13 Mayıs 2012 Pazar

İSLAM TARİHİ ... UHUD MUHAREBESİ / İSLAM ORDUSU

İSLAM TARİHİ
UHUD MUHAREBESİNDE
İ S L A M   O R D U S U
Hicret’in 3. senesi  -  7 Şevvâl / Milâdî 625
İslam Ordusu

     Hazırlanan Müslümanlar bin kişi civarında idi. [15] Sayıca Ku­reyş ordusunun üçte biri kadar... İçlerinde sadece yüz zırhlı vardı. [16] Orduda üç sancak bulunuyordu. Mus’ab b. Umeyr, muhacirlerin; Üsseyid b. Hudayr, Evslilerin; Hubâb b. Mün­zir ise, Haz­reç­li­le­rin sancağını taşıyordu.
     İslam ordusu, harekete hazırlanmıştı. Peygamber Efendimiz, atına binmiş, yayını omuzuna as­mış ve mızrağını eline almıştı. Medine’de yerine, Abdullah b. Ümmî Mek­tum’­u bırakmıştı. Zırh­lı iki sahabe, Sa’d b. Muaz ile Sa’d b. Ubâde önünde, mücahitler ise sağ ve so­lunda yer alıyorlardı.

    Cenneti Arzulayan Sahabe
     İslam ordusunun Uhud’a doğru hare­ket edeceği sıra­daydı. Topal bir zât olan Amr b. Cemûh da, se­fere katılmak için gönlünde şiddetli bir arzu duydu. Her za­man Peygam­ber Efendimizle birlikte savaşa çıkan dört oğlu vardı. On­la­rı çağırdı ve “Beni de sefere çıkarınız!” dedi. Oğulları, “Re­sû­lul­lah, senin sefere çıkmamana müsaade etti. Yü­ce Allah da seni mâzeretli say­mıştır” diye konuştular. Gönlü Allah ve Re­sû­lul­lah muhabbetiyle yanıp tutuşan Amr, oğullarının bu sözlerine aldırış etmedi ve “Yazıklar olsun size! Siz, beni Bedir Seferi’nde cen­neti kazanmaktan alıkoymuştunuz. Uhud Seferi’nde de mi alıkoyacaksınız? Herkes cennete giderken, ben evde oturup kalamam!” dedi; sonra da, doğruca Peygamber Efendimizin hu­zuruna vardı. “Yâ Re­sû­lal­lah! Bu oğullarım, şunu bunu bahane ederek beni sefere çıkmaktan alıkoymak istiyorlar! Vallahi, ben, seninle beraber sefere çıkmayı ve cennette şu aksak halimle do­laşmayı arzu ediyorum!” dedi ve sordu: “Yâ Re­sû­lal­lah! Sen, benim Allah yolunda çarpış­mamı ve şehit düşüp şu aksak ayaklarımla cennette gezip yürümemi uygun görmez misin?”
     Uhud Dağı    
     Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Evet, uygun görürüm!” dedik­ten sonra ilave et­ti: “Ama Allah, seni mâzeretli saymıştır. Sen cihat­la mükellef değilsin!” Son­ra, bu sahabe­nin oğullarına, “Siz, onu sefer­den alıkoymaya mecbur de­ğil­siniz. Onu serbest bırakınız. Umulur ki Allah, ona şehitlik nasip eder” [17] bu­yurdu.
     Bunun üzerine Amr b. Cemûh, derhal silahlandı ve kıbleye dönerek, “Al­lahım, bana şehitlik nasip et!” diye dua etti. [18]

    Yahudi Yardımının Reddedilmesi
     İslam ordusu, Seniyye tepesine gelmişti. O sırada Peygamber Efendimiz, dönüp arkasına baktı. Okçulardan mürekkep kalabalık bir askerî birlik gördü. “Kimdir bunlar?” diye sordu.
Mücahitler, “Abdullah b. Übey’in, Yahudi müttefiklerinden altı yüz kişilik bir topluluk” cevabını verdiler.
     Resûl-i Ekrem, “Onlar Müslüman olmuşlar mı?” diye sor­du. “Hayır, yâ Re­sû­lal­lah...” denilince, Efendimiz, “Gidip onlara söyleyiniz: Ge­ri dönsünler. Onların yardımına ihtiyacımız yok!” diye emretti. [19]

    Pey­gam­be­ri­mizin Orduyu Teftişi
     İslam ordusu, Şeyheyn tepelerine geldiği zaman, Resûl-i Ekrem durup or­dusunu bizzat teftişten geçirdi. Bu sırada on beş kadar küçük yaşta çocuğu da geri çevirdi.
Fakat içlerinde mücahitler safından ayrılmak istemeyen, müşriklere karşı küçük yaşta da olsa savaşmak isteyenler vardı. Bunlardan biri de, Râfi’ b. Ha­dîc idi. Ayağındaki mestlerin ucuna basarak Resûl-i Ekrem’e uzun görün­mek isti­yor­du. Sonradan bir sahabe­nin, “Yâ Re­sû­lal­lah, Rafi iyi ok atar” deme­si ve or­du­dan ayrılmasını iste­me­mesi üzerine, Peygamber Efendimiz onu da orduya aldı.
     Arkadaşı Rafi’in orduya alındığını gören bir başka küçük sahabe Semüre b. Cündüb, babasına, “Babacığım, Re­sû­lul­lah Rafi’e müsaade etti, beni ise geri çe­virdi. Hâlbuki ben güreşte onu yenebilirim!” dedi.
     Baba Mürey b. Sinan, teklifi Resûl-i Ekrem’e iletti. Peygamber Efendimiz, güreşmelerini istedi. Güreşte Semü­re’nin Rafi’i yıktığını görünce, onun da or­duya katılma­sına izin verdi. Henüz on beş yaşlarında bulunan bu gencecik sa­habeler, işte böylesine büyük bir şevkle mücahitler sa­fın­da müşriklere karşı savaşmak istiyorlardı. [20]

    Şeyheyn’de Geçen Gece
     Peygamber Efendimizin ordusunu teftişi sona erdiği zaman, güneş de o gün­kü vazifesini bitirip guruba doğru kaymıştı. Az sonra Bilâl-i Habeşî, akşam eza­nını okudu. Resûl-i Ekrem, mücahitlere namazı kıldırdı. Aynı şekilde yatsı na­mazı da eda edildi. Peygamber Efendimiz, geceyi burada geçirecekti. Mu­ha­mmed b. Mesleme kumandasındaki elli kişilik bir devriye birliğini de, or­duyu muhafaza altında bulundurmak ve etrafı kontrol etmekle vazifelendirdi.

    Bir Sahabenin, Pey­gam­be­ri­mizi Gece Beklemesi
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahitlere yatsı namazını kıldırdıktan sonra, “Bu gece bizi kim bekleyecek?” diye sordu. Mücahitler arasından bir ses geldi: “Ben, yâ Re­sû­lal­lah!”
Peygamber Efendimiz, “Sen kimsin?” diye sordu. Aynı sesin sahibi, “Zekvan b. Abdi Kays’ım, ben...” diye cevap verdi. Resûl-i Ekrem, ona, “Sen otur!” diye emretti...
     Aradan az bir zaman geçtikten sonra Peygamber Efendimiz tekrar, “Bu gece bizi kim bekleyecek?” diye sordu. Yine mücahitler arasından bir ses yükseldi: “Ben, yâ Re­sû­lal­lah!”
Efendimiz, ona, “Sen kimsin?” diye sordu. Sesin sahibi, “Ben, Ebû Seb’im” diye cevap verdi. Peygamber Efendimiz, ona da, “Sen otur!” dedi...
     Bir müddet bekledikten sonra, Peygamber Efendimiz, sorusunu üçüncü se­fer tekrarladı: “Bu gece bizi kim bekleyecek?” Yine Müslümanlar arasından bir ses yükseldi: “Ben beklerim yâ Re­sû­lal­lah!” Efendimiz, ona, “Sen kimsin?” diye sordu. “Ben, İbni Kays’ım” diye cevap verdi. Peygamber Efendimiz, ona da, “Sen otur!” dedi. Aradan bir müddet geçtikten sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Üçünüz de kalkınız” buyurdu. Yalnız bir kişi ayağa kalktı. Bu, Zekvan b. Abdi Kays’tı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Diğer arkadaşların nerede?” diye sorunca, Zek­van, “Yâ Re­sû­lal­lah! Üç seferinde de sorunuza cevap veren bendim!” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, ona, “Git, sen bize mu­hâfızlık et! Allah da seni muhafaza etsin!” dedi.
     Zekvan, hemen zırhını giyindi, kalkanını aldı; bütün gece Peygamber Efen­dimizin yanında nöbet tuttu. [21]
     Bu sahabe, önce kendi ismiyle, sonra oğlunun, sonra da babasının ismiyle kendisini tanıtmıştı!

    İslam Ordusu Uhud’da
     Sabaha yakın, Peygamber Efendimiz, ordusuyla birlikte Şey­heyn’den ay­rıl­dı ve Uhud’a doğru yürüdü. Artık her iki ordu da birbi­rini fark edebili­yor­du. Düşman karşıda görünüyordu. Mücahitler cephesinde sabah ezanı göklere dal­ga dalga yayılıyordu. Saf bağlayan Müslümanlar, Hz. Re­sû­lul­lah’ın arka­sın­da silahlarını çıkarmadan düşmanlarının gözleri önünde namazlarını eda etti­ler.
     Bu arada Peygamber Efendimiz, tedbir babında, zırhının üzerine ikinci bir zırh, takyesinin üzerine ise miğfer giydi. [22]

    Münafıkların Ordudan Ayrılması
     Artık iki ordu karşı karşıya gelmişti. Her biri harp nizamıyla meş­gul olu­yordu.
Bu sırada oraya kadar çekine çekine korku içinde gelmiş bulunan Abdullah b. Übey b. Selûl, ortaya atıldı ve “Muhammed, rey ve görüş sahibi olmayan gençlerin sözünü dinledi, benim sözümü dinlemedi! Ey ahali! Bir türlü anla­yamıyorum; şuracıkta biz ne diye canımızı vereceğiz?” [23] deyip, kavminden ve münafıklardan üç yüz ka­dar askerle geri döndü.
Münafıkların ayrılmasıyla, İslam ordusu yedi yüz kişiden iba­ret kaldı. Ku­reyş ordusunun dörtte biri kadar...
     Abdullah b. Übey, münafıklardan bir grupla İslam ordusundan ayrılmakla kalmadı; sâir Müslümanları da tesir altına almaya çalıştı. Onun geri döndü­ğünü gören Hazreç kabilesine mensup Selimeoğulları ile Evs kabilesine men­sup Hariseoğulları da geri dönmeye niyetlendiler. Fakat Allah’ın inayeti yetişti ve onları bu tereddüt­le­rin­den kurtardı.
Kur’an-ı Azîmüşşan’da bu hususla ilgili olarak şöyle buyrulur: “O zaman içinizden iki birlik zaaf göstermek istemişti. Hâlbuki, onların yar­dımcısı Allah’tı (Allah, rahmetiyle, onlardan bu gevşekliği giderdi). Mü’minler, ancak Allah’a güvenip dayanmalıdır.” [24]

    Münafıklarla İlgili İnen Ayet
     Münafıkların, harp meydanında İslam ordusundan ayrılıp Medine’ye geri dönmeleri üzerine ise, şu meâldeki ayetler nâzil oldu: “İki ordu karşılaştığı gün size gelen musibet Allah’ın emriyle geldi. Bu, Al­lah’ın mü’minleri ayırt etmesi, münafık olanları da açığa vurması içindi. On­lara, ‘Geliniz, Allah yolunda muharebe edin ya­hut (hiç olmazsa düşmanın ken­dinize ve ailenize saldırmasını) önleyin’ denildi de, ‘Biz muharebe etmeyi bil­seydik elbette arkanız­dan gelirdik!’ dediler. Onlar, o gün imandan ziyade küf­re yakındılar. Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Onlar ne gizler­se, Allah çok iyi bilendir!” [25]

    Muhayrık’ın İslam Ordusuna Katılışı
     Muhayrık, büyük bir Yahudi âlimi idi. Medine’de bol serveti vardı. Resûl-i Ekrem Efendimizi, mukaddes kitaplardaki sıfatlarıyla ta­nırdı. Fakat kavminden çekindiği ve dininin tesirinden kendisini bir türlü kurtaramadığı için bu sıfatları açıklamı­yordu. Bu durumu Uhud Harbi’ne çıkışa kadar devam etti. [26]
     Resûl-i Kibriya Efendimiz, mücahitlerle Uhud Gazâsı’na çıktığı sıradaydı. O âna kadar bildiğini açıklamayan Muhayrık, “Ey Yahudi cemaati! Vallahi, siz Muhammed’in peygamber olduğunu, ona yardım etmenin, üzerinize düşen bir vazife ve yerine getirmeniz gereken bir hak olduğunu pekâla bilirsiniz!” de­di.
     Yahudiler, “Bugün, Cumartesi günüdür! Hiçbir şeyle meşgul olunmaz” di­ye cevap verdiler. Bunun üzerine Muhayrık, kılıcını ve harçlığını yanına aldı. Akrabasından birisine, “Eğer bugün öldürülürsem, mallarımın hepsi Mu­hammed’indir! O di­lediğini yapmaya serbesttir” diyerek vasiyette bulundu ve gidip İslam ordu­su­na katıldı. Şehit düşünceye kadar da müşriklerle çarpıştı. Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Muhayrık, Yahudi ırkın­dan, ha­yırlı bir kişidir” buyurdu. [27]
     Muhayrık’ın vasiyeti üzerine, Peygamber Efendimize kalan mülkleri, Bisab, Safiye, Delâl, Hüsna, Avaf, Bürka ve Meşrebe adları­nı taşıyan yedi bahçe ve bostan idi. [28]
Muhayrık’ın mallarını teslim alan Efendimiz, onların hepsini vak­fetti. Me­dine’deki vakıfları umumîyetle Mu­hay­rık’ın mallarından­dı. [29]

    İslam Ordusu Karargâhı
     Günlerden Cumartesi idi. Pey­gam­be­ri­miz atından indi, yürüyerek sayıca az, iman ve cesarette büyük ordusunun saflarını bizzat tanzim etti. Sağ ve sol kanadı düzene soktu. İslam or­dusunun arkasında Uhud dağı vardı. Yüzü ise Medine’ye doğru idi. [30] Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu arada, oldukça mühim bir yer olan Ayneyn tepesine elli muharipten teşekkül eden bir okçu müfrezesini vaziyet almak üzere vazifelendirdi.
     Başlarına Abdullah b. Cübeyr’i tayin etti. Vazifeleri, Uhud ile Ayneyn tepesi arasındaki geçidi muhafaza etmek, düşma­nın burada İslam ordusunu arkadan sarmasına fırsat vermemekti. [31] Resûl-i Ekrem, okçulara şu emri verdi: “Düşmanı yendiğimizi görseniz de, size haber vermedikçe, adam gönder­me­dikçe yerlerinizden asla ayrılmayınız. Düşmanın bizi mağlup ettiğini gör­se­niz de, yine kesinlikle yerinizi terk edip, ‘Yardımlarına koşalım’ demeyi­niz.” [32]
     Bu emir ve tâlimatını iki sefer tekrarlayan Peygamber Efendimiz, daha son­ra okçulara, “Kuşların cesetlerimizi kapıştıklarını gör­seniz dahi, ben size adam göndermedikçe asla yerinizden ayrılmayınız” [33] emrini verdi.
     Resûl-i Kibriya’nın emri ve tâlimatı böylesine net ve kesindi.

    İki Ordu Karşı Karşıya
     İki ordu da artık harp nizamına girmiş ve karşılıklı bekli­yor­lar­dı.
İslam ordusunda, Zübeyr b. Avvam zırhlı kuvvetlerin, Hz. Ham­za ise zırh­sız askerlerin başında vazifeliydi.
     Müşrik ordusunun sağ ve sol kumandanı Hâlid b. Velid, sol kol kumandanı ise Ebû Cehil’in oğlu İkrime idi. Süvari birliklerinin başında Safvan b. Ümeyye, okçuların başında ise Abdullah b. Ebî Rebîa bulunuyordu. [34]
     Müşrik ordusu cephesinde gürültü ve şamatanın bini bir paraydı. Gönülleri intikam hırsıyla dolu kadınlar, türküler, şarkılar söyleyerek ve defler çalarak müşrikleri coşturmaya çalışıyorlardı.
     İslam ordusu cephesi ise dualar, tekbirler, âminlerle inli­yordu. Allah’tan yar­dım dileniyor, nusretini ihsan etmesi niyaz ediliyordu. Resûl-i Kibriya Efen­dimiz de, hitabesinde, onları cihada, Allah yolunda savaşa, bu yolda sabır ve sebata, her şeye rağmen gayretle çalışmaya teşvik ve davet ediyordu. Gö­nülleri imanla dolu, gözlerinden cesaret kıvılcımları sıçrayan mücahitler, bir an evvel “hücum” emrini heyecanla bekli­yorlardı. Ya vurulup şehit olarak Allah’­ın huzuruna çıkmak ya da müşrik topluluğunu yerle bir etmek için adeta yer­lerinde duramıyorlardı.

    Tek Tek Vuruşma     Taraflar birbirlerine oldukça yaklaşmışlardı. Bu sırada Ku­reyş ordusunun sancaktarı Talha b. Ebî Talha ortaya atılarak, kendinden emin, mağrurane bir eda ile seslendi:
     “Benimle çarpışmaya er meydanına kim çıkar?” Karşısına “Esedullah” unvanının sahibi Hz. Ali çıktı ve “Varlığım kudret elin­de olan Allah’a yemin ederim ki seni kılıcımla cehenneme göndermedikçe ve­ya kılıcınla cennete girmedikçe seni bırakmayacağım!” diyerek hasmına şid­detli bir kılıç darbesi indirdi. Başını çenesine kadar yarıp ikiye ayırdı. Talha ye­re yıkılınca, Hz. Ali geri döndü. Mücahitler, “Neden onun başını gövdesin­den ayırmadın?” diye sordular.
     Hz. Ali, “Yere düşünce, edep yeri bana taraf açıldı. Ondan hemen yüzümü çe­virdim. İyi biliyorum ki Allah, onu yaşatmayacak, öldürecektir” diye cevap ver­di.
     Ku­reyş sancaktarının yere serilmesine Peygamber Efendimiz ve mücahitler son derece sevindiler ve bu sevinçlerini tekbirler getirerek izhar ettiler.

    Hz. Hamza’nın, İkinci Sancaktarı Yere Sermesi
     Talha yere serilince, Ku­reyş müşriklerinin sancağını kardeşi Osman b. Ebî Talha aldı. Ona karşı da Hz. Hamza çıktı ve omu­zun­dan kılıçla vurup kolunu kesti. Bu sefer sancağı yine Abduddaroğullarından Ebû Sa’d b. Ebî Talha aldı. Re­sûl-i Ekrem Efendimiz, Ebû Sa’d’a karşı da Hz. Ali’yi çıkardı. Çarpışmadan ga­lip çıkan, yine Hz. Ali oldu. Ebû Sa’d, “Esedullah”ın kılıç darbeleri arasında can verdi.
     Sa’d öldürülünce Ku­reyş sancağını hemen Müsâfi’ b. Talha b. Ebî Talha eli­ne aldı. Onu da Âsım b. Sâbit Hazretleri okla vurup öldürdü. Ondan sonra Ku­reyş müşriklerinin sancağını Hâris b. Ebî Talha aldı. Âsım b. Sâbit Hazretleri, onu da bir okla yere serdi. [35]
Haris’ten sonra sancağı Kilâb b. Talha aldı. Onu da, Zübeyr b. Avvam (r.a.), bir hamlede yere serdi.
     Bu sefer sancağı Cülâs b. Talha aldı. Onu da Talha b. Ubey­dul­lah Hazretleri öldürdü.
Abduddaroğullarından baba, oğul, kardeş ve amca olan tam yedi kişi, Ku­reyş müşriklerinin sancağı altında iken, kahraman mücahitler tarafından böy­lece yere serildiler.
     Bundan sonra sancağı yine Abduddaroğullarından Ertat b. Şürahbil aldı. O da Hz. Ali’nin amansız darbeleriyle yere yıkıldı. Sonra sancağı Şurayh b. Kâriz aldı. O da ashab-ı kiramdan biri tara­fından öldürüldü.
     Sancaktarlarının bir bir yere serildiğini gören Ku­reyş müşriklerini bir deh­şet ve korku sardı. Öyle ki sancaklarının yanına bile kimse yanaşmaya cesaret edemiyordu. Sonunda onu Alkame kızı Amre yerden alıp Ku­reyşlilere teslim etti. [36] Abduddaroğullarından sancağı tutacak kimse bulunmadığından, yine on­ların kölelerinden Suvab sancağı taşıdı. Kuzman, vurup onun sağ elini kesti. Su­vap sancağı sol eline aldı. Kuzman sol elini de kesti. Bunun üzeri­ne Suvab san­cağı kol ve pazılarıyla tutmaya çalıştı; fakat daha faz­la dayanamayıp ar­kaüstü yere yıkıldı.
     Artık iki tarafın da beklemeye tahammülü kalmamıştı. Çarpışma, bir anda şimşek hızıyla başladı. Kılıç şakırtısı, ok vınlaması, at kişnemesi ve deve bö­ğürmesi ortalığı kapladı. Allah yolunda savaşmaya can atan mücahitler, kah­ramanca dövüşmeye başladılar.

    Ebû Dücâne’nin Pey­gam­be­ri­mizden Kılıcı Alması
     Resûl-i Ekrem’in elinde bir kılıç vardı. Üzerinde, “Korkaklıkta ar, ilerle­mekte şeref ve itibar var! İnsan korkaklıkla kaderden kurtulamaz!” meâlindeki beyit yazılı idi.
“Bu kılıcı benden kim alır?” diye sordu. Birçok sahabe birden atıldı. “Ben, ben yâ Resûlallah!” diyerek ellerini uzat­tılar.
     Bu sefer Pey­gam­be­ri­miz, “Bunu, hakkını vermek üzere kim alır?” diye sor­du.
Yine hararetle isteyenler çıktı. Aralarında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Zübeyr b. Avvam da vardı. Hz. Re­sû­lul­lah vermek iste­medi.
     Bu sırada korkusuz, gözünü daldan budaktan sakınmayan biri ortaya atıldı. Ebû Dücâne’ydi bu! Hz. Re­sû­lul­lah’a, “Nedir onun hakkı yâ Re­sû­lal­lah?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem, “Hakkı, eğilip bükülünceye kadar onu düşmana sal­laman­dır!” buyurdu.
     Bunun üzerine Ebû Dücâne, “Yâ Re­sû­lal­lah! Ben onu, hakkını yerine getir­mek üzere alıyorum!” dedi ve Hz. Re­sû­lul­lah’tan kılıcı teslim aldı. Ebû Dücâne, elinde Resûl-i Ekrem’in şartlı teslim ettiği kılıcı, başında ise kırmızı sarığı olduğu halde müşriklere doğru çalımlı çalımlı yürümeye başladı. Bunun üzerine Fahr-i Âlem Efendimiz, ashabına şu ölçüyü ders verdi: “Bu öyle bir yürüyüştür ki Allah onu, şu yerin (harp halinin) dışında hiçbir zaman sevmez!” [37]
     Ebû Dücâne, şimşek süratinde düşman safları arasına girdi, kılıcını var kuv­vetiyle hakkını vermek için sallamaya başladı. Önüne geleni bir iki dar­bede ye­re seriyor, durmadan iler­liyordu. Bir ara dağın eteğinde deflerle müş­rikleri sa­vaşa teşvik eden kadınların yanına kadar vardığını fark etti. Orada biri müşrik­lere hiddetli hiddetli bağırıyor, onları vuruşmaya teşvik ediyordu. Yanına yak­laş­tı, kılıcını kaldırıp vuracakken, hasmından bir çığlık koptu. Bu, Ebû Süf­yan’ın karısı Hind’in çığlığı idi. Ebû Dücâne, ona kılıç sallamaktan geri durdu. Kendisini o sırada gören Hz. Zü­beyr b. Avvam, sonradan, neden o ka­dına kılıç sallamadığı­nı soracak, Ebû Dücâne ise şu cevabı verecektir: “Re­sû­lul­lah’ın kılıcına hürmetimden, o kadının kanına bulaştırmak isteme­dim!” [38]
     Diğer taraftan, Hz. Hamza, elinde iki kılıç, “Ben, Allah’­ın Ars­la­nıyım!” diye diye bir öne bir arkaya dönerek kılıcını sal­lıyor, müşriklerin üzerine cesaretle saldırıyordu.
Mücahitlerin hepsi de düşmanla cesurca dövüşüyor ve kıyasıya mücadele veriyorlardı!

    Düşmanın Bozguna Uğraması
     Şirk ordusu, mücahitlerin bu kahramanca dövüş ve çar­pışması karşısında fazla dayanamadı. Kendilerini bir korku ve dehşet sardı. Gerisingeri kaçışmaya baş­ladılar. Müşrik kadınlar defler çalıyor, şarkılar söylüyor ve paniğe kapılıp kaçan askerleri geri çağırıyorlardı. Ancak cesaretin kaynağı imandan mahrum kalbe deflerin çalınması, şarkıların söylenmesi ve şiirlerin okunması bir fayda veremiyor, müşrik askerleri gerisingeri her şeylerini, canlarını kurtarmak uğ­runda terk ederek kaçıyorlardı.
     Harbin ilk safhası, işte böylesine mücahitlerin üstün çarpışmaları ve Al­lah’ın yardımıyla Müslümanlar lehine neticelendi.

    Uhud’un İlk Şehidi
     İslam ordusu henüz bozulmamıştı. Bu esnada bir müşrik tarafından Ab­dullah b. Amr b. Harâm şehit edildi. Uhud’un ilk şehidi, bu mücahit oldu. Oğlu Hz. Cabirder ki:
“Babam Uhud Seferi’ne çıkmak için hazırlandığı sırada, geceleyin beni ya­nına çağırdı ve ‘Yavrucuğum! Belli olmaz. Belki de yarın Uhud günü ilk şehit ben olurum! Kız kardeşlerine iyi davranmanı vasiyet ederim. Üzerimde borç var. Borcumu öde!’ dedi. Gerçekten, dediği gibi, ilk şehit kendisi oldu.” [39]

    Harbin Seyrini Değiştiren Hadise
     Düşman ikiye bölünüp süratle harp yerinden uzaklaşırken, mücahitler de geride terk edilen ganimetleri toplamaya başlamışlardı. Ayneyn tepesinde va­zi­feli okçular ise, Uhud Meydanı’ndaki manzarayı seyrediyorlardı.
     Bu arada, okçularda, yerlerinden ayrılıp mücahitlere katılma isteği uyandı. Onlar, harp bitmiş, kendilerinin görevi ise sona ermiştir düşüncesini taşıyor­lardı. Ayrılmak isteyen okçulara, kumanlan Abdullah b. Cübeyr, verilen emri hatırlattı: “Re­sû­lul­lah’ın size söylediklerini, verdiği emri ve tâlimatı unuttunuz mu?” Fakat bu hatırlatmaya rağmen, kumandanlarıyla birlikte kalan birkaçı müstesna, diğerleri Ayneyn tepesini terk ederek harp sahasındaki mücahit­lerin yanına vardılar. Onlarla birlikte ganimet toplamaya başladılar.

    Hâlid b. Velid’in Fırsatı Değerlendirmesi
     Birçok okçunun yerini terk etmesiyle İslam ordusunun arka cephesi müda­faasız kaldı. Harp dâhîsi ve Ku­reyş ordusunun süvari kumandanı Hâlid b. Velid de, zaten böyle bir fırsat kolluyordu. Har­bin en hararetli zamanında da bu geçitten girmek istemiş, ancak okçular tarafından püskürtülmüştü.
     Hâlid b. Velid, emrindeki kuvvetlerle tepede kalan on ka­dar okçuyu şehit ettikten sonra, Müslüman saflarının arkasına daldı. Hücum, ani ve beklenme­dik bir anda olmuştu. Her şey birden değişiverdi. Mücahitler, düşman boz­gu­na uğrayıp gitti diye gayet rahat idiler. Hatta bazıları silahlarını bile bırak­mıştı.
     Bu durumu görünce, kaçan Ku­reyş kuvvetleri de geri döndü.
Bu durumda mücahitler, iki ateş arasında kalmışlardı. Beklenmedik bir hü­cuma maruz kaldıklarından şaşırmışlardı. İki taraftan sarılınca kuvvetlerini ha­liyle kaybetmişlerdi.
Beklenmedik bir anda beklenmedik bir hücum, beklen­me­dik bir netice do­ğuruyordu.
__________Bu bölümümüze devam edeceğiz...
__________
Notlar
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 63; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 39.
[16] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 63; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 39.
[17] İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 2, s. 349; İbn Hacer, el-İsabe, c. 2, s. 206; Beyhakî, Sünen, c. 9, s. 24.
[18] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 3, s. 1168.
[19] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 48; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 232.
[20] Taberî, Tarih, c. 3, s. 12-13.
[21] Vakidî, Megazi, s. 169-170.
[22] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 39.
[23] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 68; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 39.
[24] Âl-i İmrân, 122.
[25] Âl-i İmrân, 166-167.
[26] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 164-165.
[27] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 165.
[28] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 502-503.
[29] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 165.
[30] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 69; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 39.
[31] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 70.
[32] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 70; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 40.
[33] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 40.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 70-71; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 40.
[35] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 41.
[36] Taberî, Tarih, c. 3, s. 17.
[37] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 71.
[38] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 73; Taberî, Tarih, c. 3, s. 15.
[39] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 87; İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 3, s. 232.

Hiç yorum yok:

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri & Grand Alfa Karadeniz Turu

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri  &  Grand Alfa Karadeniz Turu      5 Gün - 4 Gecelik (3 gece otel konakla...