İSLAM TARİHİUHUD MUHAREBESİNDEİ S L A M O R D U S UHicret’in 3. senesi - 7 Şevvâl / Milâdî 625İslam Ordusu
Hazırlanan Müslümanlar bin kişi civarında idi. [15] Sayıca Kureyş ordusunun üçte biri kadar... İçlerinde sadece yüz zırhlı vardı. [16] Orduda üç sancak bulunuyordu. Mus’ab b. Umeyr, muhacirlerin; Üsseyid b. Hudayr, Evslilerin; Hubâb b. Münzir ise, Hazreçlilerin sancağını taşıyordu.İslam ordusu, harekete hazırlanmıştı. Peygamber Efendimiz, atına binmiş, yayını omuzuna asmış ve mızrağını eline almıştı. Medine’de yerine, Abdullah b. Ümmî Mektum’u bırakmıştı. Zırhlı iki sahabe, Sa’d b. Muaz ile Sa’d b. Ubâde önünde, mücahitler ise sağ ve solunda yer alıyorlardı.
Cenneti Arzulayan Sahabe
İslam ordusunun Uhud’a doğru hareket edeceği sıradaydı. Topal bir zât olan Amr b. Cemûh da, sefere katılmak için gönlünde şiddetli bir arzu duydu. Her zaman Peygamber Efendimizle birlikte savaşa çıkan dört oğlu vardı. Onları çağırdı ve “Beni de sefere çıkarınız!” dedi. Oğulları, “Resûlullah, senin sefere çıkmamana müsaade etti. Yüce Allah da seni mâzeretli saymıştır” diye konuştular. Gönlü Allah ve Resûlullah muhabbetiyle yanıp tutuşan Amr, oğullarının bu sözlerine aldırış etmedi ve “Yazıklar olsun size! Siz, beni Bedir Seferi’nde cenneti kazanmaktan alıkoymuştunuz. Uhud Seferi’nde de mi alıkoyacaksınız? Herkes cennete giderken, ben evde oturup kalamam!” dedi; sonra da, doğruca Peygamber Efendimizin huzuruna vardı. “Yâ Resûlallah! Bu oğullarım, şunu bunu bahane ederek beni sefere çıkmaktan alıkoymak istiyorlar! Vallahi, ben, seninle beraber sefere çıkmayı ve cennette şu aksak halimle dolaşmayı arzu ediyorum!” dedi ve sordu: “Yâ Resûlallah! Sen, benim Allah yolunda çarpışmamı ve şehit düşüp şu aksak ayaklarımla cennette gezip yürümemi uygun görmez misin?”
Uhud Dağı
Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Evet, uygun görürüm!” dedikten sonra ilave etti: “Ama Allah, seni mâzeretli saymıştır. Sen cihatla mükellef değilsin!” Sonra, bu sahabenin oğullarına, “Siz, onu seferden alıkoymaya mecbur değilsiniz. Onu serbest bırakınız. Umulur ki Allah, ona şehitlik nasip eder” [17] buyurdu.Bunun üzerine Amr b. Cemûh, derhal silahlandı ve kıbleye dönerek, “Allahım, bana şehitlik nasip et!” diye dua etti. [18]
Yahudi Yardımının Reddedilmesi
İslam ordusu, Seniyye tepesine gelmişti. O sırada Peygamber Efendimiz, dönüp arkasına baktı. Okçulardan mürekkep kalabalık bir askerî birlik gördü. “Kimdir bunlar?” diye sordu.
Mücahitler, “Abdullah b. Übey’in, Yahudi müttefiklerinden altı yüz kişilik bir topluluk” cevabını verdiler.
Resûl-i Ekrem, “Onlar Müslüman olmuşlar mı?” diye sordu. “Hayır, yâ Resûlallah...” denilince, Efendimiz, “Gidip onlara söyleyiniz: Geri dönsünler. Onların yardımına ihtiyacımız yok!” diye emretti. [19]
Peygamberimizin Orduyu Teftişi
İslam ordusu, Şeyheyn tepelerine geldiği zaman, Resûl-i Ekrem durup ordusunu bizzat teftişten geçirdi. Bu sırada on beş kadar küçük yaşta çocuğu da geri çevirdi.
Fakat içlerinde mücahitler safından ayrılmak istemeyen, müşriklere karşı küçük yaşta da olsa savaşmak isteyenler vardı. Bunlardan biri de, Râfi’ b. Hadîc idi. Ayağındaki mestlerin ucuna basarak Resûl-i Ekrem’e uzun görünmek istiyordu. Sonradan bir sahabenin, “Yâ Resûlallah, Rafi iyi ok atar” demesi ve ordudan ayrılmasını istememesi üzerine, Peygamber Efendimiz onu da orduya aldı.
Arkadaşı Rafi’in orduya alındığını gören bir başka küçük sahabe Semüre b. Cündüb, babasına, “Babacığım, Resûlullah Rafi’e müsaade etti, beni ise geri çevirdi. Hâlbuki ben güreşte onu yenebilirim!” dedi.
Baba Mürey b. Sinan, teklifi Resûl-i Ekrem’e iletti. Peygamber Efendimiz, güreşmelerini istedi. Güreşte Semüre’nin Rafi’i yıktığını görünce, onun da orduya katılmasına izin verdi. Henüz on beş yaşlarında bulunan bu gencecik sahabeler, işte böylesine büyük bir şevkle mücahitler safında müşriklere karşı savaşmak istiyorlardı. [20]
Şeyheyn’de Geçen Gece
Peygamber Efendimizin ordusunu teftişi sona erdiği zaman, güneş de o günkü vazifesini bitirip guruba doğru kaymıştı. Az sonra Bilâl-i Habeşî, akşam ezanını okudu. Resûl-i Ekrem, mücahitlere namazı kıldırdı. Aynı şekilde yatsı namazı da eda edildi. Peygamber Efendimiz, geceyi burada geçirecekti. Muhammed b. Mesleme kumandasındaki elli kişilik bir devriye birliğini de, orduyu muhafaza altında bulundurmak ve etrafı kontrol etmekle vazifelendirdi.
Bir Sahabenin, Peygamberimizi Gece Beklemesi
Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahitlere yatsı namazını kıldırdıktan sonra, “Bu gece bizi kim bekleyecek?” diye sordu. Mücahitler arasından bir ses geldi: “Ben, yâ Resûlallah!”
Peygamber Efendimiz, “Sen kimsin?” diye sordu. Aynı sesin sahibi, “Zekvan b. Abdi Kays’ım, ben...” diye cevap verdi. Resûl-i Ekrem, ona, “Sen otur!” diye emretti...
Aradan az bir zaman geçtikten sonra Peygamber Efendimiz tekrar, “Bu gece bizi kim bekleyecek?” diye sordu. Yine mücahitler arasından bir ses yükseldi: “Ben, yâ Resûlallah!”
Efendimiz, ona, “Sen kimsin?” diye sordu. Sesin sahibi, “Ben, Ebû Seb’im” diye cevap verdi. Peygamber Efendimiz, ona da, “Sen otur!” dedi...
Bir müddet bekledikten sonra, Peygamber Efendimiz, sorusunu üçüncü sefer tekrarladı: “Bu gece bizi kim bekleyecek?” Yine Müslümanlar arasından bir ses yükseldi: “Ben beklerim yâ Resûlallah!” Efendimiz, ona, “Sen kimsin?” diye sordu. “Ben, İbni Kays’ım” diye cevap verdi. Peygamber Efendimiz, ona da, “Sen otur!” dedi. Aradan bir müddet geçtikten sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Üçünüz de kalkınız” buyurdu. Yalnız bir kişi ayağa kalktı. Bu, Zekvan b. Abdi Kays’tı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Diğer arkadaşların nerede?” diye sorunca, Zekvan, “Yâ Resûlallah! Üç seferinde de sorunuza cevap veren bendim!” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, ona, “Git, sen bize muhâfızlık et! Allah da seni muhafaza etsin!” dedi.
Zekvan, hemen zırhını giyindi, kalkanını aldı; bütün gece Peygamber Efendimizin yanında nöbet tuttu. [21]
Bu sahabe, önce kendi ismiyle, sonra oğlunun, sonra da babasının ismiyle kendisini tanıtmıştı!
İslam Ordusu Uhud’da
Sabaha yakın, Peygamber Efendimiz, ordusuyla birlikte Şeyheyn’den ayrıldı ve Uhud’a doğru yürüdü. Artık her iki ordu da birbirini fark edebiliyordu. Düşman karşıda görünüyordu. Mücahitler cephesinde sabah ezanı göklere dalga dalga yayılıyordu. Saf bağlayan Müslümanlar, Hz. Resûlullah’ın arkasında silahlarını çıkarmadan düşmanlarının gözleri önünde namazlarını eda ettiler.
Bu arada Peygamber Efendimiz, tedbir babında, zırhının üzerine ikinci bir zırh, takyesinin üzerine ise miğfer giydi. [22]
Münafıkların Ordudan Ayrılması
Artık iki ordu karşı karşıya gelmişti. Her biri harp nizamıyla meşgul oluyordu.
Bu sırada oraya kadar çekine çekine korku içinde gelmiş bulunan Abdullah b. Übey b. Selûl, ortaya atıldı ve “Muhammed, rey ve görüş sahibi olmayan gençlerin sözünü dinledi, benim sözümü dinlemedi! Ey ahali! Bir türlü anlayamıyorum; şuracıkta biz ne diye canımızı vereceğiz?” [23] deyip, kavminden ve münafıklardan üç yüz kadar askerle geri döndü.
Münafıkların ayrılmasıyla, İslam ordusu yedi yüz kişiden ibaret kaldı. Kureyş ordusunun dörtte biri kadar...
Abdullah b. Übey, münafıklardan bir grupla İslam ordusundan ayrılmakla kalmadı; sâir Müslümanları da tesir altına almaya çalıştı. Onun geri döndüğünü gören Hazreç kabilesine mensup Selimeoğulları ile Evs kabilesine mensup Hariseoğulları da geri dönmeye niyetlendiler. Fakat Allah’ın inayeti yetişti ve onları bu tereddütlerinden kurtardı.
Kur’an-ı Azîmüşşan’da bu hususla ilgili olarak şöyle buyrulur: “O zaman içinizden iki birlik zaaf göstermek istemişti. Hâlbuki, onların yardımcısı Allah’tı (Allah, rahmetiyle, onlardan bu gevşekliği giderdi). Mü’minler, ancak Allah’a güvenip dayanmalıdır.” [24]
Münafıklarla İlgili İnen Ayet
Münafıkların, harp meydanında İslam ordusundan ayrılıp Medine’ye geri dönmeleri üzerine ise, şu meâldeki ayetler nâzil oldu: “İki ordu karşılaştığı gün size gelen musibet Allah’ın emriyle geldi. Bu, Allah’ın mü’minleri ayırt etmesi, münafık olanları da açığa vurması içindi. Onlara, ‘Geliniz, Allah yolunda muharebe edin yahut (hiç olmazsa düşmanın kendinize ve ailenize saldırmasını) önleyin’ denildi de, ‘Biz muharebe etmeyi bilseydik elbette arkanızdan gelirdik!’ dediler. Onlar, o gün imandan ziyade küfre yakındılar. Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Onlar ne gizlerse, Allah çok iyi bilendir!” [25]
Muhayrık’ın İslam Ordusuna Katılışı
Muhayrık, büyük bir Yahudi âlimi idi. Medine’de bol serveti vardı. Resûl-i Ekrem Efendimizi, mukaddes kitaplardaki sıfatlarıyla tanırdı. Fakat kavminden çekindiği ve dininin tesirinden kendisini bir türlü kurtaramadığı için bu sıfatları açıklamıyordu. Bu durumu Uhud Harbi’ne çıkışa kadar devam etti. [26]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, mücahitlerle Uhud Gazâsı’na çıktığı sıradaydı. O âna kadar bildiğini açıklamayan Muhayrık, “Ey Yahudi cemaati! Vallahi, siz Muhammed’in peygamber olduğunu, ona yardım etmenin, üzerinize düşen bir vazife ve yerine getirmeniz gereken bir hak olduğunu pekâla bilirsiniz!” dedi.
Yahudiler, “Bugün, Cumartesi günüdür! Hiçbir şeyle meşgul olunmaz” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Muhayrık, kılıcını ve harçlığını yanına aldı. Akrabasından birisine, “Eğer bugün öldürülürsem, mallarımın hepsi Muhammed’indir! O dilediğini yapmaya serbesttir” diyerek vasiyette bulundu ve gidip İslam ordusuna katıldı. Şehit düşünceye kadar da müşriklerle çarpıştı. Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Muhayrık, Yahudi ırkından, hayırlı bir kişidir” buyurdu. [27]
Muhayrık’ın vasiyeti üzerine, Peygamber Efendimize kalan mülkleri, Bisab, Safiye, Delâl, Hüsna, Avaf, Bürka ve Meşrebe adlarını taşıyan yedi bahçe ve bostan idi. [28]
Muhayrık’ın mallarını teslim alan Efendimiz, onların hepsini vakfetti. Medine’deki vakıfları umumîyetle Muhayrık’ın mallarındandı. [29]
İslam Ordusu Karargâhı
Günlerden Cumartesi idi. Peygamberimiz atından indi, yürüyerek sayıca az, iman ve cesarette büyük ordusunun saflarını bizzat tanzim etti. Sağ ve sol kanadı düzene soktu. İslam ordusunun arkasında Uhud dağı vardı. Yüzü ise Medine’ye doğru idi. [30] Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu arada, oldukça mühim bir yer olan Ayneyn tepesine elli muharipten teşekkül eden bir okçu müfrezesini vaziyet almak üzere vazifelendirdi.
Başlarına Abdullah b. Cübeyr’i tayin etti. Vazifeleri, Uhud ile Ayneyn tepesi arasındaki geçidi muhafaza etmek, düşmanın burada İslam ordusunu arkadan sarmasına fırsat vermemekti. [31] Resûl-i Ekrem, okçulara şu emri verdi: “Düşmanı yendiğimizi görseniz de, size haber vermedikçe, adam göndermedikçe yerlerinizden asla ayrılmayınız. Düşmanın bizi mağlup ettiğini görseniz de, yine kesinlikle yerinizi terk edip, ‘Yardımlarına koşalım’ demeyiniz.” [32]
Bu emir ve tâlimatını iki sefer tekrarlayan Peygamber Efendimiz, daha sonra okçulara, “Kuşların cesetlerimizi kapıştıklarını görseniz dahi, ben size adam göndermedikçe asla yerinizden ayrılmayınız” [33] emrini verdi.
Resûl-i Kibriya’nın emri ve tâlimatı böylesine net ve kesindi.
İki Ordu Karşı Karşıya
İki ordu da artık harp nizamına girmiş ve karşılıklı bekliyorlardı.
İslam ordusunda, Zübeyr b. Avvam zırhlı kuvvetlerin, Hz. Hamza ise zırhsız askerlerin başında vazifeliydi.
Müşrik ordusunun sağ ve sol kumandanı Hâlid b. Velid, sol kol kumandanı ise Ebû Cehil’in oğlu İkrime idi. Süvari birliklerinin başında Safvan b. Ümeyye, okçuların başında ise Abdullah b. Ebî Rebîa bulunuyordu. [34]
Müşrik ordusu cephesinde gürültü ve şamatanın bini bir paraydı. Gönülleri intikam hırsıyla dolu kadınlar, türküler, şarkılar söyleyerek ve defler çalarak müşrikleri coşturmaya çalışıyorlardı.
İslam ordusu cephesi ise dualar, tekbirler, âminlerle inliyordu. Allah’tan yardım dileniyor, nusretini ihsan etmesi niyaz ediliyordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz de, hitabesinde, onları cihada, Allah yolunda savaşa, bu yolda sabır ve sebata, her şeye rağmen gayretle çalışmaya teşvik ve davet ediyordu. Gönülleri imanla dolu, gözlerinden cesaret kıvılcımları sıçrayan mücahitler, bir an evvel “hücum” emrini heyecanla bekliyorlardı. Ya vurulup şehit olarak Allah’ın huzuruna çıkmak ya da müşrik topluluğunu yerle bir etmek için adeta yerlerinde duramıyorlardı.
Tek Tek Vuruşma Taraflar birbirlerine oldukça yaklaşmışlardı. Bu sırada Kureyş ordusunun sancaktarı Talha b. Ebî Talha ortaya atılarak, kendinden emin, mağrurane bir eda ile seslendi:
“Benimle çarpışmaya er meydanına kim çıkar?” Karşısına “Esedullah” unvanının sahibi Hz. Ali çıktı ve “Varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki seni kılıcımla cehenneme göndermedikçe veya kılıcınla cennete girmedikçe seni bırakmayacağım!” diyerek hasmına şiddetli bir kılıç darbesi indirdi. Başını çenesine kadar yarıp ikiye ayırdı. Talha yere yıkılınca, Hz. Ali geri döndü. Mücahitler, “Neden onun başını gövdesinden ayırmadın?” diye sordular.
Hz. Ali, “Yere düşünce, edep yeri bana taraf açıldı. Ondan hemen yüzümü çevirdim. İyi biliyorum ki Allah, onu yaşatmayacak, öldürecektir” diye cevap verdi.
Kureyş sancaktarının yere serilmesine Peygamber Efendimiz ve mücahitler son derece sevindiler ve bu sevinçlerini tekbirler getirerek izhar ettiler.
Hz. Hamza’nın, İkinci Sancaktarı Yere Sermesi
Talha yere serilince, Kureyş müşriklerinin sancağını kardeşi Osman b. Ebî Talha aldı. Ona karşı da Hz. Hamza çıktı ve omuzundan kılıçla vurup kolunu kesti. Bu sefer sancağı yine Abduddaroğullarından Ebû Sa’d b. Ebî Talha aldı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ebû Sa’d’a karşı da Hz. Ali’yi çıkardı. Çarpışmadan galip çıkan, yine Hz. Ali oldu. Ebû Sa’d, “Esedullah”ın kılıç darbeleri arasında can verdi.
Sa’d öldürülünce Kureyş sancağını hemen Müsâfi’ b. Talha b. Ebî Talha eline aldı. Onu da Âsım b. Sâbit Hazretleri okla vurup öldürdü. Ondan sonra Kureyş müşriklerinin sancağını Hâris b. Ebî Talha aldı. Âsım b. Sâbit Hazretleri, onu da bir okla yere serdi. [35]
Haris’ten sonra sancağı Kilâb b. Talha aldı. Onu da, Zübeyr b. Avvam (r.a.), bir hamlede yere serdi.
Bu sefer sancağı Cülâs b. Talha aldı. Onu da Talha b. Ubeydullah Hazretleri öldürdü.
Abduddaroğullarından baba, oğul, kardeş ve amca olan tam yedi kişi, Kureyş müşriklerinin sancağı altında iken, kahraman mücahitler tarafından böylece yere serildiler.
Bundan sonra sancağı yine Abduddaroğullarından Ertat b. Şürahbil aldı. O da Hz. Ali’nin amansız darbeleriyle yere yıkıldı. Sonra sancağı Şurayh b. Kâriz aldı. O da ashab-ı kiramdan biri tarafından öldürüldü.
Sancaktarlarının bir bir yere serildiğini gören Kureyş müşriklerini bir dehşet ve korku sardı. Öyle ki sancaklarının yanına bile kimse yanaşmaya cesaret edemiyordu. Sonunda onu Alkame kızı Amre yerden alıp Kureyşlilere teslim etti. [36] Abduddaroğullarından sancağı tutacak kimse bulunmadığından, yine onların kölelerinden Suvab sancağı taşıdı. Kuzman, vurup onun sağ elini kesti. Suvap sancağı sol eline aldı. Kuzman sol elini de kesti. Bunun üzerine Suvab sancağı kol ve pazılarıyla tutmaya çalıştı; fakat daha fazla dayanamayıp arkaüstü yere yıkıldı.
Artık iki tarafın da beklemeye tahammülü kalmamıştı. Çarpışma, bir anda şimşek hızıyla başladı. Kılıç şakırtısı, ok vınlaması, at kişnemesi ve deve böğürmesi ortalığı kapladı. Allah yolunda savaşmaya can atan mücahitler, kahramanca dövüşmeye başladılar.
Ebû Dücâne’nin Peygamberimizden Kılıcı Alması
Resûl-i Ekrem’in elinde bir kılıç vardı. Üzerinde, “Korkaklıkta ar, ilerlemekte şeref ve itibar var! İnsan korkaklıkla kaderden kurtulamaz!” meâlindeki beyit yazılı idi.
“Bu kılıcı benden kim alır?” diye sordu. Birçok sahabe birden atıldı. “Ben, ben yâ Resûlallah!” diyerek ellerini uzattılar.
Bu sefer Peygamberimiz, “Bunu, hakkını vermek üzere kim alır?” diye sordu.
Yine hararetle isteyenler çıktı. Aralarında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Zübeyr b. Avvam da vardı. Hz. Resûlullah vermek istemedi.
Bu sırada korkusuz, gözünü daldan budaktan sakınmayan biri ortaya atıldı. Ebû Dücâne’ydi bu! Hz. Resûlullah’a, “Nedir onun hakkı yâ Resûlallah?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem, “Hakkı, eğilip bükülünceye kadar onu düşmana sallamandır!” buyurdu.
Bunun üzerine Ebû Dücâne, “Yâ Resûlallah! Ben onu, hakkını yerine getirmek üzere alıyorum!” dedi ve Hz. Resûlullah’tan kılıcı teslim aldı. Ebû Dücâne, elinde Resûl-i Ekrem’in şartlı teslim ettiği kılıcı, başında ise kırmızı sarığı olduğu halde müşriklere doğru çalımlı çalımlı yürümeye başladı. Bunun üzerine Fahr-i Âlem Efendimiz, ashabına şu ölçüyü ders verdi: “Bu öyle bir yürüyüştür ki Allah onu, şu yerin (harp halinin) dışında hiçbir zaman sevmez!” [37]
Ebû Dücâne, şimşek süratinde düşman safları arasına girdi, kılıcını var kuvvetiyle hakkını vermek için sallamaya başladı. Önüne geleni bir iki darbede yere seriyor, durmadan ilerliyordu. Bir ara dağın eteğinde deflerle müşrikleri savaşa teşvik eden kadınların yanına kadar vardığını fark etti. Orada biri müşriklere hiddetli hiddetli bağırıyor, onları vuruşmaya teşvik ediyordu. Yanına yaklaştı, kılıcını kaldırıp vuracakken, hasmından bir çığlık koptu. Bu, Ebû Süfyan’ın karısı Hind’in çığlığı idi. Ebû Dücâne, ona kılıç sallamaktan geri durdu. Kendisini o sırada gören Hz. Zübeyr b. Avvam, sonradan, neden o kadına kılıç sallamadığını soracak, Ebû Dücâne ise şu cevabı verecektir: “Resûlullah’ın kılıcına hürmetimden, o kadının kanına bulaştırmak istemedim!” [38]
Diğer taraftan, Hz. Hamza, elinde iki kılıç, “Ben, Allah’ın Arslanıyım!” diye diye bir öne bir arkaya dönerek kılıcını sallıyor, müşriklerin üzerine cesaretle saldırıyordu.
Mücahitlerin hepsi de düşmanla cesurca dövüşüyor ve kıyasıya mücadele veriyorlardı!
Düşmanın Bozguna Uğraması
Şirk ordusu, mücahitlerin bu kahramanca dövüş ve çarpışması karşısında fazla dayanamadı. Kendilerini bir korku ve dehşet sardı. Gerisingeri kaçışmaya başladılar. Müşrik kadınlar defler çalıyor, şarkılar söylüyor ve paniğe kapılıp kaçan askerleri geri çağırıyorlardı. Ancak cesaretin kaynağı imandan mahrum kalbe deflerin çalınması, şarkıların söylenmesi ve şiirlerin okunması bir fayda veremiyor, müşrik askerleri gerisingeri her şeylerini, canlarını kurtarmak uğrunda terk ederek kaçıyorlardı.
Harbin ilk safhası, işte böylesine mücahitlerin üstün çarpışmaları ve Allah’ın yardımıyla Müslümanlar lehine neticelendi.
Uhud’un İlk Şehidi
İslam ordusu henüz bozulmamıştı. Bu esnada bir müşrik tarafından Abdullah b. Amr b. Harâm şehit edildi. Uhud’un ilk şehidi, bu mücahit oldu. Oğlu Hz. Cabirder ki:
“Babam Uhud Seferi’ne çıkmak için hazırlandığı sırada, geceleyin beni yanına çağırdı ve ‘Yavrucuğum! Belli olmaz. Belki de yarın Uhud günü ilk şehit ben olurum! Kız kardeşlerine iyi davranmanı vasiyet ederim. Üzerimde borç var. Borcumu öde!’ dedi. Gerçekten, dediği gibi, ilk şehit kendisi oldu.” [39]
Harbin Seyrini Değiştiren Hadise
Düşman ikiye bölünüp süratle harp yerinden uzaklaşırken, mücahitler de geride terk edilen ganimetleri toplamaya başlamışlardı. Ayneyn tepesinde vazifeli okçular ise, Uhud Meydanı’ndaki manzarayı seyrediyorlardı.
Bu arada, okçularda, yerlerinden ayrılıp mücahitlere katılma isteği uyandı. Onlar, harp bitmiş, kendilerinin görevi ise sona ermiştir düşüncesini taşıyorlardı. Ayrılmak isteyen okçulara, kumanlan Abdullah b. Cübeyr, verilen emri hatırlattı: “Resûlullah’ın size söylediklerini, verdiği emri ve tâlimatı unuttunuz mu?” Fakat bu hatırlatmaya rağmen, kumandanlarıyla birlikte kalan birkaçı müstesna, diğerleri Ayneyn tepesini terk ederek harp sahasındaki mücahitlerin yanına vardılar. Onlarla birlikte ganimet toplamaya başladılar.
Hâlid b. Velid’in Fırsatı Değerlendirmesi
Birçok okçunun yerini terk etmesiyle İslam ordusunun arka cephesi müdafaasız kaldı. Harp dâhîsi ve Kureyş ordusunun süvari kumandanı Hâlid b. Velid de, zaten böyle bir fırsat kolluyordu. Harbin en hararetli zamanında da bu geçitten girmek istemiş, ancak okçular tarafından püskürtülmüştü.
Hâlid b. Velid, emrindeki kuvvetlerle tepede kalan on kadar okçuyu şehit ettikten sonra, Müslüman saflarının arkasına daldı. Hücum, ani ve beklenmedik bir anda olmuştu. Her şey birden değişiverdi. Mücahitler, düşman bozguna uğrayıp gitti diye gayet rahat idiler. Hatta bazıları silahlarını bile bırakmıştı.
Bu durumu görünce, kaçan Kureyş kuvvetleri de geri döndü.
Bu durumda mücahitler, iki ateş arasında kalmışlardı. Beklenmedik bir hücuma maruz kaldıklarından şaşırmışlardı. İki taraftan sarılınca kuvvetlerini haliyle kaybetmişlerdi.
Beklenmedik bir anda beklenmedik bir hücum, beklenmedik bir netice doğuruyordu.
__________Bu bölümümüze devam edeceğiz...
__________
Notlar
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 63; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 39.
[16] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 63; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 39.
[17] İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 2, s. 349; İbn Hacer, el-İsabe, c. 2, s. 206; Beyhakî, Sünen, c. 9, s. 24.
[18] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 3, s. 1168.
[19] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 48; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 232.
[20] Taberî, Tarih, c. 3, s. 12-13.
[21] Vakidî, Megazi, s. 169-170.
[22] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 39.
[23] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 68; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 39.
[24] Âl-i İmrân, 122.
[25] Âl-i İmrân, 166-167.
[26] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 164-165.
[27] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 165.
[28] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 502-503.
[29] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 165.
[30] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 69; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 39.
[31] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 70.
[32] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 70; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 40.
[33] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 40.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 70-71; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 40.
[35] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 41.
[36] Taberî, Tarih, c. 3, s. 17.
[37] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 71.
[38] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 73; Taberî, Tarih, c. 3, s. 15.
[39] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 87; İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 3, s. 232.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder