Kur'ân, XIII. 402).
     Cihad denilince akla ilk gelen şey savaş olmakla beraber, cihad kavramı, bundan çok daha kapsamlı bir manâyı ihtiva etmektedir. Allah yolunda canla, malla, söz ve kalemle yapılan mücadelenin tümü cihad kapsamına girer. Bununla birlikte, canla ve malla yapılan cihad en kutsal cihaddır. Hakiki manâda bir mücahid de, böylesi bir cihadda bulunan kimsedir.
     Rabbimiz, böylesi bir cihada katılan mücahidlerle yerlerinde oturan mü'minlerin aralarındaki farkı şöyle dile getiriyor: "Mü'minlerden-özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenler bir değildir. Allah, malları ve canlarıyla cihad edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır. Bununla beraber Allah, her ikisine de güzelliği (Cenneti) vadetmiştir. Ama mücahidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır. Kendi katından onlara dereceler, mağfiret ve rahmet vardır. Ve Allah, Ğafûr'dur, Rahîm'dir"
(en-Nisa 4/95, 96).
     Bu âyetler, Allah yolunda canlarıyla ve mallarıyla cihad eden müslümanlarla, mazeretleri dolayısıyla cihada katılamayan müslümanları karşılaştırıyor. Malla ve canla mücadele eden mü'minlerle, cihadı terkeden müslümanların eşit olamayacakları kaidesini koyuyor. Gerçi mü'min oldukları ve içlerinden cihada katılmayı geçirdikleri için, Cenab-ı Allah, geçerli mazereti olanlara da mükâfat vadetmiştir ama; "Allah yolunda malları ve canları ile cihad edenlerle, yerlerinde oturanlar asla bir değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından çok üstün kılmıştır."
     Cihada katılmadıkları için kendilerinden, "yerlerinde oturanlar" diye bahsedilen müslümanların, haddizatında mü'min oldukları, asla münafık olmadıkları, âyet-i kerîmenin, "Bununla beraber Allah, her ikisine de cenneti vadetmiştir" kısmından açıkça anlaşılıyor. Aksi olsaydı, Rabbimin onlara cenneti vadetmesi söz konusu olamazdı.
     Zeyd İbn Sabit yukardaki âyetin nüzûlü ile ilgili olarak şunları söylüyor: "Mü'minlerden, Allah yolunda cihad edenlerle oturanlar bir değildir" âyeti nazil olduğu zaman Rasûlullah (s.a.s)'ın yanındaydım. Özür sahiplerini zikretmedi. Bunun üzerine İbn Ümmi Mektûm:
-Nasıl olur ben görmeyen bir âmâyım, dedi. Tam bu sırada Rasûlullah'a, oturduğu yerde vahiy hali geldi. O da bacağıma dayandı nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, bacağımın üzerinde öyle ağırlaştı ki onu ezeceğinden korktum. Sonra bu hali geçti. Bana "Yaz" diyerek, Özür sahipleri hariç, mü'minlerden, Allah yolunda cihad edenlerle oturanlar bir değildir" âyetini yazdırdı (el-Vâhidî, Esbâbü'n-Nüzül, Mısır 1968 s. 100).
     Rasûlullah (s.a.s), "Mücâhid"lerin cennetteki makamlarını şöyle tasvir ediyor: "Cennette yüz derece vardır. Allah onları, kendi yolunda mücadele edenler için hazırlanmıştır. Her iki derece arasındaki uzaklık, gökle yer arasındaki uzaklık gibidir. Siz Allah'tan istediğinizde Firdevs'i isteyin. Çünkü o, Cennetin tam ortası ve en yüce yeridir" (Buhari, Cihad, 4).
     Abdullah İbn Mes'ud yoluyla nakledilen bir hadiste de, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Kim Allah yolunda bir ok atarsa, onun için bir derece mükâfat vardır. " Birisi; "Ya Rasûlullah, derece nedir?" diye sorunca Rasûlullah: "Dikkat et, o senin annenin eşiği değildir. Her iki derece arasındaki mesafe yüz yıllık yoldur" diye cevap verdi (Nesâi, Cihad 26).
     Şu hadisler de Allah yolunda cihadda bulunan "mücâhid"lerin faziletlerinden ve üstünlüklerinden bahsetmektedir:
     "Allah yolunda cihad eden kimse, Allah'ın şu garantisi altındadır: Allah, ya onu mağfiretine ve rahmetine katar (şehâdetle) veya onu sevab ve ganimetle geri döndürür. Allah yolunda cihad eden kimsenin, dönünceye kadar ki durumu; gevşeklik etmeksizin gündüzleri oruçlu ve geceleri ibadete devam eden kimsenin durumu gibidir" (Buhârî, Cihâd, I; İbn Mace, Cihâd, 1).
     Rasûlullah (s.a.s)'a soruldu: "Ya Rasûlallah, insanların hangisi daha faziletlidir?" Allah'ın Rasûlü şöyle cevap verdi: "Canıyla, malıyla Allah yolunda cihad eden mü'mindir" (Buharî, Cihad, 2).
     "Sabahleyin veya akşamleyin herhangi bir vakitte Allah yolunda (cihad için) bir kere yürüyüş, şüphesiz dünyadan ve dünyadaki şeylerin hepsinden hayırlıdır" (İbn Mace, Cihad 2).
     "Allah yolundaki toz ile Cehennem dumanı müslüman bir kulda toplanmaz" (İbn Mace, Cihad, 9).
     Hadislerden de anlaşıldığı gibi, mücahidlerin üstünlüğü maddi ölçülerle ölçülemeyecek derecede büyüktür. Bununla beraber şu bir gerçektir ki; her müslüman aynı derecede cihada iştirak edemez. Önemli olan, her mü'minin gücü nisbetinde cihad etmesi ya da cihad edenlere destek sağlamasıdır. Mücahidlerin geride kalan aile efradını gözetmek, cihada çıkan mücahid geri dönünceye kadar aile efradının ihtiyaçlarını karşılamak da hemen hemen cihad kadar önemli bir görevdir. Allah Rasûlü buna işaret ederek şöyle buyurur:
     "Kim Allah yolunda savaşan bir gâziyi mükemmel bir şekilde teçhizatlandırırsa, o gazi ölünceye veya savaştan dönünceye kadar (kazandığı) sevâbın bir misli onu teçhizatlandıran kimseye olur" (İbn Mace, Cihad, 3).
     "Kim Allah yolunda bir gaziyi teçhizatlandırır veya geride kalan aile efradına bakarsa gaza etmiş gibi olur" (Tirmizî, Cihad, 6);
     "Kişinin harcadığı dinarın en faziletlisi, onun çoluk çocuğuna harcadığı dinar, Allah yolunda bir at için harcadığı dinar ve kişinin Allah yolunda (savaşan) arkadaşlarına harcadığı dinardır" (İbn Mace Cihad 4).
Şamil İslam Ansiklopedisi
Halid ERBOĞA


11 Ekim 2011 Salı

İSLAM TARİHİ ... BEDİR MUHAREBESİ (3)

 İ S L A M   T A R İ H İ
BEDİR MUHAREBESİ (3)

     Hz. Ebû Bekir ile Oğlu
     Manzara oldukça ibretli idi. Mus’ab b. Umeyr Müslümanlar safında muhacirlerin sancaktarı iken, kar­deşi Ebû Azîz İbni Umeyr ise müşrik ordusunun birinci bayraktarıydı. Daha garibi de vardı. Hz. Ebû Bekir, oğlu Abdullah’la Müslümanlar safında bulunurken; diğer oğlu Abdurrahman ise, Ku­reyş müşrikleri arasındaydı. Ce­sareti ve keskin ok atıcılığı ile meşhur olan Abdurrahman, bir ara ortaya atılıp er dileyince, Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı; Hz. Re­sû­lul­lah’tan, oğluyla çarpışmak üzere müsaade istedi. Fakat Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Yâ Ebâ Bekir! Bilmez misin ki sen benim görür gözüm ve işitir kulağım yerindesin!” buyurarak izin vermedi ve yanın­dan ayırmadı.
     Hz. Re­sû­lul­lah’tan, oğluyla kılıç kılıça dövüşmek için izin alamayan Ebû Bekir es-Sıddık (r.a.), hiddetli hiddetli oğ­luna, “Ey Abdurrahman! Bana olan mü­nâsebetin nerede kaldı?” diye seslendi. Abdurrahman ise, “Aramızda silahtan, uzun, yüğrük at­tan ve kılıçtan başka bir şey kalmadı” [27] diye cevap verdi.

     Harp Başladı
     Tarih, 17 Ramazan Cuma günü sabah saatleri... Artık iki ordu, olanca güç ve kuvvetleriyle birbirine saldırmaya geçmişti.
     Resûl-i Kibriya Efendimiz, mücahitleri Allah yolunda cihada teşvik eden konuşmalar yapıyor, şehit düşenlerin makamlarının cennet olacağını müjdeli­yordu. “Zafer bizimdir!” diyerek de, her zaman mücahitlerin gayret ve ümitle­rini hep aynı canlılıkta tutma­ya ihtimam gösteriyordu. Zaman zaman da ordu­nun önüne geçip bilfiil cesaretini göstererek, mücahitlerin de cesaretini artırı­yordu.
     Hz. Ali der ki: “Bedir günü harp şiddetlendiği zaman, Re­sû­lul­lah’a sığın­mıştık! O gün, halkın en cesaretlisi, en kahramanı o idi! Müşriklerin saflarına ondan daha ya­kın kimse yoktu!” [28]

     Hâris b. Süraka’nın Şehit Düşmesi
     Hazreç kabilesinden Hâris b. Süraka adındaki genç, or­dunun gerisinde su ha­vuzunun başında bulunuyor ve vuruşmayı temâşâ ediyordu. Düşman tara­fından atılan bir ok, ön saftaki mücahitlerin üzerinden geçerek ona isabet etti ve orada şehit oldu. İşte, ensar­dan ilk şehit düşen, bu zâttır. Harp safında bulunan mücahitleri aşıp giden bir okun, gerideki Haris’e isa­bet edip onu şehit etmesi, hepsi için bir ibret dersi oldu.

     Pey­gam­be­ri­mizin Mücahitleri Harbe Teşviki
     Harp bütün şiddetiyle devam ediyordu. Resûl-i Ekrem ise, durmadan mü­cahitleri harpte sebat etmeye çağırıyordu: “Muhammed’in varlığı kudret elin­de olan Allah’a yemin ederim ki bugün Allah’ın rızasını umarak sabır ve sebat göstererek çarpışanları ve arkasına dönmeden ilerlerken öldürülenleri, Allah muhakkak cennetine koya­caktır!”

     Umeyr’in Şehit Düşmesi
     Ensardan Umeyr b. Humam Hazret­leri, elinde hur­masını yerken Re­sû­lul­lah’ın bu müjdesini işitti ve “Ne iyi, ne iyi! Cennete girmek için, şu heriflerin elinde öl­mekten başka bir şey lâzım değilmiş” diye konuşarak elindeki hur­maları yere attı ve hemen kılıcını sıyırarak, şehâdetin faziletine ve ahiret haya­tının ehem­miyetine dair müessir beyitler söyleyip düşmanın üzerine hücum etti. Gidiş, o gidiş oldu. Bir daha geri dönmeyen Umeyr, birçok müşriği öldür­dükten sonra, kendisi de arzuladığı şehâdet mertebesine ulaştı.

     Bir Mucize
     Çarpışma bütün şiddetiyle devam ederken, Resûl-i Kibriya Efendimiz, yer­den bir avuç ince kum alıp küffar ordusunun üzerine attı ve “Yüzleri kara ol­sun! Allahım, kalplerine korku sal, ayaklarına titreme ver!” diye dua etti. [29] “Yüzleri kara olsun!” sözü bir kelâm iken, onlardan her birinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç kum dahi her bir müşriğin gözüne gitti. Hücumu terk edip gözleriyle meşgul olmaya başladılar. Kur’an-ı Azîmüşşan, bu mucizeyi şu ayetiyle ilan eder: “Onları siz değil, Allah öldürdü! Onları (kumları) attığın zaman da, sen at­madın, Allah attı!” [30]
     Evet, Resûl-i Kibriya’nın avucunda küçücük taşlar zikir ve tes­bih ettiği gibi, aynı avucuna alıp attığı kum ve küçücük taşlar da düşmana el bombası hük­müne geçiyor ve onları dehşete düşürüyordu!

     Pey­gam­be­ri­mizin Münâcâtı ve
     Meleklerin Yardıma Gelmesi
     Peygamber Efendimiz, bir taraftan mücahitler arasında dolaşıp cihada olan aşk ve şevklerini artırıcı konuşmalar yapıyor, bir taraftan da kıbleye yönelerek Yüce Mev­lâ­sına yalvarıyordu: “Allahım! Bana vadettiğin yardımı lût­fet!”
     Bu münâcâtı esnasında bir ara öylesine kendinden geçti ki ridâsı mübarek omuzlarından kayıp düştüğü halde farkına varmadı. Yanından ayrılmayan Hz. Ebû Bekir, ri­dâsını yerden alıp mübarek omuzlarına koydu ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Rabbine ettiğin niyaz yetişir. Şüphesiz, O, sana olan vaadini yerine getirecek­tir” diye konuştu. [31]
     Bir müddet sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Müjde ey Ebû Bekir! Sana Al­lah’ın yardımı geldi. İşte şu, Cebrail’­dir. Kum tepeleri üzerinde atının diz­ginini tutmuş, silahlan­mış, emir bekliyor!” diye buyurdu.
     Kur’an-ı Azîmüşşan, bu vak’ayı da şöyle hatırlatır: “Siz, (sayı, silah ve binekçe düşmandan çok) az ve zayıf iken, Allah, size Bedir’de kat’î bir zafer verdi. Allah’tan sakı­nın; ta ki şükret­miş olasınız! “O vakit sen, mü’minlere, ‘İndirilen üç bin melekle Rabbini­zin si­ze imdat etmesi yetişmez mi?’ diyordun.” [32]
     Rivayet edilmiştir ki o esnada, benzeri görülmedik, gayet şiddetli bir rüzgâr çıktı. Göz gözü görmez oldu. Sonra geçip gitti. Arkasından ikinci bir rüzgâr daha çıktı ve o da geçip gitti. Bu, Cebrail (a.s.) emrindeki üç bin meleğin gelip Resûl-i Kibriya Efendimi­zin yanında, sağında ve solunda yer alışının tezahürü idi. Melekler, başlarına beyaz sarıklar sarmışlar, sarıkların uçlarını ise arkala­rına salıvermişlerdi. Yalnız, Hz. Cebrail’in (a.s.) sarığı sarı idi. Meleklerin hepsi alaca renkte atlara binmişlerdi.

     Mücahitlerin Kahramanca Çarpışmaları
     Parolaları “Yâ Mansur! Emit” olan mücahitler, düşmanla kahramanca çar­pışıyor, hücum ve hamleleriyle düş­man saflarını yarıyor­lardı.
Hususan Hz. Hamza ile Hz. Ali (r.a.), son derece kahramanca ve cesurca müş­riklere hücum ediyorlar ve düşmanın hangi koluna hücum etseler yarıp geçiyorlardı. Hz. Hamza, iki elinde iki kılıç önüne geleni bir hamlede yere se­ri­yordu. Bu iki kahraman sahabe, müşrik ileri gelenlerinden birçok kimseyi kı­lıç­larıyla öldürdüler.

     Ebû Cehil’in Öldürülmesi
     Müslümanların büyük düşmanı olan Ebû Cehil’i öldürmek bir iftihar vesi­lesi olacağından, mücahitlerden her biri onu bulup öldürmek istiyordu. Hatta Ebû Cehil zannıyla, Hz. Hamza, müşriklerin reislerinden, Mahzumoğulla­rın­dan Hâlid b. Velid’in biraderi olan Ebû Kays İbn Velid’i ve Hz. Ali yine Benî Mahzum’dan Abdullah İbni Münzir’i öldürmüşlerdi.
     Ebû Cehil, yetmiş yaşında, korkunç yüzlü, inatçı ve mü­te­mer­rid bir İslam düşmanıydı. “Anam beni bugün için doğurmuş!” diyerek cesaretini izhar edi­yor ve askerini harbe sürüyordu. Mahzumoğulları, müşriklerden birçok kimsenin öldürüldüğünü görünce, Ebû Cehil’in etrafını deve sürüsü gibi sarmışlardı. Ne pahasına olursa olsun onu koruyacaklardı.
Harp bütün şiddetiyle devam ediyordu. Hz. Abdurrahman b. Avf, harp safında sağına soluna bakınca, ensar gençle­rinden iki delikanlıyı gördü. Onlardan biri kendisine yaklaşarak, “Ey amca! Sen Ebû Cehil’i tanır mısın?” diye sordu. Abdurrahman b. Avf, “Evet, tanırım. Ne yapacaksın onu?” deyince, genç şu cevabı verdi: “Allah’a söz verdim: Ebû Cehil’i gördüğüm gibi üzerine yürüyüp, ya onu öl­düreceğim yahut bu uğurda şehit olacağım!”
     Abdurrahman b. Avf Hazretleri, gencin bu azim ve kahramanlığını hayretle takdir ederken, diğer genç de yanına yaklaşıp aynı şeyleri söyledi. Abdurrahman b. Avf, önceleri kendi kendine, “Harp safında iki çocuk ara­sında kaldım!” derken onların bu cesurca sözlerine hayret etti. Bu iki genç, Afra Hâtun’un harbe iştirak etmiş yedi oğlundan ikisi olan Muaz ve Muavviz idiler. O sırada Abdurrahman b. Avf’ın (r.a.) gözü, müşrikler arasında dolaşıp du­ran ve Mahzunoğulları yiğitleri tarafından korunan Ebû Cehil’e ilişti. Soran gençlere göstererek, “İşte, aradığınız Ebû Cehil!” dedi.
     İki kahraman fedai, derhal kılıçlarını sıyırıp, Ebû Cehil’in bulunduğu tarafa doğru yürüdüler. Bu iki genç gibi birçok mücahit de Ebû Cehil’i öldürme fırsatını kolluyordu. Gençlerin Ebû Cehil’e yetişmesinden önce, onu başından beri gözetleyip du­ran, ensardan Muaz b. Amr b. Cemûh, o esnada bir fırsatını bulup Ebû Ce­hil’in ayağına bir kılıç darbesi indirdi. Ebû Cehil’in oğlu İkrime de kılıcıyla onun eli­ni kolunu yaraladı. Bu kahraman sahabe der ki: “Elim, derisinde sallandı kaldı. Çarpışmanın şiddeti bana onu unutturdu. O gün kesik elimi arkama atıp, hep çarpıştım durdum. Bana fazla zahmet verince de, ayağımla üzerine bastım, sallanan ko­lumu koparıp attım!” [33]
     Muaz b. Amr b. Cemûh’un yaralanmasından sonra iki genç kardeş olan Muaz ile Muavviz de, Ebû Cehil’in yanına vardılar. Üzerine hücum ederek kı­lıç darbeleriyle yere serdiler, öldü zannıyla da bırakıp gittiler.

     “Ebû Cehil, Bu Ümmetin Firavunudur!”
     O esnada Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Acaba Ebû Cehil, ne yaptı, ne oldu? Kim gidip bir bakar?” buyurarak, ölüler arasında onun araştırılmasını emretti.
Mücahitler aradılar, fakat bulamadılar. Peygamber Efendimiz yine “Arayınız! Benim, onun hak­kında sözüm var. Eğer siz, onun ölüsünü teşhis edemezseniz, dizindeki yara izine bakınız” bu­yurduktan sonra sözlerine şöyle devam etti: “Bir gün onunla Abdullah b. Cüd’a ’nın ziyafetinde bulunuyorduk. Ben, on­dan cüssece biraz büyükçe idim. Sıkışın­ca, onu ittim. İki dizi üzerine düştü. Di­zinden birisi yaralandı ve bu yaralanmanın izi, uru dizinden kaybolmadı!” [34]
     Bunun üzerine Abdullah İbni Mes’ûd Hazretleri, Ebû Cehil’i aramaya gitti. Onu son nefesinde, can çekişirken gördü. Kendisine, “Ebû Cehil sen misin?” dedi. Sonra da boynuna ayağıyla bastı ve “Ey Allah’ın düşmanı! Nihayet Allah seni hor ve hakir etti! Gördün mü?” dedi.
     Bedir Savaşı’nda şehit düşenlerin
     medfun bulundukları kabristan
     Can çekiştiği halde Ebû Cehil, “Ey koyun çobanı! Pek sarp yere çıkmışsın. Bü­yük bir kişinin, kavim ve kabilesi ta­rafından öldürülmesi, hemen şimdi olan bir şey değildir! Sen bana bugün zafer ve galebenin hangi tarafta olduğunu ha­ber ver” dedi.
     İbni Mes’ûd Hazretleri, “Nusret ve galebe, Allah ve Re­sûlü tarafındadır!” di­yerek, son nefesinde onu ye’se düşürdü. Böyle bir cihetten mey’us olan Ebû Cehil, bir kere daha küfrünü kustu: “Muhammed’e söyle ki şimdiye kadar onun düşmanı idim; şimdi düşman­lığım bir kat daha arttı!” Bunun üzerine, İbni Mes’ûd Hazretleri, hemen başını kesti.
Böylece, Ebû Cehil, son nefeste bile imana gel­medi, küfür ve dalâlette ısrar edip cehennemi boyladı. İbni Mes’ûd (r.a.), başını alıp huzur-u Ne­bevî’ye getirdi.
“İşte, Allah’ın düşmanı Ebû Cehil’in başı!” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Kuluna yardım eden, dinini üs­tün kılan Allah’a hamdolsun!” dedikten sonra, “Bu ümmetin Firavunu, işte bu­dur!” buyurdu. [35]
     Ebû Cehil’in öldürülmesinden sonra, müşrik ordusunda Müslümanlara kar­şı koyacak pek kimse kalmadı. Bu arada, azılı müşrik Ümeyye b. Halef de, Mek­ke’de merha­metsizce işkenceye uğrattığı Bi­lâl-i Habeşî (r.a.) tarafından yere se­rilince, Ku­reyş ordusu fena halde bozuldu. Müş­rik askerleri gerisingeri kaç­maya başladılar. Kaçanlar o anda kurtuldular, ele geçirilenler ise esir alın­dı­lar.

     Netice
     Birkaç saat bütün şiddetiyle devam eden kıyasıya mücadele neticesinde, Re­sûl-i Kibriya Efendimizin kumandanlığını yaptığı İslam ordusu, parlak bir mu­zafferiyet elde etmişti. Mücahitler, on dört şehit vermişlerdi; müşriklerden öl­dürdüklerinin sayısı ise yetmiş kadardı; bir o kadarını da esir almışlardı. Öl­dü­rülenlerden yirmi dört kişi, müş­riklerin ileri gelenlerindendi. Mücahitler, Pey­gam­be­ri­mizin emri gereği, müşrik ileri gelenlerinin cesetlerini toptan bir çuku­ra gömdüler.
     Resûl-i Ekrem, şehit olan mücahitlerin cenaze namazını da Be­dir’de kıldı.
Bu parlak zaferle, şüphe ve tereddüt bulutları parçalandı, Müslümanların cesaretlerine bir kat daha cesaret ka­tılmış oldu. Peygamber Efendimiz, derhal yola iki haberci çıkararak, bu şanlı zaferin bir an evvel Medine’ye duyurulma­sını istedi. Habercilerden biri şehrin üst tarafında, diğeri ise alt tarafında bu muhteşem müjdeyi Müslümanlara ulaştırdı.
[27] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 291.
[28] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 23.
[29] İbn Hişam, a.g.e., c. 2. s. 280.
[30] Enfâl, 17.
[31] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 601-602; Müslim, Sahih, c. 5. s. 156-157.
[32] Âl-i İmrân, 123-124.
[33] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 287-288; Taberî, Tarih, c. 2, s. 284.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 288; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 284.
[35] Zehebî, A’lâmü’n-Nübelâ, c. 1, s. 346.

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri & Grand Alfa Karadeniz Turu

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri  &  Grand Alfa Karadeniz Turu      5 Gün - 4 Gecelik (3 gece otel konakla...