30 Ağustos 2021 Pazartesi

TASAVVUF / Mutasavvıfların Kur’ânî Kavramlara Getirdiği Yorumlar Ve Alan Dışının Yarattığı Algı / Sayfa 588 - 614

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve
DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 588 - 614
TASAVVUF
Mutasavvıfların
Kur’ânî Kavramlara
Getirdiği Yorumlar Ve
Alan Dışının Yarattığı Algı
Ali TENİK *

     Giriş
     Tasavvuf ilmi, başta ilahiyat bilimleri olmak üzere birçok kesim tarafından anlayışı, konu ve kavramalara getirdiği açıklamalar ve bu çerçevede ortaya koyduğu hâl/eylem ile birçok eleştiri almaktadır. Bu eleştiriler bazılarınca tekfir derecesine kadar götürülmektedir. Acaba tasavvuf konusunda bu yanlış algı neden oluştu? Tasavvuf bu tenkitleri, eleştirileri hak ediyor mu? Eleştiri getirenler bu ilmi ne kadar tanıyor? Tasavvufun konuları ne kadar biliniyor? Tasavvufu tenkit edenler, tenkitlerini cehaletle mi, yoksa ilmi bir mesnede dayanarak mı yapıyorlar? Bu sorular benzeri birçok soru ve sorunla karşılaşılabilir.
     Alan dışının getirdiği bu tenkitler ilmi bir yaklaşımla değerlendirilmelidir. Bu çalışmada yapılmak istenen, tasavvufun nasıl bir ilim olduğu yine ilmi veriler ışığında açık bir şekilde ortaya koymaktır. Tasavvuf anlayışının ana konularının başında gelen ve alan dışı tarafından çok tartışılan ilim ve ledünnî ilmin ele alınmasının yanı sıra kalp ve akıl gibi temel kavramlara da izah getirilecektir. Tasavvufun diğer önemli konuları olan ve alan dışı tarafından bir türlü anlaşılamayan keşf, hikmet ve sabır gibi Kur’ânî kavramlara yine Kur’ân perspektifinde açıklamalar getirilecektir. Bu konulara getirilecek ilmî yaklaşım, her türlü eleştiri, hissi ya da psikolojik baskıların tamamen dışında ve herhangi bir savunma kompleksine girmeden, ilmi kaynaklar çerçevesinde değerlendirilecektir.
     Tasavvuf anlayışının temel kaynağı, Allah’ın muradı gereğince yaşayan ve hayatının her konusunda Allah’a bağlı olan bir Müslüman için en önemli bilgi kaynağı Kur’ân’dır. Fakat yine Kur’ân’ın verdiği bilgiye göre, Kur’ân, tek bilgi kaynağı değildir. Yine Allah’ın kitabında verdiği bilgiye göre, yaratılan her varlık/eşya/nesneye Allah kendi tecellîsiyle bilgisini işlemiştir. Allah’ın kitabının yanı sıra afâkta ve enfusta gösterdiği ayetlerin/işaretlerin her biri, insana farklı bir bilgiyi öğretmektedir. Bütün bu bilginin kaynağı da Allah’ın kendisidir. İnsanlar da, Allah’ın algı ve idrak olarak verdiği kalp ve akıl aracılığıyla kendileri için gerekli olan her tür bilgiye sahip olmaktadırlar. Yani Allah, insanı bilgiyi elde etme vasfıyla donatarak, “taştan su çıkarma” sözünde olduğu gibi, yaratılan her nenede/şeyde bilgilerini almalarını istemektedir. Yalnız Kur’ân, bazı araştırmacıların iddia ettiği gibi bilgi teorisi geliştirmemektedir. Fakat Allah, “bilgi teorisi” nin tam aksine her nesneye işlediği bilgi vasıtasıyla insanlardan eylemde/hâlde bulunmalarını dilemektedir. Ve Kur’ân asla İslâmî bir bilgi teorisi oluşturma anlayışı içerisinde de değildir. (1) Bu tür yorumlar ve araştırmaları neticesinde elde ettikleri verilerin iddiasıyla “İslâmî bir bilgi tasavvuru” ya da “Bilginin İslâmlaştırılması” gibi zorlama çabalardır. (2)

     1. Tasavvufî Bilgi ve Ledunnî Bilgi Algısı
     Tasavvuf, bilgiyi ve bilmeyi var olmanın ilkesi, insanı da bilginin ve bilmenin öznesi yaparak, insanın hayatını tümünü ilâhî bilgiyle şekillenmesini istemektedir. Bunun içindir ki, tasavvuf, kelâm ve fıkıh gibi ilahiyat ilimlerinin öngördüğü metodolojik ve tek düze Müslümanlık anlayışı yerine, ilâhî bilgiyle bütünleşmiş özgür bir bireyin yetişmesini gaye edinir. Tasavvufta bilgi, fıkıh ve kelâm gibi diğer ilahiyat bilimlerin konularında sahip olunan bilgi fazlalığı değildir. Tasavvufta hedeflenen hakikat; yaşanan ve olunan şeydir. Çünkü insanın kendini yeniden ihyası ya da var olması aslında bilme veya anlamanın ötesinde bir varoluştur. Bu yüzden tasavvufta Allah’ı bilmek ve tanımak, kişinin kendini Allah’ta yok/fenâ etmesiyle gerçekleşir. Tasavvufta insanın “mutlak ben” ortaya koyması “yok”luk bilgisiyle gerçekleşir. “Yok” olma bilgisi, yaşamsal ve varoluşsal bir bilgidir. Yani Allah’ı tanıma ve O’nda “yok” olmanın hakikatidir. Bu yokluk, varlık olarak tamamen silinmek değil, beşerî “ben” i hiçleyerek “bekâ” ile Allah’la yeniden dirilmektir. Bilgiyle elde edilen “mutlak ben” olmadan insanın “kişilik” kazanması mümkün değildir. Yani önemli olan insanın mahv/yok olma bilgisine sahip olmasıdır, yoksa nahv/gramer bilgisini edinmesi değildir. Eğer insan mahv bilgisine sahipse korkusuzca engin denizlere dalabilir. (3)
     Tasavvufun bilgi anlayışı agnostik/bilinmezcilik anlayışının tamamen ötesindedir. Zira Allah, her varlıkta, cihette ve zamandadır, kısacası yaşamsal alanın her yerindedir. Ve Allah’tan vahy ve nesne üzerinden, yani yaratılan bütün eşyaya tecellî/yansımayla mü’minin kalbine gelen her bilgi, en açık ve en güvenilir olan bilgidir. (4) Allah bilgisi, yağmurun semâdaki saf hali gibidir, o fitrî, berrak ve durudur. Hiçbir dış etkenden etkilenmemiştir. Beşerî düşünce ve fikirlerden etkilenen diğer ilimler, düştüğü toprağa göre farklı tat ve renklere bürünen yağmur suyu gibi saflığını, berreklığını kaybeder. (5) İlâhî olan ilim ise, Allah’tan kalbe geldiği için, bütün beşerî mizacın etkilerinden uzaktır. Bu bilgi, iddia edildiği gibi, tecrübî olması hasebiyle başkasına aktarılamayan bir bilgi değil, bizzat yaşanan ve bir ayna gibi diğer insanlara yansıtılan bir bilgidir. Tıpkı, “el-Mü’min” olan Allah’ın mü’minlere ayna olduğu gibi, (6) mü’min olan sûfî de, diğer insanlara hâliyle aynalık yapan kişidir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
* Yrd. Doç. Dr., Harran Üniv. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi.
1) Alparslan Açıkgenç, Bilgi Felsefesi, İnsan Yayınları, İstanbul 2011, s. 218-219.
2) Mevlüt Uyanık, İslâm Bilgi Felsefesinde Kalbın Anlaması-Gazzâlî Örneği, Araştırma Yayınları, Ankara 2005, s. 74.
3) Mevlânâ, Mesnevî, I, 2835-40.
4) William Chittich, Sufi Path, s. 148.
5) Mevlânâ, Mesnevî, V, 147-148.
6) Ebû Davûd, Edeb, 49; Tirmizî, Birr, 18.
~~~~ * ~~~~

     Tasavvuf, bilgide duyuların verileri üzerinde değil, Allah ile varlık arasındaki idrak anlayış bağı üzerinde durur. (1) Duyuların verilerinin kişiyi bilgiye ulaştırması mümkün değildir. Sûfîler, Allah ile varlık arasındaki ilâhî idrak bağı üzerine kurulan tecrübe/deneyim verilerine bilgilerini inşa ederler. Bu tecrübe kazanıldıktan sonra hiçbir unsur ilâhî bilginin akışını engelleyemez. (2) Vücûd, bütün organlarıyla Allah’ın ilminden besleniyorsa; akıldaki bilme, kalpteki oluş ve arayış da O’nun irâde ilmindendir. Eldeki tutma, ayaktaki yürüme, gözdeki görme ve kulaktaki duyma kabiliyetlerinin oluşması, O’nun ilim tecellîleriyle gerçekleşir. (3) Sûfîler, Allah için yerine getirilen her ibadeti ve Allah’ın her ismini bir ilim olarak görmüşlerdir. Bu yüzden bazı sûfîler, ifâ ettikleri Allah’ın her ilmine farklı isimler vermişlerdir. Bu ilimlerden bazıları şunlardır; vahdâniyet bilgisi, ta’zîm bilgisi, minnet bilgisi, kudret bilgisi, ezel bilgisi ve sırların bilgisi diye isimlendirmişlerdir. (4) Aynı şekilde sûfîler, vahdetin ilim olduğu görüşündedirler. Onlara göre vahdet, kalbin Allah’ın dışındaki güçlerin ilminden soyutlanmasıdır. (5)
     Öncelikle Allah, kitabı Kur’ân’da verdiği bilginin yanında yarattığı her nesneye tecellî ederek, bu iki yolla bütün varlık dünyasında insanın ilmini öğrenmesini dilemektedir. O, bu ilmi ölülere, yani kabirdekilere değil, diri olanlara/yaşayanlara göndererek ne kadar değerli olduğunu ortaya koymaktadır. (6) Allah, insanlardan ilk etapta hakkında bilgi sahibi olmadıkları şeylerin peşine düşmemelerini, bilgi edinme organları olan göz, kulak ve kalbin bundan sorumlu olacağını ifade ederek, insandan dikkatli hareket etmesini istemektedir. (7) Bu yüzden Kur’ân, Allah’ın ilmini apaçık bir şekilde ortaya koyan ilk kaynak ve kitaptır. Öylesine açık bir kitaptır ki, Allah, insanlar onunla düşünüp, öğüt alıp ve onda mevcut olan ilimle amel etsinler diye kolaylaştırmıştır. “O, ilim olarak insanın kalbine inmiştir.” (8) Allah bu vaadini de, aynı sûrede üç kez aynı ifadeyle tekrar ederek, hayati bir hatırlatmayı yapmaktadır. (9) Bu kitabın bütünü, Allah’ın “ümmü’l-kitâb”/ana kitabında mevcut olan ilmî/ hikmetî hakikatlerin tâ kendisidir. (10) Tasavvufun ilmini insanların düşüncesinde ve nakille almadığını açıkça Allah’ın kitabında ve kitabın rehberliğinde her eşyada aldığına dair Kur’ân’dan nasıl istifade ettiğine bakmak zorunludur.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Ehmedê Cizîrî, Şeyh Ehmedê (Melayê Cizîrî), Dîvân, haz. Ahmed b. Molla Muhammed ez-Zivingî, el‘İkdu’l-cevherî fî şerhi dîvânı’ş-Şeyh el-Cizîrî, Dımaşk 1987.
2) Aynı yer.
3) Ubeydullah Ahrâr, Fıkarât, çev. Abdulrahman Acer, Litera Yayıncılık, İstanbul 2016, s. 46.
4) Ebû Abdurrahman Sülemî, Tabakâtu’s-sûfiyye, thk. Nureddin Şeribe, Daru’l-kitâbu’l-nefis, Halep 1986, s. 431; Ehmedê Cizîrî, Dîvân, II, 124.
5) Ahrâr, age, s. 37.
6) Bk. Fatır, 35/22.
7) Bk. İsrâ, 17/36.
8) Bk. Bakara, 2/97; Şu’âra, 26/194.
9) Bk. Kamer, 54/17, 22, 40.
10) Bk. Zuhruf, 43/2, 3.
~~~~ * ~~~~

     a. Kur’ân’da Bilgi
     Allah, her şeye hâkim olan ve her konuda o konuyla ilgili hâkimiyetini ilimle/hikmetle ortaya koyan en iyi bilen Zât’tır. (1) İşte mü’min kişinin bilgisi de her şeye hâkim olan Allah’ın kendisine öğrettiğinden başkası değildir. (2) Allah, insanı ilgilendiren her konuda bilgi verirken, bilgi konusunda yanılmaz olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir. (3) Onun için Allah, hikmeti/ilmini ve hükmünü; insanlara bilmediklerini bildirmek, kendi ilkelerini belletmek ve öncekilerin yollarını göstermek için öğretiyor. (4) İnsanın da bu ilme ulaşması için, öncelikle bütün masîvaya kendini bir bütün kapatarak, kendinden hareket etmelidir. Hz. Ali’nin dediği gibi, “Devan/ilacın sendedir bilemezsin. Hastalığın sendedir göremezsin. Kendini küçük bir madde sanırsın fakat sende büyük bir âlem vardır. Sen, harfleriyle gizli olanın ortaya çıktığı kitâb-ı mübînsin.” Allah, insanla ilgili her şeyin anahtarını kitabında verirken, özellikle şu hayati uyarıyı da yapmaktadır; asla hakkında bilgi sahibi olmayan şeylerin peşine düşmemeyi, bundan bilgiyi ‘ayne’l-yakîn alan gözün ve her şeyin idrak merkezi olan kalbin sorumlu olacağını hatırlatmaktadır. (5) Bunda dolayı Allah, insanlardan bilgiyi yüklenip onunla kendilerine eziyet, ağırlık yapmamayı ve yüklendikleri bilgileri ezberleyerek insanlara satan değil, Allah’ın ilmiyle âmel/hâl ortaya koyanları övmektedir. (6)
     Allah, ayetlerinde hikmet/ilim olan Kur’ân’a yemin ederek, Kendinden insanlara verdiği bu ilme şükretmelerini istemektedir. (7) Bu yüzden Kur’ân, kendisinin insanlara gerçek/hakiki bilgiyi öğreten ve bu bilgiyle onlara kılavuzluk ettiğini ifade eden bir kitaptır. (8) Kur’ân, Allah’ın vaad ettiği her şeyin doğru olduğunu ve gerçekleşeceğini ifade ederek, mü’min insanın, bu ilme/hikmete gereği gibi sımsıkı sarılarak, onun aydınlık feyzinden, yol göstericiliğinden faydalanmasını istemektedir. (9) Eğer mü’min insan, kendisi için hayatın seyir rotasını çizenin Allah olduğunu bilirse ve bunu da bir hikmete/ilme göre ortaya koyması gerektiğinin bilincine varırsa, bütün bunların tümünün ilâhî hakikatlerin aslı, özü olduğunun farkına varacaktır. (10)
     Allah, insanlara her konuda kendi ilmince bir hâl/yaşam ortaya koymalarını ve yaşamlarını kendi ilminin dışındaki ilkelerle kesinlikle sürdürmemelerini istemektedir. (11) Yine Allah, kendi istikâmetinde yürüyen insanları her konuda bilgilendirmektedir. Hatta onların karakterleri hakkında bilgi vererek, birbirlerini iyi tanımalarını istemektedir. (12) Zira insan sevdiği, bağlandığı kişiyle karakter kazanır. Eğer insan bir taşı seviyorsa, kendisi taş değerindedir. Eğer bir insanı seviyorsa, insan değerindedir. Eğer bir hayvanı seviyorsa, hayvan değerindedir. Eğer Allah’ı seviyorsa, en yüce, en ulvî seviye ve değerdedir. Bu değerin ölçüsünü, kıyaslamasını yapmak beşer gücünün ötesindedir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bk. Yusûf, 12/100.
2) Bk. Bakara, 2/32; En’am, 6/18.
3) Bk. İbrahim, 14/4.
4) Bk. Nisa, 4/26.
5) Bk. İsrâ, 17/36.
6) Bk. Cuma’, 62/5.
7) Bk. Lokmân, 31/3, 31; Zuhruf, 43/63
8) Bk. Yunûs, 10/1.
9) Bk. Tevbe, 9/40.
10) Bk. Tevbe, 9/60.
11) Bk. Ahzâb, 33/ 1, 34; Sebe, 34/27.
12) Bk. Tevbe, 9/97. 
~~~~ * ~~~~

     Kur’ân’ın birçok ayetinde, Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla insanlara ulaştırdığı her hakikatin bir ilim olduğunu kesin bir şekilde vurgulanmaktadır. Yani Allah’tan insanlara peygamberler vasıtasıyla bildirilen bütün hakikatler, O’ndan gelen kesin bir ilimdir. (1) Ve bunların dışında başka bir gücün, kuvvetin, otoritenin dilekleriyle hayatın herhangi bir parçasını idame etmek, Allah’tan başkasını dost edinmek demektir. (2) Bu yüzden Allah’ın muradının dışındaki bilgiler tamamen temelsiz bilgilerdir. (3) Yani Allah’ın dışında gelen bilgilerin tümü zandır. Bu bilgilerin hiçbir geçerlilikleri yoktur. (4) Allah’tan peygamberlere gelen her vahy ya da bilgi ilimden başka bir şey değildir. (5) Bu nedenle Allah’tan gelen ilmin/bilginin dışında başkasının arzu ve isteklerine uymak hem kendine hem de Allah’ın dileklerine büyük bir zulümdür. Bunun içindir ki, insan için hiçbir konuda Allah’ın bilgisi dışındaki bir ilim kesinlikle kabul edilmemektedir. (6) Çünkü Allah ilmiyle yaratılan her şeyi öylesine ihata etmiştir ki, her yaratılan nesnede Allahın ilminden, bilgisinden, yani O’nun tecellîsinden başka bir şey görmek mümkün değildir. (7)
     Eğer insanlar, kendi nefsi isteklerinden dolayı Allah’tan gelen ilim sebebiyle anlaşmazsızlıklara düşüp, Allah’ın ilminden uzaklaşıp kendi mezhep ve meşrepleri doğrultusunda hareket edip, ihtiras ve taşkınlıklarda bulunurlarsa, bundan ötürü de onlar, Allah’ın ilmine düşman kesilirler. (8) Bu yüzden Allah’ın insanlara vahy ettiği her şey bir ilim/hikmete bağlıdır. Ve Allah, her yerde, her ân yaptığı ve açıkladığı şeyi ilim/hikmetle yapmaktadır. (9) O’nun dileklerinin dışında bir bilgiyle hayata yön vermek Allah’ın merhamet ve sevgisine perde çekmek demektir.(10)
     Kur’ân, Allah’ın insanlara her konuyu bilimle/ilimle öğrettiğini bildirmektedir. (11) Allah, insanın hayatını ilgilendiren tüm konularda her meseleyi ayetleriyle açıklamaktadır. Çünkü Allah, her şeyin iç yüzünü ilim/hikmet sahibi olması hasebiyle çok iyi bilmektedir. (12) Ve O, her konuda ilim/hikmetle karar vermektedir. (13) Bu yüzden Allah, nasıl her şeyi bilen mutlak ilim/hikmet sahibi ise, mü’min de sadece Allah ve Rasûlunu rehber edinerek ilim sahibi olmak zorundadır. (14)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bk. ‘Al-i İmrân, 3/61.
2) Bk. Bakara, 2/120
3) Bk. Necm, 53/23.
4) Bk. Necm, 53/28.
5) Bk. Meryem, 19/43.
6) Bk. Bakara, 2/145; Kehf, 18/107.
7) Bk. En’am, 6/80.
8) Bk. ‘Al-i İmrân, 3/19.
9) Bk. Fetih, 48/4.
10) Bk. Îsrâ, 17/39.
11) Bk. ‘Araf, 7/7
12) Bk. Nûr, 24/18.
13) Bk. Nûr, 24/58,59.
14) Bk. Neml, 27/6 ,9.
~~~~ * ~~~~

     Allah, her şeyi ilmî bir temele dayandırdığı gibi, insanlardan da herhangi bir konudaki itirazlarını bir bilgiye, bir delile dayandırarak cevap vermelerini istemektedir. (1) Yani Allah insanlardan yapmasını istediği her şeyi bilgiyle yerine getirmelerini ister. Aynı şekilde itiraz ve iddialarını da bir bilgiye dayandırmalarını şart koşmaktadır. (2) Bu yüzden herhangi bir bilgiye dayanmayan iddialar Allah tarafından kesinlikle kabul edilmemektedir. Yani Allah kendi ilminden sudûr etmeyen bir bilgiyi saçma ve zan ürünü olarak ifade etmektedir. (3) İşin aslı Allah, bütün insanlardan her konuda bir bilgiye ve ilme göre hareket etmelerini istemektedir. (4) İşte bütün bunlardan sonra şu gerçeğe ulaşılır; Allah her şeyi bir ilme göre yapmaktadır. Allah’ın bu ilmi de, yanındaki ana kitapta yazılıdır. Ve her şeyin bilgisi ve hâkimiyeti O’na aittir. (5)
     Allah’ın bilgisiyle donanıp, o bilgiyle yaşayan kimse, Allah dışındaki masîvadan hiçbir şekilde etkilenmez ve kirlenmez, aksine her şey kendisiyle temizlenerek aydınlanır. İşte bu insanlar, Allah’ın dileğini yerine getiren ilim sahipleridirler. Kendi arzularına göre âmel edenler ise cehâlet içinde bulunanlardır. (6) Tasavvuf, bilgiyi, Allah’ı tanıyıp bilmek ve O’nun ortaya koyduğu hakikati bilip ona göre yaşamak olarak tanımlar. Hakikati bilmek, Allah’ın Samed ve Rabûbiyyet sıfatlarını gereği gibi kavrayarak Allah’ın ilmine tam olarak kavuşamamanın gerçeğini idrak etmektir. Zira Allah bu vasfını şu şekilde ifade eder: “İnsanların ilmi O’nu ihata edemez (7) yalnız “O’nun diledikleri hariç, insanlar O’nun ilminden hiçbir şey ihâta edemezler.” (8) Zira O’nun ilmi sonsuzdur. Sonsuz bilgi sadece Allah’a ait olan bilgidir. (9) Allah, ilminin hiçbir şeyle kıyaslanamayacak olan enginliğini, bütün denizlerin mevcudiyetinin iki katı kadar mürekkep olsa bile bu ilmi kaleme alıp yazılamayacağını beyan eder. (10) Fakat bu engin, sınıra ve sayıya gelemeyen bilgiye rağmen insana çok az bir bilgi verilmiştir. (11) Yinede insan nankörlüğünü ortaya koyarak bu az bilgiyi, öğrenmekten ve yaşamaktan kaçmaktadır. Bu bilgiyi belli insanlara ve mercilere havale ederek, otoriter olarak gördüğü bu kiki ve yerlerin verdikleriyle yetinmeye çalışır.
     Bütün varlık âlemi Allah’ın yazısı, Kur’ân’da O’nun sözüdür. Bu ikisinin cem’inden Allah bilgisine ulaşılır. Bu iki hakikatin varlığa olan tecellîsini idrak eden Allah’ın ma’rifetini/bilgisini elde eder. Hz. Ali bu gerçeği şu şekilde ifade etmektedir; “ Muhakkak ki Allah insanlara kelamıyla tecellî etmektedir. Fakat onlar, bunu görmemektedirler.” Yine Hz. Ali, “Ben her ne görüyorsam, onunla Allah’ı görürüm” demektedir. Onun için yaratılan en küçük zerreden en devasa varlığa kadar her varlıkta Allah’ın mührü mevcuttur. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bk. En’am, 6/148.
2) Bk. Ahkâf, 46/4.
3) Bk. En’am, 6/148.
4) Bk. En’am, 6/140.
5) Bk. Fatır, 35/4, 11, 13..
6) Muhammed, 47/16.
7) Tahâ, 20/110.
8) Bakara, 2/255.
9) Ahkâf, 46/23.
10) Kehf, 18/109.
11) İsrâ, 17/85.
~~~~ * ~~~~

     Allah bunu insanlara şu ifadeyle hatırlatmaktadır: “Rabbinin izini/eserini görmez misin?” (1) Eğer insan, Allah’ı eşyada, evrende müşâhede ederse, varlık âleminde gerçek öğretmenin Allah olduğunu öğrenecektir. Yani Allah öğretmen, insan öğrenci, Kur’ân’da diğer yaratılan her şeyle birlikte ders kitabıdır. Çünkü Allah insanı yarattı ve ona beyanı öğretti. (2) Fakat insanların çoğu kelimelerin zâhir/genel-geçer anlamlarından öteye geçemedikleri için, Allah’ın her kelimesine yansıttığı ilmini idrak edemiyorlar. Bu yüzden Allah’ın ilmiyle beslenen insanların söz ve hâlleri, bu hali ortaya koyan zâhirilerin anlayamadığı bir hakikattir. Tabidir ki bunlar, Allah erenlerinin gönlünü yakıp ağızlarından çıkan “ene’l-Hakk” gibi sözleri “gayr-i dinî” olarak değerlendireceklerdir.

     b. Ledünnî
     Bilgi Alan dışının bir türlü algılayamadığı ve kendi perspektifiyle değerlendirip, tasavvufa karşı katı bir tutum içinde bulunduğu konuların başında “ledünnî ilim” denilen konu gelmektedir. Allah’ın bizzat kendi kitabında çok açık bir şekilde ortaya koyduğu bu konuyu, tasavvuf kendi ilâhî ilkeleri gereğince, ne bu konuya ne de diğer hiçbir konuya beşerî bir ekleme yapmadan direkt Allah’tan geldiği gibi kendine şiar edinmektedir. Fakat tasavvufu yanlış değerlendiren ve kendi bağlıları arasında da, tasavvuf konusunda yanlış bir algı oluşturan alan dışı, tasavvuf ehlince Kur’ânî perspektifle açıklanan bu konuyu bir türlü anlamak istemektedir. Fakat konuya ilâhî murad gereğince baktığımızda tasavvufun bu konuya getirdiği yaklaşım, tamamen Kur’ân’ın bir yaklaşımıdır. Konunun tam anlaşılması için tek merci olan Kur’ân’a bakmakta fayda vardır.
     “Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan (ledünna) bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” (3) İnsanların çoğu bu ayeti yanlış yorum/tefsir ederek, insana iki tür ilim verilmiştir iddiasında bulunurlar. Bu insanların iddia ettiği gibi; rahmet ilmi olarak isimlendirilen “şeriât ilmi” ile “ledünnî ilim” denilen “hakikat ilmi” her kesim tarafından yanlış değerlendirilmiştir. Hatta öyle bir sav illeri sürmektedirler ki, “hakikat/Allah ilmi, inşa ve oluşumunu şeriat ilminden almaktadır” diye bir yanlış algıya kendilerini kaptırmışlardır. Yukarıdaki ayette Allah’ın muradına muhalif davranarak ayetteki “Allah ilmi” kavramı bilinçli ya da bilinçsiz olarak ihmal edilmiş, “ledünnâ” zarfı Allah’ın ilminin yerine geçirilerek ve aynı şekilde kelimeye bir gizemlilik verilerek bununla insanları Allah’ın ilminden bir bütün uzaklaştırmışlardır. Bu yüzden Allah’tan ve Allah’ın ilminden uzak olan insan, Allah’ça terbiye edilmediği ve kendisine öğretilmediği sürece ma’rifet ve keşf ilmine sahip olması mümkün değildir. (4) 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Furkan, 45/25.
2) Rahmân, 55/1-4.
3) Kehf, 18/65.
4) Bursevî, age., s. 105.
~~~~ * ~~~~

     Kur’ân bu konuyu şöyle açıklamaktadır; “Böylece biz İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun” (1) diye. Bu ayetteki “melekût” sözcüğünde kastedilen, evrendeki ilâhî sırlar ve hakikatlerdir; bunlar da ancak kalp gözü/rabbânî idrak, yani basiretle müşahede edile bilinir.
     Nakil ile gelen bilgi, taklîdî ve nazarî ilimdir. Allah’ı hakkıyla bilen kişinin gönüldeki bilgi, Allah’tan insanın gönlüne gelen “ledünnâ (!)” değil, “O’nun indindeki” bilgilerdir. Çünkü Allah bilgisi, nazarî, taklidî bilgi ile etkin, “somut” ve “gerçekleştirilmiş” bilgi arasındaki ayrımı yapan en açık ve belirgin bilgidir. İşte insanın Allah’ın kendisine verdiği bu ulvî nimetten faydalanması için öncelikle nazarî ve taklîdî ilimden kendini arındırması gerekir. Zira taklîd ilmine sahip kişi, hem Allah’ın ilmine hem de bu ilmi yaşayan kişileri anlamadan, idrak etmeden olumsuz bir tavır gösterir. (2)

     2. Hikmet
     İnsanların değil de, Allah ile insanlar arasına giren engel koyucuların anlaşılmasına engel oldukları konulardan biriside hikmettir. Hikmet, Allah’tan gelen güzellikler ve hayırlardır. (3) Yani Allah’ın kendi bilgisidir. Aynı zamanda Allah’ı kendi bilgisiyle bilmek, her işte Allah’a göre hareket etmek bilgisidir. Hikmet, Allah’ın insan ve diğer varlık üzerindeki hâkimiyetidir. Allah ilmiyle donanan insanın beşerî zaaflarından tam olarak kurtulması hikmettir. Hikmet, Allah’ın her konudaki sınırını, çizgisini bilip yerine getirmek, işlerde ve beyanlarda isabetli olan gerçeği yerine getirmektir. Hikmet, eşyanın hakikatlerini bulundukları yaradılış üzere bilmek ve bu bilginin gereğince hâl ortaya koymaktır. Hikmet bazılarınca, ilim ve amel olarak iki şekilde ele alınmıştır. İlim ve amelin bir arada bulunması, tek başına ilim ve ma’rifetten daha tamdır. Onun için hikmet, ilim ve ma’rifetten daha üstün görülmüştür. Hikmet, unutulan ve hatırlanması gereken bir bilgidir. Zira bu konuda Peygamber: “Hikmet mü’minin yitiğidir (bulmalıdır)” (4) diyerek, hikmet arayışının gerekli olduğunu ve bu arayışın da “kalb” ile gerçekleşebileceğini ifade etmektedir.
     Bilim tarihinde bazı düşünürler; ilâhî olan eşyanın bilgisine “hikmet”, beşerî olan eşyanın bilgisine ise “ilim” denilmesini daha uygun bir sınıflandırma olarak kabul etmişlerdir. Allah nazarında ise “hikmet” ile “bilgi” arasında bir ayırım yoktur. Fakat insanlar “hikmet”i bilgiden daha da üst bir konumda tutmuşlardır. Hikmet gerçeğine baktığımızda, gerek insan idrakı, gerekse eşyanın tam olarak kavranması, yani iç yüzüyle bilinebilmesi için daha derûnî ve hakîkî bir bilinmeyi gerekli kılmaktadır. Çünkü hikmet, insanların satırlarda okuyup öğrendikleri değil, Allah’ın yarattığı her nesnede saklı olan tecellîsini, yani isim ve sıfatları algılayarak onlarla aydınlanmaktır. Bu aydınlanmanın yolunu en güzel bir şekilde insanlara göstererek öğreten peygamberler olmuştur. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Enâm, 6/75.
2) Mevlânâ, Mesnevî, IV, 1415.
3) Bakara, 2/269.
4) Tirmizî, İlim, 19.
~~~~ * ~~~~

     Hikmet ve bilgi ilâhî olan feyzden meydana gelerek “irfân” olarak sembolize edilir. İrfân bilgisinin de merkezi kalp olduğu için irfân, tamamen zihni olmaktan ziyade gerçek bir “varoluş” tur. Konunun daha iyi anlaşılması için Allah’ın kendi kitabında tanımladığı ilim ve hikmete dair ayetlere bakmak gerekir.
     İslâm, ilim ve hikmeti bir görerek, insanları Allah’ın eşyadaki muradının bilgiye götürmek olduğunu vurgular. Diğer taraftan Sâmî mirasına bağlı olan din ve inançlarında “hikmet” asıl anlamından kaydırılarak bilginin dışına itilmiştir. Fakat eşyayı “ilâhî mûrad” çerçevesinde bilmek ve anlamak isteyen kişilere göre, hikmet daha düzeyli bir bilgi, nesnenin ve olayların iç yüzünü kavramayı gerektiren bir hakikattir. Zira hikmet, Hz. Peygamberin ve diğer bütün peygamberlerin yaşadığı gerçeklerdir. İşte peygamberlerin, Allah’ın ayetlerini, Allah’ın kendilerine verdiği ilimle açıklayıp, yaşantılarıyla da çevrelerindeki insanlara göstermeleri, Allah’ın dileğinin arkasında yatan ledûnnî/ilâhî bilgiyi açıklamaları hikmetin kendisidir. Aynı şekilde Allah, peygamberlere verilen ilim yanında hikmeti de zikrederek, ilim ile hikmetin aslında aynı batnın ikizleri gibi birbirlerinden ayrılamayan bir ikili olduğunu vurgulamaktadır. Allah kitabının bir yerinde insanlara verdiği bilgisini “ilim” diğer bir yerinde ise, “hikmet” olarak anmaktadır. Nitekim Allah, şu ayetlerde bu konuyu açıkça ifade etmektedir: “Rabbimiz! İçlerinden, Müslümanlara senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitabı ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder…” (1) “Kendi içinizde bir peygamber gönderdik. O, size ayetlerimizi okur, sizi arındırır, size kitabı ve hikmeti öğretir ve size bilmediklerinizi öğretir.” (2) “Allah’ın size olan nimetini ve size indirdiklerini düşünün.” (3) “Allah ona hükümdarlık ve hikmet verdi ve dilediklerini öğretti.” (4) “Kime hikmet verilirse ona çok hayır verilmiştir.” (5) “İbrahim soyuna da Kitâbı ve hikmeti vermiş ve onlara büyük bir mülk vermiştik.” (6) “Allah, sana kitap ve hikmet indirmiş ve sana bilmediklerini öğretmiş” (7) “Sana Kitâbı, hikmeti, Tevrât’ı ve İncil’i öğreten” (8) ve peygamber hanımlarına hitaben, “Evlerinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmetini hatırlayın” (9) diye buyrulmaktadır.
     Kur’ân, ilim, kitap ve hikmeti sürekli olarak birlikte anmıştır. Bu anış, Allah’tan peygamberler vasıtasıyla gelen hakikatler söz konusu olduğunda ifade edilmektedir. Zira Allah, peygamberlere kitap ve hikmeti vererek onları her konuda bilgili ve âlim kılmıştır. (10) Bu yüzden peygamberler ve mü’minler her konuda bilerek hareket ederler, onların hayatlarının herhangi bir adımında bilgisizce hareket ettikleri söz konusu değildir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bakara, 2/129.
2) Bakara, 2/151.
3) Bakara, 2/231.
4) Bakara, 2/251
5) Bakara, 2/269.
6) Nisâ, 4/54.
7) Nisâ, 4/113.
8) Maide, 5/110.
9) Ahzâb, 33/7.
10) Nisâ, 4/113.
~~~~ * ~~~~

     Çünkü peygamberler, insanları kitapla ve hikmetle bilgilendirmekte ve eğitmektedirler. (1) Allah’ın “hikmet” olan ilmi insanları güzel düşüncelerle, güzel eylemlerle yetiştiren ilâhî güzellik kaynağıdır. (2) Zira ilim, bilmeyen bir toplum için, Allah’ın insanların cehâletini temizlemeleri için, kitapla gönderdiği hikmetlerdir.(3) Allah, insana hikmet/ilimle hayatı öğretmektedir. Hikmet sahibi olmak, Allah’ın gerekli kıldığı her şeyi bilmektir. (4) Çünkü Allah, her nesneyi yerli yerince bir sisteme göre ve büyük bir ilimle yaratmıştır. (5) Eğer insanlar kendilerine kitap, hüküm ve hikmetle gelen peygamberlere inanıp itaat etmezlerse, Allah onların yerine itiraz ve inkâr etmeyecek bir topluluk getirir. (6) Onun için Allah, her şeyi hakkıyla bilen hüküm ve hikmet/ilim sahibidir. (7) Bunun içindir ki, Kur’ân, ilim/hikmetle dolu olan bir kitaptır. (8) Yalnızca Kur’ân değil, Allah’tan gelen bütün kitapların hepsinin ilimle/bilgiyle yüklü olduğu Allah tarafından açıkça ifade edilmektedir. (9) Yani Allah, Tevratı, Zebûru, incili ve diğer kitaplarını bilgi/hikmet olarak insanlara öğretmektedir. (10) Peygamberler ve kitaplar vasıtasıyla Allah’tan insanlara gelen ilim, hakikat, rahmet ve hikmetin kendisidir. (11) Ve bu peygamberler, Allah’tan gelen kitap ve hikmeti/ilmi söylem ve hâlleriyle doğrulayan kişilerdir. (12) Allah, kime kendi hikmetini/ilmini vermişse, bağışladığı hikmetle beraber hayır da verdiğini söylemektedir. (13) Çünkü Kur’ân’ın tümü ve insanlara verilen her ayet ve işaret ilim/hikmetin kendisidir. (14)
     Kitap ve hikmet, Allah’tan insanları aydınlatmak gayesiyle gönderilen, insanı bütün cehâletinden arındıran ilmin kendisidir.(15) İşin hakikati, Allah’ın insanlar üzerine nimetini göndererek tamamlaması, Allah’ın gönderdiği bilgiyle gerçekleşir. Allah bunu kitabın ilim ve hikmet olarak tanımlar. (16) Yani Allah’ın insanların hayatlarının bütününde ortaya koyduğu ilkeler, hikmetin ya da ilmin tâ kendisidir. (17)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bakara, 2/151.
2) Kasas, 28/14.
3) Cum’a, 62/2.
4) Bk. En’am, 6/128.
5) Bk. En’am, 6/73.
6) Bk. En’am, 6/89.
7) Bk. Enfâl, 8/71; Tevbe, 9/15.
8) Yunûs, 10/1.
9) Bk. Yasîn, 36/2; Lokman, 31/2.
10) Bk. ‘Al-i imrân, 3/48.
11) Zuhrûf, 43/63.
12) Bk. ‘Al-i imrân, 3/81.
13) Bk. Bakara, 2/269.
14) ‘Al-i imrân, 3/58.
15) Bk. Bakara, 2/129.
16) Bk. Bakara, 2/231.
17) Aynı ayet. 
~~~~ * ~~~~

     Allah’ın bilgisi/hikmeti söz konusu olduğunda, gayr-i ilâhî/masivâ olan her şey mü’minin hayatında tamamen silinir. Çünkü Allah’ın ilmi, bütün diğer tüm bilgileri “hiç”lemektedir. Örneğin, Allah, sosyal hayatın aile ile ilgili konusunda bir kadınla hangi şartlarda nikah kıyılacağını, her iki tarafı mağdur etmeyecek bir şekilde yerine getirilecek uygulamanın ilkelerini belirlerken, aile hukukunun bu ilkelerini Kendi ilmine göre ortaya koymaktadır. (1) Aynı şekilde Allah, bir mü’minin aile hayatının nasıl olacağını, hangi özellikleri taşıyan erkek ya da kadınla evlenileceğini, evlilikte ortaya konulacak mehri vb. durumları kendi ilmiyle haber vermektedir. Yine boşanma iddeti hakkında kitap ilmini/hikmetini bildirirken, bunun yanı sıra ölen kişinin hanımı için koyacağı vasiyeti de Allah, kitabında ilim ya da hikmet olarak beyan etmektedir. (2) Bu öyle bir bilgilendirmedir ki, Allah, hayatın bütün cepheleriyle ilgili mü’minin nasıl davranıp hareket edeceğine dair bütün ilimleri; sosyal, psikolojik, ekonomik, hukuk, biyolojik, fen, fizik, tıp vb. bütün ilimleri yarattığı her varlık üzerinde göstermiştir. Ve tüm bu hayat ilkeleriyle ilgili açıklanan her şey ilmin/hikmetin kendisidir. (3)

     3. Keşf
     Keşf, Allah’ın varlıktaki ilmini tam olarak kavramaktır. (4) Bu yüzden bilgi, keşfe dayalı olan gerçektir. Yani kişinin yaratılan bütün nesneyi/eşyayı müşâhede ederek/gözlemleyerek Allah’ın her varlıktaki ilmini ortaya çıkarmaktır. (5) Bilginin/ma’rifetin en önemli mertebesi müşahededir. Ma’rifet bilgisi tam olursa varlıktaki ilâhî hakikatler müşahede neticesinde kişiye ayan olur. Zira Allah insanlardan, gözleriyle (kalp gözü), yarattığı bütün eşyaya bakarak müşahede etmesini istemektedir. Bunun yanında görmeyen gözü “âmâ” olarak kınamakta ve yarattığı nesnelere karşı kayıtsız kalanları da körlere benzetmektedir. Nitekim Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: “ Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri (akl edecek kalpleri), işitecek kulakları olsun? Çünkü gerçekte gözleri değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur.” (6) “Hiç gören ile görmeyen bir olur mu?” (7) “Körler, gerçeği görmüyorsa sen mi doğru yola getireceksin.” (8) “Körleri sapıklıklarından vazgeçirip yola getiremezsin” (9) Zikredilen âyetlerde ve aynı şekilde dolaylı olarak bu konuya değinen diğer âyetlerde, Allah’ın ilminin idrâk yerinin kalp olduğu, kalbin, yaratılan varlıklarda Allah’ı görmenin, duymanın, dokunmanın, hissetmenin ve neticesinde O’nu bilmenin, tanımanın ve O’nu her şeyiyle yaşamanın üssü olduğu açıkça ifade edilmektedir.
     Tahkîk/keşf, kişinin bizzat kendisinin kalbiyle/idrak ve izanıyla Allah ilmini her şeyden keşfetmesidir. Allah’ın ilmi, insanlara Allah’ın tüm varlıktaki hükmünü/hikmetini bulup anlama izanı verir. İnsana Allah’ın ilmini varlıkta okuma yeteneğini veren cevher, öncelikle kişinin kendini keşfedişine bağlıdır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bk. Mümtehine, 60/10.
2) Bk. Bakara, 2/240.
3) Bk. Nisâ, 4/56, 92, 104, 130; Mâide, 5/38.
4) İbnü’l-Arabî, Fütûhât, IV, 188.
5) Aynı eser, III, 83.
6) Hac, 22/46.
7) En’am, 6/50.
8) Yunus, 10/43.
9) Neml, 27/81; Zuhrûf, 43/40.
~~~~ * ~~~~

     Allah ilminin gayesi, diğer insanların taklîd ederek buldukları şeylerden fikirler/düşünceler oluşturmak ya da teknoloji uzmanlarının kendi amaçları doğrultusunda oluşturdukları bir bilgi havuzu değildir. (1) Allah ilmi, insana hakikati kendinde bilip, bulmak ve neticede Allah’ın halifesi olma sırrını öğrenmektir. Eğer insan, ilâhî hakikatlerin kendisi için ve kendisinde keşfedilmesi gerekliliğini anlarsa, ne başkalarını taklîd edecek ne de kulaktan dolma bilgileri imanın ve bilginin temeli olarak kabul edecektir.
     Varlık bulan bütün nesneler bilgi denizidir. Bu denizin her dalgasında her damlasında ve içindeki her varlıkta Allah’ın bilgisi kıyıya vurur. Kıyıya vuran her inci, Allah’tan insana gelen bilgi aydınlığıdır. (2) Bu bilgi, hâl ve Allah’a duyulan muhabbetin zevkiyle edinildiği için, dedikodu ve taklidî yolla kazanılan bilgi(!) kırıntılarıyla hiçbir şekilde kıyaslanmayacak değerde ve önemdedir. Bu bilgi, hırs, makam ve rütbe için kazanılan malumatların ötesinde bir ilimdir. Bilgi, Allah’tan gelen yazılı ayetlerin yaratılan bütün âlemleri ve insanın kendi ilâhî benliğini okumasıyla gerçekleşir. Bu bilgi, yazılı olan kitabın yönlendirmesiyle elde edilir. Allah, Kitabındaki ayetlerle insanı farklı okumalara yönlendirerek kendi ilmini edinmelerinin yollarını göstermektedir. Yazılı ayetler, ilâhî ilmin kazanılmasının göstergeleridir; yoksa ayetler Allah’ın ilmini direkt veren yol işaretleri değildirler. Kitabın ayetleri, ilmin birer kılavuzları olarak insana, ancak kâinat kitabının ayetlerini ve insanın kendisinde bulunan ayetleri okuyup, yaşayarak ilâhî ilmin hakikatine ulaşacağını öğretmektedirler. Bunu aksine yalnızca yazılı kitaptaki ayetlerin okunup ezberlenmesiyle Allah’ın ilmini edinmek mümkün değildir.
     Allah’ın yazılı ayetleri insana nesneyi okumanın ve onlardan Allah bilgisine ulaşmanın belli metotlarını öğretmektedir. Allah’ın ilmini varlıkta okumanın en bariz örneğini, İbrahim (s.)’in eşyayı okuyarak Allah’a vasıl olması gerçeği göstermektedir. İbrahim peygamber, hem nesneden Allah bilgisini öğrenmenin hem de tahkîkî bilgiye ulaşmanın en net yol gösterici göstergesidir: “Böylece İbrahim’e göklerdeki ve yerdeki hükümranlığı ve nizamı gösteriyorduk ki kesin ilme erenlerden olsun.” (3) İbrahim Allah’ın ilmine ulaşmak için önce yıldıza, sonra aya ve en sonunda güneşe yöneldi. Bu varlıkların “batışını” görünce bunlar üzerinde ve hiç batmayan ve aydınlığı sönmeyen yaratıcıya yönelerek hakiki ilme ulaştı. (4)
     Varlığı okuyarak Allah’ın nurunu gören, Allah ilminin hakikatine ulaşmıştır. Bu bilgiye sahip olan kişinin gördüğü şey, Allah’tan gelen hakikatin kendisidir. Allah’ın hakikatini görende, Allah’ı görmüş olur. (5)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) William Chittick, Kozmos’taki Tek Hakikat, s. 93.
2) Şebusterî, Gülşen-i Râz, 553.
3) En’âm, 6/75.
4) Bk. En’âm, 6/76-79.
5) Mahmûd-ı Şebüsterî, Gülşen-i Râz, haz. Abdülbaki Gölpınarlı, İş Bankası Yayınları, İstanbul 2011, b. 85. 
~~~~ * ~~~~

     Allah’tan başka “bilinen” de yok, “bilen” de yoktur. Allah ilminin en açık ve yoğun olarak yazıldığı “sure,” insanın kendisidir. Eğer insan kendisini okursa, Allah ilminin çoğunu bu okumayla kazanır. Allah’ın her varlık süresinin/türünün ayetine/bireyine yerleştirdiği ilimle, o varlıkta “Ben Allah’ım” sedası yükselmektedir. (1) Zira kendi varlığından geçen kişi için ihtiyar/seçme hakkı yoktur. Çünkü o, iradesini sadece Allah’a teslim edip, O’nun diliyle konuşmaktadır. Diğer taraftan eğer insan kendi beşerî varlığını bırakmayıp, kendine tutundu mu bütün âlem baştanbaşa kendisine perde, engel olur.
     Bu ilme sahip olan kişinin artık beşerî mantıkla hâl ortaya koyması, hayatını sürdürmesi mümkün değildir. Çünkü vacip olanın mümkünle anlaşılması söz konusu değildir. Evrende mevcut bulunan bütün eşya Allah’ın bilgisini taşımaktadır. Çünkü Allah; “her nereye bakarsanız ben oradayım” (2) diye beyanda bulunmaktadır. Buna göre, Allah her varlıkta “gayb” ya da “sır” olarak gizli bulunduğu için keşf olunmayı dilemektedir. Eğer âlem baştanbaşa Allah nûrunun ışığı olarak bilinirse, Allah’ın âlemde olduğu için gizlendiği ve meydanda oluşu gizli kalmasının sebebi olduğu bilinir. (3)

     4. Akıl
     Akıl ve kalbe tasavvufun yaklaşımı, diğer kavramlarda olduğu gibi tamamen Allah’ın kitabına göredir. Akıl ve kalb, Allah’a vuslatın/kavuşmanın temel araçlarıdır. Akıllar da gönüller de şüphesiz Allah’ın arşındandır. Bu iki idrak merkezi O’nun arşının nûrundan gizlenmişlerdir. (4) Diğer tasavvufî kavramlarda olduğu gibi kalb ve akıl gibi hayatî yetiler kişinin Allah’la buluşmasını sağladıktan sonra geçerlikleri, hükümleri de ortadan kalkmış olur. Çünkü vuslat gerçekleşince, âlemde Allah’ın mutlak varlık ve birliğinden başka her şey yok olmuştur. (5) Sûfîler, miraçta Cebrail’in Hz. Peygamber’e yol gösterdiği gibi, aklı da insana kılavuzluk ederek Allah’a yönelten bir araç olarak görürler. Akıl pervane/kelebek, Allah/ma’şûk’ta mum gibidir. Pervane muma hamle yaptıkça yanıp yok olmaktadır. Fakat pervane ne kadar acı ve ıztırap çekse ve yana yine de mumsuz yapamamaktadır. (6) Muhakkik mutasavvıflar akla, Yaratıcının verdiği değeri vererek, diğer konularda olduğu gibi, bu konuda da ilâhî mûrad doğrultusunda hareket ederler. Onlar, yaratılan ilk eşyanın akıl olduğunu söylerler. Onlara göre, akıl, ilmin kaynağı, esası ve doğuş yeridir. Akıl, ilim ve hikmetin bil kuvve olarak bulunduğu yerdir. (7) Aynı zamanda akıl, Peygamber’in nûru ve âlemin aslıdır. (8) Nitekim Peygamber (s.), “Allah’ın ilk yarattığı şey akıl ve kalemdir” (9) demektedir.

~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Aynı eser, 439.
2) Bk. Bakara, 2/115.
3) Şebüsterî, age. 99.
4) Mevlânâ, Mesnevî, V, 619.
5) Aynı eser, IV, 308.
6) Mevlânâ, F’ih’i Mâ Fîh, 36-47.
7) Gazâlî, İhyâ, I, s. 118.
8) İbnü’l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, III, 50.
9) Ebû Dâvûd, Sünnet, 16; Tirmizî, Kader, 17; Ahmed b. Hanbel, V, 119.
~~~~ * ~~~~

     Akıl ile Allah bilgisinin bütünü iç içe geçmiş gerçeklerdir. Aklı Allah’ın diğer yazılı ve görsel ayetlerinden ayırmak mümkün değildir. Zira bu konuda Allah kendi ilmini inkâr edenleri; “sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bunun için akletmezler” şeklinde tanımlamaktadır. (1)
     Akıl, bir nûr olduğu gibi, Allah’ın yarattığı şerefli bir cevher, bir varlıktır. (2) Akıl, ilmin kaynağı, esası ve doğuş yeridir. (3) Akıl, ilim ve hikmetin bil kuvve olarak bulunduğu yerdir. Aklın ilâhî vasfının ortaya çıkması için ilim eğitiminden geçmesi zorunludur. (4) Akıl, Allah’ın dileklerine karşı mesuliyetin, ubudiyeti yerine getirmenin olmazsa olmaz şartıdır. Bu yüzden insan için Allah’tan gelen en önemli delildir. (5) Akıl için, Allah’ı Allah’la tanımaktan başka bir seçenekte yoktur. (6) Akıl, rububiyetin idraki için değil, ubudiyetin yerine getirilmesi için yaratılmıştır. (7) Allah, kendisinin koyduğu hakikatlere uymayı “akıllı olmak” olarak vasıflandırmaktadır. (8) Allah’ın insan için açıkladığı ve uymalarını istediği bütün gerçekler aklın ulaştığı ve ancak aklını kullanan kişilerin yerine getireceği şeylerdir. (9) Allah’ın insan için koyduğu şeyler, Kendi ilmidir. Bu ilimle de, hayırdan başka bir şey verilmemiştir. Buda ancak akılla anlaşılır ve bunlara teslim olup yerine getirenler ise, akıl sahipleridir. (10) Aynı şekilde Allah, insandan evrendeki varlıklar üzerinde düşünüp, onlardaki ilmi keşf etmeyi dilerken bunu akılla yerine getirmesini istemektedir. (11) Bu hâli ortaya koymayan insanları da, akıllarını hiç kullanmayanlar olarak vasıflandırır. (12)
     Akıl sadece kendi mahdut sınırları içerisinde yargıda bulunup, kendini aşan konulara ulaşamamaktadır. Bilgiye tam ulaşmada akılla birlikte devreye sokulacak insanın farklı duyu ve organları da mevcuttur. Fakat şunu unutmamak gerekir salt duyularla idrak edilmeyen her şey, tezâhürleriyle ancak akıl vasıtasıyla kavranabilir. (13) Bu yüzden tasavvufî bilgi, mutlak gerçekliğin bilgisine ulaşmak için insanı bir bütün olarak devreye sokmaktadır. Tasavvuf Allah’ın kitabında ifade ettiği, Allah’ın eşyadaki ilmini keşfetmenin en başat aracı olan “kalbî aklı” (14) devreye sokar. Zira kalp, sûfîlere göre, insanda bilginin gözü olarak kabul edilmektedir. (15)

~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bakara, 2/171.
2) İbnü’l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, V, 197.
3) Gazâlî, İhyâ, I, 118.
4) Gazâlî, Mizânu’l-‘amel, s. 147.
5) Muhammed b. Ali Hâkîm Tirmizî, Beyânu’l- fark beyne sadr ve’l-kalb ve’l- fuâd ve’l- lübb, Kahire 1958, s. 71.
6) Kelâbazî, Tâarruf, s. 71.
7) Hâkîm Tirmizî, Beyânu’l- fark beyne sadr ve’l-kalb ve’l- fuâd, s. 92.
8) Bk. Bakara, 2/197.
9) Bakara, 2/242.
10) Bakara, 2/269.
11) Bk. Bakara, 2/164; Ra’d, 13/4; Nahl, 16/11, 12, 67, 69; Rum, 30/24.
12) Bk. Mü’minûn, 23/80.
13) Gazâlî, Mizânu’l-‘amel, s. 139; Gazâlî, el-Munkızu’n-mine’d-delâl, s. 32.
14) Bk. Hac, 22/46.
15) Hallâc, Dîvân, s. 64. 
~~~~ * ~~~~

     Aynı şekilde gerçeğe dokunup onunla bütünleşmek için duyularla algılanan, bilinen eşyanın ve zekânın görünümü olan anlayışların ötesine geçmek gerekir. Çünkü bunlar, insan ile hakîkî bilgi arasındaki perdelerdir. (1) Akıl ve kalbin ortak analiziyle eşyada var olan bilgiye ulaşmak hakikatini ortaya koyan tasavvuf bilgisi, varlıktan ilâhî bilgiye ulaşmanın en güzel, en açık ve en net örneklerini ortaya koymaktadır. (2) Bu bilgi, Yaratıcıyla hemhâl olma neticesinde Allah’ın insana olan bağışı neticesinde nesneden kalbe ve oradan da dille gelerek ifadeye dökülen hakikatlerdir. (3)
     Tasavvufta akıl, Allah’ın kendisine yüklediği yönde önemli bir anlam taşımaktadır. İnsan varlığının/ontolojisinin temel değeridir; hayatın merkezi, bütün faaliyet ve emellerin belirleyici ilkesidir. O, her şeyi kuşatan ve oluşturan cevherdir. O, tasavvufun aklıdır, izanıdır, anlayışıdır. İnsanı Yaratıcının dileği doğrultusunda sevk edip, yönlendiren “kalbteki akıldır”. Zira Allah bu konuda; “onlar, kalpleriyle akl etmezler. Şüphesiz gözleri kör değil, sudûrlarındaki kalpleri kördür.” (4) diyerek “kalp aklına” dikkat çekmektedir.
     Akıl, insanı sorumlu kılan temyiz gücü, düşünme ve anlama melekesi olduğuna göre, bir mü'min içinde en az alan dışı kadar gereklidir. Akıl, varlığın hakîkatini idrak eden, maddî olmayan, fakat maddeye etki eden bir cevher ve kavramlar arasında ilişki kurarak önermelerde bulunan, kıyas yapabilen güç olması sebebiyle kişiyi tefekkür ve tezekküre götüren en önemli değer olduğu için, mü'minler içinde vazgeçilmez bir fenomendir. Akıl, sûfîler için bilginin idrak merkezi ve kaynağı olduğundan, ondan vazgeçmek hayattan vazgeçmek demektir. (5) Yani akıl, hayatın özü ve insanı aydınlatan cevher olduğu için onsuz olunmaz. (6) Eğer akıl, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayıran ve en güzel değerleri belirlemede en önemli aktör ise, sûfî de "küllî aklı" kullanmak zorundadır. Onun için akıl, hiçbir şekilde yok sayılmayacak bir gerçektir. Çünkü Allah’tan insana gelen bütün hakikatler akılla tanınır. Bu vasfıyla ilâhî gerçek olan akıl yalan söylemez ve ilâhi çizgiden sapması da mümkün değildir. (7)
     Her şeyin bir cevheri olduğu gibi, insanın cevheri de akıldır. Aklın cevheri de Allah’ın nurudur. (8) Zira akıl, ma’rifet/bilginin doğuş yeridir. Ma’rifet nuru nakil yoluyla kişiye ulaşan bir aydınlanma değildir, ma’rifet nurunun doğuş yeri ancak akıldır. (9) Akıl, kendisi sayesinde birçok konunun anlaşıldığı ilâhî nurdur. Akıl nuruyla ulûhiyetin ma’rifetine ulaşılır. Akıl vasıtasıyla Allah’ın Zât’ının ve kendisine nispet ettiği sıfatların ma’rifeti kazanılır. (10)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Nurettin Topçu, Mevlânâ ve Tasavvuf, Dergâh Yayınları, İstanbul 2005, s. 203.
2) Hallâc, Dîvân, s. 79.
3) Hallâc, Tavâsîn, s. 24.
4) Hac, 22/46.
5) Gazâlî, İhyâ, III, 4; I, 82.
6) Sühreverdî, ‘Avârif, s. 285.
7) Gazâlî, İlcâmu’l-‘avam ‘an ‘ilm-i kelâm, Mecmu’atu’l-resâil, Beyrut 1996, s. 317.
8) Hâris el-Muhâsibî, el-‘akl ve fehmü’l-kur’ân, s. 96.
9) Mevlânâ, Mesnevî, II, 43.
10) İbnü’l-Arabî, Fütûhât, I, 160.
~~~~ * ~~~~

     Aklın insan için değeri şu şekilde ifade edilebilir; Allah insanı fıtrî olarak her yönüyle kendisi için yarattığından dolayı, insanda bulunan her organ her cevher de Allah için varlık kazanmıştır. İnsan da, hangi organı ya da hangi değerini Allah’ın muradınca kullanırsa, o organ tamamen ilâhî mahiyete bürünür. Bunun aksi olursa, yani Allah’ın muradının muhalifi olarak kullanırsa organ gayr-i ilahî olur. Zira Allah insanın bütün organlarını Kendi ilmi üzere yaratmıştır. İşte aklın değeri, Allah’în kitabının onlarca ayetinde de değindiği gibi çok özeldir. Zira bu cevher, nesneleri anlamak için gerekli olan temel yetidir ki, Allah tarafından insanın idrak merkezi olan kalbe aktarılan ve kendisiyle eşyanın hakikatini anladığımız özdür. (1) Bazı sûfîler, vesveselerin, vehm ve hayalın merkezinin beyin/dimağ olduğunu gösterirken, aklın ışığının kalbe indirilen bir hidayet ve nûr olduğunu ifade etmektedirler. (2)

     5. Kalp
     Tasavvuf, bilginin bütün organlarca tam olarak idrak edilmesi için, organların her hangi bir menfi durumla karşılaşmaması ve ilâhî ilim nûrunun bir bütün olarak gerçekleşmesi için, bütün organların devreye girmesi şart koşar. Ayrıca kişinin hâlinin ilâhî zuhûrata ayna olması için, ilâhî nûrun tüm organlara nüfuz edebilmesiyle gerçekleşir. Buda ancak organların tamamen riyâzetle lâtif hale getirilmesine bağlıdır. (3) Beden organlarının ana merkezi olan kalp, insanın sadece tabiatının duyusal tarafını düzenleyen ana kumanda değil, şuurun, farkındalığın ve rabbânî zekânın merkezi konumundadır. Allah ilminin mahzeni olarak bilinen tanınan kalp, kanın dolaşmasını sağlayan organ değil, ilâhî ma’rifetin idrak yeridir. Kalp öyle bir üstür ki, Allah’ın tecellîlerini kavrayabilecek konumdadır. Kalp, Allah’ı ve O’nun hakikatlerini birleştirerek, akıl ile keşfin aynı şekilde bilebilir hale gelmesini sağlar. İşte bu özelliklerinden dolayı eşyanın hakikatini bilme vasfına sahip olan bilginin kaynağı kalptır. Yani ilimleri idrak eden gerçek, kalptır. (4) Kalp, Allah’a vuslat için yaratıldığından, kalbin Allah’a olan seyrinde kat edeceği merhaleler için bineği beden, azığı da ilimdir. Bu yüzden kalp, eşyanın özünün vasıtasıdır. (5) Akıldan akla bir fark olduğu gibi, bu akılların algıladığı bilgilerde de önemli farklar mevcuttur. Bir taraftan kaydeden işleyen yanılabilir bir zihin varken, diğer taraftan yanılmaz gerçekleri idrak eden ve hem hâle hem de düşünceye aksettiren ilâhî kaynaklı bir “akıl” ve aynı görevi yerine getiren bir “kalbî akıl” hakikati var. (6)
     Kalp, akılla birlikte hem bilginin kaynağı hem de bilginin anlama ve farkındalık yeridir. Ayrıca Allah, kalbe getirdiği tanımla onun bilgi ve zekânın çıkış merkezi olduğunu açıkça ifade etmektedir. (7) İnsanın her hakikati kavrama algısının gerçek menbası kalp ve akıldır. “Allah insanı” akıl ve kalbi bilginin merkezi olarak algılayarak, özdeşleştirerek Allah’ın kendisinden istediği hâli gerçekleştirir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Gazâlî, İhyâ, I, 138-139.
2) Gazâlî, Ravdâtu’t-tâlibîn, Resâil içinde, s. 125.
3) Bursevî, age, s. 93.
4) Gazâlî, İhyâ, III, 6.
5) Aynı eser, III, 7.
6) Frithjof Schuon, To have a center, Indiana 1990, s. 52
7) Bakara, 2/225; Enfâl, 8/178; Yunûs, 10/57.
~~~~ * ~~~~

     Kalp, gören, işiten ve bu yolla aldıklarını akılla muhakeme ederek uygulamaya sokan kaynaktır. Bu yüzden sûfîler, kalpte aklın ötesinde bir hâlin olduğu görüşündedirler. Onlara göre, kalpte bir göz açılır ve onunla aklın ulaşamadığı, duyuların bunu idrakten uzak kaldığı makulat çeşitlerini görür. (1) İnsanda gerçek bilgiye, ancak bu kalbin verdiği nûr ve huzurla kavuşabilir. (2) Fakat bunun aksi olursa, yani algıların merkezi kalp paslanıp körelmişse hakiki bilgiye mekân olması mümkün değildir. (3) Zira Hz. İbrahim’in yeniden dirilme/haşrın nasıl olacağı konusunda Allah’tan bilgi istemesinin tek nedeni, kavrama ve algı merkezi olan kalbin bu konuyu tam olarak anlamasından kaynaklanmaktadır. (4) Ve Hz. İbrahim’de soruların oluşmasına neden olan, kalbin kavrama gücünü tam olarak göstermemesidir. Bunun için kalp, hem bilginin idrak kaynağı hem de Allah’tan gelen bilginin kavrandığı yerdir. (5)
     Tasavvuf literatüründe kalp, Hakk’ın tecellî ettiği ilâhî latife, kevnî ve tabiî hâl ve hususiyetlerin yanı sıra Rabbanî tecellî ve vasıfları bir arada toplayabilen insanî hakîkati idrak eden yeti anlamında kullanılmaktadır. (6) İnsanın idrak edici yönünü ifade eden kalp, maddî âleme ait ve bedene bağlı olan “zekâ” ile aynı olmayıp, bir bedenle görevini yerine getirdiği hâlde varlığı bir bedene ait olmayan ve her hangi bir şekilde maddî kayıtlarla sınırlanmayan evrensel/küllî akıl ilkesinin ayrılmaz bir parçasıdır. (7) Bu evrensel akıl ilkesiyle hareket eden âlim kişi, eşyanın gerçeklerinin kendisine kalp vasıtasıyla göründüğünün bilincindedir. Çünkü ilim, nesnenin aynada görüntüye gelmesinden ibarettir. (8) Kalbin en önemli işlevlerinden birisi de, insanın engelsiz Allah’a kavuşup O’nunla yaşamasıdır. Allah’ın kendisini yarattığı fıtrat üzere var ettiği insanın terbiye üssü olan kalp, Allah’ın ilminin mahzeni/merkezidir. İnsana düşen haytî görev, kalbin sadece ve sadece O’na has kılınması için gücünün dâhilinde gayret ortaya koymasıdır. (9)
     Kalp, insanın hayatını bir bütün olarak sevk ve idare eden bir merkezdir. Kalpte oluşan basiret ve düşünce insanın hareket yeteneğini belirler. Eğer kişinin kalbî yetisi gurur ve kibirden dolayı gerçekleri kabul etmezse bu algı merkezini besleyen başta kulak ve göz algıları olmak üzere diğer bütün bilgi alıcıları fıtrî bilgiye kapalı hale gelir. (10)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Gazâlî, el-munkız mine’d-dâlâl, mecmu’atu’r-resâil el-imam el-Gazâlî, Beyrut 1996, s. 79-80.
2) Aynı eser, s. 85.
3) Bk. Mutafifîn, 83/14.
4) Bk. Bakara, 2/290.
5) Muhammed Abdullah, Sufiyyetu ve’l-‘akl, Dâru’l-cîl, Beyrut 1990, s. 73.S
6) et-Tirmîzi, Beyanü’l-Fark Beyne’s-Sadr ve’l- Kalb ve’l-fuad ve’l-Lübb, Kahire 1958, s. 82; el-Gâzâli, İhyau Ulûmiddin, III, 3; Necmüddin Kübra, Fevâihu’l-Cemâl ve Fevâtihu’l-Celâl, thk. Yusuf Zeydan, Kahire 1993, s. 132, 133.
7) Afîfî, Mystical Philosophy, p. 115.
8) Gazâlî, Meâricü’l-Kuds fî medârici ma’rifeti’n-nefs, s. 32.
9) Gazâlî, el-Risâletü’l-ledunniye, Mecmûati Risâle içinde, Beyrut 1996, s. 233.
10) Bakara, 2/204, 205; ‘Al-i imrân, 3/151.
~~~~ * ~~~~

          Bunun aksi olursa o vakit Allah’ın murad ettiği kalble kazanılan bilgi, kişiyi Allah’la bütünleştirir. Kalpte iç ve dış etkenlerden dolayı her türlü duygu oluşmaktadır. Oluşan bu duygular insanı ya iyiye ya da kötüye doğru yönlendirir. Kötü düşünce ve duygular kalb merkezini katılaştırarak taşlaştırır, gerçeklerin idrak etmesini engeller. (1) İşte bu sebeplerle kalp insanı öylesine yönlendiren bir yerdir ki, onun Allah dışında herhangi bir şeye yönelmesi, insanı tamamıyla ilâhî denge ya da çizgiden kaydırarak çıkmaza sürükler. (2)
     Kur’ân, kalbi bilginin algı ve uygulama yetisini veren merkez olarak yüz yirmi ayette anmaktadır. Kalp, Allah’a olan kopmaz bağlılığın ve O’nunla yaşamanın merkezidir. (3) Yani insanın bütün benliğiyle Allah’a iman ettiği yerdir. (4) Kalp, Allah’a tam bir teslimiyetin, yakinî bir bilginin ve ilâhî algının mahzenidir. (5) Kur’ân bilgisi, yol gösterici olarak önce Peygamberin sonra da mü’minlerin kalplerine inmektedir. (6) Kalp, Allah’ın dilediği şekilde üzerinde tasarrufta bulunabileceği bir idrak aracıdır. Allah, insanın ortaya koyduğu hale göre dilediği şekilde kalbi dönüştürebilmektedir. (7) Hatta Peygamber dahi olsa dileğini yerine getirmezse onun kalbini/idrakini mühürleyebilir. (8) Kur’ân, dönüşümlü olarak, kimi zaman Allah’ın ilmi ve hükümleri üzerinde düşünüp idrak etmeyi akla yüklerken, kimi zaman da, bu görevi kalbe yüklemektedir. Yani Allah, Kendisinin tam olarak idrakini kalbî düşünmeyle gerçekleştiğini ifade ettiği gibi, (9) Kendi bilgisini varoluşa çıkaran nesnede görüp, onunla yaşamayı akletmenin gereği olarak görmektedir. (10)
     Allah, insana, kendi ilmini anlamaları ve kendisini gereği gibi tanıyıp, yaşamaları için kalbin en yüksek idrak olduğunu kitabında açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu sadece kalbe ait bi özellik değil, akıl ve kalp bütün bedenle, benlikle varlıkla yaşanılan hissedilen algıdır. Zira kalp, Kur’ân’da Allah’ın hükümlerini algılama/idrak etmek yeri olarak tanımlandığı gibi, (11) Allah’ı bir bütün olarak yaşamanın merkezi olarak gösterilir. Kur’ân’daki bilgiler mü’minlerin kalplerini sükûnete ve istikrara kavuşturarak, onlar üzerinde değişim, dönüşüm yapması gerçekleştirir. (12) Öyle ki, Kur’ân, kalbin akleden merkez, (13) düşünen ve tefekkür eden kaynak, (14) Allah’ı anlamanın özü (15) olduğunu açık bir şekilde beyan ediyor.

~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bakara, 2/74; En’am, 6/43; Maide, 5/13.
2) ‘Al-i imrân, 3/8.
3) Bk. Hucurât, 49/14.
4) Bk. Mücâdele, 58/22.
5) Bk. Saffât, 37/84.
6) Bk. Bakara, 2/98; Şuarâ, 26/195.
7) Bk. İbrâhim, 14/4; Nahl; 16/93; Fâtır, 35/8.
8) Bk. Şurâ, 42/24.
9) Bk. Muhammed, 47/24.
10) Bk. Bakara, 2/164.
11) Bk. Bakara, 2/6.
12) Bk. Hûd, 11/120.
13) Hac, 22/46.
14) Bk. Muhammed, 47/24.
15) Bk. ‘Araf, 7/179; Tevbe, 9/87.
~~~~ * ~~~~

     Kalp, Allah’ı anlamanın, yaşamanın, sürekli O’nu anmanın ve eserlerinde ibret almanın merkezi olduğunu ifade ediliyor. (1) Allah, kalbi Kendisine iman etmenin yeri olduğunu ve orayı insanlara güzel gösterdiğini söyleyerek bütün eşyada kendisini tam olarak algılamanın hakikati olduğunu açıklıyor. (2) Kalp, imanın yazıldığı kaynak, (3) her türlü duygunun, yani kinin, nefretin bulaşmasıyla kirlenen (4) ve bunların zıddı olan sevgi ve merhametle Rahmanın en güzel sıfatlarının kaynağıdır. (5) Mü’minlerin her konuda güven duydukları mevhibe, (6) inkâr edenleri sarmalayan korkunun üssüdür. (7) Şefkat ve merhametin konulduğu hakikattir. (8) Allah’la doğruyu, istikâmeti yaşamanın, O’nunla varoluşun gerçekleştiği idraktir. (9) Allah’la var olduktan sonra yine kalple ilâhî murad sürdürülür. (10) Allah’la yaşamanın mihenk taşıdır. (11) Ve kalp, Allah ilmini yaşamakla insanı istikrara kavuşturan gerçektir. Yani kalp, Allah’ın bilgisiyle beslenirse insanın mutluluğunun, huzurunun yeri olur. (12) Kalp insanı öylesine yöneten bir üstür ki, huzura, huzursuzluğa ve her türlü şüpheye kaynaklık yapmaktadır. (13)
   Kalp, ilâhî ve insanî tabiatı birleştiren merkezdir. En başat görevi; Hakk’ın sûretinin müşâhedesidir. Yaratıcının Kendisini bilmesi, Kendini Kendi tezahürlerinin suretlerinde ortaya çıkarmasına aracı olan organdır. Bu yüzden Allah’ı bilenin mükemmellik kazanmış birey olarak, Allah’ın ilâhî bilincinin/aklının makamı ve Allah’ın da ârifin idrak ve izanının makamı ve özü olduğu gerçeği vardır. (14) Hz. Ali’nin dediği gibi, kalbin fonksiyonu en az aklın fonksiyonu kadar önemlidir. Zira Hz. Ali’nin ilim konusunda Allah’a duası şu şekildedir; “Rabbim! Bana akleden bir kalp ve isteyen bir dil bağışla.” (15) Allah’ın tecellîsinin gerçekleşmesi, kalbin bütün cihetleriyle O’na yönelmesiyle olur. Bu yönelme, kalbin önünde hiçbir perde/engelin bulunmamasıyla mümkün hale gelir. Örneğin cisim ile ayna arasına başka bir varlık girdiğinde nasıl cismin görüntüsü aynada görünmüyorsa, aynı şekilde Allah ile insan arasına başka birisinin ya da üçüncü bir şahsın girmesi durumunda, insanın Allah’la yönelip, O’nunla yaşaması da asla mümkün değildir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bk. Kaf, 50/38.
2) Bk. Hucûrat, 49/7.
3) Bk. Mücâdele, 58/22.
4) Bk. Haşr, 59/10.
5) Bk. Al-i imrân, 3/103.
6) Bk. Fetih, 48/4.
7) Bk. ‘Al-i imrân, 3/151; Enfâl, 8/9-12.
8) Bk. Hadîd, 57/27.
9) Bk. Teğâbun, 64/11.
10) Bk. ‘Al-i imrân, 3/8.
11) Bk. Maide, 5/41.
12) Bk. Ra’d, 13/28.
13) Bk. Tevbe, 9/110.
14) Afîfî, Mystical Philosophy, s. 119.
15) Muhammed b. Abdülkerim Şehristânî, Tefsir-imetâfîhu’l-esrâr ve mesâbîhu’l-ebrâr, Tahran 1376, I, 197
~~~~ * ~~~~

     Diğer taraftan Allah’a yanlış bilgi ve imanla yönelen ya da taklîdî bir anlayışla yönelen kişinin de gönlünde Allah’ın hakikatlerinin doğup amellerine ayna olması söz konusu değildir. Allah dışındaki güçler için atan bu kalp, hangi bilgi sahibinin kalbi olursa olsun hiç fark etmemektedir. Bu kalp ister mütekelliminin ister mutaassıp mezhepçilerin ister tefsircilerin ister evrenin yaratılışını tefekkür ederek düşünen sâlih (!) kimselerin olsun hiç fark etmez. Çünkü bunların kazandıkları taklidî bilgi, itikat, düşünce ve benliklerini öylesine esir almıştır ki, kalpleriyle Allah’ın hakikatleri arasına aşılmaz engeller/perdeler oluşmuştur.
     Allah, önce bilginin nûrunu kalbe yönlendirir. Kalbe gelen nûr vücudun bütün organlarını Allah’ın bilgisini kazanmaya uyarı göndererek onları her nesnede Allah’ın bilgisinin tecellîsini algılamaya yönlendirir. İşte vasıtasız bu bilgi, yani masîvadan arındırılmış bilgi, kalbin kuvveden fiile çıkmasıyla elde edilir. Bu da vasıtasız en şerefli bilgidir. (1) Bu kalbî hatırlama, bilmeyi gerçekleştiren hakiki dinamik bir hâldir ve dönüşümün arketipidir. Eğer insan bilincini bu arketipe yönlendirirse, onun ilminin enerjisini varlığının her atomunda yaşamasına yol verir. Ve aşama aşama benlik kendi perdelerini açar, vücudun bütün hücreleri bu bilgiyle aydınlanarak bütün zerreleriyle Allah’ı yaşar.

     6. Sabır
     Sabır konusunda insanlar tarafından yanlış algılanmaktadır. İnsanların ekseriyeti sabrı sadece musibetlere, acılara ya da kötü olarak bilinen her şeye karşı yapılan bir eylem olduğunu zannetmektedir. Fakat Allah’ın sabırda muradına baktığımızda bu konuda da insanların büyük bir yanılgı içinde oldukları görülmektedir. Kur’ân’ın insanlardan yerine getirmek istediği sabır, her konuda Allah’ın hükmünü yerine getirmede gösterilecek olan azimdir. Allah, mü’minleri sabretmeye, sabırda da yarış halinde olmalarını ve birbirlerini bu yarışta geçmelerini istemektedir. (2) Allah’ın bu dileğiyle sabrı hayatının her evresinde icra eden kişi, Allah’a karşı sakınmanın en güzel örneğini ortaya koyar. Tıpkı Hz. Eyyûb’un yerine getirdiği sabır gibi. Nitekim Allah, kendisinin rızası için bu şekilde yaşayanları övmektedir: “Kim Allah’ın muhterem kıldığı işaretlere hürmet edip, onları yüceltirse şüphesiz ki bu kalplerin takvasındandır.” (3) Ayrıca Allah, sabır konusunda insanlardan hiçbirini Zâtıyla ortak kılmamış sabrı yalnızca kendine has kılarak, “Rabbin için sabret” (4) ve “Rabbinin hükmüne sabret” (5) demektedir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Gazâlî, el-Risâletü’l-ledunniye, s. 24-26.
2) Ali İmran, 3/200.
3) Hac, 22/2.
4) Müddessir, 64/7
5) Tûr, 52/48. 
~~~~ * ~~~~

     Sabır, azimet sahibi peygamberlerin makamıdır. Onların en yüksek derecesidir. Çünkü onlar, hem eş ve çocuklarından gelen karşı durmalara, itirazlara ve terk edilmelere hem de inkâr edip, şirk koşanlardan gelen her tür itiraz ve saldırılara, aynı şekilde mal ve cana gelen yok edici hücumlara karşı koyanlardır. Bu yüzden Allah, “O halde azimet sahibi peygamberlerin sabrettikleri gibi sen de sabret” (1) diyerek, insanları peygamberler gibi bir direniş, kendisi için bir başkaldırıya çağırmaktadır. Sabır, azim gerektiren genel bir ibadettir. Çünkü Allah, sabrın daim oluşunu şu şekilde beyan eder. “Her kim de sabreder ve affederse işte bu hiç şüphesiz azmedilmeye değer işlerdendir.” (2)
     Allah sabrı, “Kendisi için gevşememek, zaaf göstermemek, miskinlik ve tembellik etmemek” olarak tanımlamaktadır. (3) Bunları yerine getiren sabırlı insan, hangi sınıf insanlardan gelirse gelsin (Müslim, mü’min, kâfir, müşrik, aile bireyi, akraba, yerli, yabancı vb.) onların incitici söz ve davranışlarına karşı direnip sabrederse, kendini Allah’ın istikâmetinde tutarak en güzel işi gerçekleştirir. (4) Zira sıkıntı ve hastalık hâllerinde sabredenler, söz ve fiilleriyle istikâmet üzerinde olan muttakilerdir. (5) Ve Allah, sürekli sabreden bu muttakilerle beraberdir. (6) Diğer taraftan Allah’ın insana yüklediği yükümlülüklerinin ağırlığına, zorluğuna, çetinliğine aldırış etmeden bunlara katlanıp yerine getirmek, ancak sabırla gerçekleşir. İnsan, Allah’ın imtihan için verdiği bu sıkıntılara dayanırsa, (7) bunun neticesinde Allah’ın engin rahmetine kavuşur. (8) “Allah insanları”, Allah’ın kendileri için ortaya koyduğu hayat biçimini, yani dini yaşarken ve anlatırken, kendisine karşı diğer insanların yaptığı inkâr, itiraz ve engellemelere direniş göstererek direnirler. (9) Bu sabır, Allah’ın insan için takdir ettiği hayatı yaşamak, haksızlığa, adaletsizliğe, insanlık dışı eylemlere karşı kesin bir direnme göstermek, ancak sabrın merhamet yağmuruyla sulanmakla gerçekleşir. (1)0 Burada Allah dışında gelen her tür acı ve eleme dayanmak için Allah’ın bu konudaki hükmü gerçekleşinceye kadar sabır içinde beklemek gerekmektedir. Bütün bu azmin ve dayanmanın sonunda sabır, Allah’ın yardımıyla O’nun için direnmektir. (11) Bu yüzden sabır, mü’minlerin en belirgin vasıflarındandır. Tıpkı Allah anıldığı vakit; mü’min kişinin kalbinin titremesi, (12) namazla günde birkaç defa Allah’a olan ahdini yenilemesi ve daha da önemlisi Allah’ın verdiği nimetlerden, rızıktan, mal ve mülkten O’nun için harcamak gibidir. (13)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Ahkâf, 46/35.
2) Şûrâ, 42/43
3) Ali İmran, 3/125.
4) Ali İmran, 3/186.
5) Bakara, 2/177.
6) Bakara, 2/249.
7) İbrahim, 14/12.
8) Nisa, 4/25.
9) En’am, 6/34.
10) Araf, 7/126.
11) Araf, 7/128.
12) Bk. Enfâl, 8/2.
13) Hac, 22/35; Ahzâb, 33/35.
~~~~ * ~~~~

     Allah için en büyük azmi, gayreti ve direnci sabredenler göstermektedir. (1) Çünkü onlar, Allah’ın rızasını kazanmak için, Allah dışındakilerden gelen bütün gayri ilâhî söz ve fiillere sabır göstererek direnirler. (2) Bu öyle bir dirençtir ki, Allah’ın o konudaki hükmü gerçekleşinceye kadar bu sabrı, kesintisiz ve tereddütsüz bir şekilde devam ettirirler. (3) Zira Allah’ın hükmüne karşı sabır gösterip beklemek lazımdır. Yoksa Hz. Yunûs gibi sabırsız davranıp öfkeyle hareket edildi mi Allah’ın muradına muhalif davranmış olunur. (4) Bu yüzden Allah için en güzel sabırla sabretmek gerekir. (5) Onun içindir ki sabır, Allah’ın mü’minlere olan vaadinin gerçekleşmesi için direnerek beklemektir. (6)
     Tasavvuf, “bezm-i elest” e insana verilen “ilâh benlik”e, yani “asla dönüşün” gerçeğidir. Sabır da, bu terbiye sürecinde kişinin, Allah dışındaki her şeye karşı yaptığı mücâhede de gösterdiği gayret ve azimdir. Yani insanın kendi özünde mevcut olan “ilâhî benlik” e tekrar kavuşmak için gösterdiği mücâhededir. Kişi sabır içinde “yok” olmadan, sabrı kendi benliğinden eritmeden, Allah’ı hakkıyla yaşaması mümkün değildir. Sabır, Allah’ı yaşamanın anahtarıdır. Zira Allah’ın diğer bütün dilekleri sabırla gerçekleşir, yerine getirilir. İnsan sabırla bütünleşip, sabır denilen gerçeği tamamen yok etmedikçe Allah’ı bütün hücrelerinde yaşayamaz. Allah’a tam bir teslimiyet, sabır ve benzer kavramları hayattan çıkarmakla gerçekleşir.
     Sabır, insanın iradesiyle kazandığı şeylerde, iradesinin dışında cereyan eden şeylerde Allah’ın emrini yerine getirmede ve yasakladığı konulardan kaçınmada gösterdiği azimdir. (7) İnsan bu azimle sabır gösterirse olgunlaşır. Bu olgunluk kişiyi yumuşatır, tahammül edecek ve direnebilecek bir noktaya getirir. Ve açık-gizli kendisine gelebilecek her türlü iyilik ve kötülüklere karşı direnme gücü kazandırır. (8) Sabır, Allah’ın takdirine muhalefet etmemektir. Sabır, Allah’ın hükmünü kabul edip, onunla huzur bulmaktır. Sabır, Allah’ın helâl kıldıklarını yerine getirip onlardan lezzet almaktır. Sabır, en güzel edeple Allah’la birlikte olmaktır. (9) Sabrın gerçekleşmesi için de insanın nefsine haz veren şeylerden uzaklaşmalıdır. Sabır kişinin hayatının bütününde yalnızca Allah’la olması ve Allah’tan başka güçlerden direnerek uzaklaşmasıdır. Sabır anında Allah’tan yardım dilemek, Allah’ın hükümlerinin kişinin üzerinde gerçekleşmesi demektir. Buda “Allah sabredenlerle beraberdir.” (10) hakikatinin ortaya çıkmasıdır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Ahkaf, 46/35.
2) Sâffât, 37/102.
3) Sâd, 38/17, 44.
4) Kalem, 68/48.
5) Meâric, 70/15.
6) Mü’min, 40/55, 77.
7) Abdülkerim Kuşeyrî, er-Risâle, s. 183.
8) Şıhabeddîn Ömer Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif, Beyrut 1993, s. 117; Kelâbâzî, et-Taarruf, s. 143-144; Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I-II, Beyrut 1997, s. 342-354.
9) Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârat, III, 259; İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 247.
10) Bakara, 2/153.
~~~~ * ~~~~

     Sabredenler, Allah için her konuda dayanma gösterip tahammül gösterdiklerinden dolayı Allah onlara değer verip yüceltmiş ve her an yardımının onlara beraber olduğunu müjdelemiştir. Yani Allah’ın kendilerine olan bağışı hak etmişlerdir. (1) Sabredenlere verilen bu özel ve önemli bağış, Allah’ın sabrı en fazileti ibadet olarak önemsediğini göstermektedir. “Bazı insanlar vardır ki, “Allah’a iman ettik” derler fakat Allah uğrunda eziyete maruz kaldılar mı? İnsanların fitnesini Allah’ın azabı gibi görürler.” (2) İşte bu yüzden sabredenler dışındaki diğer insanların ecri, hesap ve ölçüyledir. Sabredenlere ise, hesapsız ve tartısız mükâfat verilir. Çünkü onların ecirleri hesapsız verilecektir. (3)
     Asıl sabır, Allah’ın dinini doğru olarak algılayarak yaşamakta ve Allah hakkında oluşan önyargılara karşı verilen mücadelede gösterilen direniştir. Albert Einstein (ö. 1955) de dediği gibi, ön yargıları kırmak atomu parçalamaktan daha zordur. Zira Allah’a iman edip sabredenler, şek ve şüpheye düşmeden Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla mücadele edenlerdir. (4) Allah’ın çizdiği yolu, insanların kendilerince kısımlara bölmesi ve her bir kısma da bir isim vererek (insanın din, maneviyat, ekonomik, sosyal, psikolojik yönü vb. gibi) bu bölümlere bir yedek ilâh ihtisas etmeleri ve bunu da Allah adına yapmalarına karşı direnmek en büyük sabırdır. Bu şirki de, Allah adına yaparak, sanki Allah’a dinini öğretmektedirler. (5) Ve bununla iman ettiklerini zannediyorlar, fakat bilmiyorlar ki iman henüz kalplerine yerleşip onları tam olarak ihata etmemiştir. (6)
     Sûfîler farklı sabır çeşitlerinden söz etmektedirler. Bunlar, “Allah ile sabır” ve “Allah’tan sabır” dır. Onlara göre en hayırlı sabır, “Allah’tan sabırdır” ve bu sabra ulaşmak zordur. Çünkü sabrın bu makamı peygamber makamıdır. Bu makamda bulunan kişi, Allah’ın celâline yönelmiştir. Allah her yönde kendisini kuşatmıştır. Bu sabrın sahibi Allah’tan kaybolma, yok olma hâl yaşar ki, Allah’ta kendisini kendi feyzi ve nuruyla kuşatır. İşte bu, Allah’ın mü’minlerden istediği sabrın kendisidir. (7)

~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Kuşeyrî, Letâifü’l-İşarat, I, s. 138.
2) Ankebût, 29/10.
3) Zümer, 39/10.
4) Bk. Hucurât, 49/15
5) Bk. Hucurât, 49/16.
6) Bk. Hucurât, 49/14.
7) Şıhabeddîn Ömer Sühreverdî, Avârif, s. 444.
~~~~ * ~~~~

     Değerlendirme
     Tasavvuf ilmi, hayatın her aşamasında, her konusunda sadece ve sadece Allah’ı rehber olarak kabul etmektedir. Tasavvuf, Allah ile öylesine bir hemhâl olmayı/bütünleşmeyi hedeflemektedir ki, ilâhî bir nûr/bilgi olmadan insanın önünü görüp bir adım atmasının mümkün olamayacağı görüşündedir. Tasavvuf insanının, Allah’ın dışında nefes alacağı ne bir mekânı ne bir zamanı ne de bir koruyucusu vardır. Fakat alan dışı, tasavvufu bir şeyhler ve pîrler sultası olarak görmektedir. Bazı tarîkatlar, tarîkat müntesipleri ve cahil dervişlerin yanlış uygulamaları, alan dışının ve bilhassa ilahiyat bilimlerinin tasavvuf konusunda büyük bir yanlış algı oluşturmasına zemin hazırladığı yadsınamaz bir gerçektir. Fakat bu tebliğde de azda olsa ifade edildiği gibi, tasavvuf bu yaratılan algıların tamamen dışındadır. Allah bilgisiyle yoğrulan ve Allah’ın muradı gereğince hâl ortaya koyan tasavvuf ilmi, bütün konu ve kavramlarını kur’ân’da ve peygamberin uygulamalarında almaktadır. Tasavvuf Allah’ın ilmi konusunda o kadar nettir ki, hiçbir bid’atı, yamanmış hiçbir bilgi kırıntısı ya da nakille gelen hiçbir rivayeti Allah’ın dileğinin ne önüne ne yanına ne de berisine koymaktadır.
     Tasavvuf, bilgide duyuların verileri üzerinde değil, Allah ile varlık arasındaki idrak anlayış bağı üzerinde durur. Duyuların verilerinin kişiyi bilgiye ulaştırması mümkün değildir. Sûfîler, Allah ile varlık arasındaki ilâhî idrak bağı üzerine kurulan tecrübe/deneyim verilerine bilgilerini inşa ederler. Bu tecrübe kazanıldıktan sonra hiçbir unsur ilâhî bilginin akışını engelleyemez. Vücûd, bütün organlarıyla Allah’ın ilminden besleniyorsa; akıldaki bilme, kalpteki oluş ve arayış da O’nun irâde ilmindendir. Eldeki tutma, ayaktaki yürüme, gözdeki görme ve kulaktaki duyma kabiliyetlerinin oluşması, O’nun ilim tecellîleriyle gerçekleşir. Sûfîler, Allah için yerine getirilen her ibadeti ve Allah’ın her ismini bir ilim olarak görmüşlerdir. Bu yüzden bazı sûfîler, ifâ ettikleri Allah’ın her ilmine farklı isimler vermişlerdir. Bu ilimlerden bazıları şunlardır; vahdâniyet bilgisi, ta’zîm bilgisi, minnet bilgisi, kudret bilgisi, ezel bilgisi ve sırların bilgisi diye isimlendirmişlerdir. Aynı şekilde sûfîler, vahdetin ilim olduğu görüşündedirler. Onlara göre vahdet, kalbin Allah’ın dışındaki güçlerin ilminden soyutlanmasıdır.
     Farklı ilimler üzerinde yapılan tahlilde, Allah bilgisi dışındaki bilgiler doğmatik bilgilerdir. Dogmatik bilgi, ister felsefeciler, ister diğer düşünce ekolleri, ister ilahiyat ilimleri, ister ideologlar, ister mezhep ve tarîkatlardan gelsin, bu bilgilerin tümü kendi güvenilir kaynaklarından menkul yollarla gelen ve kendileri tarafından yorumlanan şeylerdir. Dogmatik bilgi, ilahiyat bilimlerinde daha fazla görülmektedir. Özellikle fakihler ve diğer din âlimleri bütün bilgilerinin kur’ân’da vahyedilmiş olduğunu ve bu bilgilere kendilerinin yaptıkları yorumların kabul gören şeyler olduğunu söylerler. Dogmacılık sadece bu guruplarda değil, din, bilim, ilerleme, özgürlük, gelişme vb. konularda kendini önceleyen her gurupta mevcuttur. Dogmacılar, bilgiyi özde değil, kabukta arayanlardır. Bilgiyi öne alan doğmacıların olayların iç yüzünü anlamaları mümkün değildir. Zira tam bilgi, kalıbın, kabuğun içindeki özü keşfedebilmektir. İşte Allah bilgisinin gayesi, bütün kabukları kırıp ezberleri bozarak ve hakikati kendinde bulup, ilâhî öze kavuşarak Allah’ın mutlak hâkimiyetini sağlamaktır. Allah bilgisi, bütün nakil araçlarından arındığı gibi, hayal ve vehimlerden temizlenerek, akıl yürütme ve sezgilerden de tamamen saflaşmış bilgidir. Yani araçsal/gayrı âlî bilgilerin bütünüyle dışındadır. Bu yüzden kendi özlerine dönemeyenler, doğal olarak dogmacılığa ve ideolojiye saplanırlar.
     Bütün yanlış algı ve yaklaşımların dışında, Allah bilgisi olan tasavvufî bilgi, saf olan bir bilgidir. Mü’min kişi, Allah’ın evrendeki eşyaya tecellî yoluyla gönderdiği ilmi, tefekkür ederek kazanır. Bu bilginin kaynağı Allah’tır. Başka bir gücün tasarrufunun bu bilgi üzerinde kesinlikle bir etkisi yoktur. Tasavvufî bilgiyi “ferdî” ve “vicdanî” dir gibi yaklaşımlarla tanımlamak, bu Rabbânî olan bilgiyi bilmemek demektir. Bazılarının iddia ettiği gibi bu bilgi, “vehbî” değil, kesbîdir. Büyük bir say ve gayret neticesinde elde edilir. Tasavvufî bilginin amacı obje-süje dualitesi içerisinde sıradan bir enformasyon/bilgilendirme değil, kişiyi ilâhî sevginin zevkiyle, bilinçli bir bilginin neticesinde, amelî bir seyrin içine sokmaktır

     Kaynakça
* Açıkgenç, Alparslan, Bilgi Felsefesi, İnsan Yayınları, İstanbul 2011.
* Ahrâr, Ubeydullah, Fıkarât, çev. Abdulrahman Acer, Litera Yayıncılık, İstanbul 2016.
* Chittick, William, Kozmos’taki Tek Hakikat, çev. Ömer Çolakoğlu, Sufi Kitap, İstanbul 2010.
* el-Gazâlî, Ebu Hamid Muhammed, İhyau Ulûmiddin, Beyrut 1983
* _________, Mîzânü’l-‘amel, nşr. Süleyman Dünya, Kahire 1964.
* _________, Gazâlî, el-Risâletü’l-ledunniye, Mecmûati Risâle içinde, Beyrut 1996.
* _________, el-Munkızu’n-mine’d-delâl, Mecmûati Risâle içinde.
* _________, el-Risâletü’l-ledunniye, Mecmûati Risâle içinde, Beyrut 1996.
* _________, Mükâşefetü’l-Kulûb, Dâru’l-ma’rifet, Beyrut 1998.
* Hakîm, Suad, el-Mûcemu’s-Sûfî el-Hikmetû fî Hudûdî’l-Kelime, Beyrut 1981.
* İbnü’l-Arabî, Muhyiddîn, Fütûhât-ı Mekkiyye, Beyrut 1998.
* _________, Füsûsu’l-Hîkem, thk. Ebu ‘Alâ el-Afîfî, Beyrut 1992.
* Kuşeyrî, Ebû Kâsım Abdülkerim, er-Risâle fî’t-tasavvuf, Beyrut 1992.
* _________, Letâifü’l-işârât, thk. İbrahim Besyûnî, el-he’etü’l-mısriyetü’l’amme, Kahire 2000.
* el-Mekkî, Ebû Tâlib, Kûtu’l-Kulûb, I-II, Beyrut 1997
* Mevlânâ, Muhammed Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî-i Şerif, çev. Veled İzbudak, Konya Büyükşehir Belediyesi Yayınları, Konya 2004.
* _________, F’ih’i Mâ Fîh, haz. Avni Konuk, İz Yayıncılık, İstanbul 2000.
* Cizîrî, Şeyh Ehmedê (Melayê Cizîrî), Dîvân, haz. Ahmed b. Molla Muhammed ezZivingî, el-‘İkdu’l-cevherî fî şerhi dîvânı’ş-Şeyh el-Cizîrî, Dımaşk 1987.
* Şıhabeddîn Ömer Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif, Beyrut 1993
* Sülemî, Ebû Abdurrahman, Tabakâtu’s-sûfiyye, thk. Nureddin Şeribe, Daru’l-kitâbu’lnefis, Halep 1986.
* Şebüsterî, Mahmûd-ı, Gülşen-i Râz, haz. Abdülbaki Gölpınarlı, İş Bankası Yayınları, İstanbul 2011.
* Şehristânî, Muhammed b. Abdülkerim, Tefsir-imetâfîhu’l-esrâr ve mesâbîhu’l-ebrâr, Tahran 1376.
 
bus

26 Ağustos 2021 Perşembe

TASAVVUF / Kur’ân Ve Sünnet’e Göre Ölünün Tasarrufu / Sayfa 573 - 587

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve
DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 573 - 587
TASAVVUF
Kur’ân Ve Sünnet’e Göre
Ölünün Tasarrufu
Mehmet Nuri GÜLER *

     Giriş
     Bilindiği gibi günümüzde Müslümanlar arasında, ölülerin tasarruf edebileceği algısı bulunmaktadır. Bu algıdan dolayı kabirde yatan ölmüş evliya ve mübarek kişilere dua edilip yardım istenmektedir. Bu hal, sadece câhil kişilerde değil, ilimle uğraşan birçok kişi de görülmektedir. Halkın çoğunluğu da, onları büyük kanat önderleri saymaktadır.
     Fâtır sûresi, 13. ve 14. Âyette ise şöyle buyurmaktadır:
     “... İşte Rabbiniz Allâh’tır. Mülk O’nundur. O’nu bırakıp da kendilerine yalvardıklarınız ise bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir. Eğer onlara yalvarsanız sizin yalvarmanızı işitmezler. Faraza işitseler bile size cevap veremezler. Kıyamet günü de sizin ortak koşmanızı reddederler. Bu gerçeği sana her şeyden haberi olan Allâh gibi hiç kimse haber veremez.”
     Allah’ın vahiy Kur’ân’ın bu açık âyeti karşısında, bu âlimler Kur’ân’a dayanmayan deliller ileri sürmektedirler.
     İslâmî cemaatlerin çoğu da bu kötü duruma destek vererek, yayılmasında bir sıkıntı duymamaktadırlar. Çünkü onlardan bazılarının görüşüne göre böyle bir sapıklığa engel olmak, toplumda fitne ve ayrılığa sebep olmaktadır!
     Halbuki bu görüşe sahip olan kişiler, peygamberlerin tebliğlerinin esasının “Allah’a ibadet etmek ve tağuttan sakındırmak” olduğunu da çok iyi bilmektedirler.
     Bu kişiler, kendilerinin yapmadığı bu mükellefliği yerine getiren din ihtisaslaşmış kimselere de, yanlış algıları yüzünden dünyayı zindan etmekte, kul hakkına girmekten rahatsız olmamaktadırlar.
     Yine günümüzde müslümanlar içinde kutub, gavs diye isimlendirdikleri bir takım evliyaların, Allâh Teâlâ dışında bu âlemdeki işleri idare etmede söz sahibi olduğu söylenmektedir.
     Günümüzde sayıları sayılmayacak kadar çok müslüman, kendilerine göre en zor anlarında Abdulkâdir Geylânî ve Ahmed Rufâî gibi ölülerden yardım istemektedirler. Buna da "tevessül etme" adını vermektedirler.
     Bid’atlerin bu şekilde yaygınlaşması yüzünden, İslâm’ı her zaman ve mekânda arzetmek, zorlaşmıştır. Fakat, "Allâh emrini yerine getirmeye kâdirdir. Ancak, insanların çoğu bunu bilmezler."
     İşte tebliğin amacı,; “...Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüzde, Allâh’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allâh ve Rasûl’üne arz edin. Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir.” (1) âyetine göre, Allah’a ve Rasûl’e giderek “ölülerin tasarrufu” meselesini çözümleyip hükmünü açıklamaktır.

     I. ÖLÜ VE ÖLÜM
     Ölü kelimesinin, Arapça’da karşılığı “meyyit”, “meyt”, “müteveffâ” ve “maktul” kelimeleridir. (2)
     Türkçe “ölüm” kelimesinin karşılığı, Arapça “mevt”, “vefât” ve “katl” kelimeleridir. Üçünde ortak anlam, “yaşamın (hayatın) sona ermesi” olmakla birlikte (3) , “yaşamın sona ermesi” biçimine göre kelimeler farklılaşmaktadır. Bu, Kur’ân’daki şu âyetlerde görülmektedir:
     A. Mevt kelimesi, Kur’ân’da var oluşsal bir iş olarak Allâh’a nisbet edilen “yaşamın sona ermesi” anlamında, el-Mulk sûresi, 2. âyette şöyle kullanılmıştır:
     “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve yaşamı yaratandır.”
     Yine, ez-Zumer sûresi 42. âyette “mevtte nefislerin alındığı” ve “mevtin Allâh’ın takdiri olduğu” şöyle bildirilmektedir:
     “Allah (ölen) insanların nefislerini öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin nefislerini tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır.”
     el-‘Ankebût sûresi, 57. âyette de “her nefis için mevtin gerçekleşeceği” ve “nefis ölünce, ğaybî yoklukta (ebediyette) olacağımız” şöyle bildirilmiştir:
     “Her nefis (can, kişi) ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.”
     Âl ‘İmrân sûresi, 102. âyette de “yaşamın müslüman olarak sona erdirilmesi” şöyle buyrulmuştur:
     “Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa öylece sakının ve siz ancak müslümanlar olarak ölün.”
     el-Bakara 259’da ise, “mevt”in açıklanması şöyle yapılmıştır:
     “Allah onu öldürüp yüzyıl ölü bıraktı, sonra diriltti ve ona sordu: "Ne kadar (ölü) kaldın?" O, "Bir gün veya bir günden daha az kaldım" diye cevap verdi. Allah şöyle dedi: "Hayır, yüz sene kaldın.”
     en-Nisâ’ sûresi, 15. âyette, mevt ve vefât kelimesi şöyle ilişkilendirilmiştir:
     “O kadınları ölüm alıncaya kadar.”
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
* Yrd. Doç. Dr., Harran Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi İslâm Hukuku Öğretim Üyesi.
1) en-Nisâ’, 59.
2) Salim Öğüt, “Ölü”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 34, İstanbul 2007, s. 31.
3) Salim Öğüt, “Ölü”, C. 34, s. 32.
~~~~ * ~~~~

     B. Vefât kelimesinin de Kur’ân’da, “tam olarak alma” anlamında kullanıldığı bu en-Nisâ’ sûresi, 15. âyetten anlaşılmaktadır. Bu anlamı, Âl ‘İmrân sûresi, 185. âyette de şöyle buyrularak teyîd edilmektedir:
     “Her nefis (canlı) ölümü tadacaktır. Kıyamet günü ancak yaptıklarınızın karşılığını tastamam alacaksınız.”
     el-En’âm sûresi, 61. âyette de şöyle buyurulmaktadır:
     “O, kullarının üstünde mutlak hakimiyet sahibidir. Üzerinize de koruyucu melekler gönderir. Nihayet birinize yaşamın sona ermesi (ölüm) geldiği vakit (görevli) elçilerimiz onun yaşamını tastamam alır ve onlar görevlerinde asla kusur etmezler.”
     el-Mâ’ide 117’de, de yaşam alındığında yaşama sırasına ait bir amelin yapılamadığı şöyle bildirilmektedir:
     “Ben onlara, sadece bana emrettiğin şeyi söyledim: Benim de Rabbim, sizin de rabbiniz olan Allah’a kulluk edin (dedim.) Aralarında bulunduğum sürece onlara şahit idim. Ama benim yaşamımı tam olarak aldığında, artık üzerlerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeye hakkıyla şahitsin.”
     C. Katl kelimesinin Kur’ân’daki anlamı ise, Âl ‘İmrân sûresi, 144. âyette “mevt” ve “katl” birlikte anılarak, mevt, varoluşsal bir iş olarak Allâh’a nisbet edilen “yaşamın sona ermesi” anlamında iken, katl’in böyle olmadığı şöyle açıklanmaktadır:
     “Muhammed, ancak bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Şimdi o yaşamı sona erer (ölür) veya yaşamı sona erdirilir (öldürülürse) gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz?”
     el-Bakara 178’de “katl” için şöyle buyurulmaktadır:
    “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre karşı hür, köleye karşı köle, kadına karşı kadın kısas edilir.”
     Bu iki âyetten, Kur’ân’da “katl”in anlamının, “nefsin yaşamı tastamam tamamlamadan ve nefsin alınma zamanı gelmeden önce nefsin alınması” veya “nefis ile yaşam bağının koparılması” olduğu ortaya çıkmaktadır. Bunun için, “katl”de el-Bakara süresi, 178. âyette “kısâs” cezası şöyle buyrulmuştur:
     “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre karşı hür, köleye karşı köle, kadına karşı kadın kısas edilir.” İşte bu yüzden de, yaşamı tastamam tamamlanmadan Allah yolunda yaşam ile bağı kopartılan nefsin alınma zamanı gelene kadar ğaybî yoklukta (ebediyette) yaşayacağı, el-Bakara süresi, 154. âyette şöyle buyurulmaktadır:
     “Allah yolunda öldürülenlere "ölüler" demeyin. Hayır, onlar yaşıyorlar (diridirler). Ancak siz bunu bilemezsiniz.”

     II. ÖLÜM SONRASI ALGISI
     Ölüm ve ölüm sonrası hakkındaki algılama, felsefeden felsefeye, kültürden kültüre ve dînden dîne değişmektedir. (1)

     A. İSLÂM ÖNCESİNDE (2)
     Eski Mısır dininde, ölüm, ölümden sonraki yaşam için yeniden dirilmedir. Bu diriliş de beden ile gerçekleştirileceğinden Eski Mısır’da cesed mumyalanması, ölüyle birlikte mezara sevdiği eşya ve yiyeceklerin konulması, ölüyü yeni hayata döndürmek üzere kadınlar tarafından ağıtlar icra edilmesi geleneğine rastlanmaktadır.
     Eski Yunanlar, yeniden dirilme yerine, bedenin hayat kaynağı kabul edilen ruhun ölüler diyarı olan Hades’e gidip orada yaşamını devam ettirdiğine inanmışlardır.
     Hintliler, bugün de benimsendiği şekliyle, tenâsûh’e (reenkarnasyon’a) inanılmakta ve insanın “karma” diye adlandırılan sonsuz doğum ve ölüm çemberini kırıp mutlak saf ruh durumuna, yani Nirvana’ya ulaşıncaya kadar, ölüm, farklı bedenlerde ve biçimlerde tekrar olmaktadır. Ruhun yeni bir bedende doğuşunu sağlamak için, ölenin bedeni yakılmaktadır.
     Zerdüşt dininde, öldükten sonra iyilerin Ahura Mazda ile birlikte Neşîde Evi’nde ve kötülerin ise, Yalan Evi’nde yaşayacağı inancı vardır. Bu, Parsliler arasında, iyiler Cennet’e, kötüler Cehennem’e gidecek biçimini almıştır. Ölmeden önce tövbe eden kötüler ise Çinvat Köprüsü’nün sonunda cezasını çekip Cennete ulaşacaklardır.
     Mezopotamya’da, Sümer, Bâbil ve Eski İsrail’de, ölüm, yaşamın tamamen sona erdiği ve geri dönüşün mümkün olmadığı sıkıntılı bir durumdur. Sümerlerde, ceset toprağa gömüldükten veya yakıldıktan sonra, ruhun sükûnet bulması ve ölümsüzleşmesi için, yakınları yiyecek, içecek, elbise gibi sunularda bulunmakta ve bunun aylık âyîn (tören) halinde yapılması gerekli görülmektedir. Bu şekilde, ölüler bir tür küçük ilâhlar haline gelmekte ve yaşayanların hayatları üzerine iyi veya kötü etkide bulunabilmektedirler.
     İsrâiloğulları arasında geç dönemlerde, Pers ve Grek kültürlerinin etkisiyle, yeniden dirilme ve ruhun ölümsüzlüğü inancı görülmeye başlanmıştır. (II. Makkabiler, 7/9). 
     Hıristiyanlar’da ölüm, insanlar için uyku olarak tasvir edilmiştir. (Yuhanna, 11/13) Îsâ Mesîh’e imân üzere ölenler, yattıkları yerden bir gün kaldırılıp ona yükseltileceklerdir. (Selânikliler’e Birinci Mektup, 4/13-18; Vahiy, 7/9-17). 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Salim Öğüt, “Ölü”, C. 34, s. 32.
2) Geniş bilgi için bakınız: Salim Öğüt, “Ölü”, C. 34, s. 32-33.
~~~~ * ~~~~

     B. İSLÂM’DA
     İslâm’da ölüm, Kur’ân’da “yaşatma”nın karşıtı olarak “imâte”, yani “canlının yaşamına son verme” ve “teveffî”, yani “canlının ruhunu alma” kelimeleri ile geçmektedir. Hadîs’te de ölüm, aynı kelimelerle anlatılmaktadır.. Birçok âyet ve hadîsin belirttiği gibi, yaşatan ve öldüren Allâh’tır. Allâh bu fiili görevlendirdiği melekler vasıtasıyla yapmaktadır. Kur’ân’da, insanın dünyaya gelmesinin amacı ölmek değil yaşamaktır. Allâh, rûhtan üfleyip halkettiği insana ebedî hayat vermiştir. Ancak, bu hayat iki devreye ayrılmıştır. İlk devresi doğumla başlar, amel ve sınav sürecidir; ikinci devresi ise, ölümle başlar, elde edilen sonuçların belirlendiği ebedî süreçtir. (1)
     Kur’ân’da ölümle başlayıp yeniden diriltilmeye (ba's) kadar sürecek olan bir ara dönem de bildirilmektedir. Buna, “berzah“ denilmektedir. (2) Kur’ân’da el-Mu’minûn sûresi, 99. ile 100. âyetlerinde, şöyle buyurulmaktadır: 
     “Nihayet onlardan birine ölüm gelince, "Rabbim! Beni dünyaya geri gönderiniz ki, terk ettiğim dünyada salih bir amel yapayım" der. Hayır! Bu sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibarettir. Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar (devam edecek, dönmelerine engel) bir perde (berzah) vardır.” (3)
     Görüldüğü gibi, ölümle yüz yüze gelen inançsızların pişmanlık duyarak hayatta iken yapmaya bir türlü yanaşmadıkları kulluk görevlerini yerine getirmek için dünyaya geri döndürülmeyi isteyecekler, ancak bu asla gerçekleşmeyecek bir talep olacaktır; çünkü, onların bu son günleriyle âhiretin fiilen vuku bulması arasında bir berzah hayatı mevcuttur.
     İslâm düşüncesine göre, hayat; ruhun insanın bedenine girmesiyle başlayıp bedenden ayrılmasıyla son bulduğundan genellikle, İslâmî literatürde ölüm, “ruhun bedenden ayrılması” şeklinde tanımlanmaktadır. Bununla birlikte, ruhun bedene girme zamanı ile ruhun bedenden ayrılma zamanı, nasslarda açıkça bulunmamaktadır. Fıkıh’ta, yani İslâm Hukuku’nda ölümün hakîkî, hükmî ve takdirî ayrımı yapılmaktadır. Bunlardan, hakîkî yani tabii ölüm, insanın yaşamının gerçek anlamda sona ermesidir. Hakîkî ölümün gerçekleştiği, gözlem ve teşhîs yoluyla bilinir. Fıkıh’a göre, hakîkî ölümde kişi geride, bedenini ve malını bırakır. Daha önce hükme bağlanmış bedenî cezalar, ölüye bedenî bir ceza uygulamak mümkün olmadığından ölümle düşer, fakat malî cezalar ölümle düşmez, malından ödenir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Salim Öğüt, “Ölü”, C. 34, s. 34.
2) Cüneyt Gökçe, “Berzah”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 5, Ankara 1992, s.. 525.
3) el-Mu’minûn, 99-100. 
~~~~ * ~~~~

     Kişinin, ibadet sorumluluğu ve diğer yükümlülükleri de ölümle sona erdiği için amel defteri kapanır; ancak şu beş vesîle sevap ve bir vesîle de günah yazılmasını devam ettirir. (1) Sevap yazılmasını sürdürten beş vesîle, etkileri devam eden sadaka, ilim öğretip yaymak, hayırlı evlât yetiştirmek, ağaç dikmek ve iyi bir çığır açmaktır. Günah yazılmasını sürdürten bir vesile de, kötü bir çığır açmaktır. (2)
     Böylece, Fıkıh’ta “mevt”, “nefsin, yaşamın nihai sınıra varması nedeniyle hiçbir zorlama ve mecbur tutma olmaksızın bedenden alınması” olmaktadır. Tıpkı, meyve olgunlaştığında, ağaçtan toplanması gibidir. Dolayısıyla, fakîhlere göre ölümün gerçekleşip gerçekleşmemesinde ölçü, yaşamın (hayatın) yerinde duruyor olup olmamasıdır. Bu yüzden, Fıkıh’ta, ruh, nefis ve beden ilişkisi ile bu ilişkinin kesilmesi önemli konulardan biridir. Bu konuda, ittifak edilen husus, nefsin beden üzerindeki tasarrufuyla vazifesini yerine getirdiğidir.
     Beynin üst merkezleri, bu vazifeyi bedende icra etmektedir. Dolayısıyla beynin üst merkezleri ölürse, nefis bedenden alınmış olmaktadır. Beyin ölümüyle nefsin beden üzerindeki tasarrufu için gerekli yetenek ve kapasite ortadan kalkmaktadır. Ancak, ruh tükenmemiş olduğundan canlılık devam etmektedir. Bu durumda, ölümün kesin bilinmesi için, farklı yollar rivâyet edilmiştir. Bazısı iki gün, bazısı da üç gün beklemeyi vacip kabul etmiştir. Kimisi de kötü kokuyu şart koşmuştur. (3)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Hüseyin Esen, “Ölüm.Fıkıh.”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 34, İstanbul 2007, s. 38- 39.
2) Müslim, Zekat 69, Zikir 13; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 10.
3) Adil Sâzihânî, “Beyin Ölümü (Gönüllü Olmayan Pasif Ötanazi) ve Fkhî-Hukukî Sonuçları”, Misbah, Yıl: 3, Sayı: 9, Sonbahar 2014, s.166.
~~~~ * ~~~~

     III. TASARRUF VE VESÎLE
     Ölülerin tasarruf ettiği iddiası, sanki onların gördüğünü, tuttuğunu ve hayatta yaşayanlar gibi bulunduğunu söylemektir. Bunun için, tasarruf kavramı ile konuyla alakalandırılan tevessül kavramlarının açıklanması gerekmektedir:

     A. FIKIH’TA TASARRUF
     Fıkıh’ta “tasarruf”, mümeyyiz kişiden irade ile sâdır olup, kendisine fıkhî sonuç bağlanan fiillere denilir. (1)
     İçlerinde peygamberler ve evliyalar da dahil olmak üzere Allâh Teâlâ’nın kullara verdiği duyma, görme, tutma, yürüme vb. bütün güç ve özellikler ölümle birlikte yok olup gitmektedir.
     Buna göre, ölülerin tasarruf ettiği iddiası, sanki onların gördüğünü, tuttuğunu ve hayatta yaşayanlar gibi bulunduğunu söylemektir. Bu iddia, dinen caiz değildir. Çünkü ölümden sonraki hal, ğaybîdir, yani bilinmeyendir. Allâh’tan başka kimse de onu kesinlikle bilemez. Bu durumda, dînî bir delil olmadığı sürece, ölüler hakkında anlatılan hiçbir şey caiz olmamaktadır.
    Görüldüğü gibi, ne Kur'ân’da ne de Sünnet’e Allâh’ın, ölülerin tasarrufuna dair bir delil yoktur. Bununla birlikte, Kur'ân’da ve Sahih Sünnet’te ölülerin tasarruf edemeyeceğine ait delil ise çoktur.
    Yüce Allah en-Neml süresi 80. âyete ş öyle buyurmaktadır: “Şüphesiz sen ölülere duyuramazsın...”
     Yine, er-Rûm süresi, 52. âyette “Elbette sen ölülere işittiremezsin...”
     Bu ölülerin işitmesi veya işitmemesi, asılını Allâh Teâlâ’dan başka kimsenin bilemediği gayb ve berzah âlemi hallerindendir. Bu yüzden kesin delil olmadan, bir takım görüş ve düşüncelerle bu meseleye dalmak doğru olmaz. Ölülerin işitmediklerine ait delil olacak diğer âyet de şudur:
     Fâtır süresi, 22. âyette de: “Sen kabirde olanlara işittiremezsin!” buyrulmaktadır.
     Rivayet tefsirlerinden et-Taberi tefsirinde bu âyet için şöyle kaydetmektedir:
     “Allâh’ın duymalarını yok ettiği ölülere anlatamazsın.”
     Sahîh Sünnet’te, şu rivâyetler nakledilmektedir: (2)
     Ebû Talha’dan şöyle rivâyet edilmektedir:“Peygamber Bedir Savaşı bitince Kureyş’ten ölen 24 tane soylu kişinin cesetlerinin biraraya toplanmasını emretti. Bunlar Bedir kuyularından pis ve pis şeyleri içine alan bir kuyuya atıldılar. Peygamber, düşman bir kavme galip gelince, oranın açık bir sahasında üç gece kalmak âdetinde idi. Bedir Savaşı’ndan üç gün geçince Peygamber, devesinin getirilmesini emretti. Yol ağırlığı deveye yüklenip bağlandı. Sonra Peygamber yürüdü. Sahâbîler de O’nun arkasından yürüdüler. Birbirlerine: "Herhalde Peygamber bazı ihtiyaçları için gitmektedir." dediler. Nihayet Peygamber, öldürülen Kureyş’in ileri gelenlerinin atıldıkları kuyunun bir tarafında durdu ve onları kendi adlarıyla ve babalarının adlarıyla çağırarak şöyle dedi: "Yâ fulan oğlu fulan, yâ fulan oğlu fulan! Siz Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat etmiş olsaydınız, itaatiniz sizleri sevindirir miydi? Biz, Rabbimiz’in bize va’dettiğini gerçek olarak bulduk. Siz de, Rabbiniz’in size va’dettiğini gerçek olarak buldunuz mu?" 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İbrahim Kafi Dönmez, “Tasarruf”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 40, Ankara 2011, s. 118.
2) El-Buhârî , Fethu’l-Bârî, C. VII, s. 242; en- Nesâî, C. I, s. 693;Muslim, C. 8, s. 163-164); Ahmed b. Hanbel, C. III, s. 219-220 ve başka bir yoldan İbn Ömer’den Ahmed b. Hanbel, C. II, s. 31.
~~~~ * ~~~~

     Ebû Talha dedi ki: Ömer: "Yâ Rasûlüllah! Kendilerinde ruhları bulunmayan şu cesetlere ne söylüyorsun?" dedi. Bunun üzerine Rasûlüllah: "Muhammed ’in nefsi elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, benim söylemekte olduğum sözleri, sizler onlardan daha iyi işitir değilsiniz." buyurdu.
    Katâde şöyle demiştir: "Allâh onları ayıplamak, küçültmek, azap etmek ve kaçırdıkları fırsatlara yanmaları, yaptıkları zulümlere pişman olsunlar diye Rasûlüllah’ın sözünü onlara duyurmak için Bedir kuyusundaki cesetlere hayat verdi."
     Bu durum Âişe (ra)’ya anlatılınca, o şöyle dedi: "Rasûlüllah o sözüyle şunu söylemiştir: "Onlar şu an onlara söylediğim şeyin gerçek olduğunu biliyorlar." Sonra şu âyeti sonuna kadar okudu: "Sen ölülere işittiremezsin."
     Şu âyet de açıkça müşriklerin Allâh’tan ayrı olarak kendilerine yalvardıkları ölmüş evliya ve mübarek şahısların işitmediğini bildirmektedir:
     "...İşte Rabbiniz Allâh’tır. Mülk O’nundur. O’nu bırakıp da kendilerine yalvardıklarınız ise, bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir. Eğer onlara yalvarsanız, sizin yalvarmanızı işitmezler. Faraza işitseler bile, size cevap veremezler. Kıyamet günü de sizin ortak koşmanızı reddederler. (Bu gerçeği) sana, herşeyden haberi olan (Allâh) gibi hiç kimse haber veremez." (Fâtır 13-14)
     Bunun bir benzeri olarak şu âyette de şöyle buyurulmaktadır:
     "Allâh’ı bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allâh’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler." (ez-Zumer, 3)
     Ez-Zumer süresi 3. âyetteki bu “Allâh’a yaklaştırma”ya, el-Mâ’ide sûresi, 35. âyette, “Ey iman edenler! Allah 'tan korkun ve Ona yaklaşmaya yol arayın” (35.) âyeti ile el-İsrâ’ sûresi, “Onların yalvardıkları bu varlıklar, Rablerine vesîle ararlar”(57.) âyetinde “vesîle” denilmektedir.

     B. KUR’ÂN’DA VESÎLE (1)
     Kur’ân’da “vesîle” iki âyette geçmektedir. Bunlardan birinci, el-Mâ’ide sûresi, 35. âyettir. Şöyle buyrulmaktadır:
     “Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının, ona yaklaşmaya vesîle arayın ve onun yolunda cihâd edin ki kurtuluşa eresiniz.”
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Geniş bilgi için bakınız: İsmail Çalışkan, Kur’ân-ı Kerîme Göre Tevessül ve Vesîle, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1992, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi; Mehmet Necmeddin Bardakçı, “Tasavvufi Bir Terim Olarak Tevessül ve Vesile”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 1999, s. 33-48; Atilla Yargıcı, “İki Ayet Çerçevesinde Vesile Kavramına Farklı Tefsirlerin Yaklaşımları”, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 21, Sayı 35, Ocak-Haziran 2016, s. 7-27.
~~~~ * ~~~~

     Âyetteki, Hicrî III./Mîlâdî IX. yüzyılda, Hıristiyan bir aileden gelen, sekizinci imâm Ali er-Rızâ vasıtasıyla müslüman olduğu hemen hemen bütün kaynaklarda belirtilen Ma’rûf el-Kerhî (ö. 200/815 m.)’nin talebelerinden en önde geleni Serî es-Sakatî (ö. 251 h./865 m.)’ye, “Allâh’tan bir şey dilersen Ma’rûf’un hürmetine diyerek iste” nasihatı üzerine, âyetteki “ilk olarak “şeyhler” diye tefsîr edilmiştir. (1)
     Hicrî IV./Mîlâdî X. yüzyılda ise, Et-Taberî (ö. 310 h./922 m.), âyetteki yi, “Allâh’a razı olacağı amellerle yaklaşmak” diye tefsîr ederek, âyetin zâhir tefsîrini yapmıştır. (2)
     Yine, er-Râzî (ö. 313 h./925 m.) âyetteki “Taat ve günahları terk etmekle Allâh’a yaklaşmak diye tefsîr ederek, âyetin “Allâh’ bilmek ve tanımak için bir mürşide ihtiyaç olduğu” şeklindeki tefsiri de, Allâh’ı bilmek ve tanımak için, yani imân için bir mürşidin gerekli olduğunun âyetten anlaşılamayacağını ileri sürerek reddetmiştir. (3)
     Hicrî XII./ Mîlâdî XVIII. yüzyılda, âyetin bâtinî, yani iş’arî tefsîri, Bursa Halvetiye Tekkesi’nin şeyhi İsmâil Hakkı Bursevî (ö. 1137 h./ 1725 m.)’nin, Ruhu’lBeyân adlı tefsîrinde yeniden görülmektedir. Bursevî, âyetteki “Hakiki âlimler ve tarikat şeyhleri” diye tefsîr etmiş ve “vesîle” kelimesinin bâtinî, yani iş’arî tefsîrini yapmıştır. Bu tefsirini de, menkıbe ile delillendirmiştir. Bu menakıb delillerinden birinde, Bursevî şöyle anlatmaktadır: Ebû Yezîd el Bistamî’nin hizmetkarının ölüp de Münker ve Nekir’in sorularına muhatap olduğunda, “Ben Ebû Yezîd el Bistamî’nin kürkünü taşıdım” diyerek onları cevaplamıştır. Burada, el Bistamî, “vesile” olup sorular cevaplanmış olmaktadır. Bursevî sonra da, “Bu gibi misalleri akıldan uzak görme. Çünkü müdakkik insanın cevabı, kendisi ile birlikte gider ve ona kabirde böyle bir azık olur.” demiştir. (4)
     Bursevî’den yaklaşık yüz sene sonra, İbn Acîbe (ö.1224 m.) de tefsirinde, âyetteki “bir şeyhin tahakkümü altına girmek” diye kelimenin bâtinî, yani iş’arî tefsîrini devam ettirmiş ve böylece, şeyhlik ile mürşilik müessesine vurgu yapılarak, insanlar iş’arî tefsirlerle tarikatlara yönlendirilmişlerdir. (5)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Abdulkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, İstanbul 1991, s. 15. Kuşeyri, Risâle, s. 15.
2) Muhammed b. Cerir Et Taberî, Camiu‟l-Beyan fi Te‟vili‟l-Kur‟an, Muhakkik: Ahmed Muhammed Şâkir, Cilt X, Müessesetü‟r-Risale, 2000, s. 289-292.
3) Muhammed b. Ömer b. El Huseyn er Râzî, Mefâtihu‟l-Gayb, Cilt I, Yayın Yeri Yok, Yayın Tarihi Yok, s. 1651-1652.
4) İsmail Hakkı Bursevî, Ruhu‟l- Beyân, Cilt II, Dâru İhyâi‟t-Turâsi’l-Arabî, Yayın Tarihi Yok, s. 311- 312.
5) Atilla Yargıcı, “İki Ayet Çerçevesinde Vesile Kavramına Farklı Tefsirlerin Yaklaşımları”, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 21, Sayı 35, Ocak-Haziran 2016, s.16.
~~~~ * ~~~~

     Hicrî IVX./ Mîlâdî XX. yüzyılda Reşit Rızâ (ö. 1354 h./1935 m.), âyetteki; “Allâh’a razı olacağı amellerle yaklaşmak” diye tefsîr ederek, âyetin zâhir tefsîrini yapmıştır. (1)
     Âyetlerde “vesîle”, “Allâh’ın rızasına ulaştıracak, yaklaştıracak ameller ve Hadîslerde ise, “Cennette en yüksek makam” anlamındadır. (2) Tasavvufî çevrede, “vesîle”ye yanlış algı ile, “Allâh’a ulaştıracak vesail” anlamı verilmiştir. Allâh’a vesîle yapmak ortadan kalkmış enbiya ve müttaki salih insanlara tevessül edilmiştir. İnsanlar, doğrudan isteklerini bu şahıslardan ve kabirlerinden talep etmeye başlamışlardır. Habuki Hz. Muhammed s.a.v. “dua ibadetin ta kendisidir” buyurmaktadır. Aynı zamanda Kur’anda, “Allah ile birlikte başka birisine dua etmeyin”, “Allah‟ın dışında kendilerine dua ettiğiniz, sizin gibi kullardan başka bir şey değildir” ve “Allah‟ın dışında dua ettiğiniz kimseler, hiçbir şeye malik değillerdir. Siz onlara dua ettiğinizde sizin çağrınıza, duanıza kulak vermezler. Duysalar da cevap veremezler. Kıyamet gününde de sizin onları Allah’a şirk koştuğunuzu inkar ederler”gibi ayetler bulunmaktadır. (3)
     Vesîle ile ilgili Kur’ân’daki ikinci âyet ise, 17. el-İsrâ’ sûresi, 57. âyettir. Bu âyette de şöyle buyrulmaktadır:
     “Onların yalvardıkları bu varlıklar, ‘hangimiz daha yakın olacağız’ diye Rablerine vesile ararlar. Onun rahmetini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı gerçekten korkunçtur.”
     Buhari’de zikredilen İbn Mes’ud rivayetini göre, ayetin nüzul sebebi şudur: Araplardan bir kısmı bir grup cine ibadet ediyordu. Bu cinler Müslüman oldular ama ona ibadet edenler bunun farkına bile varmamışlardı. İşte ayet bunun üzerine nazil oldu. Ayetin ikinci nüzul sebebi olarak da yine İbni Mes’uddan arap müşriklerinin bazılarının meleklere ibadet etmelerini zikretmektedir. İbni Abbas ve Mücahid, Uzeyir ve İsa’ya tapanlarla ilgili nazil olduğunu bildiriyor. Bunlar Allah’a yaklaşmak isteyen varlıklardır. Kuşeyrî (ö. 465 h./ 1072 m.), onların ibadet ettikleri varlıkların, yani melekler, İsa ve Üzeyir gibi varlıkların kendilerine bir fayda ve zarar verecek güce sahip olmadıklarını, onların hepsinin Allah’a itaat ederek, ihsanını ümit ederek, rahmetini arzu ederek ve azabından korkarak O’na yaklaşmaya çalışan varlıklar olduğunu, bu tür varlıkların insanlardan belaları kaldırmaya güç yetiremeyeceklerini bildirmektedir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Et Taberî, Camiu’l-Beyan fi Te’vili’l-Kur’an, c. X, s. 289-292.
2) Muhammed Reşit b. Ali Rıza b. Muhammed, Tefsuru’l-Kur’ani’l-Hakim,(Menâr Tefsiri), Cilt VI, el Kâhire 1995, s. 306.
3) Muhammed Reşit b. Ali Rıza b. Muhammed, Tefsuru’l-Kur’ani’l-Hakim,(Menâr Tefsiri), el-Kahire, 1995, VI, 307-308.
~~~~ * ~~~~

     Sünnet’te ise, ezandan sonra yapılan duada, cümlesinde, “Allah’ım Muhammed,
sallallahu aleyhi ve sellem’e vesîle ver!” denilirken, buradaki “vesîle” kelimesi, “kendisiyle bir şeye ulaşılan, yaklaşılan şey” anlamındadır. (1) Görüldüğü gibi, Kur'an-ı Kerimde vesîle kavramının geçtiği birinci âyet, "vesîle"yi Allah'ın rızasını kazanmak, Allah'a yakınlığa sebep olan şeyler, kendisi ile Allah'a yakınlaşılan ibadet ve taatlar ile terk edilen kötü davranışlar olmaktadır. İkinci âyeti ise, Hıristiyan ve Yahudiler ile diğer müşriklerin ilah diye yalvardığı İsa, Meryem, Uzeyr, melek, ve cin gibi mahlukların da Allah'a yakınlık için vesîle aramalarına rağmen, o müşriklerin bunların ilah olduğunu nasıl düşünebildiği sorgulanmakta, Allah'ın dışında, putları vesile edinmenin uygun olmadığı ifade edilmektedir.
     Kur'an'da olduğu gibi, Hz. Peygamber'in hadislerinde de tevessül ile ilgili sahih haberler mevcuttur. Kur'an'da mümkün görülen salih amelle vesîleye ek olarak, hadislerde şahısların da vesîle olabileceğine yer verilmiştir: (2)
     Hz. Peygamber umre için kendisinden izin isteyen Hz. Ömer'e; “Bizi de duadan unutma kardeşim" demiştir.
     Mağara hadisi olarak bilinen hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
     "Sizden evvelki gelip geçen ümmetlerden üç kişilik bir topluluk yürüyüp giderlerken birden kendilerini bir yağmur yakaladı. Hemen bir mağaraya sığındılar. Akabinde mağaranın çıkışı, büyük bir kaya ile bunların üzerine kapandı.
     Bunlar birbirlerine: Şu muhakkak, vallahi ey şu mağara içinde bulunanlar! Sizi buradan doğruluktan başka bir şey kurtaramaz. Onun için sizden her bir kişi doğru söylediğini bildiği bir şeyle Allah’a dua etsin, dediler.
     Bunlardan birisi: Ey Allahım! Katî olarak bilmeklesin ki benim ücretli bir işçim vardı, o bana üç sa' ölçeği pirinç karşılığı çalışıyordu. Bu işçi hak ettiği ücreti almadan bırakıp gitti. Ben bu ücret pirincini alıp ektim ve iyi mahsul oldu. Onu satıp parasıyla bir sığır satın aldım . Bir müddet sonra o işcçi bana gelip ücretini istedi. Ben de ona: Şu sığırları alıp önüne kat da sürgit, dedim. O kişi: benim, senin yanında üç sa' ölçeği pirinç hakkım var, dedi. Ben yine ona: Şu sığırları al. Zira onlar senin o üç sa' ölçeği pirincin ücretinden çoğaldılar, dedim. İşçi onları sürüp gitti. Ey Allahım, Sen bilmeklesin ki, ben bunu. senin haşyetinden ötürü böyle yaptım. Onun hatırına bizden şu kayayı. aç! diye dua etti. Kaya onların üzerinden biraz açıldı.
     Diğer biri de: Ya Allah! Şüphesiz Sen bilmektesin ki, benim ihtiyar anamla babam vardı. Ben her gece bunlara koyunlarımın sütünden getirip içirirdim. Bir gece bir engel sebebiyle bunlara süt getirmekte geciktim. Geldiğim de bunlar uyumuşlardı. Ailem ve çocuklarım açlıktan feryat ediyorlardı. Fakat ben, annem ve babamı süt içmeden çocuklarıma içiremezdim. Ancak onları uyandırmaya da kıyamadım. Süt tasını bırakayım da onlar uyanınca içsinler de diyemedim. Süt tası elimde sabaha kadar bekledim. Allahım, Sen bilmektesin ki, ben bunu sırf senin haşyetinden dolayı yaptım. Bizden bu sıkıntıyı gider! dedi. Akabinde kaya biraz daha açıldı, hatta gökyüzünü bile gördüler. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İbn Manzur, Ebû’l-Fadl Cemâluddin Muhammed b. Mükrem, Lisanu’l-Arab, Cilt XI, Dâru Sadır, Beyrût, Tarih Yok, s. 724, Muhammed b. Muhammed b. Abdi’r-Rezzak el Huseynî, Tacu‟l-Arûs min Cevâhiri‟l-Kamûs, Cilt XXXI, Dâru’l Hidaye, Yayın Yeri Yok, Tarih Yok, s. 75, Muhammed b. Ebi Bekr b. Abdi’l-Kâdir er Razi, Muhtaru‟s-Sıhah, 1995 Beyrut, s. 740, İbrahim Mustafa ve arkadaşları, el Mu’cemu’l-Vasit, Cilt II, Tarih Yok, Yayın Yeri Yok, s.1032.
2) Mehmet Necmeddin Bardakçı, “Tasavvufi Bir Terim Olarak Tevessül ve Vesile”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 1999, s. 35-48.
~~~~ * ~~~~

     Üçüncüsü de: Ya Allah! Sen kesin olarak biliyorsun ki, benim bir amcakızım vardı. O bana insanların en sevgilisi idi. Ona sahip olmak istedim, fakat o benden çekindi. Ancak kendisine yüz dinar getirmemi söyledi. Ben bu yüz altını zar zor kazandım ve kendisine getirip verdim. O da kendini bana teslim etti. Ben o yasak fiili tanı işleyeceğim sırada kız, Allah’tan kork! Yaratıcı kudretim bekaret mührünü bozma. O mühür ancak bir hakla, yani nikahta açılır, dedi. Bu sözü üzerine ben üstünden kalktım, yüz dinarı da ona bıraktım. Şüphesiz Sen bilmektesin ki, ben bunu ancak Senden korktuğum için böyle yaptım. Bu kaya belasından bizi kurtar! dedi.
     Bu dua biter bitmez Allah Teala mağaranın önünü açtı, onlar da çıkıp gittiler."
     İslam bilginleri tevessül konusunda farklı görüşler taşımakla birlikte, üç çeşit vesile anlayışını kabul etmektedirler: Birincisi, “Allah'ın güzel isim ve sıfatları; ikincisi, “salih ameller”; üçüncüsü ise, “takva sahibi iyilerin duası”dır. Bunların dışındaki tevessül ise, tartışmalıdır. Tartışmalı tevessülü, kabul etmeyenler konuya itikadî açıdan, kabul edenler ise konuya tasavvufi açıdan yaklaşmaktadır. Tartışmalı tür tevessüllerden biri de, “şahısla yani zatla yapılan tevessül” olmaktadır. Zatla yapılan tevessül, hem itikadî ve hem de tasavvufi açıdan yaklaşanlarca, farklı yorumlamalara rağmen kabul görmüştür. Ancak, zatla yapılan tevessülde, kabirdeki ölüleri vesîle edinme hususunda, çok sert tartışmalar meydana gelmiştir. Çünkü, bu tür tevessülde tevhid inancı yok olmakta ve şirke düşülmektedir. Ölmüş insanları vesile edinerek, yardım sağlama düşüncesini kabul edenler, “ruhun ölümsüzlüğü”nü ileri sürüp, düşüncelerini ve yaptıkları hareketleri desteklemek için âyet ve hadislerden delil getirmeye çalışmaktadırlar. Ancak, ruhun hakikat ve mahiyeti hakkında bir açıklamama yoktur. Bu konuda, Allah Teala sadece "De ki ruh, Rabbimin emrindendir. " anlamındaki ayetten başka bir şey bildirmemiştir.
     Ölmüş insanları vesile edinmeyi kabul etmeyenler ise, ilgili ayet ve hadislerden hareket ederek onları vesile edinip faydalanmayı doğru bulmamaktadırlar. Onlara göre peygamberler, şehidler ve salih kişiler, Allah katında özel bir yaşamdadırlar. Bu özel yaşam, onların tasarrufta bulunduğuna bir delîl teşkil etmemektedir. Çünkü, ölen kişilerin dünya ile bağları kesilmiştir.
     İslam tasavvufunun sistemleştiği Hicrî III. ve V./ Milâdî IX. ve XI. yüzyıllarda, sûfîlerde Allah'a yakınlık için salih arneller vesîle olmaktadır. Allah ile kul arasına başka vesîle konulması, Allah'tan uzaklık sayılmaktadır. Şeyh mürid ilişkisinde ise vesîle, müridin Allah'ın murakabesi altında bulunduğu şuurunu canlı tutulması olmaktadır.
     Tarikatların ortaya çıktığı, Hicrî VI. ve VII../ Milâdî XII. ve XII. yüzyıllarda pirlerin ve şeyhlerin Allah'a yaklaşmak için vesîle kabul edildiği görülür. Onlara göre irşad makamındaki şeyhin diri ya da ölmüş olması arasında fark yoktur. Nitekim Nakşibendiyye tarikatının kurucusu Muhammed Bahaeddin Nakşibend (ö. 791 h./1389 m.)'in irşadını Abdülhâlık Gucdüvânî (ö. 617 h./1220 m.)'nin ruhaniyeti ile, üveysî olarak tamamladığı belirtilir. Üveysllik; ya doğrudan Hz. Peygamber'in ruhu ve maneviyatı tarafından terbiye edilen velîyi; ya da daha önce yaşamış ve ölmüş bir mürşidin ruhaniyetinden feyz alıp bunlarla kalbi bir irtibat kurarak ona ait halin kendisine de geçeceğine inanmayı ifade etmektedir.
     Tarikatlar arasında 5. el-Mâ’ide süresi 35. âyetinde geçen ''Ona yaklaşmaya vesîle arayın" buyruğundaki "vesîle"yi “mürşid” olarak yorumlamışlardır. Bir mürid şeyhinden veya tarikat pirlerinden "Ya şeyh! Beni kurtar" diye imdat beklerse, isteğini Allah'a arzetmiş sayılır.
     Tevessülü kabul etmeyenler salih arneller ve iyi şahısların duaları Allah'a yakınlaşma ya vesile olmakla beraber, insanlar ve özellikle ölüler vesîle olamazlar, demişlerdir. Çünkü ölülerin dünya ile ilgileri kesilmiş olduğundan her hangi bir tasarrufları söz konusu değildir. Kendisine faydası olmayan bir ölünün başkalarına da faydası olamaz.
     Tevesülü kabul etmeyenler, 5. el-Mâ’ide süresi 35. âyetinde geçen ''Ona yaklaşmaya vesîle arayın" buyruğunda maksat, “Allah'a iman ve O'na itaattir” demişlerdir. Dua ve ibadetlerle tevessül edilebileceği gibi, peygamberlerin ve salih kişilerin başkaları için yapacakları dualar da makbuldür. Çünkü sahâbe Hz. Peygamber'in duasını vesîle edinmiştir. Ancak, sahabe Hz. Peygamber'in vefatından sonra, kabrine gidip onu vesîle edinmemiştir, Onlara göre, salih arnelleri vesîle edinmek mağara hadisinde geçtiği üzere meşrûdur. Bu görüşte olanlara göre, sûfilerin ölülerin tasarrufta bulunabileceğine dair söyledikleri sözlerin aslı yoktur. Zira onlar ölüdür. Ruhları bağlanmış, amelleri kesilmiştir. Kendisine faydası olmayan bir ölünün başkasına nel faydası olabilir. Bunun keramet cinsinden olduğunu söylemek ise mugalatadır. Keramet, Allah'ın velisine ikram ettiği bir lütuf ve ihsandır. Velinin bunda hiçbir müdahalesi yoktur.
     Onlara göre, Kur'an'da ve hadislerde bununla ilgili bir çok delil vardır. Allah Teala şöyle buyurur: "Hiç kimseden şefaat kabul olunmaz.” ''Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez. " Hz Peygamber de "Yakın akrabalarını uyar" ayeti nazil olduğunda akrabalarını toplamış ve; "Ey Haşimoğulları! Kendinizi ateşten koruyun. Ey Abdülmuttalib oğulları! Kendinizi ateşten koruyun. Ey Fatıma! Kendini cehennem ateşinden koru. Zira ben sizin için Allah 'ın rahmetinin dışmda bir şey yapmaya malik değilim. "buyurmuştur.
     Bu gruptaki alimlere göre, ayet ve hadislerden anlaşıldığı üzere, insanlarla Allah'a tevessül düşüncesi yanlıştır ve sapıklıktır, sağlam bir iman olduktan sonra başka insanlara ihtiyaç yoktur, insanların vesile olacağını zannedenler, akıllarını vehimlere ve batı! Düşüncelere teslim etmişler, bid'atlara dalmışlar, şeyhlerini vesile edinme bid'atini işleyerek ve onları Allah'a yakınlık vesilesi zannederek sapıklığa düşmüşlerdir.
     Âyet ve hadislerden anlaşıldığı üzere, insanlarla Allah'a tevessül düşüncesi yanlıştır ve sapıklıktır, insanların vesile olacağını zannedenler, akıllarını vehimlere ve bâtıl düşüncelere teslim etmişler, bid'atlara dalmışlar, şeyhlerini vesile edinme bid'atini işleyerek ve onları Allah'a yakınlık vesilesi zannederek sapıklığa düşmüşlerdir.

     Sonuç
     İşte, Kur'ân’ı en güzel tefsir eden, sadece Kur'ân ve sünnettir. Bu yüzden belirtilen âyetlerin hükmünü kabul etmek kaçınılmaz olmaktadır.
     Bu âyet ve hadislerden anlaşıldığı üzere, insanlarla Allah'a tevessül düşüncesi yanlıştır ve sapıklıktır, insanların vesile olacağını zannedenler, akıllarını vehimlere ve bâtıl düşüncelere teslim etmişler, bid'atlara dalmışlar, şeyhlerini vesile edinme bid'atini işleyerek ve onları Allah'a yakınlık vesilesi zannederek sapıklığa düşmüşlerdir.
     Kur'ân ve Sahîh Sünnet’e göre ölüler de işitmezler. Bu meselede esas olan da budur. Usûl-i Fıkıh’daki: "Özel durum, genel durumdan ayrı tutulur." kuralına göre, bu esasa aykırı rivâyet edilen, Resûlullah’ın benim söylemekte olduğum sözleri, sizler onlardan daha iyi işitir değilsiniz hadisi ile "Ölü, defnedenler ayrıldıklarında, onların ayak seslerini işitir." hadisini istisna tutmak gerekir. Yine Rasûlüllah (sav)’ın, “Selâm verenlerin selâmını doğrudan kendisinin almadığı da şu rivâyette bildirilmektedir: “Allâh’ın yeryüzünde dolaşan melekleri vardır. Ümmetimin selâmını bana ulaştırırlar.”
     "Fethu’l-Kadîr", "Hidâye", "Durru’l-Muhtâr" gibi Ebû Hanife ve O’nun talebelerinin fetvalarında: Ölü, ruhunu teslim ettikten sonra Hz. Aişe (ra)’nın da dediği gibi işitmez. Bunun böyle olduğunu diğer mezhepler, Mâlikîler, Şâfi’îler ve Hanbeliler de kabul etmişlerdir.
     İşitmediği savunulan ölülerin, şehidler dışındaki ölüler olduğu kabul edilmelidir. Çünkü gelen haberlere göre genel olarak şehidler, diğer ölülerden ayrıcalıklı olarak Allâh katında diri oldukları için işitirler. Ancak burada, söz konusu olan diriliğin kabirde değil, Allâh katında olduğu aşikârdır. Bu, Mesrûk yoluyla gelen hadiste de açıkça şöyle geçmektedir:
     "O dedi ki: "Abdullah b. Mes’ûd’a bu âyetin mânâsını sorduk. Dedi ki: Biz de bu sorunun aynısını Rasûlüllâh (sav)’e sorduk ve dedi ki: "Şehidlerin ruhu yeşil kuşların içindedir. Arşta bu kuşlar için asılı kandiller vardır. Cennette diledikleri yerde dolaşırlar, sonra bu kandillerde gecelerler…"" Müslim ve diğerleri rivayet etmiştir.
     O halde;
     Melekler, kendilerinden hiç kimse istemeksizin mü’minler için durmadan mağfiret dilediklerinden, meleklere yalvarmak caiz değildir.
     Vefat etmiş peygamberler ve salih kullara yalvarmamız ve onlardan dua ve şefaat talep etmemiz de iki sebepten dolayı caiz olmamaktadır. Bunlardan birincisi; onlar, kendilerinden talep olunmasa bile, bu konuda Allâh Teâlâ’nın kendilerine Uluslararası Yanlış Algılar ve Doğru İslam Sempozyumu Bildirileri 587 emrettiğini yerine getirirler; kendilerinden talep olunduğunda da, emrolunmadıklarını yapmazlar. Dolayısıyla onlardan istekte bulunmanın hiçbir faydası yoktur. İkincisi ise: Bu durumda onlara yakarma ve onlardan şefaat dileme, onlarla şirke düşmeye neden olur; bu vaziyette de böyle bir tehlike vardır.
     Buna göre, vefat ettikten sonra peygamberden veya evliyalardan yardım, şefaat vb. şeyleri istemek caiz değildir, çünkü bu şirktir veya insanı şirke götürür.
 
bus

24 Ağustos 2021 Salı

T.C. GENÇLİK VE SPOR BAKANLIĞI PERSONEL GENEL MÜDÜRLÜĞÜ 4346 SÜREKLİ İŞÇİ ALIM DUYURUSU

T.C. GENÇLİK VE SPOR BAKANLIĞI
PERSONEL GENEL MÜDÜRLÜĞÜ
4346 SÜREKLİ İŞÇİ ALIM DUYURUSU

     4857 sayılı İş Kanunu, 2 sayılı Genel Kadro ve Usulü Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi, Kamu Kurum ve Kuruluşlarına İşçi Alınmasında Uygulanacak Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik ile Kamu Kurum ve Kuruluşlarına Eski Hükümlü veya Terörle Mücadelede Malul Sayılmayacak Şekilde Yaralananların İşçi Olarak Alınmasında Uygulanacak Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik hükümleri çerçevesinde Türkiye İş Kurumu (İŞKUR) aracılığı ile Bakanlığımız taşra teşkilatında istihdam edilmek üzere ek listede dağılımı gösterilen Temizlik Görevlisi ile Güvenlik Görevlisi meslek kollarında sürekli işçi alımı yapılacaktır.

     I- BAŞVURU ŞARTLARI
     A- GENEL ŞARTLAR
     a) 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 48’inci maddesinde belirtilen şartları taşımak.
     b) 2527 sayılı Türk Soylu Yabancıların Türkiye'de Meslek ve Sanatlarını Serbestçe Yapabilmelerine, Kamu, Özel Kuruluş veya İşyerlerinde Çalıştırılabilmelerine İlişkin Kanun hükümleri saklı kalmak kaydıyla Türk vatandaşı olmak.
     c) 18 yaşını tamamlamış olmak (23.08.2003 ve öncesi doğumlu olmak).
     d) Affa uğramış olsa bile Devletin güvenliğine karşı suçlar, anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, millî savunmaya karşı suçlar, Devlet sırlarına karşı suçlar ve casusluk, zimmet, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, güveni kötüye kullanma, hileli iflas, ihaleye fesat karıştırma, edimin ifasına fesat karıştırma, suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama veya kaçakçılık suçlarından mahkûm olmamak.
     e) Özel kanun veya diğer mevzuatta yer alan şartları taşımak.
     f) Kamusal hakları kullanmaktan yoksun bırakılmamış olmak.
     g) Güvenlik soruşturması ve/veya arşiv araştırması olumlu sonuçlanmak.
     h) Erkek adaylar için askerlik ile ilişiği olmamak (yapmış olmak, tecilli veya muaf olmak).
     i) Herhangi bir sosyal güvenlik kurumundan emeklilik, yaşlılık veya malullük aylığı almamak.
     j) Görevini devamlı yapmaya engel hastalığı bulunmamak.
     k) Tam zamanlı ve vardiyalı çalışmaya engel durumu bulunmamak.
     l) Başvurduğu kadronun bulunduğu il sınırlarında ikamet etmek.
     m) Başvuru yaptığı kadro için aranan cinsiyet şartını taşımak.

     B- ÖZEL ŞARTLAR
     1) Güvenlik Görevlisi meslek kolu için;
     a) 35 yaşından gün almamış olmak (27.08.1986 ve sonrası doğumlu olanlar)
     b) En az ortaöğretim (lise ve dengi) öğrenim düzeyine sahip olmak.
     c) Başvurunun son günü (27 Ağustos 2021) itibarıyla geçerlilik süresi bulunan silahsız özel güvenlik görevlisi kimlik kartına sahip olmak.

     2) Temizlik Görevlisi meslek kolu için;
     a) En az ortaöğretim (lise ve dengi) öğrenim düzeyine sahip olmak.
     Adayların Türkiye İş Kurumu’nda (İŞKUR) ilan edilen işgücü taleplerinde belirtilen son başvuru tarihi (27 Ağustos 2021) itibarıyla aranan şartlara haiz olması gerekmektedir.

     II- BAŞVURU ŞEKLİ, YERİ VE TARİHİ
     1) Başvuru şartlarını taşıyan adaylar 23 – 27 Ağustos 2021 tarihlerinde esube.iskur.gov.tr internet adresinden "İş Arayan" linki üzerinden TC kimlik numarası ve şifre ile giriş yaparak başvuru yapabilecektir. Ayrıca hizmet noktalarından ve Alo 170 hattı üzerinden de başvurular yapılabilecektir.
     2) Her aday, Türkiye İş Kurumu’nda (İŞKUR) yayımlanan listede bir işyeri ve bir meslek koluna başvuru yapabilecektir.
     3) Başvurularda kişilerin Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sisteminde kayıtlı olan birinci yerleşim yeri adresi dikkate alınacaktır. Başvuru süresi içerisinde ikametini talebin karşılanacağı yere taşıyan adayların başvurusu kabul edilmeyecektir. İkamet değişikliği ile ilgili olarak, Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sisteminden yapılan sorgulamada Nüfus Müdürlüğünde işlemin yapıldığı tescil tarihi esas alınacaktır. İkametini talebin karşılanacağı yer içerisinde değiştiren adayların Nüfus Müdürlüklerinden alacakları Adres Bilgileri Raporunu başvuru süresi içerisinde Türkiye İş Kurumu (İŞKUR) birimlerine ibraz etmeleri halinde ilgili ilana başvuruları alınabilecektir.
     4) Bu duyuruda belirtilen esaslara uygun olmayan başvurular kabul edilmeyecektir.
     5) Başvuru işleminin hatasız, eksiksiz ve duyuruda belirtilen hususlara uygun olarak yapılmasından adayın kendisi sorumlu olacaktır.

     III- BAŞVURULARIN DEĞERLENDİRİLMESİ, KURA ÇEKİMİ VE BELGE TESLİM İŞLEMLERİ
     1) Temizlik Görevlisi ile Güvenlik Görevlisi kadroları için Türkiye İş Kurumu’nun (İŞKUR) esube.iskur.gov.tr internet adresi üzerinden başvuran ve talep şartlarına uyan başvuru sahiplerinin tamamının yer aldığı listeler Bakanlığımıza gönderilecektir.
     2) Türkiye İş Kurumu (İŞKUR) tarafından gönderilen ve kura çekimine dahil olacak nihai listede yer alan adayların tamamının yer aldığı listeler esas alınmak suretiyle açık iş sayısının 4 (dört) katı kadar asıl ve aynı sayıda yedek aday için noter huzurunda kura çekimi yapılacaktır.
     3) Türkiye İş Kurumu (İŞKUR) tarafından kura çekimi yapılmak üzere gönderilen listede yer alan adayların, kura çekimi 15 Eylül 2021 Çarşamba günü yapılacaktır. Kura çekim yeri daha sonra Bakanlığımız internet sitesinde yayımlanacaktır.
     4) Kura çekimi noter huzurunda gerçekleştirilecektir. Adaylar istemeleri halinde kura çekimini izleyebilecektir.
     5) Noter huzurunda gerçekleştirilecek kura çekimi sonucunda belirlenen asıl adaylar daha sonra ilan edilecek tarihlerde başvurmuş oldukları meslek kolu için aranan şartları taşıdıklarını belgeleyen evraklarını başvuru yapmış oldukları kadronun bulunduğu Gençlik ve Spor İl Müdürlüğüne şahsen teslim edeceklerdir.

    Güvenlik Görevlisi meslek kolu için teslim edilmesi gereken belgeler;
     a) En az Ortaöğretim (lise ve dengi) öğrenim düzeyine sahip olduğunu gösterir diploma veya mezuniyet belgesi,
     b) Başvurunun son günü (27 Ağustos 2021) itibarıyla geçerlilik süresi bulunan silahsız özel güvenlik görevlisi kimlik kartı,
     c) Beyan formu (Gençlik ve Spor İl Müdürlüklerince belge teslimi esnasında temin edilecektir.)

     Temizlik Görevlisi meslek kolu için teslim edilmesi gereken belgeler;
     a) En az Ortaöğretim (lise ve dengi) öğrenim düzeyine sahip olduğunu gösterir diploma veya mezuniyet belgesi,
     b) Beyan formu (Gençlik ve Spor İl Müdürlüklerince belge teslimi esnasında temin edilecektir.)

     6) İl Müdürlüğü Sınav Kurulu tarafından teslim alınan belgeler incelendikten sonra belirlenen şartları taşıdığı tespit edilen ve sözlü sınava katılmaya hak kazanan nihai listede yer alan adaylar Bakanlığımız (www.gsb.gov.tr) internet sitesinde ilan edilecek olup adaylara ayrıca yazılı tebligat yapılmayacaktır.

      IV- SÖZLÜ SINAV İŞLEMLERİ
     1) Kura çekimi sonrası sözlü sınava girmeye hak kazanan adaylar Bakanlığımızca belirlenecek tarihlerde sözlü sınava alınacaktır.
     2) Sözlü sınav yeri ve tarihleri Bakanlığımız (www.gsb.gov.tr) internet sitesinde daha sonra ilan edilecek olup ayrıca yazılı tebligat yapılmayacaktır.
     3) Sözlü sınavda adaylar; sınav kurulu üyelerinin her biri tarafından;
     a) Görevin gerektirdiği mesleki bilgi ve beceri, (30 puan)
     b) Genel kültür, (30 puan)
     c) Bir konuyu kavrayıp özetleme, ifade yeteneği ve muhakeme gücü, (20 puan)
     d) Liyakati, temsil kabiliyeti, tutum ve davranışlarının göreve uygunluğu, (20 puan) konularından 100 puan üzerinden değerlendirmeye tabi tutulacaktır. Sınav kurulu üyelerinin vermiş olduğu puanların aritmetik ortalaması esas alınmak suretiyle sözlü sınav puanı belirlenecektir.
     4) Sözlü sınavda; görevin gerektirdiği mesleki bilgi ve beceri ile genel kültür alanında adaylara sözlü olarak soru sorma yöntemi ile sorular yöneltilecektir. Mesleki bilgi ve beceriye ilişkin konularda ise yürütmekle yükümlü olacakları vazifelerdeki yetkinliklerini ölçmeye yönelik ve eğitim düzeylerine uygun olarak yapılacak değerlendirme esas alınacaktır.
     5) Sözlü sınavda başarılı sayılmak için, 100 tam puan üzerinden en az 70 puan alınması gerekmektedir.
     6) Adaylar sözlü sınava gelirken kimlik belgelerinden birini (Nüfus cüzdanı veya pasaport) yanlarında bulunduracaklardır. Kimlik belgesi bulunmayan adaylar sınava alınmayacaktır. Nüfus cüzdanı veya pasaport dışında başka bir belge kimlik belgesi olarak kabul edilmeyecektir.
     7) Sözlü sınava girmeye hak kazandığı halde ilan edilen sınav tarihlerinde sınava katılmayan adaylar sınav hakkını kaybetmiş sayılacaktır. Bu durumdaki adaylara ikinci bir sınav hakkı verilmeyecektir. Ancak mücbir sebeple sözlü sınava katılamayacak olunması halinde belirlenen sınav tarihleri içerisinde olmak kaydıyla adaylar için sözlü sınav tarihinde değişiklik yapılabilecektir.
     8) Bakanlık sözlü sınav yeri ve tarihleriyle ilgili değişiklik yapma hakkına sahiptir.
     9) Sözlü sınav esnasında tutulacak tutanaklar dışında sesli veya görüntülü herhangi bir kayıt yapılmayacaktır.
     10) Sözlü sınava ilişkin duyuru daha sonra Bakanlığımız internet sitesinde yayımlanacak olup adaylara ayrıca tebligat yapılmayacaktır.

     V- DEĞERLENDİRME VE BAŞARI SIRALAMASI
     1) Sözlü sınavda başarılı sayılabilmek için sınav kurulu üyelerinin her birinin ayrı ayrı verdikleri puanların aritmetik ortalamasının en az 70 (yetmiş) puan olması gerekmektedir.
     2) Başarı sırasının belirlenmesinde, sözlü sınav puanı esas alınacaktır. Başarı listesi sözlü sınav puanı en yüksek adaydan başlanarak cinsiyete göre her bir kadro için ilan edilen kontenjan sayısına göre belirlenecektir.
     3) Başarı puanı en yüksek olan adaydan başlanmak suretiyle ilan edilen kontenjan sayısı kadar asıl aday ve kontenjan sayısı kadar yedek aday tespit edilecektir.
     4) Sözlü sınav puanların eşit olması halinde sırasıyla öğrenimi daha yüksek olana ve doğum tarihi önce olana öncelik verilecektir.
     5) Asıl veya yedek sıralamaya giremeyen adaylar için sözlü sınavda 70 (yetmiş) ve üzerinde puan almış olmak, müktesep hak teşkil etmeyecektir.
     6) Yapılan sözlü sınav sonucunda asıl ve yedek olarak başarılı olan adaylar; Bakanlığımız (www.gsb.gov.tr) internet sitesinde ilan edilecek olup, adaylara ayrıca yazılı tebligat yapılmayacaktır.
     7) Sınavda başarılı olup da işe başlamayanlar ile atandıktan sonra herhangi bir sebeple işten ayrılanların yerine, yedek listenin ilk sırasındaki kişiden başlamak suretiyle bir sonraki alım ilan tarihine kadar yerleştirme yapılacaktır.

     VI- SINAV SONUÇLARI ve İTİRAZ
     1) Sözlü sınav sonuçları ile ilgili duyurular Bakanlığımız internet sitesinde daha sonra ilan edilecek olup adaylara ayrıca yazılı tebligat yapılmayacaktır
     2) Adaylar tarafından sınav sonuçlarına ilişkin olarak, sonuçların açıklanmasından itibaren 3 (üç) iş günü içinde Sınav Kuruluna şahsen itiraz yapılabilecektir.
     3) Yapılan itirazlar, sınav kuruluna ulaştıktan sonra 5 (beş) iş günü içinde Sınav Kurulunca karara bağlanarak nihai karar itiraz sahibine iadeli taahhütlü posta ile bildirilecektir.
     4) T.C. Kimlik numarası, adı, soyadı, imza ve adresi olmayan dilekçe, e-mail ve faksla yapılan itiraz ile süresi geçtikten sonra yapılan itirazlar dikkate alınmayacaktır.

     VII- GÖREVE BAŞLAMA İŞLEMLERİ
     1) Başarı puanı en yüksek olan adaydan başlanmak suretiyle cinsiyete göre ilan edilen her bir kadro sayısı kadar adayın, başvurduğu kadroya yerleştirmesi yapılacaktır.
     2) Göreve başlamaya hak kazanan adaylara ilişkin duyurular Bakanlığımız internet sitesinde daha sonra ilan edilecektir.
     3) Göreve başlamaya hak kazanan adaylar ilgili il müdürlüklerine istenilen belgeleri daha sonra belirtilecek tarihe kadar şahsen teslim edeceklerdir. Posta, kargo veya kurye ile yapılacak başvurular dikkate alınmayacaktır. Ancak fiilen askerlik görevinde bulunanlar ile hastalık veya doğum mazereti nedeniyle belgelerini teslim etmeye gidemeyecek durumda olanlar (durumlarını belirten askerlik belgesi, doğum raporu veya hastalık raporu ibraz etmeleri kaydıyla) belgelerini yakınları aracılığıyla teslim edebileceklerdir.
     4) Belgeleri teslim alınan adayların, Güvenlik Soruşturması ve/veya Arşiv Araştırmasının sonuçlanmasını müteakip yazılı tebligat yapılmak suretiyle göreve başlamaları sağlanacaktır.
     5) Doğum, hastalık, askerlik vb. nedenlerle gelemeyecek durumda olanların; bu durumlarını belgelendirmeleri halinde kanuni mazeretlerinin sona ermesini takiben göreve başlamaları sağlanacaktır.
     6) Ataması yapıldığı halde göreve başlamayanların, atandıktan sonra herhangi bir sebeple işten ayrılanların, belirtilen süre içerisinde belge teslim etmeyenlerin/feragat edenlerin veya başvuru şartlarını taşımadığı tespit edilenlerin yerine bir sonraki alım ilan tarihine kadar yedek listeden atama yapılacaktır.
     7) Adaylar belirlenecek olan süre içerisinde hizmet sözleşmesini imzalayacak ve 15 (on beş) gün içerisinde fiilen göreve başlayacaklardır. Süresi içinde geçerli mazereti olmadan göreve başlamayan adaylar hakkından feragat etmiş sayılacaktır.
     8) Asıl listede yer alanlardan göreve başlama işlemlerinin yapılması için geçerli bir mazereti olmadığı halde başvurmayanlar ile gerekli şartları taşımadığı sonradan anlaşılanlar göreve başlatılmayacaktır. Bu adaylar için sınav sonuçları kazanılmış hak sayılmayacaktır.
     9) Yedek adaylar, ihtiyaç olması halinde herhangi bir nedenle boş kalacak olan kadroya, aynı usul ile başarı sırasına göre sınav sonuçlarının geçerlilik süresi içinde göreve başlatılabilecektir. Sınav sonuçları müteakip yeni sınav duyurusu ilan edilene kadar geçerli olacaktır.
     10) İşe alınacak işçilerden, deneme süresi içinde başarısız olanların iş akdi feshedilecektir.
     11) Şartları taşımadığı sonradan anlaşılan adayların başvuruları ilan-sınav sürecinin her aşamasında idarece sonlandırılabilecektir.

     VIII - DİĞER HUSUSLAR
     1) Güvenlik Görevlisi olarak istihdam edilecek sürekli işçi personel 24 saat esasına göre hizmet veren Bakanlığımız taşra teşkilatına bağlı birimlerde görev yapacak olup çalışma saatleri ilgili birimlerce mevzuat çerçevesinde belirlenecektir.
     2) Bakanlık sürekli işçi alım sürecinin her aşamasında aday tarafından beyan edilen hususlarda adaydan belge talep edebilecektir.
     3) Başvuru ve işlemler sırasında gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu tespit edilenlerin sınavları geçersiz sayılarak atamaları yapılmayacak, atamaları yapılmış olsa dahi iptal edilecektir. Bu kişiler hakkında Türk Ceza Kanununun ilgili hükümleri uygulanmak üzere, Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulacaktır.
     4) Sürekli işçi alımı ile ilgili Bakanlığımızın internet sitesinde yapılan tüm duyurular tebligat sayılacaktır. Adaylara ayrıca tebligat yapılmayacaktır.
     5) Bu duyuruda yer almayan hususlarla ilgili olarak 4857 sayılı İş Kanunu, 2 sayılı Genel Kadro ve Usulü Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi, Kamu Kurum ve Kuruluşlarına İşçi Alınmasında Uygulanacak Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik ile Kamu Kurum ve Kuruluşlarına Eski Hükümlü veya Terörle Mücadelede Malul Sayılmayacak Şekilde Yaralananların İşçi Olarak Alınmasında Uygulanacak Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik hükümleri geçerlidir.

     IX- İLETİŞİM
     Yazışma Adresi: Gençlik ve Spor Bakanlığı
     Personel Genel Müdürlüğü
     Eğitim ve Sınavlar Daire Başkanlığı
     Örnek Mahallesi Oruç Reis Caddesi No:13
     Altındağ / Ankara

     İletişim:
     GSB Kurumsal İletişim Merkezi 444 0 472
GSB PERSONEL GENEL MÜDÜRLÜĞÜ

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri & Grand Alfa Karadeniz Turu

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri  &  Grand Alfa Karadeniz Turu      5 Gün - 4 Gecelik (3 gece otel konakla...