8 Temmuz 2021 Perşembe

TEFSİR / İşari Tefsirde "Yorum-Algı" Problemi ve Pratik Sonuçları Üzerine / Sayfa: 335 - 351

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 335 - 351
TEFSİR
İşari Tefsirde
"Yorum-Algı" Problemi ve
Pratik Sonuçları Üzerine
Yunus Emre GÖRDÜK *


     Malum olduğu üzere tefsir, genel anlamda Kur’ân âyetlerini açıklama ve yorumlama faaliyetidir. (1) Bir açıdan, söz konusu açıklama faaliyeti esnasında işin içine giren dolaylı her bir unsur zamanla tefsir cümlesinden sayılmıştır. Daha spesifik ikinci bir perspektifle tefsir faaliyeti, âyetlerin nüzûl ettiği zaman ve mekânda ne anlama geldiğini, muhataplarına ne ifade ettiğini ve onlar tarafından nasıl anlaşıldığını tespit etme ameliyesiyle sınırlı bir alandır. Zira Allah’ın Kur’ân’da kastettiği mâna, yorumcunun zihnine veya kalbine doğan mâna değil, ilk muhatapların idrakine yansıyan mânadır. Bu aslî ve tarihî mânanın ne olduğu da ancak nakil ve rivâyet yoluyla bilinebilir. Yani tefsir, merviyyâtın sıhhat ve sağlamlığı nisbetinde nesnel ve objektiftir. (2) Bu sebeple hakiki tefsir, Allah ve Resûlü’nün beyânı ile yapılandır; rivâyete muhtaçtır ve tevkîfidir. (3) Bu meyanda, erken dönem İslam ilim geleneğinde ulemanın, Kur’ân âyetlerinin şerh ve izahlarında temel bir ayrıma gittikleri görülmektedir. Söz konusu ayrıma göre, sahâbeye ait görüş ve yorumlar “tefsir”, sonraki kuşaklara ait görüş ve yorumlar ise “te’vîl” diye nitelendirilmiştir. Bu kategorik ayrıma göre tefsir, “Allah bu âyette şu mânayı kastetti.” demekle eşdeğerdir. Çünkü sahâbîler, Hz. Peygamber’le birlikte vahyin nüzûl ortamına tanıklık etmişler ve bu tanıklık sayesinde âyetlerin ne zaman, nerede, kim ve ne hakkında nâzil olduğu bilgisini edinmişlerdir. Dolayısıyla âlimlerin Kur’ân âyetleriyle ilgili görüş ve yorumlarının tamamı, doğruluk ve yanlışlık ihtimaline açık olması hasebiyle “te’vîl” kategorisine dâhildir. (4)
     Tefsir ve te’vîl kelimeleri zaman içinde birbirlerinin yerine kullanılmış (5) olsalar da ikisi arasında şu farkların olduğuna dikkat çekilmiştir: Tefsirde kesinlik, te’vîlde ihtimaller söz konusudur. Tefsir lafızlarda, te’vil ise mânada olur. Tefsir rivâyetle, te’vîl ise dirâyetle ilgilidir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
* Doç. Dr., Balıkesir Ü. İlahiyat Fak. Temel İslam Bilimleri Böl. Tefsir ABD.
1) Detaylı bilgi için bkz. Birışık, Abdülhamit, “Tefsir”, DİA, Ankara 2011, XL, 281-290.
2) Öztürk, Mustafa, Tefsirin Halleri, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2013, s. 12.
3) Cerrahoğlu, İsmail, Tefsîr Tarihi, Fecr Yayınları, Ankara 2010, s. 20.
4) Öztürk, Tefsirin Halleri, s. 11-12.
5) Örneğin İbn Kuteybe (v. 276/889) ve Taberî (v. 310/922) telif ettikleri eserlere “tefsîr” değil “te’vîl” demişlerdir, ancak onların kullandığı bu kelimenin tefsirin müteradifi olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. (Bkz.ez-Zürkânî, Muhammed Abdülazîm, Menâhilü’l-İrfan, Darü’l-Hadîs, Kahire 2001, II, 5; Yavuz, Yusuf Şevki, “Te’vîl”, DİA, 2012, XLI, 27.) Mâturîdî (v. 333/944) ise kendi eserine “te’vîl” derken bunu “tefsir”den ayırmıştır. (Bkz. Karataş, Ali, İmam Mâturîdî-Kur’ân’ı Kur’ân’la Te’vîl, Yesevî Yayıncılık, İstanbul 2014, s. 83-102.)
~~~~ * ~~~~

     Tefsir Kur’ân âyetlerini anlama ve mânalarını açıklama demektir; bu merhalede rivâyet unsurları kullanılır. Te’vîl ise, âyetlerdeki kapalılık ve müşkili giderme, âyeti doğru anlama, âyetten bir takım hükümler, incelikler, hakikatler, işâretler çıkarma demektir; bu merhalede ise dirâyet devreye girer.
     Tefsirde sadece bir vecih vardır, te’vîl ise çok vecihleri içerir. Tefsir, lafzın taşıdığı zâhirî mânayı, te’vîl ise bâtınî mânayı beyan eder. Te’vîlde Allah’ı şahit göstermek yoktur. Zira te’vîl eden, “Allah, bununla şu mânayı kastetmiştir.” dememektedir. (1)
     Çizmeye çalıştığımız bu çerçeve zımnında, “Âyetlerle ilgili işârî açıklamalar yapmanın tefsir ilminde yeri nedir?” sorusuna verilecek iki farklı cevap bulunmaktadır. Kur’ân âyetlerine dair çeşitli izah, te’vîl ve yorum çabalarının genel anlamda “tefsir” cümlesinden addedildiği bakış açısına göre, işârî açıklamalar da tefsirin şümulüne girecektir. Ancak tefsir-te’vîl ayrımında belirtildiği üzere eğer “tefsir”, Allah’ın muradına dair bir kesinlik ifade edecekse bu tür işârî izahların tefsir sayılması mümkün görünmemektedir. Nitekim müfessirin işârî yöntemle yaptığı izahlar kendi sübjektif anlayışından ve okuduğu ayet/ler/in ona hissettirdiği bir takım duygu, düşünce, kanaat ve kıyaslardan ibarettir. Ayrıca bu tür izahlar, orijinal/otantik anlamı tespit etme hedefine yönelik de değildir. Haddizâtında bu açıdan bakılınca tefsir çeşitlerinden sayılan “bilimsel tefsir”, “sosyolojik tefsir”, “edebî tefsir” gibi dirayet tefsiri çatısı altında yer verilen alt dalların da tefsirden ziyâde te’vîl/yorum diye anılmasının daha uygun olacağı görülmektedir. Nitekim bu tür çalışmaları oluşturan izahlar cümlesinin de ilk nüzûl ortamındaki murad-ı ilâhîyi yansıtma çabasından ziyade müfessirlerin kendi zamanlarının ruhu ve vizyonuyla Kur’ân’a yönelmelerinin birer sonucu olduğu izahtan vârestedir.
     Meselenin ana hatları bu şekilde belirlendiği zaman, tefsir tarihi ve usûlü ile ilgili Türkçe eserlerde “işârî tefsir” (2) Arapça kaynaklarda ise اإلشاري التفسير" (3)" veya التفسير الصوفي” (4)  şeklinde tanımlanan izah yönteminin “tefsir”den ziyade “te’vîl/yorum” olarak tarif edilmesinin daha uygun olduğu anlaşılmaktadır. Zira bu tür izahlar, kat’î metinler olan Kur’ân âyetlerindeki bir takım işâretlere dayandırılan zannî yorumlardan ibârettir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bkz. Karataş, İmam Mâturîdî, s. 80-82.
2) Bkz. Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, s. 432-452; Ateş, Süleyman, İşârî Tefsir Okulu, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1998;Demirci, Muhsin, Tefsir Tarihi, İFAV, İstanbul 2006, s. 210-220; a. mlf., Tefsir Terimleri Sözlüğü, İFAV, İstanbul 2011, s. 136-137; Polat, Fethi Ahmet, “Dirayet Ağırlıklı Tefsirler”, Tefsir El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara 2015, s. 204-206; Gördük, Tarihsel ve Metodolojik Açıdan İşârî Tefsir.
3) Bkz. ez-Zürkânî, Menâhil, II, 11, 68, 78-84; ez-Zehebî, Muhammed Hüseyin, et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, Mektebetü Vehbe, Kâhire trz., I, 256-305; Subhî es-Sâlih, Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, Dâru’l-İlm, Beyrut 2000,s. 296; Mennâ‘ b. Halîl el-Kattân, Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, Mektebetü’l-Maârif, Riyad 2000, s. 367-369, 406; el-Cürmî, İbrahim Muhammed, Mu‘cemu Ulûmi’l-Kur’ân, Dârü’l-Kalem, Dımaşk 2001, s. 98-99.
4) ez-Zehebî, et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, II, 251-261; Münî‘ b. Abdülhalim el-Mahmud, Menâhicü’lMüfessirîn, Dârü’l-Kütübi’l-Mısrî, Kâhire 2000, s. 33-37, 267; Ebû Abdillah Ğânim b. Kudûrî, Muhâdarât fî ‘Ulûmi’l-Kur’ân, Dâru Ammâr, Amman 2003, s. 206-207; er-Rûmî, Fehd b. Abdirrahman b. Süleyman, İtticâhâtu’t-Tefsîr fî’l-Karni’r-Râbî‘ Aşer, Riyâsetu İdârâti’l-Buhûsi’l-İlmiyye, Suudi Arabistan 1986, I, 366-368.
~~~~ * ~~~~

     Murad-ı ilâhîyi değil, muhatabın sübjektif dünyasını; hissettiği bazı duygu, düşünce ve yorumları ifade etmektedir. (1) Bununla birlikte, nasıl isimlendirilmesi gerektiği konusundaki teknik detayın ötesinde işârî tefsir erbabının, yaptıkları faaliyeti nasıl tarif ettikleri önem arz etmektedir.
     Genel kabule göre “İşârî tefsir/yorum”, kalbe doğan ilham ve sezgi ışığında âyetlerin izah edilmesi faaliyetinden ibarettir. (2) O halde bu tür yorumlar elbette ki katiyet ifade eden ve bağlayıcı özelliği olan yorumlar değildir. Zira kat’î ve bağlayıcı hükümlerin sarîh, açık ve herkesçe anlaşılır olması, Kur’ân’ın hikmetli bir Kitap (3) oluşunun gereğidir. (4) O halde âyeti, zâhir anlamı dışında bazı mânalar (işâretler) hamlederek açıklayan müfessir, zâhir anlamı inkâr etmediği gibi kendi sübjektif yorumunun mutlak doğru olduğu iddiasında da değildir (olmamalıdır). (5) Durum genel itibariyle böyle olduğu halde, zahir anlamın yanı sıra işârî anlamın varsayılması; hem “Bir lafzın neden iki anlamı olsun?” şeklindeki itirazı hem de işârî tefsir erbabı olan zevâtın, âyetlerin zâhirî/sarîh anlamlarını inkâr ettikleri şeklindeki bir ithamı beraberinde getirmiştir. Yani yapılan bir takım işârî yorumlar, muhataplarında doğrudan veya dolaylı algı sorunlarına yol açmıştır.
     Tebliğde iki başlık altında iki ana eksene temas edilecektir. Bunların ilki “Kur’ân âyetlerinin işârî anlamı olabilir mi?”, ikincisi ise “İşârî tefsir/yorum zâhir anlamın inkârını gerektirir mi?” şeklindeki sorulara cevap niteliğinde olacaktır.

     I) Kur’ân Âyetlerinin İşârî Anlamı Olabilir mi?
     “Bir âyetin bir tek anlamı olur, birden fazla anlamı olmaz!” veyahut “Zâhir anlam yanında bâtınî (6) /işârî anlamlar olamaz!” şeklindeki itirazın, kendi içinde mantıksal bir bütünlüğü bulunmaktadır. Bunu şöyle özetlemek mümkündür:
     Allah Kur’ân’ı hidayet rehberi olarak göndermiştir. Sahâbe, kendilerine tebliğ edilen vahyi genel itibariyle anlamış, anlayamadıkları noktalarda ise yine onun mübelliği olan Hz. Peygamber’in açıklamalarıyla aydınlanmıştır. Sahâbenin öğrencileri olan tâbiûn ile de Kur’ân tefsirine dair çeşitli rivâyetler sonraki nesillere aktarılmış, bu arada âyetlerin ne ifade ettiği tefsir sahasında telif edilen binlerce eserle günümüze kadar ulaşmıştır. (7) Şimdi, Allah kelâmı olan bir âyete, kişi eğer kendi sübjektif tecrübesine göre çeşitli anlamlar yüklerse, âyete bir nevi “istediği şeyi söyletmiş” olacaktır. Bu ise kabul edilebilir değildir. Öte yandan eğer bir âyetin, farklı okuyuculara farklı şeyler söylediği var sayılırsa, bu o âyetin aslında net hiç bir şey söylemediği anlamına gelecektir. Net konuşmayan bir vahiy metninin hidayet rehberi olabilmesi ise mümkün değildir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Gördük, Tarihsel ve Metodolojik Açıdan İşârî Tefsir, s. 40.
2) Bkz. Ateş, İşârî Tefsir Okulu, s. 19-20; Gördük, Tarihsel ve Metodolojik Açıdan İşârî Tefsir, s. 38-42.
3) Yûnus, 10/1; Lokman, 31/2; Yâsin, 36/2.
4) Gördük, Tarihsel ve Metodolojik Açıdan İşârî Tefsir, s. 40.
5) Bkz. Gördük, Tarihsel ve Metodolojik Açıdan İşârî Tefsir, s. 39-40, 67-70.
6) Burada kullandığımız “bâtınî”, kelime anlamı itibariyledir ve “zâhirî olmayan” anlamındadır; Bâtınî grupların İslam Şeriatı’nı tahribe yönelik yapmış oldukları yorumlar kastedilmemektedir.
7) Detaylı bilgi için bkz.ez-Zehebî, et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, I, 27-258;Cerrahoğlu, Tefsîr Tarihi, s. 37- 198. 
~~~~ * ~~~~

     Söz konusu itirazlar, Kur’ân’a gerçekten de istediği şeyi söyletmeye çalışanlar için gayet yerinde ve doğrudur. Örneğin, Kur’ân’da geçen bütün olumsuz cümleleri/hitapları ilk üç halifeyle veya Emevîler ve Hâricîlerle ilişkilendiren bazı Şîî müelliflerin, bunu ilham ve sezgi ile değil siyasi mülahazalarla ve görmek istediklerini görmeye çalışarak yaptıkları apaçıktır. (1) Keza zâhir anlamı inkâr ederek; “Kur’ân’ın zâhirî cahiller içindir, biz onun bâtınıyla muhatabız” düşüncesinde olan bâtınî grupların sapkınlığında şüphe yoktur. (2) Bununla birlikte itikadî ve amelî düzeyde Kur’ân-Sünnet çizgisinden ayrılmayan sûfî müfessirlerde ise durum farklıdır. Bu müfessirlerin telif ettikleri işârî tefsirler zaviyesinden bakıldığı zaman söz konusu itirazlara şu şekilde yaklaşmanın mümkün olduğu görülmektedir:
     İşârî tefsir yapan müellifler, bir âyetin sarahaten anlaşılması gereken birden fazla anlamı olduğunu iddia etmemişlerdir. Zira böyle bir iddia, kendi fehmettikleri anlamın aslında daha önce de anlaşılması gerektiği ama Hz. Peygamber ve sahâbe dahil hiç kimse tarafından anlaşılamadığı sonucunu doğuracaktır. Oysaki genel itibariyle işârî tefsir erbabının böyle bir iddiada bulunduklarını söylemek mümkün değildir. Eserlerinde, bu zannı destekler mahiyette somut beyanlara da rastlanmamaktadır. O halde meselenin aslını biraz daha açmaya çalışmalıyız.
     İlâhî vahiy Hz. Peygamber’e Cebrâil aracılığıyla ve onun kullandığı dil olan Arapça ile intikal etmiştir. Muhakkak ki onun anlamını en iyi bilen, vahyi gönderen Rabbimizdir. Söz konusu vahyi insanlara tebliğ eden Hz. Peygamber’in de onu dosdoğru anladığı ve anlattığında şüphe yoktur. Hz. Peygamber’in tebliğinden sonra ise başta sahâbe olmak üzere Müslüman nesiller Kur’ân’la baş başa kalmıştır. Dolayısıyla ilâhî murad önce insânî bir öğe ve araç olan “dil” (Arapça) aracılığıyla kırılmaya uğrar. Kur’ân mesajı olarak tecelli eden İlâhî kelâm dünyada yani bu içkinlik alanında bir aşkınlık formatı ve özü taşımaktadır. Daha sonra, dil aracılığıyla zaten dönüşmüş bir irade olan “metin”, dünya koşulları ve gereklilikleri karşısında yorumlanarak ikinci kırılmaya uğramıştır. (3) Kanaatimizce bahsi geçen ikinci kırılmanın da iki boyutundan söz etmek mümkündür. İlâhî kelâm beşer seviyesine Kur’ân mesajı şeklinde “nüzûl” ederek insanı muhatap aldığında, öncelikli olarak Hz. Peygamber’in zihninde (fehm); onun insanlara tebliğ etmesiyle de (ifhâm) sahâbenin zihninde kırılmaya maruz kalmıştır. Vâkıa söz konusu kırılma durumu bir noksanlık değil aksine semavî mesajın, insanı muhatap alan yapısı gereğidir. Ayrıca bu kırılmanın ilk boyutu olan Hz. Peygamber’in fehmi ilâhî teminat altında olduğu için yanlış anlamadan mahfuzken, onun dışındaki insanlar için böyle bir teminat ve kesinlik yoktur. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Detaylı bilgi için bkz. ez-Zehebî, et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, II, 5-173; Goldziher, Ignaz, Mezâhibu’tTefsîri’l-İslamî, Mısır 1955, s. 306; Ateş, “İmamiyye Şîasının Tefsir Anlayışı”, AÜİFD, 1975, c: XX, ss. 147-172; Cerrahoğlu, Tefsîr Tarihi, s. 315-383; Gördük, Tarihsel ve Metodolojik Açıdan İşârî Tefsir, s. 203-205.
2) Detaylı bilgi için bkz. ez-Zehebî, et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, II, 174-206; Cerrahoğlu, Tefsîr Tarihi, s. 297-315; Gördük, Tarihsel ve Metodolojik Açıdan İşârî Tefsir, s. 211-226.
3) Kılıç, “Tefsir Nasıl Bir İlimdir”, Tefsir Nasıl Bir İlimdir, Ensar Neşriyat, İstanbul 2011, s. 74.
~~~~ * ~~~~

     Bu durumda Kur’ân’ın ahkâm itibariyle yanlış anlaşılmaması için mübelliğ olan Hz. Peygamber’in rehberliğine ihtiyaç vardır. Ancak bildiğimiz odur ki Hz. Peygamber’den menkul, Kur’ân’ın baştan sona yapılmış bir tefsiri bulunmamaktadır. (1) Aslında bu durum bir bakıma şu anlama da gelmektedir: Hz. Peygamber bir yandan şer’î mükellefiyet içeren akidevî ve fıkhî ahkâma dair noktaları eksiksiz bir şekilde açıklarken, öte yandan müminlerin zihinlerini durağan/statik bir karaktere mahkûm etmemek için tefekküre açık büyük bir alan bırakmıştır.
     Esâsen Kur’ân’ın içeriğine göz atıldığında ilâhî muradın da bu yönde olduğu hissedilmektedir. Nitekim insanları tefekkür ve teemmüle sevk eden yüzlerce ayet bulunmaktadır. Somutlaştırmak gerekirse, “Bakmazlar mı?” diyerek sırasıyla deve, gökyüzü, dağlar ve yeryüzünden Allah’ın sanatı ve kudreti bağlamında bahseden (2) âyetlerin her insana aynı şeyi çağrıştırması ve aynı kodlarla anlaşılması nasıl mümkün olabilir? Ortak payda Allah’ın sanatının ve kudretinin eşsizliğini idrâk olduktan sonra, her muhatabın bireysel idrâk düzeyi ve yaşadığı çağın ona kattığı bakış açısıyla ayrı bir fehim kabiliyetine sahip olması son derece normal değil midir? Dolayısıyla Hz. Peygamber, ahkâma dair olsun olmasın baştan sona bütün âyetleri “Bu budur” tarzında net ve kesin ifadelerle açıklamış olsaydı, muhtemelen sonraki nesiller bu izahâtın üzerine hiçbir şey ekleyemeyecek, eklemek isteyenler de dinin, en azından sünnetin dışına çıkma ithamıyla karşılaşacaktı.
     Şu halde, aslında sarahaten (dilsel açıdan) “bir şey” söyleyen âyetlerin, her zihinde farklı çağrışımlar yapmasının, değişik şeyler düşündürmesinin, çeşitli tefekkür kapılarını açmasının mümkün ve vaki olduğu çok açıktır. Bundan dolayıdır ki, Kur’ân’ın nüzûlünden asırlar sonra yapılan bazı işârî yorumlar, ilgili âyetlerin o asra ve yorumu yapan kişiye bakan birer hisse-i fehmi durumundadır. Eğer Kur’ân’ın muhatabı olan bir kimsenin, bir âyetle ilgili, İslam Şeriatı’nın sınırlarını çiğnemeyecek şekilde makul bir “yorumu” yani fehmi varsa; bunun, o muhatabın yaşadığı asra ve sadece kendine mahsus (sübjektif) bir Kur’ânî fehim sayılması neden imkânsız olsun? Bu gerçeğe rağmen, “tefsîr” diye isimlendirilen bu salt insânî etkinliğin “ilâhî dilemenin ta kendisi” olarak yansıtılması, aşkınlığın çarpıtılması ve -paradoksal bir durum tüketilmesi olacaktır. (3)
     Bu çerçevede, İslam hudûdunu (akâid ve ahkâm) çiğnememek şartıyla yorum yapan birine, “Sen âyetten böyle bir ders çıkaramazsın! Böyle yorumlamaya hakkın yok!” demenin    doğru olmayacağı anlaşılmaktadır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bkz. Yıldırım, Suat, Peygamberimiz’in Kur’an’ı Tefsiri, Kayıhan Yayınları, İstanbul 1998, s. 45-71.
2) Ğâşiye, 88/17-20.
3) Kılıç, “Tefsir Nasıl Bir İlimdir”, s. 74.
~~~~ * ~~~~

     Zira “yorum” sadece kendisidir, daha fazlası; yani “nass” değildir. (1) Böyle bir itiraz, bireyin Kur’ân’a “muhatap” olma hakkını elinden almak ve basit ifadesiyle, “Hayır efendim, filan âyeti okurken aklına/kalbine bu mâna gelmiş olamaz, yalan söylüyorsun!” veya “Yanlış gelmiş, düzelt!” şeklinde, tekelci ve buyurgan bir tavrı netice verecektir. Oysaki Kur’ân’ın, ismet sıfatına sahip mübelliği olan Hz. Peygamber’in dışındaki her fert, yaptığı yorumda hataya düşme riski açısından teorikte aynı düzeydedir. Bu durumda, açıktan veya zımnen “Ben mutlak doğruyu söylüyorum, benim dışımdaki herkes yanlış yorumluyor” şeklindeki iddiaların, dolaylı olarak “Ben de kendi çapımda (!) bir peygamberim” demekten farkının ne olduğunu sormak durumundayız.
     Meseleye böyle bir perspektifle yaklaşıldığında İşârî tefsir/yorumun meşrûiyet sınırları da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Yapılan yorum genel anlamda İslam Şeriatı ve Kur’ân çerçevesi içinde kalmalı, müfessir yaptığı yorumun murad-ı ilâhî değil kendi sübjektif anlayışı olduğunu bilmeli, dolayısıyla kendi yorumlarını başkalarına da tasdik ettirmeye çalışmamalıdır. Bu zaviyeden bakıldığında Sehl et-Tüsterî’den (v. 283/897), el-Kuşeyrî’ye (v. 465/1073); İbn Arabî’den (v. 638/1239) Nahcivânî’ye (v. 920/1515); Bursevî’den (v. 1127/1715) İbn Acîbe (v. 1224/1809) ve Âlûsî’ye (v. 1270/1854) kadar işârî tefsir erbabının genel itibariyle gayr-ı meşru bir yola girmekle itham edilmesi mümkün görünmemektedir.
     Yukarıda zikredilen isimler arasında, bazı eserlerinde Firavun’un iman ettiğine, cehennem azabının sonsuz olmadığına dair ifadeleri bulunan; kula ma’bûdiyyet ve mahlûka hâlıkiyyet sıfatı izâfe etmekle suçlanan İbn Arabî en fazla tenkide uğrayan hatta kimi âlimlerce tekfir edilen bir sûfîdir. (2) Onun hakkında birçok İslam âlimi gibi ifrat ve tefritten uzak orta bir yolu tercih eden Ömer Nasuhi Bilmen’in şu ifadeleri ise son derece dikkat çekicidir:
     Muhyiddin-i Arabî’nin dini adaba riâyet ettiğini, güzel itikad ve amel sahibi olduğunu gösterir binlerce yazıları vardır. Hatta kendisi, en son eseri olup gayet muteber ve meşhur bulunan ve kendisine aidiyetinde hiç şüphe edilmeyen Futûhât-ı Mekkiyye’sinin mukaddimesinde kendi itikadını uzun uzadıya tasrih eder ki Ehl-i Sünnet mezhebine muvafıktır. Yine Fütûhât’ının 62. Babında der ki: “Günahkarlar dört taifedir, hepsi de cehennemliktir, oradan çıkamayacaklardır. Bunlar Allah-u Tealâ’ya karşı tekebbür gösteren kimselerdir, kendileri için rubûbiyet iddiasında bulunan Firavun ve emsali gibi. Nemrud ile gayrileri de böyledir.” Hazret-i Şeyh’in bu sözleri Fusûs’undaki sözlere tamamen muhalif, dînî esaslara muvafıktır. Bununla beraber bu sözler gösteriyor ki Şeyh-i Ekber, Firavun’un imanına mu’tekîd değildir bilakis onun küfrüne kânîdir. Kezalik cehennem azabının müebbediyetine kâil, mahlukatın rubûbiyet ve hâlıkıyyet sıfatını hâiz olamayacağına mu’tekîddir. Kezalik Şeyh-i Ekber’in âsârından istidlâl ediyoruz ki, kendisi bihakkın âlim, mütefekkir, kuvve-i hafızaya malik bir zâttır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Kılıç, “Tefsir Nasıl Bir İlimdir”, s. 75. Detaylı bilgi için bkz. a. mlf., Seferler Arefesindeyim Hep, Gelenek Yayıncılık, İstanbul 2004, s. 13-27.
2) Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük Tefsir Tarihi Tabakatu’l-Müfessirîn, Ravza Yayınları, İstanbul 2008, II, 508 (Geniş bilgi için bkz. II, 503-517).
~~~~ * ~~~~

     O halde denilebilir ki, böyle bir zâttan mütenakız lakırdıların zuhuru beklenilemez. Binâenaleyh Fütûhât’taki sözleri esas olarak kabul edilmelidir. Bunlara muhalif olarak Fusûs’ta veya sair eserlerinde görülen sözler ise ya muvakkat bir şuhûd halinin hatâ-alud birer semeresidir, yahud başkaları tarafından li-maksadin yazılıp bu büyük zâta nisbet edilmiştir. (1)
     Netice itibariyle Kur’ân’a muhatap olan kişi, yapmış olduğu işârî yorumla; kendi akıl, idrâk, manevî tecrübe ve tefekkür seviyesine göre yakaladığı/hissettiği mânayı ortaya koymuş olur. Yoksa Şâri’in belli bir âyetle, herkesin anlaması gereken ikinci bir anlamı kastettiğini ancak diğer insanlar üzerindeki fazileti gereği sadece kendisinin o manayı fehmettiğini iddia etmez. Zira böyle bir iddia, Kur’ân’ı tebliğ eden Hz. Peygamber’in bile devre dışına çıkarılması demektir. Daha önemlisi Allah’ın murad ettiği mânayı bu kimsenin haricinde hiçbir ferdin anlayamadığı sonucuna götürür ki bunun hidayet rehberi olan bir “Kitab”la bağdaştırılabilmesi imkânsızdır.
     Öyle anlaşılıyor ki el-Gazâlî (v. 505/1111), er-Râzî (v. 606/1209) gibi âyetlerin anlam tabakaları bulunduğunu belirten bilginlerin ortaya koymuş oldukları düşünceler de aynı minvaldedir ve bu çerçeve ile sınırlıdır. (2) Zira bu düşüncede olan bilginler, bir Müslümanın İslam Şeriatı’na zıt olmayan ve Kur’ân bütünlüğünü çiğnemeyen tefsir ve yorumlarını, Kur’ân’ın ifham ettiği anlam bütünlüğünden ayrı görmemişlerdir. Bu durum Kur’ân’ın, özünde kesinlikle tekçi monist bir anlam dünyasını değil, müteaddit ve de çok değişik bir mâna potansiyelini kapsadığı gerçeğiyle de yakından ilgilidir. (3) Daha önce de belirtildiği gibi her fert, İlâhî özellik taşıyan kelâma, ontolojik yapısı gereği beşerî his, duygu, düşünce, algı ve birikimi ile muhatap olmaktadır. Kalbe gelen Rahmanî ve şeytânî düşüncelerin varlığını da hesaba kattığımızda4 , sâlih bir kulun kendine has fehminin Kur’ân sofrasının haricinde tutulmaması, esasen onun ezelî ve ilâhî kelâm olma mahiyetine daha uygun düşmektedir. Şu kayıtla ki bahsedilen anlam tabakaları, bizim haricimizde mevcut (aşkın/objektif/âfâki) olan elfâz-ı Kur’âniye’de değil, ferdin kendi iç dünyasında (içkin/sübjektif/enfüsi) var olan Kur’ân telakkisi ile ilgilidir. Dolayısıyla başkalarının zevk edemediği ferdî/enfüsî idrâk boyutu, yegâne sahibine mahsustur. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, I, 514.
2) Bkz. İmam Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Dâru’l-Marife, Beyrut tsz., I, 280-288, 293; er-Râzî, Fahrüddîn, Mefâtîhu’l-Gayb, Dâru İhyai’t-Türâsi’l-Arabî,Beyrut 1998, I, 21-23; II, 348; XII, 528; Öztürk, “Tefsirde Fahreddin er-Râzi”, İslam Düşüncesinin Dönüşüm Çağında Fahreddin er-Râzî, İSAM Yayınları, İstanbul 2013, s. 282-286; 340-342; Okumuş, Mesut, “Gazali’nin Kur’an Anlayışı ve Çok Boyutlu Tefsir Telakkisi Üzerine”, Diyanet İlmi Dergi, c: XLVII, s: 3, ss. 27-44.
3) Kılıç, “Nesnellik Öznellik Arasında Yorum”, İslâmî Araştırmalar, 1996, c: IX, sy: 1-2-3-4, s. 109 (Detaylı bilgi için bkz. s. 103-114).
4) Bkz. Bakara, 2/268; Meryem, 19/96; Hacc, 22/52-53; Fussilet, 41/36; Muhammed, 47/25; Mücâdile, 58/10; Haşr, 59/16; Şems, 91/8. [Abdullah İbn Mes‘ûd’dan mervî bir hadîs şöyledir: “Resûlullah (sas): ‘Âdemoğlunda bir lümme-i şeytaniye bir de lümme-i melekiye vardır. Lümme-i şeytaniyeden, kötülüklerin yapılması ve hakkın yalanlanmasına; lümme-i melekiyeden ise hayrın işlenmesi ve hakkın tasdik edilmesine dair telkinler alır. O halde kim içinden hayra dâir bir telkin hissederse bilsin ki o Allah’tandır ve Allah’a hamdetsin. Aynı şekilde kim de şer işlemeye dâir bir telkin hissederse bilsin ki o şeytandandır ve kovulmuş şeytandan Allah’a sığınsın.’ buyurdu ve daha sonra ‘ م ُُْر ُمُ ْ ا ُن يَ ِعُدُُُم الفَ ْق َر َويَأ ال َّشْيطَ ْح َشا ِء ِالفَ ب : Şeytan size fakirliği vaat eder ve hayasızlığı emreder…’ (Bakara, 2/268) âyetini okudu.” Bkz. Tirmizî, Tefsîrü’l-Kur’ân, 3 (hadîs no: 2988).]
~~~~ * ~~~~

     Bu idrâk ışığında yapılan yorum akaid ve fıkhî ahkâm noktasında “Şeriata aykırı olmama” şartı ile mukayyettir. Bu kaydın dışına çıkan anlayışlar şüphesiz ki Rahmanî değil şeytanîdir. Şer’î mükellefiyet noktasında ne sahibini ne de başka birini bağlayıcı değildir ve olamaz.

     II) İşârî Tefsir/Yorum Zâhir Anlamın İnkârını Gerektirir mi?
     Tebliğin ikinci ana meselesini, daha net ifade etmek gerekirse “İşârî tefsir/yorum erbabı âyetlerin zâhirî ve sarih anlamlarını inkâr etmişler midir?” sorusu oluşturmaktadır. Şüphesiz ki bu zannın en büyük sebeplerinden biri, işârî yorum konusunda ifrat edip haddi aşan (özellikle Şîa ve Gulat-ı Şîa’ya mensup) müelliflerdir. Özellikle Bâtınî grupların İslam Şeriatı’nı tahrip edici açıklamalarını Kur’ân yorumu/tefsiri cümlesinden saymak mümkün değilse de yöntem itibariyle benzer bir alanda kesiştikleri için bu yorumlar, bir bakıma sûfîlerle özdeşleşen işârî yorumların da hedef tahtasına yerleştirilmesinde en etkili âmil olmuştur. Buna bağlı olarak bazı araştırmacıların işârî tefsir/yoruma, Bâtınî fırkaların yaptıkları akıl almaz ve İslam Şeriatı’yla hiçbir şekilde uzlaşmaz yorumlarını da katarak hepsini toptan reddetme tavrına girdikleri ve dolayısıyla başlıktaki soruyu “evet” şeklinde cevapladıkları görülmektedir. Oysaki Bâtınî fırkalar ne derece ifrat içindeyse, başta sûfîler olmak üzere bütün işârî tefsir ehlini, tabiri caizse “sapık bâtınîler” çuvalına doldurma gayreti de o ölçüde bir tefrit içermektedir. Burada belirtilen hususları somutlaştırmak için eserlerinde işârî/tasavvufî tefsir yöntemini kullanan bazı meşhur müelliflerin yaklaşımlarına değinmemiz yerinde olacaktır.

     a) Sehl et-Tüsterî (v. 283/897)
     et-Tüsterî, sûfî alimleri ve büyükleri arasında sayılan bir zattır. (1) Tek cilt halinde basılan kısa tefsirinde, gerekli gördüğü yerlerde işârî yorumlar yapan müellifin Kur’ân’ı baştan sona ne klasik tarzda ne de işârî yöntemle tefsir ettiği görülmektedir. Sûrelerin bazı âyetleri üzerinde durur. Âyetlerin de bütününü değil sadece tasavvufla ilgisini kurduğu kelimelerini açıklar. (2) Genel üslubundan, müellifin klasik tefsire vâkıf olduğu, âyetlerin ne anlam ifade ettiğini sarahatleri üzere bildiği, bununla birlikte bazı kavramları tasavvufî bir bakışla izah ettiği ve kalbine gelen bazı işaretleri de kaydettiği anlaşılmaktadır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, I, 356.
2) Bkz. Ateş, İşârî Tefsir Okulu, s. 66.
~~~~ * ~~~~

     et-Tüsterî tefsirinde, örneğin Şems Sûresi’nin sadece dört âyeti işârî yaklaşımla yorumlanmış (1) ; Beyyine Sûresi tefsirinde “ihlas” ve “haşyet” kavramları tasavvufî açıdan açıklanmış (2) ; Nasr Sûresi tefsirinde, âyetlerin zâhirî anlamları üzerinde durulmuş, son âyetiyle ilgili, “Nefis dünyayı arzular çünkü ondandır. Ruh da ahireti arzular çünkü o da ondandır. O halde sen ahirete hazırlanarak nefsine karşı, ruhuna yardım et. Ona ahiretin kapısını tesbihle aç...” şeklinde bir işârî yorum yapılmış (3) ;
     Tebbet ve İhlas Sûreleri tefsir edilirken ise işârî hiçbir yorum yapılmaksızın tamamen zahirî anlam üzerinde durulmuştur. (4)

     b) el-Kuşeyrî (v. 465/1073)
     el-Kuşeyrî tefsir, hadîs, fıkıh, usûl-i fıkıh, tasavvuf, şiir ve edebiyat gibi alanlarda derin nüfûz sahibi olan alimlerdendir. Letâifu’l-İşârât adlı tefsiri sûfî tefsirlerin en önemlilerindendir. (5) Müellifin Kur’ân’ı baştan sona tefsir ettiği, eserin tümünde zâhirî tefsire vâkıf olduğunu hissettirdiği, bununla birlikte izahlarında işârî/tasavvufî yaklaşımı da kullandığı görülmektedir. Hatta tefsirin umumu gözden geçirildiği zaman klasik izahların işârî/tasavvufî izahlardan çok daha fazla olduğu görülmektedir. Tefsirin belki de en ilginç özelliği, her sûre başındaki besmelenin o sûrenin mahiyetine göre farklı bir açıdan tefsir edilmiş olmasıdır. (6) Sûre başlarında geçen mukatta‘a harfleri işârî yaklaşımla açıklayan müellif, Ehl-i Sünnet çizgisinde olduğunu da satır aralarında belirgin bir şekilde ortaya koymaktadır. Bahsi geçen hususları kapsayıcı bir örnek olarak, Sâd Sûresi’nin başından ilk üç âyetin tefsirine bakılabilir. (7)

     c) İbn Arabî (v. 638/1239)
     İbn Arabî hem tefsire ait ilimlere layıkıyla vâkıf hem de tasavvuf ilminde bihakkın mütehassıstır. Kehf Sûresi’ne kadar altmış ciltten oluşan “et-Tefsîrü’ş-Şerîf” ve sekiz cilt halinde telif ettiği “et-Tefsîrü’s-Sağîr” adlı iki tefsirinden bahsediliyorsa da (8) bunlar maalesef elimize ulaşmamıştır. Onun ismiyle basılan iki ciltlik tefsir, esasen Abdürrezzak el-Kâşânî’ye (v. 736/1335) aittir. Bilmen’in ifadesiyle “tefsirden ziyade bir te’vil mecmuası” olan eser (9) her nasılsa İbn Arabî’ye nisbet edilmiştir. (10) 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) et-Tüsterî, Sehl b. Abdillah, Tefsirü’t-Tüsterî, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2002, s. 195
2) et-Tüsterî, Tefsirü’t-Tüsterî, s. 201.
3) et-Tüsterî, Tefsirü’t-Tüsterî, s. 208.
4) et-Tüsterî, Tefsirü’t-Tüsterî, s. 209.
5) Geniş bilgi için bkz. Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, I, 421-425.
6) Bu konuda geniş bilgi için bkz. Akpınar, Ali, “İşârî Tefsir ve Kuşeyrî’nin Besmele Tefsiri”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 2002, sayı 9, s. 53-92.
7) el-Kuşeyrî, Abdülkerim b. Havâzin Ebû’l-Kâsım, Letâifü’l-İşârât, el-Hey’etü’l-Mısriyyetü’l-Âmmetü li’l-Kitab, Mısır 1981, III, 245.
8) Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, II, 505, 516.
9) Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, II, 505.
10) Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, II, 608.
~~~~ * ~~~~

     Tefsirdeki genel anlayışa göre, Hz. Mûsa “kalp”, ona tebliğinde yardım eden Hz. Hârun “akıl”, Firavun ise “nefis” olarak yorumlanmıştır. (1) Âyetlerin sarih anlamları, Hz. Mûsa’nın tebliğ serüveni ve Firavun ile yaşadığı ibret dolu hadiselerin tarihî gerçekliği inkâr edilmediği müddetçe, ilgili âyetlerin, insanın enfüsî âlemindeki kalp-nefis mücadelesine de işâret ettiğinin söylenmesi, müellifin sübjektif bir kanaati çerçevesinde şeriata ve akla aykırı görünmemektedir. (2) Zaten müellif Kâşânî, bu eserine tefsir değil “te’vîl” demiş ve esasın zâhir mâna olduğunu ifade etmiştir.” (3) Örneğin Fîl Sûresi tefsirinde, ilk başta hadisenin vukuu ile ilgili zâhirî tefsir bilgileri verilmiş daha sonra يق ِ لتَّ ْطب َ “ َو أ َّما أ" (4) " denilerek işârî tefsire geçilmiştir. Bu da zâhirî mânanın inkâr edilmediğinin bâriz delillerinden biridir. (5)

     d) Nimetullah Nahcivânî (v. 920/1515 )
     Genç yaşlarından itibaren zahir ilimleri tahsil eden Nahcivânî daha sonra tasavvuf terbiyesi almıştır. Bilmen’in ifadesiyle, “Eserlerinden müteşerri‘, manevî füyuzâta nâil, nezîh ahlâk ile muttasıf, muktedir bir zât olduğu anlaşılmaktadır”. Nahcivânî, tefsirinde, önce klasik tefsirlerdeki gibi âyetlerin sarih anlamları üzerinde durmuş daha sonra çeşitli işârî vecihlerine değinmiştir. (6) Esasen bu üslup bile sûfîlerin tefsire genel yaklaşımlarını ve âyetlerin zâhirî anlamlarını asla inkâr etmediklerini gösterir niteliktedir. Nahcivânî her sûreyi bitirdikten sonra “سورة خاتمة “şeklinde bir عليك ايها السالك الخائف” (7)"; altında başlık (8) “عليك ايها المتوجإ الى هللا” ,“عليك ايها الطالب لطريق الحق” , (9) gibi farklı hitaplarla başlayarak, o sûreden alınması gereken mesajın ne olduğunu, oldukça uzun cümleler kullanarak ortaya koymaktadır. Müellif tasavvufî unsurlarla yoğurarak verdiği mesajlarında, ilgili sûrenin genel muhtevasına da atıflar yapmaktadır. Örnek olarak Nûh Sûresi’nin hatimesi incelenebilir. (10)

     e) İsmail Hakkı Bursevî (v. 1127/1715)
     Bursevî’nin telif ettiği Rûhu’l-Beyân, pek çok tefsirde bulunmayan malumatı ihtiva etmektedir. Âyetlerin manaları bakımından usulü dairesinde yazılmış bir tefsir olduğu gibi aynı zamanda bir mev‘ize külliyatı görünümündedir. Tefsirle doğrudan ilgili olmayan hikayeler, ibretli olaylar, Arapça-Farsça beyitler ve işârî yorumlar içeren eserde Te’vîlât-ı Necmiyye’den ve sair tasavvufî eserlerden iktibaslar bulunmaktadır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bkz. İbnü’l-Arabî, Muhyiddîn, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Kerîm, Dâru’l-Yakazati’l-Arabî, Beyrut 1967, I, 46, 50, 706, 766; II, 43, 172-173, 180-181, 229-230.
2) Bkz. Gördük, Tarihsel ve Metodolojik Açıdan İşârî Tefsir, s. 56.
3) Ateş, Süleyman, İşârî Tefsîr Okulu, s. 206.
4) Bkz. İbnü’l-Arabî, Tefsîr, II, 855.
5) Bkz. İbnü’l-Arabî, Tefsîr, II, 417; Gördük, İşârî Tefsir, s. 56.
6) Bkz. Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, II, 628-629.
7) Bkz. en-Nahcivânî, Ni’metullah b. Mahmûd, el-Fevâtihu’l-İlâhiyye ve’l-Mefâtihu’l-Gaybiyye, Dâru Rükâbî, Mısır 1999, II, 531.
8) Nahcivânî, el-Fevâtihu’l-İlâhiyye, II, 532.
9) Nahcivânî, el-Fevâtihu’l-İlâhiyye, II, 533.
10) Nahcivânî, el-Fevâtihu’l-İlâhiyye, II, 449-450.
~~~~ * ~~~~

     Bilmen’in dikkat çektiği üzere, bu tefsirde bir kısım zayıf haberler ve asılsız hikayelere yer verilmemiş olsa, kendi alanında emsalsiz bir eser özelliği gösterir ve çeşitli tenkitlere hedef olmaktan da kurtulurdu. (1) Bursevî’nin, Kâfirûn Sûresi’nin sarih tefsirini klasik yöntemle yaptıktan sonra, bir ikindi namazı esnasında okuduğu bu sûrenin feyzinden kendi kalbine vürûd eden işârî mânayı kaydettiği bölüm, onun tefsire yaklaşımına tipik bir örnektir. (2)

     f) İbn Acîbe (v. 1224/1809)
     İbn Acîbe el-Bahru’l-Medîd adlı tefsirinde, öncelikle sarih anlamı esas alarak klasik usulle izahlarını yapmaktadır. Dolayısıyla tefsirin hâkim karakteri bu eksendedir. (3) Müellif, söz konusu ettiği bölümden çıkardığı işaret/ler/i, “اإلشارة “lafzıyla belirterek beyan eder. “İşaret” diye nitelenen bu görüşler uzun sûrelerde aralara serpiştirilmiş şekilde, kısa sûrelerde ise sûre sonlarında bulunmaktadır. Birçok klasik ve tasavvufî tefsire atıflar yapılan tefsirin en dikkat çekici özelliği, el-Kuşeyrî’nin izahlarına altı yüze yakın atfın yapılmış olmasıdır. İbn Acîbe’nin İhlas Sûresi tefsiri ve bu bölümün sonuna kaydettiği “işaret”, tefsirin genel karakteristiğini yansıtan güzel bir örnektir. (4)

     g) Âlûsî (v. 1270/1854)
     Rûhu’l-Meânî’nin müellifi Âlûsî,ilim ehli bir aileye mensuptur. Pek çok âlimden istifadeyle İslamî ilimleri tahsil etmiş, Nakşibendi tarikatının büyük mürşitlerinden olan Mevlâna Halid-i Bağdadî’den (v. 1242/1827) ve zamanının sair sûfîlerinden tasavvuf ilmini almıştır. Tefsirinde rivâyet ve dirâyet yöntemleriyle birlikte işârî/tasavvufî yorumlara da yer vermiş olan Âlûsî; Zemahşerî, Beydavî, Ebû Hayyan gibi müfessirlerden istifade ettiği gibi İbn Arabî’nin Fütûhât’ı gibi tasavvufî eserlerden de faydalanmıştır. (5) Âlûsî’nin Rûhu’l-Meânî’sini işârî tefsire örnek olarak zikreden Subhi es-Sâlih (v. 1407/1986), bu tefsirin zâhirî mânayı ifade ettikten sonra, rumuz ve işâretler yoluyla çıkarılan gizli birtakım anlamları ortaya koyduğunu belirtir. (6) Müellifin, eserinde yer verdiği işârî yorumlara örnek olarak Yâsin Sûresi tefsirinin son kısmı gözden geçirilebilir. (7)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bkz. Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, II, 712-714.
2) Bkz. Bursevî, İsmail Hakkı, Rûhu’l-Beyân, Dâru’l-Fikr, Beyrut tsz., X, 527-528.
3) Söz konusu tefsirle ilgili doktora çalışması yapan Mahmut Ay’ın tespitine göre, eserde zâhirî yorumlarla ilgili kısım işârî yorumlara ait bölümden üç-dört kat daha fazla yer tutmaktadır. Geniş bilgi için bkz. Ay, Mahmut, Kur’ân’ın Tasavvufî Yorumu -İbn Acîbe’nin el-Bahru’l-Medîd Adlı Tefsiri-, İnsan Yay., İstanbul 2011,s. 142-162.
4) Bkz. İbn Acîbe, Ebu’l-Abbas Ahmed el-Fâsî, el-Bahru’l-Medîd fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Mecîd, Kâhire 1997, VII, 372-373.
5) Bkz. Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, II, 743-751
6) Subhî es-Sâlih, Mebâhis,s. 296.
7) el-Âlûsî, Şihâbuddin Mahmud, Rûhu’l-Meânî fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Azîm ve’s-Seb‘i’l-Mesânî, Dâru’lKütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1993, XII, 61.
~~~~ * ~~~~

     Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz:
     Tefsir-te’vîl ayrımı bağlamında, eğer “tefsir” kavramı net bir şekilde “ilâhî murada delâlet eden açıklama” olarak anlaşılacaksa; bahsi geçen işârî açıklamaların “tefsir” değil “te’vîl” veya “yorum” diye isimlendirilmesinin daha isabetli olacağı anlaşılmaktadır. Ancak bu çerçeve biraz daha genişletildiğinde elimizdeki tefsirlerin ne kadarına tefsir denebileceği konusunun bile tartışmaya açık olduğu görülmektedir. Dolayısıyla tefsir ve te’vîl ayrımı teorikte belli bir yere oturuyorsa da pratik tefsir faaliyeti ve bu faaliyet sonucu ortaya çıkan eserler/tefsirler açısından meselenin o kadar net olmadığı belirtilmelidir.
     İşârî tefsir erbabının düşünce tarzları ve genel hatlarıyla tefsire yaklaşımları göz önüne alındığında, müelliflerin kendi yorumlarıyla âyetlerin sarih anlamlarını inkâr etmedikleri net bir şekilde görülmektedir. Nitekim onlar önce sarih/zâhirî tefsiri yapmış daha sonra işârî yorumları kaydetmişlerdir. Keza bu müfessirlerin, ortaya koydukları işâretlerin aslında herkes tarafından anlaşılması gerektiği ancak sadece kendilerinin anladıkları şeklinde bir iddiaları da bulunmamaktadır. Bununla birlikte âyetlere muhatap olurken kalplerine doğan bir takım mânaları, çoğunlukla tasavvufî öğelerle yoğurarak ifade etmeleriyle oluşan izahlar cümlesi “işârî tefsir” adıyla anılagelmiştir. Bu izahat, âyetlerin lafzen ihtivâ ettiği anlamlar olmaktan ziyade özel bir manevî deneyim sonucu muhatabın zihninde ortaya çıkan sübjektif mânalardır. Dolayısıyla kişiye özel bir anlayış başkalarına hüccet teşkil etmeyeceği gibi aynı şekilde fehmetmediklerinden ötürü başkaları sorumlu da tutulamaz. Son tahlilde ilmî açıdan bu tür yorumları ne kesinlikle tasdik ne de kesinlikle reddedici bir tavır geliştirmek hiç kimsenin üzerine vecibe değildir. İslam Şeriatı’nın genel çerçevesine aykırı ve tahrifat kabilinden sapkın yorumların ise peşinen reddedilmesinin gerektiği izahtan varestedir.
     Kur’ân âyetlerinin, zâhir anlamları dışında ve kişiye özel duygusal/öznel/içkin/sübjektif bir takım işâretlerle yorumlanmasının; hem zâhir anlamın inkâr edildiği şeklinde bir yanlış algıya yol açtığı hem de “Bir âyetin zâhirî/sarîh anlamı dışında bâtınî/işârî anlamı olabilir mi?” şeklinde ikinci bir soru işaretini doğurduğu anlaşılmaktadır. Bu iki algı probleminin de esasen tarihsel süreç içerisinde yapılan sûiistimallerden doğduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Özellikle Gulat-ı Şîa’ya mensup bazı Bâtınî fırkalar, “Kur’ân’ın zâhiri cahil avam tabakası içindir, havas ise onun bâtını ile mükelleftir” şeklindeki yaklaşımla şer’î mükellefiyetleri alt üst eden her türlü keyfî sapkınlığı Kur’ân âyetlerine hamletmeye çalışmışlardır. Sûfîler ise klasik usulle tefsir yapmalarının yanı sıra okudukları âyetlerden kalplerine doğan bir takım anlamları da bazen başlığa lüzum görmeyerek bazen de “işâret”, “tatbîk” gibi -bunların aslında tefsir olmadığını ifade eden- başlıklar altında ifade etmişlerdir. Görüldüğü kadarıyla bu tür yorumların kesin doğrular olduğunu iddia etmedikleri gibi herkes tarafından kabul edilmesi gerektiği şeklinde bir yaklaşım içine de girmemişlerdir. Haddizâtında işârî/sûfî yorumların genel itibariyle şer’î ahkâma müdâhil herhangi bir unsur içermediği ve tasavvuf ehlinin kendi manevî dünyalarında yapmış oldukları tefekkür ve teemmülle ilgili olduğu görülmektedir. Neticede bunların sadece birer “yorum” olduğu “nas” olmadığı bilinmelidir. İşârî yorumları nas gibi algılamak ne kadar hatalıysa bu tür yorumların sahiplerini sorgusuz-suâlsiz dalâletle ve Kur’ân’ı tahrif etmekle itham etmek de o kadar yanlış ve aşırılık içeren bir tutum hüviyetindedir.
     Netice itibariyle işârî tefsir konusunda sıhhatli ve insaflı tahlil yapabilmenin yegâne çaresinin ön yargılardan ve İbn Arabî gibi mahdut tikel örneklerden hareket etmekten vazgeçilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Bunun yerine somut verilerden ve işârî tefsir erbabının genel itibariyle Kur’ân’a yaklaşımlarını yansıtacak tutarlı ve tümel örneklerden yola çıkmak hem ilmî objektiflik hem de insaflı olmak adına elzem görünmektedir. Öte yandan işârî açıklamalar yapan zevâtın bu açıklamalarla Allah’ın muradını değil kendi hissettikleri bir takım mânaları ifade ettikleri bilinmelidir. Dolayısıyla Kur’ân ve Sünnetin genel çerçevesine aykırılık içermeyen bu tür yorumlar, sahibine mahsus birer öznel yorum kategorisinde değerlendirilmelidir.

     Kaynakça
* Akpınar, Ali, “İşârî Tefsir ve Kuşeyrî’nin Besmele Tefsiri”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 2002, sayı 9, s. 53-92.
* el-Âlûsî, Şihâbuddin Mahmud b. Abdillah el-Hüseynî (v. 1270/1854), Rûhu’lMeânî fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Azîm ve’s-Seb‘i’l-Mesânî, I-XVI, thk.: Ali Abdülbârî ‘Atıyye, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1993.
* Ateş, Süleyman, İşârî Tefsîr Okulu, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1998.
* ----------, “İmamiyye Şîasının Tefsir Anlayışı”, AÜİFD (Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi), 1975, cilt: XX, ss. 147-172.
* Ay, Mahmut, Kur’ân’ın Tasavvufî Yorumu -İbn Acîbe’nin el-Bahru’l-Medîd Adlı Tefsiri-, İnsan Yayınları, İstanbul 2011.
* Bilmen, Ömer Nasuhi (v. 1971), Büyük Tefsir Tarihi Tabakatu’l-Müfessirîn, I-II, Ravza Yayınları, İstanbul 2008.
* Birışık, Abdülhamit, “Tefsir”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam ansiklopedisi (DİA), Ankara 2011, XL, 281-290.
* Bursevî, İsmail Hakkı b. Mustafâ el-İstanbûlî el-Hanefî el-Halvetî (v. 1127/1715), Rûhu’l-Beyân, I-X, Dâru’l-Fikr, Beyrut tsz.
* Cerrahoğlu, İsmail, Tefsîr Tarihi, Fecr Yayınları, Ankara 2010.
* el-Cürmî, İbrahim Muhammed, Mu‘cemu Ulûmi’l-Kur’ân, Dârü’l-Kalem, Dımaşk 2001.
* Demirci, Muhsin, Tefsir Tarihi, İFAV (Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları), İstanbul 2006.
* ----------Tefsir Terimleri Sözlüğü, İFAV (Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları), İstanbul 2011.
* Goldziher, Ignaz (v. 1921), Mezâhibu’t-Tefsîri’l-İslamî, trc.: Abdülhalim enNeccâr, Mısır 1955.
* Gördük, Yunus Emre, Tarihsel ve Metodolojik Açıdan İşârî Tefsir, İnsan Yayınları, İstanbul 2013.
* İbn Acîbe, Ebu’l-Abbas Ahmed b. Muhammed el-Mehdi el-Hasanî el-Encerî elFâsî es-Sûfî (v. 1224/1809), el-Bahru’l-Medîd fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Mecîd, I-V, thk.: Ahmed Abdullah el-Kureşî Ruslan, nşr.: Hasan Abbas Zeki, Kâhire 1997.
* İbnü’l-Arabî, Muhyiddîn, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Kerîm, Dâru’l-Yakazati’l-Arabî, III, Beyrut 1967.
* İmam Gazâlî, Ebû Hamîd Muhammed b. Muhammed (v. 505/ 1111),İhyâu Ulûmi’d-Dîn, I-IV, Dâru’l-Marife, Beyrut, tsz.
* Karataş, Ali, İmam Mâturîdî-Kur’ân’ı Kur’ân’la Te’vîl, Yesevî Yayıncılık, İstanbul 2014.
* Kılıç, Sadık, “Dil ve İnsanın Tarihselliği Bağlamında Dini Metin”, Kur’an ve Dil -Dilbilim ve Hermenötik- Sempozyumu, Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi (17-18 Mayıs 2001), Bakanlar Matbaası, Erzurum 2001, s. 95-105.
* ----------, “Tefsir Nasıl Bir İlimdir”, Tefsir Nasıl Bir İlimdir, Ensar Neşriyat, İstanbul 2011, ss. 58-75.
* ----------, “En İdeal Tefsir En Gerçekçi Tefsirdir”, I. Din Şûrası-Tebliğ ve Müzakereleri (1-5 Kasım 1993) (II), Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1995, s. 369-381.
* ----------, “Nesnellik Öznellik Arasında Yorum”, İslâmî Araştırmalar, 1996, cilt: IX, sayı: 1-2-3-4, s. 103-114.
* ----------, Seferler Arefesindeyim Hep, Gelenek Yayıncılık, İstanbul 2004.
* el-Kuşeyrî, Abdülkerim b. Hevâzin Ebû’l-Kâsım (v. 465/1073), Letâifü’l-İşârât, I-III, thk.: İbrahim Besyûnî, el-Hey’etü’l Mısriyyeti’l-Âmmeti li’l-Kitab, Mısır 1981.
* Mennâ‘ b. Halîl el-Kattân (v. 1420/1998), Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, Mektebetü’l-Maârif, Riyad 2000.
* Münî‘ b. Abdülhalim el-Mahmud, Menâhicü’l-Müfessirîn, Dârü’l-Kütübi’lMısrî, Kâhire 2000.
* en-Nahcivânî, Baba Ni’metullah b. Mahmûd (v. 920/1515), el-Fevâtihu’lİlâhiyye ve’l-Mefâtihu’l-Gaybiyye, I-II, Dâru Rükâbî, Mısır 1999.
* Okumuş, Mesut, “Gazali’nin Kur’an Anlayışı ve Çok Boyutlu Tefsir Telakkisi Üzerine”, Diyanet İlmi Dergi [Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi], 2011, cilt: XLVII, sayı: 3, s. 27-44.
* Öztürk, Mustafa, Tefsirin Halleri, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2013.
* ----------, “Tefsirde Fahreddin er-Râzî”, İslam Düşüncesinin Dönüşüm Çağında Fahreddin er-Râzî, Editör: Ömer Türker-Osman Demir, İSAM Yayınları, İstanbul 2013, ss. 279-346.
* Polat, Fethi Ahmet, “Dirayet Ağırlıklı Tefsirler”, Tefsir El Kitabı, Editör: Mehmet Akif Koç, Grafiker Yayınları, Ankara 2015, ss. 175-224.
* er-Rûmî, Fehd b. Abdirrahman b. Süleyman, İtticâhâtu’t-Tefsîr fî’l-Karni’rRâbî‘ Aşer, I-III, Riyâsetu İdârâti’l-Buhûsi’l-İlmiyyeti ve’l-İftâi ve’d-Da‘veti ve’l-İrşâd, Suudi Arabistan 1986.
* Subhî es-Sâlih (v. 1407/1986), Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, Dâru’l-İlm, Beyrut 2000.
* et-Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa es-Sevre (v. 209/825), el-Câmiu’s-Sahîh (Sünenü Tirmizî), I-V, Şirketü Mektebeti ve Matbaati Mustafa el-Bâbî’l-Halebî, Mısır 1975.
* et-Tüsterî, Sehl b. Abdillah (v. 283/897), Tefsirü’t-Tüsterî, thk.: Muhammed Basil Uyûn es-Sûd, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2002.
* Yavuz, Yusuf Şevki, “Te’vîl”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam ansiklopedisi (DİA), 2012, XLI, 27-28.
* Yıldırım, Suat, Peygamberimiz’in Kur’an’ı Tefsiri, Kayıhan Yayınları, İstanbul 1998.
* ez-Zehebî, Muhammed Hüseyin (v. 1398/1977), et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, I-II, Mektebetü Vehbe, Kâhire trz.
ez-Zerkeşî, Bedrüddin Muhammed b. Abdillah (v. 794/1392), el-Burhan fî Ulûmi’l-Kur’ân, I-IV, thk.: Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim, Dâru İhyai’l-Kütübi’lArabî, Beyrut/ Lübnan 1957. ez-Zürkânî, Muhammed Abdülazîm, Menâhilü’l-İrfan, I-II, thk.: Ahmed b. Ali, Darü’l-Hadîs, Kahire 2001.
 
bus

5 Temmuz 2021 Pazartesi

İSLÂM ve IRKÇILIK / Sayfa 297 - 309 / İslâm’ın Asabiyete Bakışı

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 297 - 309
İSLÂM ve IRKÇILIK
İslâm’ın
Asabiyete Bakışı
Ahmet Vefa TEMEL *

     Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz Veda Hutbesinde insanların İslâm dininde eşit olduklarını, birbirlerine karşı takva dışında hiçbir üstünlüklerinin bulunmadığını net bir biçimde ifade etmiştir: “Ey insanlar, dikkat edin! Rabbiniz birdir. Atanız da birdir. Dikkat edin! Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arab’a bir üstünlüğü, kırmızı derilinin siyah deriliye bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir.” (1) Bu hadis-i şeriften de anlaşıldığı üzere, bütün insanlık Hz. Âdem’in çocuklarıdır ve Hz. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Dolayısıyla da yaratılış noktasında, kişinin kendisini diğer insanlardan üstün görmesi onun cehâletinin bir tezahürüdür. Zira hadiste de belirtildiği gibi, “Allah Teala kişinin şekl-ü şemailine değil, kalbine bakar.” (2) Ayrıca Yüce Allah ahirette insanları inanç ve amellerine göre değerlendirecek ve yaptıklarının karşılığını eksiksiz olarak verecektir.
     Bu duruma Kur’ân-ı Kerîm’de de; “Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, (günahlardan) en çok korunanınızdır. Allah bilendir, haberdar olandır” (Hucurât, 49/13) ayetiyle açık bir şekilde işaret edilmiştir. Ayetten de anlaşılmaktadır ki Allah bütün insanlara eşit nazarla bakmakta, asla, dil, din, ırk cinsiyet, nesep gibi faktörleri imtiyaz ve üstünlük sebebi saymamaktadır. Üstünlük ancak ve ancak takvâ noktasında olmaktadır.
     Zira insanoğlunun kendi anne babasını seçmek gibi bir hakkı olmadığı gibi, tâbi olacağı ırkı ve ten rengini seçmesi de mümkün değildir. Her insanın yaratılışı sonuçta Allah’ın takdirine bağlıdır ve bu açıdan bakıldığında kendi ırk ve soyunu ön plana çıkartarak diğer ırklara karşı üstünlük iddia etmek aynı zamanda ilahi iradeye karşı bir isyandır. Bir nevi insanlığın kardeşlik ruhuna zarar veren bir tutum sergilemektir.
     Bu noktada Kur’ân’ın asıl hedeflerinden biri de insanlığın evrensel kardeşliğinin temelini atarak her türlü ırk ve renk ayrımını, insanların birliği ve dayanışmasını engelleyen her türlü engeli kaldırmaktır. Malum olduğu üzere başlangıçta, insanlık tek bir aileydi. İnsanlar çoğaldıkça yeryüzünün değişik bölgelerine dağıldılar ve aralarında farklılıklar doğdu. (Bakara, 2/213; Yunus, 10/19) Kur’ân, insanlara, kendilerinin ve ana-babalarının yaratıcısının tek Allah olduğunu ilan etti. Dolayısıyla, insanlar ve milletler arasında ayrım yapmak için hiçbir sebep olmadığını bildirdi. (Nisa, 4/1) İnsanların farklı ırk ve renklerde yaratılmaları, birinin üstün, diğerinin aşağı mertebede olduğu anlamına gelmemektedir.
     Aksine, yaratılışın bu çeşitliliği, Allah’ın yüceliği ve birliği için birer ayet, belge ve hidayet kaynağıdır: "O'nun (varlığının ve kudretinin) delillerinden biri de gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin farklı olmasıdır. Elbette bunda bilen ve anlayan kimseler için ibretler vardır." (Rum, 30/22) Bu ayet, insanların bir kökten geldiklerini ama biyolojik ve kültürel yönden farklılıklara sahip olduklarını ifade etmektedir. Bu durum ayette, ilahî bir taksimat ve Yüce Allah’ın varlık, birlik ve kudretini ortaya koyan bir belge ve delil olarak takdim edilmektedir. Akıl sahipleri, ayette konu edilen bu farklılıkların ilahî bir rahmet ve hidayet olduğunu düşünür ve öyle inanırlar. Bu niteliğe sahip olmayanlar ise, Allah’ın taksimatına razı olmayıp ırk, renk ve kabile üstünlüğü iddiasında bulunurlar. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
* Yrd. Doç Dr. Düzce Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
1) Buhari, Muhammed b. İsmail, el-Câmiu’s-Sahîh, İstanbul, 1981, Menâkıb, 1; Müslim, Ebu’l-Hüseyin b. Haccâc, el-Câmiu’s-Sahih, İstanbul, 1992, Fedâil, 168.
2) Müslim, Birr, 32; İbn Mâce, Ebu Abdillah el-Kazvînî, es-Sünen. İstanbul, 1992, Zühd, 9.
~~~~ * ~~~~

     Bu bağlamda insan onuruna zarar veren en önemli unsurlardan biri olarak asabiyet (dar manada bir çeşit ırkçılık olarak da ifade edebileceğimiz) kavramı karşımıza çıkmaktadır. Ben bu tebliğimde asabiyet kavramını ve İslam’ın asabiyete bakışını ele almadan önce, özellikle bu kavramla derin bir anlam ilişkisi bulunan, ırk ve ırkçılık kavramları üzerinde de genel hatlarıyla kısaca durmamızın konunun daha iyi anlaşılması bakımından faydalı olacağı kanaatindeyim.
     Irk kelimesi sözlükte nesil, sülâle, zürriyet, damar, kök; terim olarak ise kalıtımsal olarak ortak fizikî ve fizyolojik özelliklere sahip insanlar topluluğu anlamlarına gelmektedir. Dünyada en çok konuşulan dil ailesine mensup olan HintAvrupa dillerinde ırk kelimesinin karşılığı (Örneğin İngilizce ve Fransızcada ‘race’) hepsi de etimolojik olarak Arapça’daki ‘re’s’ yani kafa kelimesine dayanmaktadır. Irk kavramının Arapça’daki re’s (kafa) kelimesinden türemesi ise gayet manidardır. Zira modernleşme döneminin en zirvede olduğu yıllara tekabül eden yirminci yüzyılda üstün Hint-Avrupa topluluğuna ait ârî ırk araştırmaları özellikle fiziki antropoloji çalışan bilim adamlarının öncülüğünde bütün dünyayı sarmıştır. Kafa tası ölçümleri ve şekilleri, hangi ırkın en üstün olduğuna yönelik teoriler bu dönemde en çok tartışılan konular arasında yer almıştır. (1)
     Irkçılık, belli bir ırkın doğal olarak üstünlüğünü savunan teori ve görüştür. Irkçılık, kendi kavminden, kabilesinden olanlara ayrıcalık tanımak, onları daha üstün görmek, diğer insanlara haksızlık etmek, başkalarını küçük ve değersiz görmektir. Irkçılık, toplumlar arasındaki birlik ve dayanışmayı yok etmesi, zulüm ve sömürüye neden olması, bir ırkın üstünlüğünü iddia ederek diğer ırkları aşağı görmesi yüzünden İslam dinince kesin olarak yasaklanmıştır. Zira Allah hiçbir ırkı köle olsun, diğer ırkı da efendi olsun diye yaratmamıştır. Kur’ân’ın hiçbir yerinde sınıflı, imtiyazlı bir ırk veya milletten bahsedildiğine dair en küçük bir ifade yoktur. İslam inancında, maddi veya manevi derecesi ne olursa olsun hiçbir insan, ırk, renk, cinsiyet, millet veya yaşadığı coğrafya sebebiyle, kendini üstün görme ve diğer insanları aşağılama hakkına sahip değildir.
     Irkçılık, İslam dışı inanç ve değerler toplamı olan cahiliyenin temel esaslarından biridir. Hâlbuki Kur’ân’a göre, insanların köklere, kabilelere ayrılmasının sebebi; tanışmaları içindir; yoksa atalarla öğünmek için değildir. Kur’ân, milletleri birbirine düşman ettiği ve yıktığı için ırkçılık davasını şiddetle reddetmiş, ırkların veya toplumların üstünlüğünü değil, bütün insanlığın kardeşliğine vurgu yapmıştır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot:
1) http://sonpeygamber.info/insanligin-imtihani-irkcilik
~~~~ * ~~~~

     Bir defasında Ebu Zer el-Gıfari, bir anlık öfkeyle arkadaşı Bilal el-Habeşi’ye: "Kara kadının oğlu" demiş. Hz. Peygamber bunu duyunca, "Ey Ebu Zer! Sen onu anasından dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sende hâlâ cahiliye ahlakı var" diyerek ikazda bulunmuştur. Yaptıklarına son derece üzülen ve pişman olan Ebu Zer, yanağını yere koyarak, "Bilal ayağı ile basmadıkça yanağımı yerden kaldırmayacağım" demiş ve özür dilemiştir. (1)
     Öte yandan İslam Dininin reddettiği ırkçılık, kabile asabiyeti vb. etkenler, yeryüzündeki insanlar arasında toplumsal ayırımlara da sebep olmaktadır. Bu bağlamda insanlık tarihinin başından itibaren ortaya çıkan çatışmaların, savaşların kökeninde maddi ve manevi açıdan üstünlük elde etme düşüncesi yatmakla birlikte mensup olduğu ırkıyla, bağlı bulunduğu asabesi ile övünüp diğer ırklara ve kabilelere mensup insanları aşağı görmek de yatmaktadır. Müslüman ahlakı ise her zaman Hakk’ın ve haklının yanında olmayı şiar edindiğinden aynı ırk ya da kabileden olsalar bile haksızlık yapan kişilerin desteklenmesini benimsemez.
     Ancak ne yazık ki, cahiliye dönemi Arapları arasında yaygın şekilde bilinen “Zâlim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et” (2) sözü, kişinin kabilesinden olanlara her halükarda yardım etmesi gerektiğine açık bir biçimde işaret etmektedir. Öyle ki kişi, onun haklı veya haksız olduğunu sorma hakkına bile sahip değildir. Dolayısıyla böyle bir anlayışta suçun ferdiliği prensibinin dikkate alınmadığı apaçık ortadadır. Câhiliye dönemine ait olan bu sözü, İslâmiyet döneminde Hz. Peygamber (sav) yeniden yorumlayarak şu şekilde düzeltmiştir. Nitekim “Zâlimde olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et” sözüne binaen bir adam, Peygamberimize: “Yâ Resûlallah! Mazluma yardım ederiz fakat zâlime yardım nasıl olur?” diye sorunca, Peygamberimiz de: “Onu zulmünden alı korsun” buyurmuştur. (3)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Buhari, İman, 22
2) Meydani, Ebu’l-Fadl Ahmed b. İbrahim, “Mu’cemü Mecmau’l-Emsâl, Kahire, 1979, III, 375.
3) Buhari, İkrâh, 7.
~~~~ * ~~~~

     Bu bağlamda üzerinde duracağımız asıl konumuz olan asabiyete gelecek olursak, öncelikle asabiyet kavramının etimolojik yapısını ele alarak konuya başlamamız uygun olacaktır. Asabiyet: asab mastarından türemiştir. Asab ise mafsalları birbirine bağlayan life denir. İsim olarak kullanıldığında sinir, damar manasına gelmektedir. (1) Buradan hareketle denilebilir ki, söz konusu kelime, her türlü kuvvetli bağlayış için kullanılmaktadır. (2) Yine asabiyetle aynı kök harflerine sahip olan Asb kelimesi ise sarmaşık anlamına gelmektedir. (3) Nitekim sarmaşık, tutunup sarıldığı şeyi bir arada tutar, tutmakta ısrarlı davrandığı ve tutumundan vazgeçmediği aşikardır. Bu tavrında mutaassıp olduğu düşünüldüğü için ona bu isim verilmiştir. Bütün bunlardan, asabiyetin bir aşireti veya topluluğu nasıl bir arada tuttuğu açıkça anlaşılmaktadır. Zira o, insanı ayakta tutan ruhu, sinirleri ve manevî cephesi gibidir. (4)
     Asabiyet, nisbî mastarlardan olup, asabeye mensup olmak demektir. Asabe kelimesi âsıb’ın çoğulu olup sarmak, kuşatmak anlamlarına gelir ki, kişinin çocuklarına, yardım etmekle mükellef olduğu yakınlarına ve baba tarafından kan bağı bulunan akrabaların meydana getirdiği topluluğa da asabe denir. (5)
     Asabiyet; Sinirlilik, akrabalık, soy, kavim, vatan, millet ve din gayreti gütmek, kişiyi, asabesine yardım etmeye ve ister zâlim, isterse mazlum olsunlar onlara düşmanlık edenlere karşı kabilesiyle birlikte olmaya çağırmak gibi anlamlara da gelmektedir. (6) Ayrıca akrabası ve soydaşı olan kimseleri zulüm ve tecavüzden koruma gayretinde olmak ve bu kimselerin yardımına koşmak da asabiyet kavramıyla ifade edilmektedir. (7) Asabiyet tüm parçalarını toparlayıp, onu bir istikamete yöneltmesi cihetiyle, vücudu bir arada tutan sinirlerin fonksiyonunu üstlenmiştir. Bu bağlamda asabiyet yan anlam olarak, modern manasıyla herhangi bir konuda fanatiklik ve koyu bir taraftarlık gibi anlamlar da taşımaktadır. (8)
     Diğer taraftan aynı soydan gelen veya bir başka sebeple aralarında yakınlık bulunan kimselerin, muhaliflerine karşı birlikte hareket etmelerini sağlayan dayanışma duygusuna da asabiyet denir. Ancak bu, soyut bir duygu ve sadece duygu planında kalan bir olay değildir. Asabiyet kollektif bir davranış biçimidir. Ortaklaşa yaşayış ve örgütlenme belirli bir ortak düşünceyi doğurmakta, bu düşünce de ortaklaşa yaşayış ve örgütlenmeyi pekiştirmektedir. (9)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Fîrûzâbâdî,Ebu’t-Tahir, Mecdüddin Muhammed b. Muhammed, Kâmûsü’l-Muhît, İstanbul, 1886, I, 108; İsfehani, Ebu’l-Kasım, Hüseyin b. Muhammed b. Râgıb, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân, Kahire, 1961, s. 568.
2) Yaşar Nuri Öztürk, İslam’da Büyük Günahlar, İstanbul, 1994, (3. Basım), s. 214, 215.
3) Âsım Efendi, Ebu’l-Kemâl Ahmed, Kâmûs Tercümesi, İstanbul, 1305, I, 387.
4) Murat Sarıcık, İnanç ve Zihniyet Olarak Câhiliye, İstanbul, 2004, s. 75.
5) İbn Manzur, Ebu’l-Fadl, Cemalüddin Muhammed b. Mükerrem Lisânü’l-Arab, Beyrut, ts, I, 606; Zebidi, Muhammed Murtazâ, Tâcü’l-Arûs min Cevâhiri’l-Kâmûs, Beyrut, 1967, III, 381; İbn Fâris, Ebu’lHüseyin Ahmed Fâris b. Zekeriya, Mu’cemu Mekâyisü’l-Lüğa, Mısır, 1969, IV, 340.
6) İbn Manzur, Lisân, I, 606; Zebidi, Tâcü’l-Arûs., III, 381.
7) İbn Manzur, Lisân, I, 606.
8) Sarıcık, İnanç ve Zihniyet Olarak Câhiliye, s. 74.
9) Ümit Hassan, İbn Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi, Ankara, 1977, s. 196, 197.
~~~~ * ~~~~

     Asabiyet esas itibarıyla soy (nesep) birliğinden kaynaklandığından, aynı soydan olanlar arasında organik yakınlık arttıkça asabiyet güçlenmekte, buna karşın bu yakınlık aileden başlayarak aşirete, kabileye doğru yayıldıkça zayıflamaktadır. Aynı zamanda asabiyet; modern sosyolojinin temel kavramlarından biri olan ırkçılıkla hemen hemen aynı anlama gelmektedir diyebiliriz. (1)
    İslam öncesi Arap toplumunda asabiyet kabile düzeninin temeli sayılırdı. Onlara göre asabiyet, bir kimsenin asabesini, yani babası tarafından akrabalarını veya genelde kabilesini, ırkını, ister haklı, ister haksız olsun her zaman savunmaya hazır olması demekti. Aynı zamanda dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı koymak veya saldırı yapmak gerektiğinde bütün kabile üyelerinin harekete geçmesini sağlayacak olan ortak nokta da asabiyettir. Buna göre bir tehlike anında herkes kabilesine yardım etmekle mükelleftir. Bu, belki çöl şartlarında hayatın devamı için kabile dayanışmasına fazlaca ihtiyaç duyulmasından kaynaklanıyordu. Çünkü çölde hem hayat şartlarına ve hem de düşman kabilelerden gelecek tehlikelere karşı koyabilmek için kabile dayanışmasına ihtiyaç vardı. Bedevilerin birlikte yaşaması, birlikte savunması, birlikte saldırması gerekiyordu. (2)
     Diğer taraftan câhiliye devri insanını bu olumsuz düşünce ve davranışlara sevk eden temel psikolojik sebep kanaatimizce, toplumda zamanla yerleşmiş olan yanlış değer yargılarıdır. “Eğer zulmetmezsen, zulmedilirsin” düşüncesi hareket noktası kabul edilirse, sadece zâlimlerin ve mazlumların var olduğu bir toplumu karşımızda buluruz. Kendini ve kabilesini sürekli zulüm tehdidi altında görür. Bu ruh hali içindeki bir insan ya peşinen saldırılmayı, tacizi yeğleyip mazlumluğu kabullenecek veya zâlimliği tercih edecektir. Böylesine karamsar bir tablo içinde kendisini yalnız bulan, her şeye gücü yeten bir varlığa dayanmadığından dolayı istinat noktası arayan insan, kabile asabiyetine yaslanmaya mecbur olarak ben veya biz duygusu merkezli bir kabile kardeşliği ile kendisine saldırılmasına, hükmedilmesine, zorbalık yapılmasına fırsat tanımadan acımasızca, aynı şeyleri icra etmede kendini haklı bulacaktır. Zira kendini; kendisinin efendisi sayan bir insanın başka türlü hareket etmesi düşünülemez. (3) Çünkü o, sataşmayı, zorbalığı ve ölçüsüzlüğü kendine şiar edinmiştir.
     Bu kavram Peygamberimizin (s.a.v) hadislerinde hem tarif edilmiş, hem de asabiyet/ırkçılık davası gütmenin İslam’ın özüne ve ruhuna aykırı olduğu net bir biçimde ortaya konmuştur. Buna göre asabiyet; bir kimsenin zâlim kavmine yardımcı olmasıdır. (4)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Mustafa Çağrıcı, “Asabiyet”, DİA, İstanbul, 1991, III, 453.
2) İbrahim Sarıçam, “Hz. Peygamberin Peygamber Olarak Gönderildiği Ortam” DİD, Ankara, 2000, s. 16, 17.
3) Murat Sarıcık, Selm ve Cehl Kelimeleri Üzerine, HÜİFD, C, 3, S, 5, Şanlıurfa, 1997, s. 98, 99.
4) Ebu Davud,Süleyman b. Eş’as, es-Sünen, İstanbul, 1992, Edeb, 112.
~~~~ * ~~~~

    Ayrıca aşağıda zikredeceğimiz her iki hadiste de Hz. Peygamber asabiyetin tehlikesine dikkatimizi çekerek şöyle buyurmaktadır: “Her kim müslüman cemaatten ayrılır ve itaat yolunu terk etmiş olarak ölürse onun ölümü câhiliye ölümüdür. Ümmetime karşı harekete geçerek mü’min olanlarına saygı duymaksızın ve sözleşmeli bulunduğu kimseye karşı olan ahdini yerine getirmeksizin, suçlu suçsuz ayrımı yapmadan bütün ümmetimi vurmaya kalkışan kimse benim ümmetimden değildir. Asabiyet duygusuyla öfkelenen, asabiyet davası güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü de câhiliye ölümüdür.” (1)
    Ayrıca “Kim câhiliye davasında (kavmiyetçilikte) bulunursa cehenneme iki dizi üzerine çökmüş demektir. Dediler ki: Ey Allah’ın Resulü! Oruç tutsa, namaz kılsa da mı? Buyurdu ki: “Evet! Oruç tutsa ve namaz kılsa da.” (2)
    Bu konuya ait diğer hadislerde de bazı farklılıklarla Hz. Peygamber birbirine benzer ifadeler kullanmıştır: Cündeb b. Abdillah (r.a) anlatıyor: Resulullah (s.a.v) buyurdular ki: “Kim ümmiyye (gayesi İslam olmayan) bir bayrak altında bir asabiyete yardım ederken öldürülürse onun ölümü, câhiliye ölümüdür.” (3) Süreka b. Malik elCu’şemi’den gelen rivâyette ise Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “En hayırlınız (zulme düşerek) günah işlemedikçe aşiretini müdafaa edendir.” (4) Vâsıle b. el-Eskâ anlatıyor: “Ey Allah’ın Resulü! Asabiyet nedir?” dedim. O da: “Asabiyet; zulümde kavmine yardım etmendir” (5) buyurdu. Bu bağlamda bir diğer hadiste de Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Kavmine (aşiretine, ırkına, toplumuna vb.) haksızlık üzere yardım eden, kuyuya düşmüş de (çıkarmak için) kuyruğundan çekilen deve gibidir.” (6)
     Yukarıda da belirttiğimiz üzere Peygamberimiz (s.a.v), asabiyet gayesi için insanları toplanmaya çağıran, bu uğurda savaşan ve bu yolda ölen kimse “bizden değildir” buyurarak, bunun son derece çirkin bir şey olduğunu gözler önüne sermiştir. Resulullah (s.a.v) câhiliyeden kalma bir âdet olan kavimlerle övünmeyi de yasaklayarak şöyle buyurmuştur: “Allah câhiliyeden kalma bir duygu olan babalar ve atalarla övünmeyi yasaklamıştır. Bu atalar ister mü’min ve muttaki, ister facir ve günahkar olsun fark etmez. Siz Âdem’in neslindensiniz ve Âdem de topraktan yaratılmıştır. Sizden kavimlerle övünen bir kimse olmasın. Atalarla övünenler cehennem kömürlerinden bir kömürdürler. Onların bu hali Allah nazarında burnuyla pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha kötüdür.” (7)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Buhari, Ahkâm, 4; Müslim, İmâre, 53; Nesâî, Ebu Abdirrahman Ahmed b. Şuayb, Sünenü’n-Nesâî, İstanbul, 1992, Tahrim, 28; İbn Mâce, Fiten, 7.
2) Hâkim, Ebû Abdillah Muhammed b. Abdillah, Müstedrek ale’s-Sahîhayn, Haydarabad, 1915; IV, 298.
3) Müslim, İmare, 53; Nesâî, Tahrim, 28.
4) Ebu Davud, Edeb, 112.
5) Ebu Davud, Edeb, 112.
6) Ebu Davud, Edeb, 112.
7) Ebu Davud, Edeb, 112.
~~~~ * ~~~~

     Yukarıda zikretmiş olduğumuz hadislerden de anlaşılmaktadır ki, asabiyet, haksız olduğu halde kişinin kendi kavmine yardım etmesidir. İşte bu İslam’ın ruhuna aykırıdır. Yoksa bir kimsenin kendi kavmini, kabilesini sevmesi, suçsuz oldukları sürece onları savunması, kavminin, kabilesinin yükselmesi için çalışmasının asabiyetle hiçbir alakası bulunmamaktadır. Resulullah (s.a.v) kabile ya da millet sevgisi konusundaki aşırılıkları önlemek amacıyla asabiyeti tanımlamış, bir bakıma “milletinizi sevin ama bu sevgi sizi suç ortaklığına götürmesin, ayrıca sevdiğiniz kimse haksızsa onun yardımcısı olmayın” diyerek bu hususta insanları uyarmıştır. Esas itibarıyla Hz. Peygamberin asabiyet tabiriyle yasakladığı şey fikir değil, fiildir. (1) Bu bağlamda İbn Haldun da özet olarak şunları söylemektedir: Asabiyetin kötülenmesinin sebebi, asabiyet/ırkçılık ile övünmeye engel olmak, asabiyeti kimsenin zararına kullandırmamaktır. Çünkü bu şekilde hareket etmek akıllı adamların işi olmadığı gibi, devamlı bir surette yerleşme ve yaşama yeri olan ahiret için de faydalı değildir. Fakat asabiyet hak uğruna ve Allah’ın emrini yerine getirmek maksadıyla kullanılırsa makbuldür. (2)
     Burada bir parantez açarak dar manada asabiyetin tezahürlerinden biri olarak nitelendirebileceğimiz bir diğer husus olan kabilecilik konusuna değinmekte fayda mülahaza ediyorum. Bu meyanda Mekkeli müşriklerin Hz. Peygamberin risaletine muhalefet etmelerinin en önemli sebeplerinden biri de Kureyş içinde geçmişe dayanan kabile mücadeleleridir. Haşimoğulları’ndan bir peygamber çıkmasıyla bu ailenin yeniden eski gücüne kavuşacağını ve kendilerine hakim olacağını düşünen rakip kabileler, olanca güçleriyle İslam’ın yayılmasını önlemeye çalışmışlardır. Bu mücadelenin boyutunu Ebu Cehil’in şu sözleri açıkça göstermektedir: “Biz Abdülmenâfoğulları ile şan ve şeref noktasında şimdiye kadar çekiştik durduk. Onlar halka yemek yedirdi, biz de yedirdik. Onlar bağışta bulundu, biz de bulunduk. Onlar arabuluculuk yapıp diyet yüklendiler, biz de yüklendik. Şimdi de onlar bizden kendisine vahiy gelen bir peygamber var, dediler. Biz bunun dengini nereden bulup çıkaracağız. Vallahi hiçbir zaman onu tasdik etmeyiz.” (3)
     Ebu Cehil bunları söylerken Hz. Peygamberin gerçek peygamber olup olmadığı hususunu hiç dikkate almamıştır. Onun hadiseyi değerlendirmesindeki temel kriter, kabile ruhu, yani asabiyettir. Ona göre peygamberin ne dediği değil, hangi kabileden olduğu önemlidir. Zira o, Hz. Peygamberi rakipleri Hâşimoğullarının ileride itibar ve gücünü yükseltecek bir kabile üyesi olarak görmekteydi. Onun dile getirdiği bu sözler Hz. Peygamberin kabilesine rakip olan Kureyş haricindeki diğer kabileler için de geçerliydi.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Ali Galip Gezgin, Tefsirde Semantik Metod ve Kur’ân’da Kavm Kelimesinin Semantik Analizi, İstanbul, 2002, s. 302.
2) İbn Haldun, Ebû Zeyd Abdurrahman b. Muhammed, Mukaddimetü İbn Haldun, Kahire, ts, II, 599, 600.
3) İbn İshak, Muhammed b. İshak b. Yesâr, Sîret-i İbn İshak, Konya, 1981, s. 170; İbn Seyyidinnâs, Fethu’d-Dîn b. Seyyidinnâs el-Yamurî, Uyûnü’l-Eser,fî Fünûni’l-Megazî ve’ş-Şemâ’il ve’s-Siyer, Beyrut, ts. I, 111, 112.
~~~~ * ~~~~

     Kabilecelik aynı zamanda cehalet ve taassuba dayanan gönülleri kör eden manevi bir hastalıktır. Bu hastalığın ulaştığı boyutu tarihte yaşanmış bir olayla örneklendirelim: Kabile taassubuna sıkı sıkıya bağlı Talha en-Nemeri isimli birisi, Yemame şehrine gelip peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan kendi kabilesine mensup Müseylimetü’l-Kezzab ile konuştuktan sonra şöyle der: "Şehadet ederim ki sen hiç şüphesiz yalancısın, Muhammed ise doğru söylemektedir. Fakat Rebia kabilesinin yalancısı, bana, Mudar kabilesinin doğru söyleyeninden daha sevimli gelmektedir." (1) Nitekim bu kişi, Peygamberimiz’in doğru söylediğini bildiği hâlde, kabile taassubuyla davranmış ve mutlak hakikati inkâr etmiştir.
     Sahabeden Sa’d b. Ebi Vakkas ile Selman arasında bir sorun ortaya çıkar. Sa’d b. Ebi Vakkas, Selman-ı Farisi (ra)’nin de bulunduğu bir ortamda herkesten soylarını saymalarını ister. Orada bulunanlar, kimin soyundan geldiklerini uzunca anlattıktan sonra sıra Selman-ı Farisi (ra)’ye gelir ve o, kendisini soyu yönüyle zor durumda bırakmaya çalışanlara şu eşsiz cevabı verir: "Benim soyumu mu bilmek istiyorsunuz. Rabbim bana İslam nimetini nasip etti. O yüzden ben İslam’ın oğlu Selman’ım." Selman’a yapılanları duyunca üzülen ve öfkelenen Hz. Ömer çıkagelir ve tüm insanlığa şu mesajı verir: "Kureyş’in çok iyi bildiği üzere babam Hattab, Cahiliye Dönemi'nin en seçkin insanlarından biriydi. Ama artık beni, babamın adıyla anmayın. Çünkü ben de İslam’ın oğlu Selman’ın kardeşi İslam’ın oğlu Ömer’im." (2)
     Buna benzer bir başka olayı da yeri gelmişken zikredelim. Kabilecelik davası güden bir Arap, Evs ile Hazrec kabilelerine mensup Arapların başka ırktan ve kabilelerden olan insanlarla oturup sohbet ettiklerini görünce kızarak şöyle der: "Evs ile Hazrec Peygamber’e hizmet eden Araplardandır. Ama şu Habeşli Bilal, şu Rum memleketinden gelme Suheyb, şu da Farslı Selman. Bunlar Arap değiller ki? Nasıl oluyor da Arap olmayan bu yabancılar Araplarla eşit şekilde oturup sohbete kabul ediliyorlar? Bunlar bu eşitliği nereden kazandılar?" Muaz bin Cebel, bu beklenmedik soru üzerine oturduğu yerden kalkarak adamın yakasını tutar ve şöyle der: "Seni Rasûlullah’ın huzuruna götüreceğim, bu söylediklerinin İslam’daki yerini soracağım. İslam’da böyle bir ırkı yüceltip ötekini aşağılamak var mı göreceğiz."
     Hz. Muaz, adamı alıp doğruca Peygamberimizin mescidine götürür ve ilk fırsatta da hemen sorusunu sorar: "Ya Rasûlullah, bu ırkçılık yapan Kays için ne buyurursunuz? Biz Araplar oturmuş Arap olmayan kardeşlerimizle hoş sohbetler yapıyorduk. Gelip aramıza ırkçılık fitnesi soktu. Arapların üstün ırk olduğunu ileri sürdü. İranlı Selman’ı, Rum’dan gelen Suheyb’i, Habeşistan asıllı Bilal’i aşağı ırktan kabul ederek onların Araplarla eşit şekilde sohbete layık olmadıklarını iddia etti. Gerçekten de öteki ırklar aşağı, Araplar üstün ırk mı? Bizimle eşit şekilde oturup da sohbet edemezler mi?" 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Osman Keskioğlu, Nüzûlünden İtibaren Kur’an-ı Kerim Bilgileri: Ankara 1987, s. 184
2) Beyhaki,Ebû Bekr Ahmed b. Hüseyn b. Alî, Şuabu’l-İman, Beyrut, 1990, IV, 286-287
~~~~ * ~~~~

     Bu değerlendirmeyi dinleyen Rasûlullah (sav)’ın yüzünde derin bir üzüntü meydana geldi ve oradakilere şöyle uyarıda bulundu: "Ey insanlar! Sizin Rabbiniz birdir! Babanız, ananız da birdir! Araplık ne babanızda vardır, ne de ananızda. O sadece sizin verdiğiniz isimden ibaret bir tanıtımdır. Arap’ın Arap olmayanlardan üstünlüğü yoktur. Üstünlük, Allah’a iman ve itaattedir. Allah’a iman ve itaat edenler hep birlikte üstündürler. Bunu herkes böyle bilmeli, aranıza ırka dayalı üstünlük ayrımcılığı sokmamalısınız!” Bu durumda ne yapacağını bilmeyen Muaz bin Cebel sorma gereği duyar: "Ya Rasûlullah, öyle ise aramıza ırkçılık fitnesi sokmak isteyen bu adamı ne yapayım?” Efendimiz, bu soruya pek kullanmadığı ağır bir cümleyle cevap verir. Bu adama ne der biliyor musunuz? "Da’hu ilennar!" Yani "Bırak o (ırkçı adamı), cehenneme kadar yolu var!" (1)
     Yukarıda zikrettiğimiz örneklerden açıkça anlaşılmaktadır ki o dönemdeki Araplar sürekli olarak düşmanlık üreten dar bir kabilecilik anlayışıyla hareket etmekteydiler. Arap kabilelerinden birinin diğerlerine tamamen üstünlük sağlaması, hepsinin ortak bir hedefte toplanması da pek mümkün değildi. Aynı zamanda bu anlayış Arap kabileleri arasındaki intikam hislerini sürekli körüklüyor, asırlar süren çatışmalara yol açıyor ve sonuçta onların dağılmasına sebep oluyordu. (2)
     İşte bu noktada İslam, dar kabilecilik anlayışıyla mücadelenin ilk adımı olarak bütün inananların kardeş olduklarını ilan etmiş (3) ve bu anlayışın esasını oluşturan kabileciliği ve soy üstünlüğüne dayalı ırkçı anlayışı reddetmiştir. Ayrıca asabiyetin tesiriyle gerçekleştirilen kabile savaşlarını yasaklamış, bunların yerine Allah yolunda cihadı ikame etmiştir. Bu bağlamda Resulullah (s.a.v) da toplumda var olan asabiyeti bir yandan yumuşatırken, diğer yandan insanların kavmiyetçilikle ilgili problemlerini de göz ardı etmemiş, Ensar ve Muhacirler arasında denge kurarak, öncelikle bu iki grup arasında din kardeşliğini yerleştirmeye çalışmıştır. Nitekim Hz. Peygamber Medine’de sefere çıkan orduya, bazen Muhacirlerden, bazen de Ensardan komutan tayin ederken, Medine’de yerine vekil bıraktığı kişiler durum ve şartlara göre Ensardan veya Muhacirlerden oluşmuştur. (4)
     Diğer taraftan Resulullah (s.a.v) daima toplumda iyiliğin yaygınlaşması ve kötülüklerin engellenmesi, adalet, eşitlik ve hürriyetin sağlanması, birlik, beraberlik ve kardeşliğin tesis edilmesi için çaba göstermiş, insanlar arasında anarşi, kavga, fitne, düşmanlık tohumlarının yeşermesine mani olmaya çalışmıştır. Nitekim bir hadiste Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Bütün mü’minlerin, birbirlerine merhamet etmede, birbirlerini sevmede, birbirlerine şefkat ve lütufta bulunma hususunda tıpkı bir vücut gibi olduklarını görürsün. O vücutta bir organ hastalanınca, vücudun diğer organları, birbirlerini hasta organın acısını, uykusuzluk ve ateş ile katılmaya çağırırlar (yani acısını paylaşırlar).” (5)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) el-Hindi,Alî b. Hüsâmiddîn b. Abdilmelik b. Kādîhân el-Müttakī, Kenzü’l-Ummâl fî Süneni’l-aķvâl ve’lef’âl, Beyrut 1985, XII, 47
2) Âdem Apak, Erken Dönem İslam Tarihinde Asabiyet, İstanbul, 2016,s. 76.
3) Hucurât, 49/10.
4 Abdülhay Kettânî, et-Terâtibü’l-İdâriyye, (Trc. Ahmet Özel), İstanbul, 1990, I, 147.
5) Buhari, Edeb, 27. Müslim, Birr, 66.
~~~~ * ~~~~

     Ayrıca peygamberliği süresince fertleri İslam’ın öngördüğü biçimde sadece iman, ibâdet ve ahlak açısından değerlendirmiş, kimseye konumundan dolayı farklı muamelede bulunmamıştır. Bundan dolayıdır ki Onun şekillendirmiş olduğu toplum, câhiliyenin örf ve âdetlerinden uzak, dinamik, sevinçlerin ve üzüntülerin birlikte paylaşıldığı, fertler arasında dayanışma, kardeşlik ve dostluğun hakim olduğu bir toplum haline gelmiştir. (1) Bu bağlamda Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Mü’minin mü’mine bağlılığı, tıpkı kısımları birbirine perçinlenen bina gibidir.” Daha sonra Resulullah (s.a.v) bunu ifade etmek için parmaklarını birbirine geçirdi, kenetledi. (2)
     Yukarıda kısaca belirtmiş olduğumuz bu toplumsal yapı kendiliğinden oluşmadığına göre öyleyse bunu meydana getiren temel dinamik neydi? Bu sorunun cevabını Yüce Allah, Âl-i İmrân suresinin 103. âyetinde şöyle vermektedir: “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın, parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşmanken, O sizin kalplerinizi birleştirdi ve Onun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz! Hem sizler ateşten bir çukurun tam kenarındayken O, sizi kurtarmıştı. İşte Allah doğru yolu bulasınız diye âyetlerini size böyle açıklıyor.”
    Bu âyette psikolojik değişimin, sosyal değişime yansıması ve orada nasıl bir değişim meydana getirdiği anlatılmaktadır. Âyetin ana temasını “kalplerin kaynaşması” oluşturmaktadır. Çünkü kalpler kaynaşmayınca manevî kardeşlik de meydana gelmez. Bundan dolayıdır ki Yüce Allah, öncelikle kalpleri kaynaştırıyor ve sonra da insanları kardeş yapıyor. Pek tabiidir ki, kalplerin kaynaşmasının en önemli iki unsuru ise iman ve sevgidir. Yoksa madde ile bu kaynaşmanın sağlanması mümkün değildir. (3) Bu hususu Yüce Allah bir âyette şöyle ifade etmektedir: “Ve Allah onların kalplerini kaynaştırmıştır. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin yine onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir ve hikmet sahibidir.” (4)
    Sonuç olarak diyebiliriz ki İslam Dini Araplar arasında son derece etkili olan nesep ilişkileri ve soy ve ırka dayalı üstünlük anlayışı yerine, sıla-i rahim çerçevesinde müslümanlara dinî ve ahlakî sorumluluklar yüklemiştir. Buna göre akrabalık bağının sürdürülmesine yapılan vurgu, ırkın, soyun sopun üstün tutulması düşüncesinden değil, toplum düzeninin sağlanması ve yardımlaşma duygusunun geliştirilmesi hedefinden kaynaklanmaktadır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) M. Ali Kapar, “Hz. Peygamberin Gerçekleştirdiği Toplum Yapısı ve Özellikleri”, DİD, Ankara, 2000, s. 84.
2) Buhari, Edeb, 36, Mezâlim, 5.
3) Bayraktar Bayraklı, Kur’ân’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, İstanbul, 1999, s. 113.
4) Enfâl, 8/63.
~~~~ * ~~~~

    Bu bağlamda Kur’ân-ı Kerîm sıla-i rahmi teşvik etmiş, akrabaları ile bağı kesenleri yermiştir. “... Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riâyetsizlikten de sakının...” (1) Nitekim Hz. Peygamber de bu emri Allah’a ve ahiret gününe imanın bir gereği saymıştır: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse, misafirine ikram etsin. Allah’a ve ahiret gününe iman eden sıla-i rahimde bulunsun.” (2)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Nisâ, 4/1.
2) Buhâri, Edeb, 31.
~~~~ * ~~~~

     Kaynakça:
* Abdülhay Kettânî, et-Terâtibü’l-İdâriyye, (Trc. Ahmet Özel), İstanbul, 1990
* Âdem Apak, Erken Dönem İslam Tarihinde Asabiyet, İstanbul, 2016
* Ali Galip Gezgin, Tefsirde Semantik Metod ve Kur’ân’da Kavm Kelimesinin Semantik Analizi, İstanbul, 2002
* Âsım Efendi, Ebu’l-Kemâl Ahmed, Kâmûs Tercümesi, İstanbul, 1305
* Bayraktar Bayraklı, Kur’ân’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, İstanbul, 1999
* Beyhaki, Ebû Bekr Ahmed b. Hüseyn b. Alî, Şuabu’l-İman, Beyrut, 1990
* Buhari, Muhammed b. İsmail, el-Câmiu’s-Sahîh, İstanbul, 1981
* Ebu Davud, Süleyman b. Eş’as, es-Sünen, İstanbul, 1992
* el-Hindi, Alî b. Hüsâmiddîn b. Abdilmelik b. Kādîhân el-Müttakī, Kenzü’lUmmâl fî Süneni’l-aķvâl ve’l-ef’âl, Beyrut 1985
* Fîrûzâbâdî, Ebu’t-Tahir, Mecdüddin Muhammed b. Muhammed, Kâmûsü’lMuhît, İstanbul, 1886
* Hâkim, Ebû Abdillah Muhammed b. Abdillah, Müstedrek ale’s-Sahîhayn, Haydarabad, 1915
* İbn Fâris, Ebu’l-Hüseyin Ahmed Fâris b. Zekeriya, Mu’cemu Mekâyisü’l-Lüğa, Mısır, 1969
* İbn Haldun, Ebû Zeyd Abdurrahman b. Muhammed, Mukaddimetü İbn Haldun, Kahire, ts
* İbn İshak, Muhammed b. İshak b. Yesâr, Sîret-i İbn İshak, Konya, 1981
* İbn Mâce, Ebu Abdillah el-Kazvînî, es-Sünen, İstanbul, 1992
* İbn Manzur, Ebu’l-Fadl, Cemalüddin Muhammed b. Mükerrem, Lisânü’l-Arab, Beyrut, ts
* İbn Seyyidinnâs, Fethu’d-Dîn b. Seyyidinnâs el-Yamurî, Uyûnü’l-Eser, fî Fünûni’l-Megazî ve’ş-Şemâ’il ve’s-Siyer, Beyrut, ts
* İbrahim Sarıçam, “Hz. Peygamberin Peygamber Olarak Gönderildiği Ortam” DİD, Ankara, 2000
* İsfehani, Ebu’l-Kasım, Hüseyin b. Muhammed b. Râgıb, el-Müfredât fî Garîbi’lKur’ân, Kahire, 1961
* Mehmet Ali Kapar, “Hz. Peygamberin Gerçekleştirdiği Toplum Yapısı ve Özellikleri”, DİD, Ankara, 2000
* Meydani, Ebu’l-Fadl Ahmed b. İbrahim, Mu’cemü Mecmau’l-Emsâl, Kahire, 1979
* Murat Sarıcık, İnanç ve Zihniyet Olarak Câhiliye, İstanbul, 2004
* Murat Sarıcık, “Selm ve Cehl Kelimeleri Üzerine”, HÜİFD, C, 3, S, 5, Şanlıurfa, 1997
* Mustafa Çağrıcı, “Asabiyet”, DİA, İstanbul, 1991
* Müslim, Ebu’l-Hüseyin b. Haccâc, el-Câmiu’s-Sahih, İstanbul, 1992
* Nesâî, Ebu Abdirrahman Ahmed b. Şuayb, Sünenü’n-Nesâî, İstanbul, 1992
* Osman Keskioğlu, Nüzûlünden İtibaren Kur’an-ı Kerim Bilgileri, Ankara 1987
* Ümit Hassan, İbn Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi, Ankara, 1977
* Yaşar Nuri Öztürk, İslam’da Büyük Günahlar, İstanbul, 1994, (3. Basım)
* Zebidi, Muhammed Murtazâ, Tâcü’l-Arûs min Cevâhiri’l-Kâmûs, Beyrut, 1967
* http://sonpeygamber.info/insanligin-imtihani-irkcilik
 
bus

29 Haziran 2021 Salı

İSLÂM ve IRKÇILIK / Sayfa 271 - 278 / İslâm’ın Irkçılığa Karşı Tutumu

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve
DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 271 - 278
İSLÂM ve IRKÇILIK
İslâm’ın
Irkçılığa Karşı
Tutumu
Âdem APAK *

     Hz. Peygamber’in (sav) tebliğ ettiği İslâm dininin en önemli hedeflerinden biri gönderildiği toplumda kabile sistemi üzerine kurulu soy esaslı sosyal düzenden, hukuka dayalı devlet nizamına geçişi temin etmekti. Zira İslam öncesi dönemde Araplar sürekli düşmanlığa neden olan dar kabilecilik anlayışı (asabiyet) ile hareket ediyorlardı. Bu nedenle Allah Rasûlü (sav) öncelikli olarak kabile asabiyeti dar çerçevesini aşarak kısa vadede Arapları inanç merkezli olarak bütünleştirmeyi hedeflemiştir. (1)
     Kabilecilik anlamında kullanılan asabiyet kelimesi Arapça’da a.s.b. kökünden türemiştir. Aynı kökten gelen asabe ism-i fail sigasından âsıb’ın çoğulu olup kısaca saran, kuşatan anlamlarına gelir. Terim olarak asabe, baba tarafından kan bağı bulunan akrabanın meydana getirdiği topluluk demektir. (2) Asabe aynı zamanda İslâm hukukunda miras bırakana doğrudan veya erkek vasıtasıyla bağlı bulunan vârisler için kullanılan bir fıkıh ıstılahıdır. Bu kelimeyle İslâm öncesi dönemde baba tarafından gelen erkek yakınlar ve erkek çocuklar kastedilmiş, akraba olmaları sebebiyle birbirlerini destekledikleri için onlara birbirini saran ve kuşatan anlamında asabe denilmiştir. (3)
     Asabiyet en geniş anlamıyla aralarında kan yakınlığı bulunan bir topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve herhangi bir dış tehlike durumunda onları karşı koymaya sevk eden veya başka bir topluluk üzerine saldırı halinde bütün aile üyelerinin tereddütsüz harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhu olarak tarif edilir. (4) Asabesi adına harekete geçen kişiye de asabî denilir. Aynı kökten gelen taassup ise, asabiyette aşırılık göstermek anlamına gelir. (5) 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
* Prof. Dr.Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. 
1) İhsan Nass, el-Asabiyyetü’l-Kabeliyye, Beyrut 1964, s. 173-174.
2) İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, I-XV, Beyrut ts. (Dârus-Sâdır), I, 605-506; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, I-X, Beyrut ts., (Dâru Sâdır), I, 384.
3) Karaman, Hayrettin, “Asabe”, DİA, III, 452.
4) Ateş, Ahmed, “Asabiyet”, İA, I,663; Çağrıcı, Mustafa, “Asabiyet”, DİA, 3:453.
5) Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, I, 384.
~~~~ * ~~~~

     Asabiyetle ilgili özgün bir tanım ortaya koyan ve asabiyeti toplumun maddî-manevî bütün dinamiklerinin temeli olarak kabul eden İbn Haldûn asabiyetin kan bağı üzerine inşa edilmiş olmasını şu şekilde izah eder: Kan bağı insanlık için tabiî ve gerçek bir bağdır ve çok az istisna olmak üzere, yakınlara herhangi bir haksızlık yapıldığında etkisini gösterir. Öyle ki, akraba olan kişi, yakınının bir zulme uğraması durumunda ona karşı kalbinde bir yumuşaklık hissederek akrabasının derhal bu durumdan kurtulmasını arzu eder ki, bu tavır insanî/tabiî bir temayüldür. (1)
     Kabile, kadim insan topluluklarının yaşadıkları ve tanıdıkları en önemli içtimaî görünüm iken asabiyet ise kabilenin bütünlüğünü ayakta tutan ana unsur ve toplumsal nizamın esasıdır. Kabile asabiyeti günümüzdeki aşırı kavmiyetçiliğin (ırkçılık) belli bazı yönlerini yansıtır mahiyettedir. Gerçekte aşırı kavmiyetçilik (2) , kendi ırkına taassup derecesinde bağlı olmayı, ırkının diğer ırklardan mutlak olarak üstün olduğuna inanmayı gerektirir. Kabile asabiyetinde de benzer bir inanç vardır. Asabiyet, kabileyi diğer kabilelerden farklı ve üstün tutma düşüncesini barındırırken, ırkçılık belli bir ırka üstünlük tanımak, o ırkın diğerlerine göre tabiatından gelen bir üstünlüğe sahip olduğuna inanmak ve o inanç doğrultusunda hareket etmektir. Hem asabiyette hem de ırkçılıkta asıl çıkış noktası nesep, yani kan bağıdır. Bu sebeple asabiyeti bir yönüyle ırkçılığın ilk basamağı, ya da bir çeşidi olarak değerlendirmek mümkündür. Ancak bununla birlikte kabile asabiyeti, ırkçılıkla çelişen bir hususiyet de arz eder. Bir ırkı üstün kabul edip, o ırka mensup olanları bir araya getirmeyi, bütünleştirmeyi hedefleyen ırkçılığın aksine asabiyette aynı ırka mensup olanları birleştirmek yerine onları farklı gruplara (kabile, cizm, fâsıla vs) bölme, parçalama ve onlar arasından düşmanlık meydana getirme ön plândadır. Farklı aşiretlerin ortak yol takip etmelerini gerekli kılan umumî bir şuur olan kavmiyet düşüncesi, esas olarak bir bütünlük faaliyetini akla getirirken, asabiyet ise ayrışmayı ve dağınıklığı çağrıştırır. (3) Buna göre meselâ bir Arap, kendi asabiyetinden olan zenci bir mevâlîyi, başka asabeden olan bir araba karşı korumak zorundadır. Dolayısıyla aynı ırktan gelen küçük insan grupları arasındaki menfaat, hâkimiyet tesisi veya hayatta kalma mücadelesi anlamındaki asabiyeti ırkçılıkla aynı kategoride değerlendirmek doğru olmaz. (4) 
     Asabiyete göre kabilelerden her topluluk kendi başına yaşamakta ve ancak dar kabile menfaati doğrultusunda hareket etmektedir. İki kabile veya kabile federasyonları hilf yoluyla bir araya geldiklerinde dahi bu birlik, ortak bir kavmî şuur derecesine dönüşmemekte, sunî birliktelik, ancak başka kabilelere karşı olmak amacıyla ortak cephede birleşme ihtiyacının zorlamasıyla meydana gelmektedir. (5)
     Herhangi bir saldırı veya savunma durumunda dahi kabileler müstakil gruplar halinde yer aldıkları için, onların organik ve düzenli bir bütünlüğünden bahsetmek mümkün değildir. Oysa kavmiyetçilikte aynı ırktan gelenlerin her alanda birlik oluşturmayı hedefledikleri görülür. En geniş sınırı bir kabileye mensubiyetin meydana getirdiği kabile asabiyetinde bütünlük değil, ayrışma ve çatışma esastır. Asabiyet, barış sebebiyle kabilelerin bir araya gelmelerini ve bütünleşmelerini hedeflemez. Kabile ittifakları ancak siyasî-içtimaî şartların ve kabile menfaatinin zorlamasıyla gönülsüz bir şekilde ve sınırlı bir zaman diliminde istisnaî olarak gerçekleşir. Asabiyette birlik ve barış yerine, “bizden olmayan ancak bizim düşmanımızdır” prensibi geçerlidir. Bu nedenle asabiyeti, kavmiyetçilik veya şovenizmin bazı özelliklerini taşımakla birlikte, esasında çok farklı bir dayanışma ruhu olarak değerlendirmek gerekir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İbn Haldûn, Mukaddime, (thk. Ali Abdülvâhid el-Vâfî), I-III, Mısır 1957, II, 484.
2) Kavmiyetçiliğin aşırı yönü ırkçılık (şövenizm) olarak isimlendirilmektedir. Aşırı olmayan kavmiyetiçiliği ise, günümüzde de kullanılan milliyetçilikle benzer anlamda kabul etmek mümkündür. Zaten XIX. yüzyılın ortalarından itibaren bu günkü anlamıyla milliyetçilik için kavmiyetçilik kelimesi kullanılmıştır. (bk. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları, I-IV, İstanbul 1990, III, 34-35.
3) Nasrî, Asabiyye Lâ Tâifiyye, Beyrut 1983, s. 11-12, 154-155.
4) Gedikli, Ahmet Ercüment, İslâm Asabiyye Milliyetçilik, Ankara 1990, s. 64.
5) Nass, İhsan, el-Asabiyye,s. 106-108.
~~~~ * ~~~~

     Asabiyet kavramı, şovenizm, ırkçılık kavramlarının yanında bazen milliyetçiliğin karşılığı olarak da kullanılmıştır. Meselâ T. Khemiri, Von Kramer, Salahattin Hudâ Bahş gibi araştırmacılar, asabiyetle milliyetçiliğin aynı anlama geldiğini iddia etmişlerdir. Buna karşılık F. Gabrieli ise asabiyetin milliyetçilikten farklı olduğunu ileri sürmektedir. (1) Milliyetçilik, genel anlamıyla, toplumda millî kültürü hâkim kılmak ve başka toplumların baskısından kurtulmak ve bağımsızlık kazanmak için uyanan kültür ve siyaset eğilimi olarak tanımlanabilir. (2) Bir millet içinde birden fazla kabile ve kabileler içinde de daha dar kapsamlı gruplar ve asabiyetler bulunur. Bu nedenle asabiyet, ferdi çok dar bir daire içinde hapseder. Hâlbuki milliyetin dairesi çok daha geniştir; bu topluluğun içinde birbirleriyle yakın akrabalık ve menfaat ilişkisi bulunmayan insanlar da daire içinde kendilerine yer bulabilirler. (3) Sonuç olarak asabiyetle anlam ilişkisi kurulan kavramlar dar çerçeveden geniş çerçeveye göre derecelendirilmek istendiğinde şöyle bir sıralama ortaya çıkar: Asabiyet, Şövenizm (Irkçılık, Aşırı kavmiyetçilik), Milliyetçilik (Kavmiyetçilik). Burada son iki kategoride aynı soydan gelenleri birleştirme asıl hedef iken, asabiyette ise aynı soydan gelenlerin kabilelere ayrışması ve parçalanması esastır. (4)
      İslâm öncesi dönemden gelen soya dayalı övünme ve kabilenin (ırkın) üstünlüğüne inanma anlayışının ortadan kaldırılması kolay gerçekleşmedi. Hz. Peygamber (sav) kabilecilikle mücadelenin ilk adımı olarak bütün müminlerin kardeş olduklarını ilân etmiş (5) ve asabiyetin esasını oluşturan soy üstünlüğü ve kabilecilik anlayışını kesinlikle reddetmiştir. (6) Nitekim Kur’ân’da insanların doğuşta kazanılan bir ayrıcalığa sahip olmadıkları, onlar arasında üstünlüğün ancak ahlâkî hassasiyet demek
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Uludağ, Süleyman, Mukaddime Giriş, I, 121-122; Gabrieli, F. “Asabiyya”, EI² , I, 681.
2) Ülken, Hilmi Ziya, Sosyoloji Sözlüğü, İstanbul 1969.
3) Gedikli, İslâm Asabiyye Milliyetçilik, s. 64.
4) Hanî Yahya Nasrî, asabiyet kavramıyla Tâife kavramını karşılaştırmış, asabiyeti soya dayalı ferdî ve ictimaî dayanışma ruhu olarak nitelerken, Tâifeyi ise asabiyetle çatışan manevî birliktelik olarak tanımlamıştır. Ona göre Tâife, nesep temelli asabiyete karşı ideolojik cemaat demektir. (Nasrî, Asabiyye, s. 146). krş. Kabbânî, el-Asabiyye Bünyetü’l-Müctema‘i’l-Arabiyye, Beyrut 1997, s. 91, 148- 149, 204, 212).
5) Hucurât, 49/10.
6) Tekâsür, 102/1-8.
~~~~ * ~~~~

olan takvada ve kullukta gerçekleşeceği, bunun da ancak kişinin kendi gayretiyle sağlanabileceği hususları açıkça ifade edilmiştir. (1) Hz. Peygamber (sav) de Mekke’nin fethi hutbesinde İslâm kardeşliğinin ana prensiplerini, “Ey Kureyşliler Allah sizden cahiliye gururunu, büyüklenmeyi ve babalarınız ile övünmeyi kaldırmıştır. Bütün insanlar Adem’dendir, Adem de topraktandır”. (2) sözleriyle ortaya koymuştur. “Ey insanlar, sizin Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Haberiniz olsun ki, takva dışında hiçbir arabın arap olmayana, hiçbir acemin araba, hiçbir siyahın beyaza, hiçbir beyazın siyaya karşı bir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz ki ilahi huzurda en değerliniz en müttakî olanınızdır” ifadeleri de yine Vedâ hutbesinde dile getirilmiştir. (3)
     Araplar neseplerine son derece düşkün bir millet olup; nesep, kabileler arasında asıl övünç kaynağıydı. Bu nedenle Hz. Peygamber (sav) soy üstünlüğü ve asabiyet davası gütme fiillerini kınamış, bunun İslâm’ın ruhuna aykırı olduğunu açıkça ifade etmiştir: “Asabiyet, bir kişinin kavminin haksız davranışına arka çıkmasıdır”. (4) “Asabiyet duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken veyahut asabiyet davası güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü cahiliye ölümüdür”. (5) Allah Rasûlü (sav) her şeyden önce kabilecilik/kavmiyet uğruna gayreti de cahiliye davası olarak nitelemiştir: “Cahiliye davasıyla hak iddia eden bizden değildir” (6). “Şu cahiliye çığlığını bırakınız, o ne kötü şeydir”. (7) İslâm dini kabile taassubuna dayanan bu tür yardımlaşmayı kaldırmayı hedeflemiş, anlaşmazlıkların kan davası ile değil, adaletle çözülmesini emretmiş, cahiliye davasına çağırmayı da, buna iştiraki de büyük günahlardan saymıştır. (8)
     İslâm’ın, kavmiyet duygusunun tesirini azaltmak amacıyla kabile övünmesinden sonra ikinci olarak hedef aldığı asabiyet tezahürü intikam düşüncesi, yani kan davalarıdır. Hz. Peygamber (sav) Arap kabileleri arasında husumet ve düşmanlık davalarını ilga hususunda cahiliye intikamının/kanının iptal edilmesi için özel gayret sarf etmiş, gerek Mekke’nin fethi (9) , gerekse veda hutbesinde (10) bu hususu özellikle dile getirmiştir. Allah Rasûlü (sav), çevre kabilelerle ilişkilerinde de bu hususa dikkat çekmiş, 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Hucurât, 49/9-13.
2) İbn İshâk, Sîre, (thk. Muhammed Hamidullah), Konya 1981, s. 94.
3) Ahmed b. Hanbel, Müsned, I-IV, Beyrut ts.VI, 11.
4) Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 107, 160; Ebû Dâvûd, Edeb, 112.
5) Müslim, İmâre, 57; Nesaî, Tahrim, 28; İbn Mâce, Fiten, 7.
6) Buhârî, Cenâiz, 39.
7) Buhârî, Menâkıb, 8.
8) Fayda, Mustafa, “Cahiliye”, DİA, VII, 18.
9) İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), IIV, Beyrut ts. II, 412.
10) İbn Hişam, es-Sîre, II, 603.
~~~~ * ~~~~

meselâ Has‘am kabilesiyle yaptığı ahidnâmede onlara kavmiyetçiliğin en belirgin tezahürlerinden olan kan davasını yasaklamıştır. (1)
     Kan davalarının kötülüğünü vurgulayarak ahlâkî-vicdanî tedbirler almanın yanında İslâm dini bu hususu ayrıca hukukun konusu içine dahil ederek çözmeye çalışmıştır. “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas yazıldı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın öldürülür” âyeti (2) buna işaret eder. İslâm hukukuna göre asabiyeti besleyen ve asabiyetle beslenen intikam ve kan davası uygulamalarının ortadan kaldırılabilmesi için öldürme cezasının infazı (kısas), maktulün yakınına veya kabilesine değil, devlet otoritesine devredilmiştir. Yeni uygulamada suçluyu takip ve ceza sorumluluğu fertlerden ya da kabilelerden toplum adına devlete intikal ettirilmiş, intikam hissi de, sosyal düzeni bozmadan meşru sınırlar, yani hukuk içinde tatmin edilmeye çalışılmıştır. Kısasın infazı hukukî yolla ve devlet tarafından gerçekleştirdiği için, yeni kan davaları, dolayısıyla sonu gelmez kabile savaşlarının sebebi ortadan kalkmıştır. (3) İslâm dini ayrıca kasten öldürme vuku bulduğunda kısas hükmü yanında, buna alternatif olarak diyet sistemini de kabul etmiş, kısas ile diyet arasındaki tercihi ise öldürülenin yakınlarına bir hak olarak vermiştir. Bununla birlikte diyete razı olunması özellikle tavsiye edilmiştir. (4)
     Kan davalarını engelleme konusunda İslâm’ın getirdiği diğer bir prensip ise, suçun ve cezanın ferdîliği kuralıdır ki bu kural, suçun da cezanın da kolektif olarak kabul edildiği asabiyet düşüncesinden çok farklı bir hususiyet arz eder. Yeni durumda öldürme hadisesi sosyal boyutlu olsa da, sorumluluk ferdî olarak kabul edilmiştir. (5) İslâm dini cahiliye döneminde de geçerli olan kısas uygulamasının muhtevasıyla ilgili de bazı düzeltmeler yapmış, eski telakkinin aksine bütün Müslümanların kanlarının, yani hayat haklarının eşit düzeyde kabul edilmesi esasını getirmiştir. Hâlbuki cahiliye Araplarında toplum fertleri arasında fazilet açısından farklılık gözetilmesi sebebiyle, bir kabileden şerefli kabul edilen bir kişinin öldürülmesi durumunda, katilin ailesinden önde gelenlerinden bir kişinin kısası istenmekte veya onun yerine birden fazla kişinin öldürülmesi talep edilmekteydi. (6)
     Hz. Peygamber’in (sav) kurduğu yeni sistemde savaş artık rakip kabilelere saldırı konusu olmaktan çıkarılarak, dinin yayılması ana hedefini taşıyan cihad merkezli sistemli askerî mahiyet kazandı. Başka bir topluluk veya müslüman olmayan Arap kabileler ile yapılan savaş (cihad), kabilerere değil bütün müminlere maledildi. (7) Bundan sonra artık kimse kendi başına saldırı düzenleyemiyor, intikam almaya kalkışamıyordu. Yeni durum, geçmişte kabile adına yapılan saldırıların yerini düzenli ve plânlı gazâ ve cihadın almasına yol açmıştır ki, bu uygulamayı asabiyet-akide mücadelesinde ikincisi lehine bir gelişme olarak değerlendirmek mümkündür. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İbn Sa‘d, et-Tabakât, I-VIII, Beyrut ts. I, 286.
2) Bakara, 2/178.
3) Bu konuda bk. Maşalı, Münteha, Mukayeseli Hukukta Ölüm Cezası ve İslâm Hukuku Açısından Değerlendirilmesi, (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 2002, s. 219-227.
4) Bakara, 2/78.
5) En‘âm, 6/164; Fâtır, 35/18.
6) Maşalı, Mukayeseli Hukukta Ölüm Cezası, s. 218-219.
7) Enfâl, 8/69.
~~~~ * ~~~~

     Allah Rasûlü (sav), asabiyeti, cahiliye asabiyeti olarak nitelendirip kötülüklerine vurgu yapmakla birlikte, bu kavramı tevil yoluyla müspet anlamda yeniden tanımlamayı da ihmal etmemiştir. Buna göre kişi asabesini her durumda desteklemelidir. Ancak yeni durumda mazlumsa onu korumalı, zalimse zulmüne engel olarak yine ona yardımcı olmalıdır. (1) Çünkü zalimler için büyük azap vardır. (2) Kim zulmederse Allah tarafından büyük azaba maruz kalacaktır. (3)
     İslâm’ın bir taraftan asabiyeti tesirsiz hale getirmek, ancak diğer taraftan da insanlarda bulunan bu tabiî sâikden müspet anlamda istifade etmek için ortaya koyduğu diğer bir çözüm yolu da akrabayı himaye, başka bir ifadeyle sıla-i rahim uygulamasını teşviki ve emridir. Hz. Peygamber (sav) Araplar arasında son derece etkili olan nesep ilişkileri ve soy üstünlüğü anlayışının yerine sıla-i rahim çerçevesinde Müslümanlara dinî ve ahlakî sorumluluklar yüklemiştir. Bu yeni anlayışta, akrabalık bağının sürdürülmesine yapılan vurgu, soyun üstün tutulması düşüncesinden değil, toplum düzeninin sağlanması ve karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma duygusunun geliştirilmesi hedefinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle İslâm dini sıla-i rahmi teşvik etmiş, emretmiş, hatta soyları ile bağı kesenleri yermiştir. (4) O kadar ki, Hz. Peygamber (sav) de bu emri Allah ve âhiret gününe imanın bir gereği saymıştır. (5)

     Sonuç
     Bu değerlendirmeler dikkate alındığında sonuç olarak ifade etmek gerekirse İslâm’ın ve Hz. Peygamber’in (sav) asabiyeti tamamen ortadan kaldırmaya çalıştığını veya kaldırdığını söylemek, gerçekçi bir iddia olmaz. Çünkü, kabile dayanışması anlamındaki asabiyet, kabile hayatının ayrılmaz parçası, kabile veya aşiret hayatı yaşayan toplumların coğrafî , içtimaî (sosyolojik) ve ruhî (psikolojik) bir gerçeğiydi. Bu hususta Hz. Peygamber (sav) iki türlü strateji takip ettiği anlaşılmaktadır. Birincisinde asabiyeti cahiliye davası olarak niteleyip, bu uğurda hareket edenleri kınayarak onun menfî etkilerinden Müslümanları korumaya çalışmış, ikinci olarak da asabiyete karşı, asabiyetle bir çok ortak noktası olan sıla-i rahim uygulamasını dinin prensipleri içine dahil ederek, bu sayede eski asabiyet duygusunu hem tesirsiz hale getirmek, hem ıslah etmek, hem de ondan faydalanmak istemiştir. Asabiyetin diğer bir ayağını oluşturan intikam düşüncesi de İslâm hukukunun yeni suç-ceza, kısas-diyet uygulamaları ve infazın devlet tarafından gerçekleştirilmesi prensibince en alt düzeye indirilmeye çalışılmıştır. Ayrıca İslâm dini, asabiyetin tesirini kırmak için asabiyet sebebiyle gerçekleştirilen kabile savaşlarını yasaklamış, bunun yerine cihadı ikame etmiş, kan/kabile/asabiyet için savaş yerine din adına gazâyı ikame etmiştir. Bu uygulama da asabiyetin menfî tezahürlerinin müspete çevrilmesi ve bu ruhî âmilin meşru alana kanalize edilmesinin bir başka yönünü teşkil eder.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Buhârî, Mezâlim, 4, İkrah, 7.
2) İbrahim, 14/22.
3) Furkân, 25/19.
4) Nisâ, 4/1.
5) Buhârî, Edeb, 31; Müslim, Birr, 18. (Bu konuda geniş bilgi için bk. Apak, Adem, Asabiyet ve Erken Dönem İslam Siyasi Tarihindeki Etkileri, İstanbul 2004).
~~~~ * ~~~~
 
bus

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri & Grand Alfa Karadeniz Turu

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri  &  Grand Alfa Karadeniz Turu      5 Gün - 4 Gecelik (3 gece otel konakla...