16 Eylül 2021 Perşembe

DÜNYA ve AHİRET DENGESİ / “Müslüman Toplumlarda Dünyevileşme” Üzerine Paradigmal Bir Okuma: Aidiyet ve Mensubiyet Kodlarının Değişimi / Sayfa 652 - 662

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 652 - 662
DÜNYA ve AHİRET DENGESİ
“Müslüman Toplumlarda
Dünyevileşme” Üzerine
Paradigmal Bir Okuma:
Aidiyet ve Mensubiyet Kodlarının Değişimi
Fatma ÇAKMAK (1)

     Dünyevileşme kavramı, modernleşme süreçlerinin bir sonucu olarak toplumsal hayatın çeşitli açılardan değişimini ve dönüşümünü ifade etmektedir. Modernleşmeyi bir tür zorunlu değişim etüdü olarak tecrübe etmek zorunda kalan toplumlar açısından, dünyevileşme süreci sosyal dokuları derinden sarsan bir takım paradigmal dönüşümler hatta kopuşlarla birlikte kendisini hissettirmektedir. Gündelik hayatın ve bu hayatın içinde temellendiği bilincin, geleneksel ve dini değerler bağlamında inşa edildiği toplumsal yapılarda; sıkı rasyonelleştirme süreçleri, kutsallığın değerler hiyerarşisindeki itibarına yönelik müdahaleler, dini hassasiyetlerin vicdani imgelere eklemlenmesi ve ideolojik kaygılar eşliğinde yürürlüğe giren dini söylemlerin yaygınlaşması ile birlikte aidiyet ve mensubiyet kodlarının belirlendiği genel paradigmaların da değişime uğradığı bir gerçektir. Bu değişim süreci ile birlikte bireysel ve toplumsal hafızada meydana gelen kırılmalar bir tür bilinç yarılması olarak gündelik ve pratik olana etki etmekte ve görünür hale gelmektedir. Söz konusu yarılmanın geleneksel dünya tasavvuru ile modern dünya tasavvuru arasında bıraktığı Müslüman toplumlarda dünyevileşme olgusu da klasik bağlamlarda seyreden literal düzlemden farklı olarak kendine özgü bir takım tecrübe ve biçimler üretmektedir.
     Bu bildiride, İslami bir dünya tasavvuru ve Müslümanca bir yaşam deneyimine ilişkin temel kodlar çerçevesinde şekillenmiş olan toplumsal yapılardaki dünyevileşme olgusunun, bir takım paradigmal sarsıntılar ve değişimler ekseninde geliştiği düşüncesi ele alınmaya çalışılacaktır. Bu çerçevede İslam’ın geleneksel dünya tasavvuru ile modernliğin ürettiği dünya tasavvuru arasında gelişen yeni dünyevileşme biçimlerinin bağlamsal olarak analiz edilmesi ve eleştirel bir okuma ile ele alınması planlanmaktadır. Yeni zamanların ruhuna eklemlenme çabalarının ortaya koyduğu görünümlere ilişkin yaklaşımlarda baş gösteren ve mevcut olan içerisindeki geleneksel ve dinsel motifleri keşfeden bir tavırdan ziyade dinsel söylemlerin modern durumlarla baş edebilme konusunda geçirdiği dönüşümlerin nasıl biçimlendiğinin de paradigmal olarak tahlil edilmeye çalışılması bu tebliğin amaçladığı esas tavırdır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot:
1) Yrd.Doç.Dr. Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
~~~~ * ~~~~

     1. Kavramsal Analiz: Dünyevileşme ve Sekülerleşme İfadelerinin Ana Güzergâhı
     Kullanım geleneğimizde “dünyevileşme” olarak yaygınlık kazanmış olan sekülerleşme tartışmaları ilk etapta Batı ve özellikle Hıristiyan toplumlarda ortaya çıkmış olmasına rağmen sonraki süreçte Batı dışı toplumlardaki bir takım din-birey-toplum ilişkilerinde ortaya çıkan durumların tartışılmasında esas kavramlardan biri olma niteliği kazanmıştır. Zira küreselleşme ve küreselleşmeyle birlikte dâhil olduğumuz, edildiğimiz bu hız ve iletişim çağında sekülerleşmenin de hem coğrafi olarak hem de zihinsel etkileşim bağlamında kendi ortaya çıkış sınırları içerisinde kalması mümkün olamazdı. Burada isabetli bir tartışma yapabilmek ve eğer mevcutsa zihinlerdeki kavram karmaşasına nispeten net bir güzergâh açabilmek için öncelikle dünyevileşme/sekülerleşme ifadelerine ilişkin kavramsal bir izahı etimolojik diyebileceğimiz bir çerçeve içerisinde kısaca sunmak istiyorum.
     Bizdeki yaygın kullanımlarından biri dünyevileşme olan sekülerleşme kavramı; zaman ve mekâna göre tasnif olunan bir anlam içeriğine sahiptir, öyle ki zamana ve mekâna yönelik yaptığı çağrışımlar onun etimolojik niteliğinden ileri gelmektedir. “Sacculum” köküyle Latince’den gelen seküler kelimesi zamansal çağrışım itibariyle hal-i hazırda olanı, mekânsal çağrışım olarak ise dünyaya dair, dünyevi olanı ifade etmektedir. Yani kavram “şimdiye ait olanı” “mevcut dünyaya ilişkin olanı” vurgulayan felsefi bir koda sahiptir. Sekülerleşme bilincini temsil eden dünyevileşme kavramı; asri, çağdaş, modern, laik gibi bir takım kavramlarla ortak bir güzergâhtan gelen ya da en azından yakın bir güzergâhı takip ederek kuvvetlendiren bir bağlama dayanmaktadır.
     Dünyevileşme kavramı seküler mantığı temsili açsından ilk olarak tarihteki din savaşlarının hemen akabinde kilise arazilerinin devlet kontrolüne alınması ve buna karşılık olarak sivil hukuk ve kilise hukuku arasında bir ayrım yapma amacıyla kullanılmıştır. Kavram daha sonra Batı’da Rönesans, Reform, Aydınlanma düşüncesinin hâkimiyeti ve modernleşme ile gelişen süreçte bilincin kutsallıktan arındırılması, inancın zayıflaması, kutsal kubbenin ortadan kalkması, din konusunda tarafsız olmak, dünya ile barışma, dünyanın büyüsünün bozulması, din ve dünya arasındaki kesif ayrımlarla gelen kutsal ve profan farklılığı gibi bir takım anlamlar ekseninde kullanıla gelmiş ve ilgili literatürden bu bağlamları referans alan bir güzergâha oturmuştur (Attaş, 1995:41). Geneli Avrupa tandanslı olan bütün bu tanımlamalarda ortaya çıkan genel kontekstin dikkati bu dünyaya çekmeye yönelik bir algıyı diri tutmayı amaçladığını söylemek mümkün.
     Kavram, dini olanı marjinalleştiren ve onu yeni olanın ruhuna aykırı gören bir perspektiften hareketle kendi entelektüel arka planını oluşturmaktadır. Şunu ifade etmek gerekir ki; dünyevileşme kavramı hem psikolojik açıdan hem de sosyolojik niteliği itibariyle ferdin ve toplumun hayatında dine ikinci, üçüncü adresler üzerinden biçimlenmiş bir anlam kazandırmaktadır. Dünyevileşme kavramı bağlamı itibariyle doğrudan inanç alanını çağrıştırdığından ve bu alanın içerisinde dolaşmaya ilişkin bir ilgi ve irtibatın boyutlarını ifade ettiğinden aslında bir toplumda dünyevileşme üzerine bir değerlendirme yapıldığında ya da dünyevileşmenin yaygınlığından söz edildiğinde sadece oransal bir etkiden değil mensubiyet ve aidiyetlere yönelik bir vurgudan da söz edildiği dikkatten kaçmamalıdır.
     Dolayısıyla her toplumun bu süreçten etkilenme niteliği de birbirinden farklı olmaktadır. Fakat yine de menşei itibariyle ele alındığında genel anlamda Rönesansın, laikliğin, reformasyonun da seküler zihniyetin tedavüle girişinde temel rolü oynadığı anlaşılmaktadır. Bu rol, iki kavramın yani laiklik ve sekülerliğin birer dünya görüşü haline gelmesini sağlamış toplumsal/kamusal planda laiklik, bireysel planda dünyevilik etki ve uygulama alanı bulan iki önemli modern zaman kavramsallaştırması olarak tartışıla gelmiştir. Ancak bir yaklaşım olarak kutsal ve profan/dindışı çağrışımları de kendisinde barındıran dünyevileşmenin kavramsal güzergâhının da bu bağlamda sorunlu olduğunu söylemek gerekir. Nitekim ilahi dinlerde kutsal ve kutsallık kendi referans çerçevesi içerisinde algılanmayı ve etkin kılınmayı beklemektedir (Köse, 2002:98).
     Bu bağlamda kutsalın algılanışı konusunda İslam’ın konuya bakışı, parçalı yaklaşımları dışarıda bırakan bütüncül bir tasavvura dayanmaktadır. İslam kutsal ve kutsal olmayan (dinî ve din dışı) arasında bir ayrım yapmamakta, onun bütün formlarını “tevhid” le yani bir ve birleştirici bir bakış açısı üzerine bina etmektedir (Nasr, 2009: 34). Nasr’a göre, hiçbir şey İslam’dan profan veya seküler mefhumu kadar uzak olamaz; çünkü İslam’da “Bir”, dünyevi tezahürlerin içine işlenmiş olup gelenek alanının dışında kalacak herhangi bir boşluk bırakmamıştır (Nasr, 2007: 84).
     Yine de bugün dini olandan seküler olana doğru düz bir hatta ilerlendiği şeklindeki anlatının pek geçerli olmadığını ifade etmek mümkünse de bir eylemi ya da bir söylemi “dini” veya “seküler” yapanın ne olduğu konusunun bir tür dünyada yaşama sorunu olan “modernite” den bağımsız olmadığı da açıktır. Talal Asad, siyasi bir öğreti olarak dünyevileşme ile ontoloji ve epistemoloji olarak “modern bir büyülenme” biçimi olarak kavramsallaştırdığı dünyevileşme arasındaki farkın ve anlamın önemli olduğunu vurgular(Asad, 2007:29).

    2. Toplumsal Doku ve Hâkim Paradigma: Türkiye’de Laiklik Pratikleri ve Dünyevileşme İlişkisi
     Türkiye özelinde değerlendirildiğinde dünyevileşme olgusunu modernleşme pratiklerinden ve laiklik uygulamalarından bağımsız düşünmenin mümkün olmadığı açıktır. Tanzimat Dönemi ile başlayan modernleşme sürecinde, dışa taşmanın değiştirdiği toplumsal retorik ve kıymet hükümlerinin asli referans çerçevesinden derin bir ayrışmaya sürüklenmesi dini mobilitenin sosyal doğasını da doğrudan etkilemiştir. Dini alanın gelenekten beslenen ve aktarılan yönleri ile modern olanın sunduğu yeni anlayış ve öğeler bu iki etkiyi eş zamanlı olarak bünyesine dâhil etmek zorunda kalan toplumsal yapıyı ve zihniyet dünyalarını derin bir krizin eşiğine getirmiştir. Cumhuriyet’le birlikte Türk modernleşme literatürüne özgün biçimiyle dâhil olan laiklik bağlamında geleneksel yapı içsel bir dönüşüme mecbur bırakılmış bu bağlamda gerçekleştirilen ve gündelik hayatın manevi karakterini doğrudan etkileyen değişikliklerle derin paradigmal dönüşümler zorunlu bir süreç halinde toplumun önüne getirilmiştir.
     Osmanlı modernleşmesi nispeten kendi kökleri üzerinde modernleşme serüvenini mümkün kılmak isteyen mimarlar eliyle yürütülmeye çalışılırken Cumhuriyet ideolojisi İslam unsurunu devre dışı bırakarak, başka bir deyişle İslam’ı ve Müslümanlığı paranteze alarak gerçekleştirilen bir modernleşme projesine dayanmıştır (Kara, 2010: 28). Bu bağlamda etkinlik kazanan Cumhuriyet’in dini kontrol etme motivasyonu, çoğu zaman İslam’ın gündelik uzamdaki içsel dinamikleriyle çatışarak yeni bir kimlik alanı oluşturmaya yönelik farklı eğilimler göstermiş bu süreçte geleneksel yapılarda önemli değişimler meydana getirmiştir. Dinselliğin birbirinden farklı formlarının yer yer parçalanmış bir anlam örgüsü içerisinde ele alındığı ve ülkenin tarihsel/kültürel evreni ile modern tasavvurun tüm geleneksel geçişler için netameli bir intibak alanı oluşturduğu Türk modernleşme tecrübesi yeni bir bilinç yarılmasının paradoksal işleyişinin de temelini teşkil etmektedir. Bu açıdan modernleşme eşiğinin sorunlu geçişleri aidiyetin temel çerçevesiyle mensubiyetin doğal içeriğini de düşünsel planda sarsmış hatta yer yer alt üst etmiştir.
     Değişen ve dönüşen toplumlarda modernleşme sürecinde bireyin toplumsal bütünleşme sorunlarını çözen önemli bir mekanizma olarak dinin işlevselliği sosyolojik tartışmalarda klasik dönem din-toplum görüşlerinin aksine öne çıkmış önemli bir değerlendirmedir. Türkiye’nin tarihsel gerçekliği ve sosyal değişim pratiği göz önünde bulundurulduğunda durum dinin aleyhine gibi görünmekte ve çeşitli etkileri itibariyle de böyle de olmaktadır. Fakat bu süreçte algı dönüşümünün meydana getirdiği paradoksal etki dinin toplum gerçekliğinden tamamıyla koptuğunu söylemeye imkân verecek bir seyir izlememiştir. Ancak dini sosyolojinin temel söylemlerinden biri olan ve dinin toplumsal yapının bir arada tutucu unsuru olduğu şeklindeki görüşün modern zamanların ürettiği yeni seküler paradigmalar karşısında ne denli bir direnç gösterebildiğini toplumun güncel dinsel retoriği üzerinden ele almak gerekmektedir. Bu konuda, Türkiye özelindeki vurgunun, dinin ortadan kalkacağı kabulünden ziyade, hangi biçimlerde geri döndüğü/döneceği ve nelerle eklemlendiği/eklemleneceği noktasında derinleşmesi gerektiği de göz ardı edilmemelidir (Akşit & Şentürk vd., 2012: 33). Özellikle modern kent toplumunda ortaya çıkan temel sorunlardan birinin, geleneksel dinin toplumsal ve kültürel boyutta çekildiği alanları dolduracak yeni anlam kalıplarının üretilememesi olduğu söylenebilir (Çelik, 2006: 162).
     Sekülerleşme ile dinin kurumsal ve toplumsal etkinliğinin bütünüyle yok olmaktan ziyade bu görünürlüklerin yapısında ve rolünde bir takım değişikliklerin olduğu sosyolojik olarak bilinen bir gerçektir. Dindarlığın bazı boyutlarında meydana gelen değişimlerin başka boyutlarda da kendisini hissettirmesi bu dönüşümün sonuçlarına ilişkin tespitlerdendir. Buna göre, İslam’ın sıradan insan için ne anlama geldiği tartışılırken, dini yaşayışın tipolojik görünümler içerisinde gündelik hayattaki etkililiğinde rolü olan toplumsal ve kültürel faktörlere bakmak kaçınılmazdır.
     Modernliğin, toplumsal değişimin iç evrelerini ihmal eden bir hızda geliştiği zamanlarda din alanı gibi bireyin hayatına anlam katmakta fonksiyonel olan tüm değerler mevcut sürecin tahribatına uğramaktadır. Çünkü modernlik bir anlamıyla, gündelik hayatın pratiklerini ve ortak bilgiyi kapsayan kültürün de dönüşümüdür (Paker, 2003: 239). Dolayısıyla gündelik hayatını dizayn ederken, dinin belirlediği “değerler” dünyasına bağlı olarak ilgi ve algılarını temellendiren birey bu tahribatın etkisine maruz kaldığı oranda günlük hayatın pratiğine yansıyan gerilimlerle de karşı karşıya kalmaktadır. Genel olarak modernleşme ve İslam etkileşimini Türkiye özelinde ise bu iki olgu arasındaki sorunlu ilişkiyi değerlendirirken esas kırılma noktasının modernleşme pratikleri çerçevesinde yaygınlaştırılan “laikleşme” süreçleri olduğunun dile getiren görüş (1) gerilimlerin ana temasını da ortaya koymaktadır. Modernizmin gelişmesiyle yaşam biçimlerinin değişmesi ve bu biçimler arasında bireysel kimlik arayışlarının yeni temsil alanları bulması, toplumsal bir olgu olarak eş zamanlı ilerleyen süreçler olarak öne çıkmaktadır (Chaney, 1999).
     Bu değişim sürecinin toplumsal alanlara yansıma biçimi, daha çok parçalı bir algının sosyal ilişkilerde etkin olduğunu göstermektedir. Geleneksel bilinçte sosyal yaşam daha çok dinle bağlantılı olarak, dünya ve ahiret hayatında genel bir denge arayışı etrafında sürdürülmeye yönelik olarak şekillenmektedir (Giddens, 2012). Ancak modernliğin ön gördüğü yaşam tarzı içerisinde dünya ve ahiret birlikteliği, bu iki alana ilişkin gereksinimlerin bir arada sürdürülmesi halinde uyumsuzluklar ve çatışmalarla özdeşleştirilmekte; bu yüzden din ve dünya işleri birbirinden olabildiğince uzaklaştırılmaya çalışılmaktadır.
     Dini, toplum hayatının dışında tutmaya yönelik bu eğilim, toplumsal hayatı da “kamusal” ve “özel” olmak üzere parçalamış ve toplumsal hayatın gerektirdiği ilişkileri bu ayrıma göre modern değerlerle yeniden tanımlamıştır. Birçok insanın bir arada yaşadığı kamusal alana ait kuralların, dini bilgi ve temsillerden arındırılarak insan merkezli ve seküler normlara göre tarif edilmesi, dini ve dinselliği de kendi şartları içerisinde etkilemektedir (Meriç, 2000: 28-31). Burada söz konusu olan, dinle beraber dini temsillerin etkililiğinin de özel alanın sınırlarına dâhil edilerek sadece kişisel deneyimlere indirgenme ihtimalinin artmasıdır. Bu gelişme modern insanın gündelik yaşamını kamusal alanda “rasyonel”; özel alanda ise “duygusal” olarak ayrıştıran dini tecrübeyi de, bu kapsamda yeniden şekillendiren farklı sonuçlarla paralel ilerletmektedir. Modernleşme süreçlerinin Müslüman toplumlarda meydana getirdiği en önemli etkilerden biri; bu parçalanmaya paralel olarak, toplumsal farklılaşmanın çağdaş değerler etrafında şekillenerek artması, bu eksende dinin çeşitli toplumsal kurum ve faaliyetler konusundaki fonksiyonel niteliklerinin zayıflaması ihtimalidir. Bu zayıflamanın sonuçlarından biri de dinsel imajların varlık alanlarının ortadan kalkması veya bu imajların bireysel birer kategori olarak özel alana çekilmek zorunda kalmasıdır. Batılı modern toplumda, insan davranışlarının çoğunda dini bir anlam bulmak mümkün olmayıp, dini ihtiyaçların yönetimiyle doğrudan ilgili bazı görevler dışında, insan geçimini sağlayan mesleklerin çoğu doğrudan dini bir anlamdan yoksundur (Nasr, 2009: 110). 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot
1) Bu konuda ayrıntılı değerlendirmeler için bkz. Şerif Mardin, Necdet Subaşı, Ahmet Yaşar Ocak, İsmail Kara vd.
~~~~ * ~~~~

     Bugün Türkiye özelinde en çok da gündelik hayat tahlilleri ekseninde gerçekleştirilen modernleşme eleştirilerinin tasnifinde, ülkenin dini-sosyolojik gerçekliğinin ve bu gerçekliğin meydana getirdiği paradigmal değişimlerin görmezden gelinmesi mümkün görünmemektedir. Zira Osmanlı ve özellikle de Cumhuriyet modernleşmelerinin gerçekleştiği tarihi süreçlerin ortaya koyduğu sosyolojik perspektif değişim ve dönüşüme ilişkin en derin ayrıntıların gündelik hayatın yapılanmasında kendisini hissettirerek görünür hale geldiğini göstermektedir. Bu bağlamda gündelik hayat toplumsal yapıların, davranış biçimlerinin kendisini ifşa ettiği bir temsil alanıyken söz konusu yapı ve biçimlerin süreklilik kazanabilmesi açısından da bir takviye alanı niteliği taşımaktadır. İslami yaşantıya ilişkin düşünce, temsil ve duyarlılıkların etkili olduğu bir Müslüman kimliğin gündelik hayattaki görünümleri de bir modernite eleştirisi bağlamında ele alırken İslam’ın bugünkü hayat koşulları içerisindeki konumuna dolayısıyla gündelik hayattaki dinsel yönelimlerin niteliğine odaklanmak dünyevileşme tartışmalarında bir çıkış noktası olarak önemlidir.

     3. Sürekliliğin Kaybı: Aidiyet ve Mensubiyetin Bulanıklaşması
     Müslüman kimliğin gerek rol ve temsiller bakımından gerekse bir yaşam deneyimi olarak gündelik hayata ilişkin yansımaları ele alınırken öncelikle modernliğin ne anlama geldiği üzerinde durmak ve modern zamanlar ifadesinden ne anlaşıldığı konusunda bir ana zemin bulmak önemlidir. Burada geniş çerçeveli bir literatür bilgisine boğulmadan modernliğin sabiteleri olarak nitelendirilebilecek olan; rasyonelleşme, farklılaşma, bireycilik, modernleşme, çoğulculuk, özelleşme, sekülerleşme gibi kavramların ortaya koyduğu esas değişim vurgusuna odaklanmak gerekir. Zira bu vurgu, sürekliliğe ve sürekliliğin temsil ettiği bütünlüğe yönelik bir parçalanma ve bölünme riskini de beraberinde getirmekte midir sorusu, İslami olanın temsili konusundaki temel pradigmayı da ortaya koymaktadır. Müslüman dünyayı ve bu dünyanın temsil ettiği tüm deneyimleri modern zamanlardan çok gelenekle ilişkilendirme konusundaki genel eğilim, süreklilik vurgusunu kaybetmiş bir modern zaman pratiği konusunda hassas davranmakta bu yüzden İslam geçmişte olanla daha rahat bir güzergâh üzerinden ilişkilendirilebilirken onun şimdiye ait konumlanışı muğlâk kalabilmektedir.
     Başka bir deyişle İslam ve Müslüman dünyayı gelenekten çok modernlikle imtihan halinde tutan ruh hali şimdiye ilişkin maliyetleri de temel bir sorun olarak önümüze getirmektedir. Bir bakıma sorun, düşünce ve temsil noktasında İslami Uluslararası Yanlış Algılar ve Doğru İslam Sempozyumu Bildirileri 658 paradigmanın ortaya koyduğu süreklilik duygusunun kaybedilmesiyle kendini hissettiren bir panik haline benzemektedir. Burada süreklilik duygusunun kaybına ilişkin ana bağlama odaklanıldığında İslam dünyasının modernleşmeyle birlikte dâhil olduğu süreçler ve tanıştığı araçlar arasında sayılabilecek olan sömürgeleştirme, istila, batılılaşma, oryantalizm, kolonyalizm gibi konular üzerinden geliştirdiği reflekslerin, tepki ve reddiyelerin bir temsil sorunuyla eş zamanlı olarak ilerlediği görülmektedir. Bugün modern zamanlarla birlikte dünyevileşme konusunda Müslümanlığın hangi krizler eşliğinde kendini temsil edilebilir bir noktada tutmaya çalıştığı sorusu topyekün olarak modernleşme süreçlerinin İslam dünyasına maliyetinin ne olduğu sorusundan bağımsız değildir. Genel olarak insanlık tarihinin tümünde bir takım kırılmalara yol açmış olan modernleşme etaplarında Müslüman dünyanın nasıl bir temsil üzerinden kendi sürekliliğini belirlediği konusu ile bugün Müslüman bir bireyin farklı yaşam deneyimleri içerisinde kimlik, aidiyet ve temsil noktasında karşılaştığı gerilimler birbiriyle kuşkusuz ilişkilidir. Nitekim değişimin mukadder olduğu koşullar içerisinde yaşanan süreçlerden Müslüman kelamı da Müslüman fıkhı da ve ortalama bir Müslüman tasavvuru da yara alma konusunda aynı oranda benzer ve ortak bir tecrübeden geçmiştir. Modernleşme yanlısı Müslümanlar kadar onların karşıtları da eş zamanlı bir süreklilik vurgusuna odaklanmıştır. Bu bağlamda konuya özellikle Türk modernleşmesi ekseninde bakıldığında zihniyet yapılarının dönüşümü, insan yetiştirme düzenindeki farklılıkların yansımalarının da lehte ve aleyhte olmak üzere aynı oranda bir süreklilik arayışına endekslenerek ilerlediği söylenebilir.
     Zira modernleşme yanlılarının yeni ve şimdiye ilişkin olarak arzu ettiği süreklilik, modernleşme karşıtlarının geçmişte olana ilişkin olarak arzu ettikleri sürekliğin alternatifi olarak sunulduğu için, Türkiye’de modernleşme tarihi Müslüman kimliğin temsil ve dönüşümü konusunda çoğunlukla gündelik hayata yansıyan gerilim ve çatışmalar eşliğinde somutlaşmış ve bu bağlamda biçimlenen bir dünyevileşme tartışması üretmiştir.

    4. Geleneksel Dünya Tasavvuru ve Modern Hayat Tarzı Arasındaki Sıkışmışlık
     Toplumsal görünümler içerisinde belirginleşen sosyal alanlar birbirinden farklı birer düşünce ve tasavvur bileşenine sahip olarak farklı değişkenler tarafından inşa edilmekte ve bu yapılar gündelik hayat içerisinde somutlaşmaktadır. Bu yüzden gündelik olanın sıradan yapısının hangi temel dinamiklere işaret ettiğinin fark edilebilmesi, bu sıradanlığın ilişkili olduğu esas bütünü gerek küresel, gerek teknolojik, gerekse kültürel ve politik zeminlerin bir parçası olarak görmeyi gerektirmektedir (Lefebvre, 1998). Bugün modernliğin hızla dönüştürme eğiliminde olduğu sosyal geçeklik dünyasında varlığını sürdüren çelişkilerin bir müslümanın dünya tasavvuru üzerinde meydana getirdiği etkileşimi başka bir deyişle dinin hayat içinde ortaya koyduğu görüntülerle ilgili durumun ne olduğunu da gündelik olanın olağanlığı içerisinde anlamak mümkündür. Zira İslam’ın, dünyayı sonsuz bir aidiyetle ilişkilendirmeyen fakat aynı zamanda mevcut hal içerisinde dünya için çalışmayı da ihmal etmemeyi öngören geleneksel tasavvuru karşısında modern olanın ortaya koyduğu farklı bir dünya tasavvuru her koşulda kendisini hegemonik olarak dayatmaktadır. Aydınlanma’dan bu yana evrimci ve pozitivist bir öngörü çerçevesinde gelişen bu modern dünya tasavvuru (İnalcık, 2013) “laiklik” kavramı ile siyasal bir hegemonyaya dönüşmekte, “dünyevileşme” kavramı ile de kültürel bir hegemonyaya dönüşerek bu bağlamlara sıkı sıkıya bağlı yaşam deneyimleri üretmektedir.
     Türkiye’de de radikal sayılabilecek modernleşme süreçleri ile birlikte etkili olan rasyonalizm, dini savunmasız bırakan çeşitli müdahaleleri beraberinde getirmiş, bireysel ve toplumsal alanda dolaşımda olan dini itibar ve imtiyaz alanlarına yönelik yaptırımlar kutsal olanın değersizleştirilmesi problemini de eş zamanlı olarak ortaya çıkarmıştır. Ayrıca seküler formalar içerisinde sürdürülen arayışlarla aidiyet ve mensubiyet kodları dönüştürülürken dini dışarıda bırakmayı amaçlayan yeni kamusallıklar inşa edilerek ulus devlet değerleriyle tahkim edilmiş bir din algısı, dinin temel tezlerine olan güven duygusunu alt üst eden müfredat girişimleriyle aşınıma uğrayan dini değerlerin meydana getirdiği sarsıntı sıradan bir Müslüman birey açısından da sarsıcı olmuştur. Bu sarsıcı etki her yerde olduğu gibi gündelik hayatta da etkili olan temel kabullerin yeniden gözden geçirilmesini gerektirmektedir. Zira şimdilerde ortalama bir Müslüman evreninin biçimlendiği tüm temsiller bu bağlamlara ilişkili olarak şekil kazanmaktadır.
     Nitekim bu evren gündelik ve uhrevi olan arasındaki ayrım, seçkinlerin dünyası ile sıradan halkın bakış açısı arasında açılan makas, gelenek ve modernlik arasındaki geçiş sancıları ve geleneksel bilgi ile bilimsel bilginin meydana farklı getirdiği gerçekliklerin sürüklediği bir takım gerilimler eşliğinde yeniden biçimlenmekte ve yeni formlar kazanmaktadır (Akşit ve Şentürk, 2012).
     Dini hayatın söz konusu gerilimler eşliğinde yeni formlar kazanan tabiatı karşısında belirginleşen geleneksel, muhafazakâr, laik, modern vb. dindarlık biçimleri içerisinde Müslüman kimliğin sıkı bir temsil sorunu ile karşı karşıya olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim dini olanın temsil edilişindeki sürekliliğin, modern yönelimlerle denetimi ve sekülerliğin geleneksel sürekliliği tasfiye etmeyi amaçladığı devamlılık içerisinde bugün Müslüman bir bireyin toplumsal rol, statü ve itibarını belirleyen dinamiklerin de yeni zeminler ekseninde dönüştüğüne şahitlik etmek zor değildir. Sıradan bir mü’min için dini hayatın referans dünyasını belirleyen bütünlüğün modernlikle birlikte tedavüle giren her biçimle yeniden parçalandığına yönelik kuvvetli telmih ve telkinlerin modern zamanların ruhunu yakalamakta gecikmeyen bir takım dinsellik eğilimlerini ve bu eğilimlerle somutlaşan pratikleri de beraberinde getirdiğini genel bir gözlemle fark edebilmek mümkündür.
     Dini tasavvur içerisinde kolaylıkla cevap bulan teolojik arayışların modernliğin sarsıcı dikotomisi karşısında kendisini tahkim etme ihtiyacı kadar, bu dikotomik savruluşların altüst ettiği (Gauchet ve Ferry, 2005) referans ve aidiyetler kataloguna eklemlenmeye çalışan tatminkâr bir dinselliğin inşasına yönelik sancılar da aynı toplumsal görünümler içerisinde kendisine yer bulabilmektedir. Özellikle teknolojik devrimlerin yeniden boyutlandırdığı modern alem tasavvurunun etkisi altında gelişen ve dinin en önemli umdelerini gündelik hayatın olağan akışına dahil eden ahlaktan bağımsız bir dindarlık anlayışının kendisine alan açtığı ihtimalinin güçlenmesi, bugün Müslüman kimliğin tanımlanışındaki ana eksenlerin de hızla dönüştüğü fikrini güçlendirmektedir. Gündelik hayatın farklı mecralarında etkili olan ve dünyayı açıklama iddiasına dönük olarak herhangi bir söylem geliştirmeyen, yer yer melezleşmiş ve kompleks bir hale dönüşmekte de istekli görünen bir düşünce alanı üzerine temellenmekte olan yeni zamanların din dilinin açtığı boşlukların nasıl doldurulduğu konusu da muğlaklığını koruyor gibi görünmektedir.

     Sonuç
     Müslüman kimlik, ideal şartlar dışında modernleşme ihtiyacının ve isteğinin meydana getirdiği bu yeni koşullar içerisinde dindarlıkların dönüşümüne paralel olarak dini bir tür çekinceler alanı olarak tasnif eden yeni hayat tarzları içerisinde temsil edilebilirliği bakımından da gerilimlerle baş etmek zorunda kalmaktadır (Subaşı, 2014). Nitekim modern bir doku ve seküler bir desen etrafında biçimlenen yeni müslüman evreni de hayatı önceleyen ve dinin karar süreçlerindeki etkinliğini azaltan bir dizi yeni alışkanlık içerisinde şekillenmekte yer yer bu evren içerisinde dinin araçsallaştırıldığına da şahit olunabilmektedir. Kadın veya erkek çoğu Müslüman birey üzerinde etkili olan modanın estetik denetimi karşısındaki geleneksel süreklilik iddiasının zayıflamasıyla birlikte gösterişi neredeyse kurumsallaştıran eğilimler kadar tüketimi kışkırtan ve bedeni vitrinleştiren bir dünya tasavvuru Müslüman hayat tarzını ve kimliğini temsil eden ana görünümleri de ortadan kaldırmakta ve bilinçsel bir değişimin işaretlerini bugünün gözlemcilerine sunmaktadır.
     Toplumsal birlikteliğin hem geleneksel hem de dini kodlarını küçümseyerek hızla bireysel bir koridora dönüşen modern kamusallıklar içerisinde arz-talep ilişkisine göre söylem ve inşa niteliği kazanan bir takım dinsellik talepleriyle birlikte temsil edilen Müslümanlıklar ve bu Müslümanlıkların etkili olduğu hayat tarzları içerisinde kutsallığın bir marka değeri olarak ön plana çıktığı, sloganlaşan, ilgi çekici ve talep edilen yeni temsillerle karşılaşmak olağan hale gelebilmektedir. Bu olağanlık içerisinde din de dinin tanzim ettiği ideal Müslüman kimlik ve prototipleri de seküler birer rol üstlenmekle yetinen ve dünyevi statüler eşliğinde var olma talebini ortaya koyan örnekliklere dönüşmektedir.

     Kaynaklar:
* Akşit, Bahattin & Şentürk, Recep vd., Türkiye’de Dindarlık, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012.
* Asad, Talal, Sekülerliğin Biçimleri, Çev: Ferit Burak Aydar, İstanbul, Metis Yayınları, 2007.
* Attaş, S. Nakip, İslam Sekülerizm ve Geleceğin Felsefesi, Çev. Mahmut Erol Kılıç, İstanbul 1995.
* Chaney, David, Yaşam Tarzları, Çev: İrem Kutluk, Ankara, Dost Kitabevi, 1999.
* Çelik, Celaleddin, “Kentsel Dindarlık/Kentlilik Tecrübelerinde Farklılaşan Dindarlıklar”, Dindarlığın Sosyo-Psikolojisi, Adana, Karahan Kitabevi, 2006, s.99– 109.
* Gauchet, Mancel and Fery Luc ( 2005) Dinden Sonra Dinsellik,Çev: Can Utku, İstanbul, Agora Kitaplığı.
* Giddens, Anthony, Modernliğin Sonuçları, 5. basım, Çev: Ersin Kuşdil, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2012.
* İnalcık, Halil (2013) Osmanlı ve Modern Türkiye,İstanbul, Timaş Yayınları.
* Kara, İsmail, Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak İslam, 4. baskı, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2010.
* Köse, Ali, Sekülerizm Sorgulanıyor, İstanbul, Ufuk Yayınları, 2002.
* Lefebvre, Henri (1998) Modern Dünyada Gündelik Hayat,İstanbul, Metis Yayınları.
* Meriç, Nevin, Osmanlıda Gündelik Hayatın Değişimi (Adab-ı Muaşeret 1894– 1927), İstanbul, Kaknüs Yayınları, 2000
* Nasr, Seyyid Hüseyin, Makaleler I, 2. Baskı, İstanbul, İnsan Yayınları, Çev: Şehabeddin Yalçın, 2007.
* Nasr, Seyyid Hüseyin, İslam/İdealler ve Gerçekler, 3. Baskı, Çev: Ahmet Özel, İstanbul, İz Yayıncılık, 2009.
* Paker, Oya, “Gündelik Bilginin İnşası Bağlamında Sosyal Temsiller: Modernlik, Gelenek ve Din”, Kültür ve Modernite, Türkiye Kültür Araştırmaları, İstanbul, Tetragon Yayınları, 2003.
 
bus

13 Eylül 2021 Pazartesi

FELSEFE ve DİN BİLİMLERİ / Gazali Örneğinde Felsefe-Din-Bilim İlişkilerindeki Bazı Yanlış Anlamalar / Sayfa 641 - 651

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve
DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 641 - 651
Gazali Örneğinde
Felsefe-Din-Bilim İlişkilerindeki
Bazı Yanlış Anlamalar
Abdullah KARTAL *

     Özet
     Gazali, İslam düşünce tarihi içerisinde inanç ile akıl arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğine dair belirleyici fikirler ileri sürmüş, önde gelen figürlerden birisidir. Onun görüşleri, İslam dininin felsefî ve bilimsel düşünce ile ilişkisi hakkında uzun zamandan beri devam eden bir çok tartışmanın merkezinde yer almaktadır. Bazılarınca onun bu görüşleri, aklın iki büyük mazharı olan felsefe ve bilim alanında İslam dünyasında yaşanan ve ne yazık ki hala yaşanmakta olan geri kalmışlığın önemli bir sebebi olarak değerlendirilmektedir.
     Bu bildiride, öncelikle, felsefe ve bilimdeki gerilemeyi Gazali'nin düşüncelerine bağlayan değerlendirmelerin içine düştüğü birtakım yanlışlar gösterilmeye çalışılmıştır. İkinci olarak da Gazal'inin filozofları eleştirmesindeki bazı hatalara dikkat çekilmiştir.

     Anahtar Kelimeler: İnanç, Akıl, Bilim, Yanlış Anlama, Gazali.

     Giriş
     Bilim ve felsefe, düşünen, merak eden ve sorgulayan bir varlık olarak insanın sahip olduğu aklı etkin bir biçimde kullanmasının iki muhteşem sonucudur. Akıl gücünü ve bu gücün bilim ile felsefeyi doğuracak şekilde kullanılmasını mümkün kılan analiz, sentez, muhakeme, karşılaştırma, çıkarım, soyutlama ve kavrama gibi bir çok zihinsel donanımı insana bahşeden ise onu en güzel biçimde yaratan (1) Allah'tır. Din yani İslam da Allah'ın koyduğu ve teşri ettiği sistem olduğuna göre, doğru anlaşılan din ile gerçeğe ulaşmayı amaçlayan bilim ve felsefe arasında temelde bir çatışmanın ortaya çıkmaması gerekir. Nitekim İslam'ın yüzyılları aşan bilim ve düşünce tarihi, din ile bilim ve felsefe arasında asırlar boyunca bir uzlaşı ve dayanışma yaşandığına, bunun sonucunda insanlığın kültürel mirası adına İslam coğrafyasında bilim ve felsefe alanında büyük başarılara imza atıldığına tanıklık etmektedir.
     Geçmiş parlak başarılarına rağmen günümüz İslam dünyasının entelektüel faaliyetinin modern bilim ve felsefeye katkısı hesaba katılmayacak kadar sınırlı bir düzeydedir. Son birkaç yüzyıldan beri bu katkı gittikçe azalmış ve bu noktaya varmıştır. Zira Hıristiyan Batı dünyasının yaklaşık 13. yüzyıldan itibaren başlayan ve 17. yüzyıldan itibaren bariz üstünlük sağlayan gelişmesine karşılık İslam dünyası düşünce ve bilimde duraklamış, ardından geride kalmaya başlamıştır. İslam dünyasının bu geri kalmışlığının sebepleri ve bundan nasıl kurtulabileceğinin yolları üzerinde birçok değerlendirme yapıla gelmiştir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
* Yrd. Doç. Dr. Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
1) Bkz. Secde Suresi 32/7; Tin Suresi 95/4.
~~~~ * ~~~~

     Bu çerçevede yapılan değerlendirmelerin bazılarında İslam dünyasında bilim dışı bir anlayışın yaygınlaşması ve felsefî düşüncenin ortadan kalmasının önemli bir sebebinin Gazali olduğu iddia edilir. (1) Onun özellikle Tehâfüt'ül Felâsife adlı eserinde İslam filozoflarına yönelttiği eleştiriler de delil olarak gösterilir. Amacım, İslam dünyasında bilim ve felsefenin gerilemesini Gazali'ye bağlayan Gazali karşıtlığının değerlendirmelerindeki bazı yanlışlıkları, temelde Tehâfüt'e başvurarak göstermektir. Bununla birlikte ölçüsüz Gazali taraftarlığının birkaç yanlışına da işaret dilecektir.

     A. Gazali Karşıtlığındaki Yanlış Anlamalar
     Cahilce ve bağnazlıkla filozoflara benzemek isteyerek görüşlerinde onları taklit eden, böylece akıllı ve zeki göründüğünü sanan ve bu saikle dinin, özelde İslam'ın felsefe ve bilimle bağdaşmadığını sananlara Gazal'inin yaptığı bir hatırlatmayla başlayalım. Gazali diyor ki onların kendilerine benzemek istedikleri büyük ve önde gelen filozoflar -ki kanımca Gazali bu büyük filozoflar sınıfına yalnızca Farabi ve İbni Sina gibi İslam filozoflarını değil, aynı zamanda Aristo, Eflatun ve Sokrat gibi antik Yunan filozoflarını da dahil etmektedir- dinleri inkar ettikleri iftirasından uzaktır. (2) Buradan da anlaşılıyor ki Gazali göre felsefeyle ilgilenmek, dini reddetmeyi zorunlu olarak doğurmaz.
     Gazali, Tehâfüt'ünde, filozofların asıl olarak metafizikle ilgili yanlış bulduğu görüşlerini 20 başlık altında inceleyerek eleştirir. Bunlardan 16 tanesi doğrudan metafizik ile ilgilidir ve kitabın İlahiyat(Metafizik) bölümünde ele alınmıştır. Bunları iki ana konu etrafında toplamak mümkündür:
     1. Âlemin ezelîliği ile ilgili tartışma.
     2. Allah'ın sıfatları ve buna dahil olarak Allah'ın eşyayı küllî tarzda bildiği ile ilgili tartışma.

     Geri kalan 4 tanesi ise fizik alanıyla da açık ilgisi bulunan metafizik konulardır. Bunlar da kitabın Tabiiyyat(TabiatBilimleri) bölümünde ele alınmıştır ve bunlar da iki ana konu etrafında toplanabilir:
     1. Nedensellik ve mucizelerle ilgili tartışma
     2. Dirilmenin bedensel mi ruhsal mı olduğu tartışması Bu nedenle Gazali'ye yöneltilen ithamlardaki yanlış anlamalar, metafizik tartışmalar ve tabiat bilimleriyle ilgili tartışmalar başlıkları altında yani felsefe ve bilim bağlamında ele alınacaktır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Cengiz Özakıncı, İslamda Bilimin Yükseliş ve Çöküşü, Otopsi yayınları, 18. Basım, İstanbul, 2014, s. 347 vd. Ayrıca krş: Oliver Leaman, Ortaçağ İslam Felsefesine Giriş, Çev: Turan Koç, Rey Yayıncılık, Kayseri, 1992, s. 21, 49 vd; Roger Arnaldez, "İslam'da Felsefî Düşünce Nasıl Kötürümleşti?", Çev: Ahmet Aslan, İslam Felsefesi Üzerine Edt: Ahmet Aslan, Vadi yayınları, 1999, Ankara, s. 60.
2) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, Çev: Mahmut Kaya, Hüseyin Sarıoğlu, Klasik Yayınları, 6. Basım, s.3. إي يتحقق أ ّن ه الء الذين يتشبإ بهم من زعماء الفالسفة و رؤسائهم براء ع ّما قذفوا بإ من جحد الشرائع وأنّهم م منون باهلل. 
~~~~ * ~~~~

     1. Metafizik Tartışmalar ile İlgili Yanlış Anlamalar
     Gazali, önceki filozofların ve onlarla birlikte İslam filozoflarının metafiziğe ilişkin görüşlerinin tutarsız ve çelişik olduğunu göstermek ister. (1) Fakat Gazali'nin bu çabasından felsefe karşıtlığı çıkarmak zorunlu değildir. Çünkü Gazalî'nin eleştirdiği bizzat felsefenin kendisi değil Aristocu metafiziktir.
     Gazali'ye göre metafizikte Aristo'yu takip eden İslam filozofları iddialarını ispatta zorlandıkları zaman şöyle bir yönteme başvurur ve derler ki: "Metafizik, keskin zeka sahiplerinin bile kolaylıkla ve hazırlıksız anlayamayacağı kadar karmaşık ve zor bir ilimdir. Metafizik ile ilgili söylediklerimizi anlayabilmek için öncelikle matematik ve mantık alanında yetkinleşmek gerekir."
     Böylece filozoflar, görüşlerini benimseyen takipçilerini de anlamadıkları meseleler karşısında şöyle düşünmeye sevk ettiler: "Filozofların bilgilerinin anlamadığımız bu meseleyle ilgili çözümü içerdiği muhakkaktır. Fakat biz mantık ve matematikte yeteri kadar derinleşmediğimiz için filozofların çözümlerinin anlayamıyoruz." Böylece filozoflar, Gazali'ye göre, mantık ve matematiğin kesinliğinden, bu kesinlikten gelen gücünden faydalanarak aslında kesin olmayan metafizik düşüncelerini de kesinmiş gibi sunuyorlar. Gazali, filozofların bu kurnaz taktiğini boşa çıkarmak ve metafizik düşüncelerinin hakikati yansıtmadığını göstermek için matematik ve mantık ile felsefeyi birbirinden ayırarak işe başlar.
     Ona göre matematiğin metafizikle doğrudan ve yakın bir ilişkisi yoktur. Filozofların yaptığı gibi, metafiziğin zor meselelerinin anlamak için matematiği bilmek gerektiğini iddia etmek, tıpkı tıp, gramer veya hadis öğrenmek için matematiği bilmek gerektiğini iddia etmek kadar anlamsızdır. Dolayısıyla matematik bilmemek veya onda uzmanlaşmamak metafiziği anlama konusunda, daha doğrusu filozofların metafizik düşüncelerindeki yanlışları anlama konusunda hiçbir şekilde bir dezavantaj teşkil etmez. (2)
     Mantığa gelince, mantığın gerekli olduğu ve sağlam sonuçlara ulaşabilmek için ilim erbabının mantığı bilmek zorunda olduğu konusunda Gazali filozoflarla hemfikirdir. Fakat onun filozofları eleştirisi tam da bu noktada başlar. Filozoflar, felsefî sistemleri gereği ulaştıkları metafizik sonuçların mantıksal zorunluluk taşıdığını iddia etmekteydiler. Buna mukabil Gazali, mantık terimlerini, onun çıkarım kalıplarını kullanarak ve mantıksal akıl yürütmenin hem şekil hem de içerik şartlarını gözeterek bir metafizik eleştirisine girişir. Böylece o, filozofların metafizik alanında elde ettikleri sonuçların burhanî nitelikte olmadığını, görüşlerinin tutarsızlık içerdiğini ve felsefenin mantığı kullanmak suretiyle kesin sonuçlara ulaşma hedefinin filozoflar için gerçekleşmediğini gözler önüne sermeye çalışır. (3)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 3-4.
2) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 10.
3) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 11.
~~~~ * ~~~~

     Bazılarının söylediği gibi burada ben, Gazali'nin filozofları kendi silahı ile vurduğu veya onları kendi yöntemleriyle alt ettiği tarzında ifadelere başvurmayacağım. Burada aslında olan şudur: Gazali, mantığı bir bilim ve yöntem olarak takdir eder, onun değerini teslim eder ve gerektiği gibi de kullanır fakat felsefeyi temelinden yıkmaya çalışmaz. Tersine o, farklı bir felsefe, "İslamî" bir felsefe inşa etmeye çalışır. Bunu da filozofların metafiziğini yani felsefe yapmanın bir biçimini eleştirerek yapar. Nitekim filozofların birbirini eleştirmesi felsefe tarihinde en sık tekrarlanan olaydır ve Gazalinin yaptığı da bundan farklı değildir.
     Gazali'nin sözünü ettiğimiz bu eleştirisini kelamcılar ile akidecilerin terimlerine başvurmadan yapacağını söylemesi (1) bu düşüncemizi desteklemektedir. Onun kelamcıların yöntemine başvurmamakla kastettiği şey, nasslara dayanmamaktır. Nitekim Gazali'nin filozoflara yönelttiği felsefî eleştirilerinde onların görüşlerinin yanlış olduğunu göstermek için ayet ve hadislerden güç almaya ihtiyaç duymadığını görüyoruz. Onun yerine onların tutarsızlıklarını göstererek iddialarını çürütme yolunu seçer. Onun bu tavrını âlemin ezelîliği ile ilgili tartışmayla örneklendirmek istiyorum.
     Gazali, filozofların âlemin ezelîliğine ilişkin ileri sürdükleri dört delili sıralar ve her birini ayrıntılı olarak inceler. Birinci delil, aynı zamanda Gazali'ye göre filozofların en güçlü ve en kafa karıştırıcı delili, ana hatlarıyla şöyledir:
     Ezelî olan Tanrı'dan, sonradan olanın yani sonradan olan âlemin sudûru imkansızdır. Çünkü âlem mevcut değilken onun var olmamasının nedeni, onun varlığını yokluğuna tercih edecek bir iradenin bulunmayışıdır. Böylece âlem, varlık alanına çıkmamış bir imkan olarak kalır. Bu durumda âlemin sonradan meydana gelmesi için irade sahibinin iradesinin yenilenmesi yani değişmesi gerekir. Oysa Allah'ın iradesinde ve Zât'ında bir yenilenme veya değişikliğin meydana gelmesi düşünülemez. Değişikliğin irade değil de kudrette olduğunu düşünmek de mümkün değildir. Zira bu durumda Allah'ın daha önce acizken sonradan kudretinin yetkinleştiğini düşünmek icap edecektir. Eğer ezelî olan Allah'ın niteliklerinde değişme ve gelişme meydana gelmesi imkansız ise o halde O'ndan ya hiçbir şey meydana gelemez ya da devamlı olarak yani başlangıçsız bir biçimde meydana gelir. Şu anda âlemin varlığı kesin olduğuna göre o halde âlemin sonradan meydana gelmiş olması imkansızdır.
     Ayrıca, âlemin sonradan meydana geldiğini kabul ettiğimizde onun "niçin var olduğu söylenen andan önce veya sonra değil de tam olarak o anda yaratıldığı" sorusuna cevap veremeyiz. Zira vereceğimiz her cevap Allah'ın bazı niteliklerinde değişme veya gelişme olduğu sonucunu doğuracaktır. Bu sonucu kabul etmek ise Ezelî Varlık için imkansızdır. Öyleyse âlem sonradan olma değil, ezelîdir. (2)
     Âlemin ezelîliği lehinde filozofların zikrettiği diğer üç delil üzerinde duramaya gerek olmadan, Gazali'nin birinci delile dair eleştirileri incelemek, onun felsefeye dönük tavrını anlamamız için yeterlidir. Zira onun Tehâfüt'te filozoflara yönelttiği bütün eleştiriler bu tarzdadır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 11. ينّيِواألصول مين ّ و نهجر فيإ ألفاظ المتكل
2) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 15-16.
~~~~ * ~~~~

     Gelelim Gazali'nin birinci delile yönelttiği eleştirilere: Gazali'ye göre âlemi yaratan ezelî iradenin yaratma nedeniyle değişmesi zorunlu değildir. Bu irade aynı kalarak ve hiç değişmeden âlemin belli bir zamanda ortaya çıkmasını, ondan önce var olmamaya devam etmesini ve yaratıldıktan sonra da varlığını sürdürmesini takdir etmiştir. Yani ezelî iradenin evrene taalluku, evrenin yaratılma öncesi, yaratılma anı ve yaratılma sonrası bütün evrelerini tek bir süreçte ve ezelî olarak irade etme şeklindedir. Böylece yaratma nedeniyle ilahî iradede bir değişikliğin meydana gelmesi gerekmez.
     Bu açıklamaya, diyor Gazali, şöyle bir itiraz tevcih edilebilir: Bu, geçersiz ve doğru olması imkansız bir açıklamadır. Çünkü sonradan olan şey ancak bir gerektiriciye ve sebebe bağlı olarak meydana gelir. Bir şeyin gerektiricisi ve sebebi olmaksızın meydana gelmesi imkansız olduğu gibi, varlığı için bütün şartlar bir araya gelmiş olan şeyin yani sebebi ve gerektiricisi eksiksiz mevcut olan bir şeyin meydana gelmesinin gecikmesi de imkansızdır. Daha açık bir dille söylersek, âlemin varlığının sebebi ve gerektiricisi olan ezelî irade, kudret ve ilim bir araya geldikten sonra âlemin varlığının gecikmesi imkansızdır. Bu nedenle âlem de onun gerektiricisi ve sebebi olan ilahî irade, ilahî kudret ve ilahî ilim gibi ezelîdir. (1)
     Bu muhtemel itiraza Gazali'nin verdiği yanıt şudur: Bir şeyin sonradan yaratılmasını ezelî iradeye bağlamanın imkansız olduğu bir akıl yürütmeyle mi yoksa aklî bir zorunlulukla mı bilinmektedir? Şayet bu bilginin, orta terime bağlı olarak gerçekleşen ve mantıkta kıyas adı verilen bir akıl yürütmeye dayandığı iddia ediliyorsa, bu kıyasın gösterilmesi gerekiyor. Oysa böyle bir kıyas gösterilebilmiş değildir. Yok eğer bu bilginin "bir şey kendisinden başka bir şeye özdeş olamaz" ilkesinde olduğu gibi aklî bir zorunluluğa dayandığı iddia ediliyorsa, o zaman aksini düşündüğümüzde, yani ezelî iradenin bir şeyi sonradan meydana getirebileceğini varsaydığımızda neden kendimizi bir çelişkinin içinde bulmayız. Zira aklî olarak zorunlu olan bir ilkeyi reddeden herkes düşüncede bir çelişkiye düştüğünü kolayca anlar. Burada aklî bir zorunluluk olmadığı içindir ki âlemin ezelî bir iradeyle yaratıldığına her çağda sayısız insan inanmaktadır. (2)
     Gazalî âlemin ezelîliği ile ilgili tartışmayı bu minvalde uzun uzun devam ettirir. Tehâfüt'te doğrudan metafizikle ilgili tartışmaların yapıldığı 16 başlık bulunmaktadır. Gazali'nin filozoflarla girdiği tüm bu tartışmalar boyunca kendi düşüncelerini ne kadar ispatlayabildiği veya filozofların görüşlerini çürütmede ne kadar başarılı olduğu, bu çalışmamızda birinci dereceden önem arz eden bir husus değildir. Burada asıl önemli olan Gazali'nin kullandığı mantıksal yöntem ve felsefenin kendisine karşı takındığı tavırdır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 17-19.
2) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 19.
~~~~ * ~~~~

     Yukarıdaki özet tartışmada görüldüğü gibi, Gazali'nin düşüncesinde, aklı kullanmanın etkin bir yolu olarak mantığın meşruiyeti ile ilgili bir belirsizlik yoktur. Felsefeye gelince, Gazali'nin karşı çıktığı şey felsefenin kendisi değil onun bir uygulama biçimi olan Aristocu metafiziktir. Bu metafiziği eleştirirken de Gazali, felsefenin özsel niteliği olan "yalnızca akla dayanarak iddialarını ispat etmeye çalışma" ilkesine filozofların bağlı kalmadığını veya bu konuda başarılı olmadığını göstermek istemiş fakat kendisi bu ilkeye sonuna kadar sadık kalmıştır. Bu nedenle de amacına ulaşmak için ayet ve hadislerin otoritesine sığınmamıştır. Böylece Gazali filozofların metafiziğini eleştirirken kendi metafiziğini inşa etmeye girişmiştir. Gazali'nin düşüncelerinin İslam inancına uygun olduğunu bu nedenle felsefe sayılamayacağını iddia etmek de yüzeysel bir değerlendirme olur. Zira Farabi ve İbn Sina da felsefî düşüncelerinin İslam inancıyla çeliştiğini düşünmemiş ve böyle bir ithamı kabul etmemiştir. Kaldi ki, bir düşüncenin felsefî olmasının ölçütü dinle ne kadar çeliştiği değil akla ne kadar uygun olduğudur.

     2. Tabiat Bilimleri ile İlgili Tartışmalardaki Yanlış Anlamalar
     Gazali, Tehâfüt'te, dinin ilkeleriyle çatışmayan ve dinin kabulleriyle zorunlu bir ilişkisi bulunmayan konuları tartışmaz ve filozofları tabiat bilimleri ile ilgili görüşlerinden dolayı reddetmez. Ayın ışığını güneşten aldığı, ay tutulmasının dünyanın güneş ile ay arasına girmesi sonucu meydana gelen doğal bir olay olduğu şeklindeki filozofların kabulleri buna örnek olarak verilebilir. (1) Ona göre bu tür olgusal verilere dayalı bilgilerin geçersiz olduğunu savunmak veya böyle bir çabaya girişmek dine karşı işlenmiş büyük bir suçtur ve dine büyük zarar verir. Çünkü bu astronomik gerçekler hiçbir şüpheye yer bırakmayan geometrik ve mantıksal kanıtlara dayanmaktadır. Bu nedenle bu tür gerçeklere muhalefet ederek dinin emretmediği bir gayretkeşlikle dine yardım etmeye kalkışan, Gazali'ye göre, ancak akılsız dost olabilir. Malumdur ki akılsız dost akıllı düşmandan daha zararlıdır. (2)
   Ayrıca filozofların astronomi ile ilgili bu bilimsel tavrı, "Güneş ve ay Allah'ın iki ayetidir. Kimsenin ölümü veya doğumu için tutulmazlar. Tutulduklarını gördüğünüzde Allah'ı zikredin ve namaz kılın." (3) hadisine dayanılarak da eleştirilemez. Çünkü bu hadis astronomi tarafından yapılan bilimsel açıklamayla çelişmek bir yana onu destekler. Zira hadiste tutulma olayının Allah'ın evrene koyduğu düzenin bir sonucu olduğu vurgulanmakta ve kimsenin ölümüyle ilişkilendirilemeyeceği belirtilmektedir. Tutulma anında namaz kılmanın emredilmesinde de anlaşılmayacak bir husus mevcut değildir. Zira bu tür doğal fakat dikkat çeken olaylar Allah'ın kudret, azamet ve ilmine daha çok işaret ettikleri için o esnada Allah'ı yüceltmenin emredilmesinin garip bir tarafı yoktur. Nitekim güneş batarken ve doğarken de namaz kılınmaktadır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 6.
2) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 7.
3) Buhari, Küsûf 1,2,4; Müslim, Küsûf 1.
~~~~ * ~~~~

     Eğer denilirse ki, bazı rivayetlerde hadisin sonunda "Fakat Allah bir şeye tecelli ederse o şey O'na boyun eğer." ilavesi mevcuttur. Bu da tutulmanın tecelli ile yani olağandışı bir şekilde Allah'ın doğrudan müdahalesiyle gerçekleştiğini göstermektedir. Gazal'inin bu itiraza verdiği cevap şudur: Bahsedilen son kısım sahih bile olsa bu durumda apaçık bilimsel gerçekler karşısında onları inkar ederek dine en büyük zararı vermek yerine, eğer varsa, bu ve benzeri nassları akla ve bilim gösterdiği gerçeklere göre tevil etmek ve yorumlamak gerekir. (1)
     Aslında burada yoruma bile gerek yoktur. Zira güneş ve ay tutulmalarının konulmuş belirli kanunlara göre düzenli olarak cereyan eden olaylar olduğunu kabul etmek, bu olayların ilahî tecelli sonucu meydana geldiği düşüncesine aykırı değildir. Evrendeki düzenin koyucusu ve koruyucusu Allah olduğuna göre her olayda zaten ilahî tecelli vardır. Güneşin düzenli doğuşunda Allah tecelli ettiği gibi tutulması da tecellinin bir sonucudur. Fakat bir yorum yapma zorunluluğu ortaya çıkarsa, dinin verilerini aklın ve bilimin ışığında yorumlamak gerektiğini söylemekle Gazali, aklın ve bilimin kesin verilerine duyduğu güveni açıkça belirtir.
     Gazali, âlemdeki tabiî işleyişin bilimsel araştırılması üzerinde dini bir problem olarak durmaz. Onun için önemli olan âlemin ezelîliği/yaratılmışlığı ve ilahî sıfatların niteliği ile ilgili tartışmalardır. Bunlar da bilimsel değil felsefî meselelerdir. Gazali açısından âlemin yaratılmış olduğu ve Allah'ın sıfatlarının sınırlandırılamayacağı tespit edildikten sonra evrenin küre biçiminde mi yoksa yayvan mı olduğu, göklerin kaç tabakadan ibaret olduğu ve hadiselerin hangi kanunlara tabi olarak cereyan ettiği, konunun özüne ilişmeyen ve bilimin alanına giren detaylardır. Burada dinin esaslarına aykırı bir husus yoktur. (2)
     Fakat bazı metafizik tartışmaların fizik evrenle daha açık ve yakın ilişkisi bulunmaktadır. Bu nedenle ilgili tartışmalar tabiat bilimlerine kadar uzanmaktadır. Bu tür tartışmalara Tehâfüt'teki en güzel örnek nedensellik ve mucizelerle ilgili olanıdır. Gazali, iktiran adını verdiği sebep ile sonuç arasındaki ilişkinin zorunlu olmadığını söyler ve filozofların bu ilişkide zorunluluk bulunduğunu kabul ederek bazı mucizeleri sembolik anlamlar yüklemek suretiyle reddetmelerini eleştirir.
     Bazı Gazali karşıtları, bu tutumuna dayanarak onu İslam dünyasında bilim ve teknolojideki duraklama hatta gerilemenin müsebbibi olarak gösterir. Oysa Gazali'nin filozofları bu şekilde eleştirmesinin bilim karşıtlığıyla hiçbir ilgisi yoktur. Onunla filozoflar arasında cereyan eden şey, son derece teknik düzeyde gerçekleşen felsefî bir tartışmadır. Bunu yakından görelim: Gazali'ye göre sebep ile sonuç birbirinden bağımsız iki farklı olaydır ve aralarında zorunlu bir ilişki yoktur. Bu nedenle birinin kabul edilmesi diğerinin kabul edilmesini, birinin reddi de diğerinin reddini gerektirmez. Başka bir ifadeyle sebebin varlığı sonucun da varlığını ya da sebebin yokluğu sonucun da yokluğunu zorunlu kılmaz.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Gazali, Tutarsızlığı Filozofların, 7-8. s, 
2) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 8. s.
~~~~ * ~~~~

     Örneğin su içmekle suya kanma, yemek yemeyle doyma, ateşe dokunmakla yanma, güneşin doğmasıyla aydınlık arasında veya boynun kesilmesiyle ölme arasında zorunlu bir bağ yoktur. Biri sebep diğeri sonuç olan bu olay çiftleri arasındaki tek bağlantı, bunların ilahî takdir gereği arka arkaya yaratılmalarıdır. Bu nedenle yemek yemeden de tokluğu veya boyun kesilmeden de ölümü yaratmak ya da boyun kesilse bile canlılığı devam ettirmek Allah'ın kudreti dahilindedir. Filozoflar ise bu tür varsayımların imkansız olduğunu çünkü sebep ile sonuç arasındaki ilişkinin zorunlu olduğunu söyler. Onlara göre bir şeyin meydana gelmesi için gerekli sebepler bir araya gelmişse sonucun ortaya çıkmaması mümkün değildir. (1)
     Gazali filozofların görüşlerini pamuğun yanması örneği üzerinden eleştirir. Ona göre ateş ile temas etmesine rağmen pamuğun yanmaması veya temas olmadan da yanması mümkündür. Çünkü pamukta siyahlığı yaratarak onu yakan, onun parçalanmasını sağlayan ve yakıp kül haline getiren Allah'tır. Ateş ise herhangi bir etkinliği olmayan cansız bir varlıktır. Filozoflar için pamuğu yakma işini yapanın ateş olduğunun tek delili, ateşe değen pamuğun yanmasını gözlemlemektir. Bu gözlem ise sadece pamuğun yanmasının ateşin temasıyla başladığını gösterir. Yanmanın ateşten dolayı olduğunu kesin bir biçimde gösteremez. Dolayısıyla sebebi ve sonucu, mesela ateşin pamuğa değmesi ve pamuğun yanmasını, biri diğerini gerektirmeden arka arkaya bizzat yaratanın Allah olduğunu düşünmekte mantıksal hiçbir engel yoktur. (2)
     Eğer denilirse ki: Bu görüş bazı çirkin imkansızlıkları kabul etmeye götürür. Çünkü sebep ile sonuç arasındaki zorunlu ilişki reddedilirse, örneğin birinin önünde yırtıcı hayvanların, alevli bir ateşin, yüksek dağların veya öldürmeye hazır düşmanların bulunduğunu fakat Allah onları görmeyi gözünde yaratmadığı için onları göremediğini mümkün saymak icap eder. Keza, evine kitap bırakıp çıkan birinin döndüğünde o kitabın aklı başında ve evi derleyip toplayan bir gence veya evin altını üstüne getirip etrafı kirleten bir ata dönüşmesini, eve bırakılan bir çocuğun köpeğe dönüşmesini ve buna benzer bir çok saçmalığı mümkün saymalıyız. (3)
     Yine eğer denilerse ki, günümüzde Gazali karşıtlarının söylediği gibi, sebepsonuç ilişkisindeki zorunluluk bu şekilde reddedildiğinde artık evrende bir düzen olduğunu kabul etme ve bilim yapma imkanı ortadan kalkar. Bu yüzden bu görüş bilimsel düşünceye vurulan büyük bir darbedir.
     Bu haksız eleştirilerin cevabını Gazali'nin şu açıklamalarında buluyoruz. Gazali der ki: evet bu tür ihtimallerin gerçekleşmesi teorik olarak mümkündür. Fakat Allah bu mümkünleri yaratmadığına (dikkat edelim yaratmayacağına değil yaratmadığına) dair bizde bir bilgi yaratmıştır. (4) Burada Gazali'nin önemle vurguladığı anahtar kavram bizde yaratılan bilgidir. Çünkü o tür olağanüstü ihtimalleri süregelen zaman içerisinde Allah'ın yaratmamış olması sayesinde evrende gözlemlenebilir bir düzen ortaya çıkmıştır ve bu düzene dair Allah bizde bir bilgi yaratmıştır. Açıktır ki bu bilgi ile kastedilen şey tabiat bilimleridir. Öyleyse Gazali'nin nedenselliğe ilişkin yorumunun bilimsel düşünceyi ve faaliyeti yok etmeye matuf olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Tersine Gazali'ye göre bilim Allah tarafından yaratılmıştır ve Allah'ın koyduğu evrensel düzeni anlamanın değerli bir yoludur. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 166.
2) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 167.
3) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 170.
4) Gazali, Tutarsızlığı Filozofların, s. 170 فإ ّن هللا تعالى خلق لنا علما بأ ّن هذه الممكنات لم يفعلها
~~~~ * ~~~~

     Nitekim Gazali'nin devam eden açıklamaları, konuyu daha da aydınlatmaktadır. O der ki, Allah fevkalade olayları gelişigüzel yaratırsa ilme karşı duyulan güven kalplerden silinir. Silinmesin diye de Allah, mümkün olmasına rağmen, bu tür olağanüstü halleri yerli yersiz yaratmaz.1 Bu nedenle çevremize bakarak doğada birçok düzenli hareket gördüğümüzde Allah, kudretinin ve ilminin sonsuzluğu hakkında bizde bir bilgi veya bilgiler meydana getirir. İşte bunlar, Allah'ın tabiatta devam ede gelen düzene göre yarattığı bilgilerdir2 yani farklı kollarıyla tabiat bilimleridir. Gazali böylece, doğa bilimlerini evrende koyduğu düzene göre yaratanın bizzat Allah olduğunu ve doğa bilimlerinin geçerliliğine duyduğumuz güvenin Allah'ın garantisi altında olduğunu söylemekle inanç ile bilim arasında güçlü bir korelasyon kurmaktadır.

     B. Gazali Taraftarlığındaki Bazı Yanlış Anlamalar
     Gazali'nin filozoflara yönelttiği eleştirilerle İslam dünyasında bilimsel ve felsefî zihniyetin gerilemesine neden olduğu iddiasının bir çok yanlış anlamayı içerdiği anlaşılmaktadır. Fakat ölçüsüz bir Gazali taraftarlığıyla, onun filozoflarla giriştiği tartışmada bütünüyle haklı olduğunu düşünmek de başka yanlışları içeriyor. Bu çerçevede Gazali'nin filozoflara dönük tutumundaki bazı hatalara da işaret etmek gerekiyor. Burada birkaç hatadan bahsetmek mümkündür:

     1. Filozofları tekfir etmesi:
     Gazali'nin filozofları küfre girmekle suçlaması çok ağır ve haksız bir ithamdır. Belki Gazali'nin bu tavrını, dinî lakaytlığın tehlikeli bir biçimde arttığı ve mantık ile felsefenin zararlı fikirlerin maskesi olarak kullanıldığı kendi zamanında ve kendi şartları içinde değerlendirmek, onun dinî duyarlılığını anlamak gerekir. Fakat İslam filozoflarının âlemin ezelî olduğunu, Allah'ın eşyayı küllî tarzda bildiğini düşünmeleri, sırf Aristocu metafiziğe sadık kalmanın ve bu uğurda İslam'ın inanç ilkelerinden taviz vermeyi göze almanın bir sonucu değildir. Tersine, böyle düşünmelerindeki temel kaygı Allah'ın mükemmelliğini teorik olarak korumaktır. Bu nedenle onları tekfir etmek düşüncede kolaycılığa kaçmaktır. Üstelik birini tekfir etmek dinî ve ilmî adaba da uygun düşmez. Çünkü iman kalp işidir ve gerçekten kimin iman ettiğini başka bir insanın bilmesi mümkün olmadığı gibi gerçekten kimin küfre düştüğünü de kesin olarak bilmek mümkün değildir. Kaldı ki birinin yanlış bir inanca saptığı ve bunu açıkça deklare ettiği için küfre düştüğü bilinse bile, her an kalbine muttali olunamadığı için bir süre sonra hatasını anlayıp tekrar iman etmediğinden emin olunamaz. Bu nedenle kişileri hedef almak yerine iman ile bağdaşmayan fikirler üzerinde durmak ve meseleye teorik olarak yaklaşmak ilim erbabına daha çok yakışan bir tavırdır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Gazali, Tutarsızlığı Filozoflarını, s. 171
2) Gazali, Filozofların Tutarsızlığı, s. 171
~~~~ * ~~~~

     2. Bilimin değerini ve gerekliliğini ortaya koymada yetersiz kalması:
     Gazali'nin bilimin değeri ve gerekliliği ile ilgili değerlendirmeleri, dinî duyarlılığın arasında kaybolup gitmiştir. Bilimsel düşünce ve onu dindeki değeri hakkında yanlış yorumlara mahal bırakmayacak derecede teşviklerde bulunmuş olsaydı belki de İslam dünyasının günümüzdeki hali şimdikinden çok daha farklı olabilirdi. Fakat bu ihmali, veya daha doğru bir tespitle, ileri sürdüğü fikirlerinin, gelecekte, İslam düşünce tarihinde bilim karşıtlığına örnek olarak gösterileceğini tahmin edememiş olması, onu bilim karşıtı olarak suçlamak için yetersizdir.

     3. Felsefi düşünceyi açıkça teşvik etmemiş olması:
     İslam filozoflarını eleştirmek ve dinî düşünceyi savunmak için kaleme alınmış olsa da Tehâfüt'ül-Felâsife, İslam felsefesinin baş yapıtlarından biridir. Ne yazık ki Gazali'nin bu baş yapıtı, bir İslamî felsefe veya vahyî felsefenin doğmasına öncülük edememiştir. Onun felsefî yöntemini kullanan Tehâfüt dışında başka eserler kaleme alınmış olsaydı İslam felsefe literatürü büyük olasılıkla bugün çok daha zengin olacaktı. Fakat böyle bir sonucun doğmamasında Gazali'den daha fazla ondan sonra gelen düşünürlerin payının bulunduğunu düşünmek gerekir.

     4. Yaptığı eleştirilerde pratik ile teorik ayırımını net bir biçimde yapmamış olması:
     Onun düşüncesinde bu ayırımı yapmış olmamıza rağmen Gazali'nin kendisi açık bir biçimde böyle bir ayırım üzerinde durmaz. Örneğin teorik bir alan olarak felsefe ile onun bir uygulanma biçiminin temsilcisi olan İslam filozofları arasındaki ayırım oldukça kapalıdır. Aynı belirsizlik bilim ile bilginler arasındaki ayırımda da mevcuttur. Tabii ki bu son belirsizlikte Gazali'nin yaşadığı dönem ve ondan önceki dönemlerde çoğunlukla bilim adamlarının aynı zamanda filozof olmasının büyük payı vardır.

     Sonuç
     Felsefe ve bilim alanında İslam dünyasında ortaya çıkan ve 20. yüzyılda en üst seviyeye ulaşan gerilemeyi Gazali'nin düşünceleriyle ilişkilendirmek ve onu bu gerilemeden sorumlu tutmak ona karşı büyük bir haksızlık olur. Ayrıca bu ilişkilendirme, söz konusu gerilemenin askerî, siyasî sosyal, ekonomik ve tarihî nedenlerini gözetmediği için eksik bir değerlendirmedir. Gazali'nin nedensellikle ilgili yorumlarından bilim karşıtlığı çıkarmak asla mümkün değildir. Onun nedensellikle ilgili görüşleri, deneyimcilikle ve deneyimciliğin önemli temsilcisi David Hume'un düşünceleriyle kıyaslanabilir derecede felsefîdir ve bilimsel düşünceye uygundur. Onun İslam filozofları eleştirileri ise felsefenin kendisini değil Aristocu metafiziği hedef almaktadır ve felsefî yöntemin yalnızca akla dayanması özelliğine tamamen uygundur.
 
bus

OY BİZİM ELLER! / Nurhan Genç

OY BİZİM ELLER!
13 Eylül 2021 / İstanbul
Nurhan Genç
Gönül Erleri
MGYK Üyesi
İlahiyatçı-Yazar

     Uzun zamandır gidemediğim, okul arkadaşlarımı, akrabalarımı ve çocukluğumdan itibaren kültürel oluşumumda derin izler bırakan, her birini amcam, teyzem olarak gördüğüm komşularımızı görme arzum -yazları annem ve kardeşlerim de orada oluyor- sıla özlemini gidermek için bu yazın sonunda beni Sivas / Zara’ya çekti.

     Adını duyup ta merak ettiğim, bazı özel güzellikleri ve yakın kazalardaki methini duyduğum yerleri gezmek maksadıyla niyetimi kız kardeşimle paylaşınca; "hadi, öyleyse gidelim" dedi. Erkek kardeşimin eşi de; "ben de size şoförlük yapayım", teklifiyle gelince canımıza minnet bilip rotayı istanbul'dan Sivas’a çevirdik.

     Sivas; Selçuklu'nun derin izlerini taşıyan ve tarihe oldukça tanıklık etmiş bir güzel şehir. Zara ise en yakın kazalarından biri. Benim için özelliği orada doğup, hayatın en lezzetli çağı olan çocukluğumun ve sevgili babacığımın kabrinin orada metfun olmasından geliyor. Lise okumak için geldiğim İstanbul; belkide doğduğum yerleri tanımama fırsat vermedi. Çünkü neredeyse Zara’ya yaz tatillerinin dışında gitmedim diyebilirim. Zara, Ermeni kültürünün yoğun etkisinde kalmış sanatkar insanların zenginleştirdiği ve biraz da sosyalist bir yapıya sahip, küçük, modern ve okuma oranı oldukça yüksek, sevimli, gelişmeye açık bir kaza. Ararsanız tarih her yerde var tabii. Burada da eski konaklar, eski bir tarihe sahip şehitlik ve bir döneme damgasını vuran askeri garnizonun etkileri var hala.

     Zara denince zirvesine çıkmanın ilk defa nasip olduğu Kösedağ'ı ve tam ortasından geçerek hayat ve canlılık verip Karadeniz'e dökülen Kızılırmak'ı anmamak olmaz.

     Kız-kıza çıktığımız bu yolculukta nasıl olmuşta bu kadar yakın harika yerleri görmemişiz diye hayıflanırken, bir taraftan da temaşa ettiğimiz manzara gözlerimize müthiş ziyafetler çekiyordu. En önemlisi de gönlümüze olan hitap idi. O da sımsıcak ilişkilerin hala dumanı üstünde taptaze korunduğunu gösteriyordu. Samimiyet ve içtenliğin sürdüğü bu Anadolu'nun bağrı, çocukluk anılarımızla birlikte deli fişek zamanların içinde bulduru verdi bizi.

     Yalnızca yaz aylarında orada olan diğer kız kardeşimin evine akşamın geç bir saatinde girdiğimizde, yaptığım ilk şey el lambasını alarak hemen kapısının önündeki sebze bahçesine dalmak oldu. Hiçbir suni gübre ve ilacın olmadığı bu küçük bostanda ekili salatalık, domates, biber, maydanozlar; sera veya suni hiç bir şeye kurban gitmemiş kokularıyla kendilerini hemen ele verdiler. İstanbul'un artık topraksız, bahçesiz apartman hayatı bizleri doğal olan her şeyden insafsızca kopartıyor. Yıllar önce evimizin arkasında kocaman bir çiftlik vardı ve her sabah doğal süt yumurta alırdık... Çamlıca’dan bahsediyorum. Kapılarımız açıldığında burnumuzun direğinin nasıl sızladığını bilenler bilir. Senelerdir İstanbul'da evimin terasına koyduğum kocaman saksılarda yetiştirmek için çaba harcadığım ve bir türlü yetiştiremediğim sebzeleri, burada alelade atsan bile, sanki şımararak arsızca büyüdüklerini görmek insana ağır bir nedamet hissi yaşatıyor. İnsan gitmekle kalmak duygusu arasında yoğun bir savaş veriyor aslında. Neden herkes İstanbul'da ki? Halbuki göz alıcı, iştah açıcı davetkar domates salatalıkları görmek bile insana burada rehabilitasyon sağlıyor. Çünkü ben her yaz organik, pembe domates bulmak için İstanbul'un yakın köylerini dolaşıp dururum.

     Diğer günlerde annemde kaldığımızda daha sabah gözümüzü açmadan bir tanıdık sesin anneme “Fatma abla!” diye seslenmesinden, iki basamaktan oluşan balkonumuza poşet poşet sebzeleri bıraktıklarını anlıyorduk. Taze fasulye, maydanoz, pembe, kırmızı yarılmış kocaman lezzetli domatesler, üzeri pütürlü biraz acımtırak çıtır çıtır salatalıklar, pancar yaprakları... Bazen de kesilmiş erişteler, küçük çorbalık hamurlar, elle yuvarlanmış köy yumurtalı kuskuslar. Nasıl bir cömertlik, paylaşma hediyeleşme, insan sevinmekle birlikte mahcubiyet de duyuyor. Büyük şehirlerde sürekli şikayet ettiğimiz bireyselleşme, yalnızlık duygusu buraya henüz gelmemiş, inşAllah gelmez de. Şöyle bir şey de var, burada insanlar bir birlerine öyle muhtaçlar ki. Sosyal bir olgu bu. Çünkü etrafta neredeyse hiç genç yok. Kimi okumak için, kimi çalışmak için büyük şehirlerin kalabalık ve stres dolu yükünün altına gönüllü mü gittiler bilinmez... Sosyal politikalar ve bir çok psikolojik etki tartışılabilir olsa da şimdi konumuz o değil.

     Bizi kapıda gören komşuların ki, görmeme imkanları yok -bahçeleri sadece yıkık, dökük sınır belirleyen küçük duvarlar ayırıyor- hayretle, sevgiyle seslenmeleri hemen gelip sarılmaları çoluk çocuk hasbi halleri görülmeye duyulmaya değer. Psikolojide bağlılık hormonu olan oksitoksin salgısı sanırım burada tavan yapıyor, öyle mutlu oluyor insan. İslamın getirdiği sosyal hayat asla yalnızlığı ve bireyselliği önermiyor. Sosyalleşme ve cem olmanın önemi ve bireyi nasıl mutlu ettiği bariz gözlenebiliyor Anadolu'nun bu küçük şehrinde.

     Merak ediyorum, ne diyecekler? "Değişmişsin, yaşlanmışsın, kilo almışsın" demelerini bekliyorum. Fakat öyle temkinliler ki samimiyetle gülümseyen yüzlerden başka bir şey görmüyorum. "Nasılsın, çocuklar büyüdü mü, evlenen var mı?" gibi hayata dair sorular, tebessüm ettirirken ne kadar büyüdüğümüzün de farkına vardırıyor. Bu hikmet dolu dostlarımın çoğu; değil üniversite okumak, okur-yazar bile değiller. Annemin akranları nasıl böylesine hatırşinas, böylesine vefalı, kıymet bilen oluyorlar? Anadolu insanının her biri başlı başına bir üniversite. Şikayet etmeyi bilmiyorlar. Belki değişim için farkındalık şartsa da, bu güzel insanlar yaşam ve tecrübeleriyle hayata anlam katıyor ve birlikte gülüp birlikte ağlıyorlar.

     Komşularımızdan birisi yanıma geldi. Yaşıtım olan kızını sordum; "nasıl, nerede?" diye. Sessizce sustu, yutkundu, gözlerinden yaşlar birden dizili verdi yüzüne “çok rahatsız, evde yatıyor, artık yatalak." dedi. Ne diyeceğimi düşünürken ”ben bakıyorum“ dedi. Ayrıca eşi de ölmüş. Dünya bir değirmen, ne koysan öğütüyor. Sağlıklı olduğuma sevinemedim o annenin yanında ama hamd ettim.

     Mahalleme bakıyorum, şu bizim eve bitişik yan binanın yeri daha dün kocaman bir kavaklık idi. Ortaokula giden ben bütün mahallenin kız erkek çocuklarıyla birlikte nasıl da yakar top, ebelemece, kovalamaca oynardık sokağı saran koca şamatalarla. Akşam annemizin bizi çağıran ve hiç istemediğimiz o sesi duyana kadar

     Bir daha bakıyorum, hüzün çöktü birden, bütün mahalleyi gözden geçirdim, uzak yakın evlerin babaları yok artık hiçbirinde. En yakın Almancı Cemal amca, her gün içip sarhoş gelip yatan ve mahallede ses istemediği için bütün mahallenin çocuklarının sustuğu ayakkabıcı Kemal amca, ermeni bir halası olan ve yazları Fransa'dan gelen merakla halasını seyrettiğimiz Adil amca, Zekeriya öğretmen, Şinasi öğretmen, komiklikleriyle ünlü iki kardeş Sami ve Nuri amcalar, mahallenin en münevver adamı babam ... hiçbiri yoklar. Ben mahallenin 14 yaşındaki vaizi. Şimdi hatırladım, sarhoş Kemal amcayla kimse konuşmaya cesaret edemezdi sadece beni çok severdi. Bir gün eşi Seher yengem -hiçbir akrabalığımız olmamasına rağmen öyle dedirtmiş annem- bana rica etti, ”belki seni dinler, bir konuş” diye. 14 yaşında ben konuşacağım, öyle deli İslami bir heyecanım var ki, namaz kılmayı bilmeyen koca koca teyzelere her gün birinin evine giderek namaz kılmayı öğretiyorum,.“Olur” dedim. Şimdi olsa konuşamam, cahil cesareti. Eve girdik bekliyoruz Kemal amca geldi, bana baktı hayırdır dedi.” Seninle konuşacağım” dedim” neyi?”dedi sarhoşluğunu dedim. ”Bana bak kız” diye tam kızacak,  sen bana bak!” dedim. “Yeter her gün böyle, senden artık korkmuyoruz ne yapacaksın?” dedim. O korkusuz çocuk halim hoşuna gitmiş olmalı ki yumuşadı güldü. Oturdum o zaman ve ne biliyorsam anlattım.  Saygıyla dinledi, ağladı. "Peki" dedi. Sonra tövbe etti ve namaza başladı. Allah'ım hepsine rahmet eylesin...

     Hiç plansız geldiğimiz bu küçük gezi programında Sivas merkezle birlikte görülmesi gereken iki ilçesini de gezdik. Divriği ve Gürün. Divriği bir şahesere ev sahipliği yapıyor, mutlaka görülmeli, Selçuklu eseri muhteşem Ulucami ve tarihi kalesi, konakları. Gürün, özellikle harika doğası ve özellikle Gökpınar doğal yaşam parkı. Sivas merkezde görülecek çok yerler var. Ulu cami, gök medrese, çifte minare, buruciye medresesi...

     Ve tabiiki misafirperver insanları, yolda gördükleri bizleri evine yemeğe davet eden güzel insanlar. Hatta Güründe bir sebeple uğradığımız ve hiç tanımadığımız bir evde öyle ağırlandık ki, neyi yiyeceğimizi şaşırdık. Zara da, zaten nerdeyse evde hiç yemek yemedik. Doğal ortamlar, safiyetini kaybetmemiş insanlar, peyniri, yağı, balı, tuzu, kızı ünlü.

     Anadolu da hayat var. Gidelim gitmeyelim fakat büyük şehirlerin hay huyu yoruyor, yalnızlaştırıyor, bireysel ve bencil yapıyor insanı. Hiç olmazsa gezmek, görmek, unutmamak, dostluk ve samimiyeti gözlemek için bir kaç gün olsa da gidin derim...
bahcivan-hareketli-resim-0062

9 Eylül 2021 Perşembe

FELSEFE ve DİN BİLİMLERİ / Düşünce - Eylem İlişkisi Açısından Din Algısı Üzerine Felsefi Bir Değerlendirme / Sayfa 634 - 640

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve
DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 634 - 640
FELSEFE ve DİN BİLİMLERİ
Düşünce / Eylem İlişkisi Açısından
Din Algısı Üzerine
Felsefi Bir Değerlendirme
Tuncay İMAMOĞLU *
     Özet
     İnsan kavramlarla düşünen bir varlıktır. Kavram ise bir şeyin zihindeki tasavvuruna denir. Buna göre tasavvur nesne ya da şeylerin insan zihnindeki imajı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu da tasavvurun, aklın kurucu öznesi, bir başka ifadeyle düşüncenin ana rahmi olduğunu göstermektedir.
     Terim de, tasavvur edilen kavramın dil ile ifade edilmesidir. İnsan tasavvur ettiği şeyi dil ile ifade ettiği gibi, onu eylemlerinde de gösterir. Bu anlamda insanın sergilemiş olduğu eylemelerin, onun tasavvurlarıyla yakın bağlantısı vardır. O halde diyebiliriz ki, insan zihni doğru tasavvurlara yani doğru kavramlara sahipse sergilemiş olduğu eylemler doğru, yanlış tasavvurlara sahipse sergilemiş olduğu eylemler de yanlış olacaktır. “Yamuk bakan, yamuk görür” şeklindeki söylem bu durumu güzel bir şekilde ifade etmektedir. Bu yüzden Kur’an’ın insan düşüncesinde yaptığı ilk köklü devrim, onun tasavvurunu dönüştürmek olmuştur. Biz de bu tebliğimizde din algısı ve dinsel eylemlerin o dinle ilgili tasavvurlardan nasıl kaynaklandığını ve yanlış din anlayışlarının düzeltilmesine yönelik önerilerimizi sunmaya çalışacağız.
     Anahtar Kelimeler: Din, Algı, Düşünce, Eylem, Kavram.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot:
* Prof. Dr. Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Felsefesi Anabilim Dalı.
~~~~ * ~~~~

     İnsan yapıp-eden ve her daim aktif olan bir varlık olup, çeşitli hayat olayları ve kaygıları içinde bulunmaktadır. O yaşayabilmek için hayat olaylarında karşılaştığı durumlarla hesaplaşmak, onların içinden sıyrılıp çıkmak zorundadır. Bu da insanın aktif ve eylemde bulunan bir varlık olduğunun en temel göstergesidir. Ancak insanın eylemler gerçekleştirmesi onun değerleri duyan bir varlık olmasına dayanır. Eğer insan böyle bir varlık olmasaydı o zaman onun içinde bulunduğu durumlar, karşılaştığı olaylar arasında bocalaması, sallantıda kalması gerekirdi. Bu da insanın hayat karşısında, hayatın ürettiği problemlere cevap verememesine, şaşırıp kalmasına neden olurdu. Bunun içindir ki, her daim akış içinde bulunan insan hayatının eylemleri rastlantılara değil, yönü belli olan eylemlere, bunlar için gerekli olan kararlara dayanmaktadır. İnsan diğer canlılar gibi günü gününe yaşamaz. İnsanın hayatı, belli amaçların, hedeflerin ve planların gerçekleştirilmesine bağlıdır. Ancak insan, içinde bulunduğu hayat koşullarının hakkından rastgele eylemlerle gelemeyeceğinden, hayatın problemlerine cevap verebilecek eylemleri harekete geçirecek bir değer duygusuna da sahip olmak zorundadır.
     İşte insan bu değer duygusuna dayanarak, araç arayıp seçerek hareket etmekle isteklerini gerçekleştirebilmektedir. (1) İşte insanda var olan bu değer duygusu ona Rabbimiz tarafından verilmiş bir nimettir. İnsanda var olan bu değer duygusu onun kavramlarla düşünmesini gerekli kılmaktadır. Bu da demektir ki insan, eylemlerini sahip olduğu kavramlarla ortaya koymaktadır. Bilindiği gibi kavram, kavramak fiilinden gelip bir şeyin zihindeki tasavvuruna denir. Buna göre tasavvur nesne ya da şeylerin insan zihnindeki imajı olarak belirmektedir. Bu da tasavvurun, aklın kurucu öznesi, bir başka ifadeyle düşüncenin ana rahmi olduğunu göstermektedir. Terim de tasavvur edilen kavramın dil ile ifade edilmesidir. (2)
     Yani kavramlarla tasavvur ettiğimiz varlık alemi kendini dilde göstermekte (3), Heidegger’in ifadesiyle dil, varlığın meskeni olmaktadır (4). Dil ile ifade etme Kavramların eyleme dönüşmesi demektir. Ünlü filozof Hegel konuşmaların, insanlar arasındaki eylemler olduğunu söyler.
     Bu da insanın temelde iki eylemi olduğu anlamına gelir. Birincisi, kavramları dille ifade etme demek olan konuşma eylemi, ikincisi de bu kavramlara uygun olarak sergilediği yapıp etme eylemi. Yani insan tasavvur ettiği şeyi dil ile ifade etme eylemi yanında, onu yapıp etmelerinde de gösterir. Bu anlamda insanın sergilemiş olduğu eylemelerin, onun tasavvurlarıyla yakın bağlantısı vardır. O halde diyebiliriz ki, insan zihni doğru tasavvurlara yani doğru kavramlara sahipse sergilemiş olduğu eylemler doğru, yanlış tasavvurlara sahipse sergilemiş olduğu eylemler de yanlış olacaktır. “Konuyla ilgili olarak, Hz. Peygamber’in “ameller niyetlere göredir” hadisi de, tasavvur ile eylem arasındaki zorunlu ilişkinin varlığını göstermesi açısından son derece önemlidir.
 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Takiyettin Mengüşoğlu, İnsan Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1988, s.92, 97.
2) Ruhattin Yazoğlu, Tuncay İmamığlu, Klasik Mantık, Erzurum, 2015, s.24; Mustafa İslamoğlu, Kur’ani Hayat Yazıları, İstanbul, 2011, s.203.
3) Ruhattin Yazoğlu, “Dil-Kültür İlişkisi”, Muhafazakar Düşünce Dergisi, yıl.2, sayı. 5, Ankara, 2005, s.128.
4) Martin Heidegger, Özdeşlik ve Ayrım, çev. Necati Aça, Ankara, 1997, s.52.
~~~~ * ~~~~

      Verilen bu bilgilerin ışığında diyebiliriz ki, bilgilenme sürecinin başlangıç noktasını oluşturan tasavvur, insanın ölçme ve değerlendirmede kullandığı temel ilkelerin oluştuğu noktadır.  Bu yüzden Kur’an’ın insan düşüncesinde yaptığı ilk köklü devrim, onun tasavvurunu dönüştürmek olmuştur. Kur’an İnsanı inşa ederken işe onun kullandığı kavramlardan başlamış, insan hayatında bir özne, bir inşa edici görev üstlenmiştir. Kur’an’ın bu inşa hareketini dört aşamada gerçekleştirdiği görülmektedir: Kur’an kelime ve kavramlarıyla tasavvuru, önerme ve hükümleriyle aklı, Peygamber örnekleriyle kişiliği ve son olarak maksat ve ruhuyla da bütünüyle hayatı inşa etmiştir. (1)
     Burada şöyle bir yaklaşım tarzı sunmanın uygun olacağı kanaatindeyiz. Bilindiği gibi Kur’an’da Allah Hz Adem’e eşyanın isimlerini öğrettiğini beyan etmektedir. Bizim kanaatimize göre burada öğretilen eşyanın tamamının tek tek isimlerinden ziyade insanın varlık hakkında doğru tespitlerde bulunması ve eşyayı doğru tasavvur etmesidir. Eşyayı doğru tasavvur etme yeteneğini Yüce Rabbimizden öğrenen insan bununla kavramlar oluşturmuş ve bu kavramlara uygun eylemler sergilemiştir. Ancak zamanla bu doğru düşünce bozulunca bu bozuk tasavvuru düzeltmek için Rabbimiz peygamberler göndermiştir. Kanaatimizce gelen peygamberlerin yaptıkları zamanla yanlış yöne giden tasavvurları tekrar düzeltmek ve buna uygun eylemleri insanlara göstermektir.
     Nitekim Hz. Peygamber tebliğini yapmaya başlamadan önce Mekke toplumuna bakacak olursak, onların zihin dünyalarında Hz. İbrahim geleneğinden bazı unsurların var olduğunu ancak bu tasavvurların bozuk ve yanlış olmasından dolayı eylemlerinde de yanlışlıklar olduğunu görebiliriz. Örneğin İslam öncesi dönemde Kabe tavaf ediliyordu. Bu Hz. İbrahim geleneğinde var olan bir inançtı. Ancak tavaf yapılırken çıplak ve ıslık çalarak, el çırparak yapılıyordu. İşte Kur’an bu yanlış tasavvuru düzeltmiştir. Kabeyi tavaf aynen devam etmekle birlikte örtülü, el çırpmadan ve ıslık çalmadan yapılması sağlanmıştır. Yine putlara kurban kesiliyordu, Kur’an kurban kesme geleneğini aynen devam ettirmiş ancak bu konudaki yanlış tasavvuru ortadan kaldırmıştır. Kurbanın putlara değil Allah’a kesilmesi gerektiğini beyan etmiş, insanların zihin dünyalarındaki tasavvuru düzelterek eylemlerinde doğru yansımalarını öne çıkarmıştır.
     Kur’an’ın insan zihninde yaptığı köklü devrime çok daha güzel bir örnek Mekke toplumunun zihin dünyasında yaptığı dönüşümdür. Bilindiği gibi, Mekke toplumu Tanrı’nın varlığına inanmakla birlikte, Onun aşkın ve ulaşılmaz bir varlık olduğunu dolayısıyla O’nunla iletişim kurmanın yolunun aracı varlık yani putlar vasıtasıyla olabileceğini düşünüyordu. Mekke toplumunun zihin dünyasında var olan Tanrı tasavvuru O’nun insandan uzak ve aşkın bir varlık olduğu şeklinde idi. İşte Kur’an bu yanlış tanrı tasavvurundan işe başlamış, öncelikle Mekke toplumunun zihin dünyasında devrim yaparak onların inandıkları Tanrı tasavvurunu değiştirmiştir. Bu anlamda Kur’an’ın sunmuş olduğu Tanrı tasavvuru insana şah damarından çok daha yakın olan, onun yaptığı her türlü eylemden haberdar olan, kalbinde gizlediklerini bilen, dua ve yakarışlarına karşılık veren bir Tanrı tasavvurudur. Dolayısıyla Kur’an Mekki ayetleriyle önce insanların düşünce dünyasına müdahale ederek onların doğru tasavvurlara sahip olmasını sağlamıştır. Bu tasavvur inşasıyla doğru kavramları insan zihnine nakşeden Kur’an, ikinci aşamada bu kavramlarla oluşturduğu önermelerle insan aklına rehberlik ederek doğru sonuçlar çıkarmasına yardımcı olmuştur.
     Üçüncü aşamada ise Peygamber örnekliği ile insanın zihin dünyasında oluşturduğu bu kavram ve önermelerin eylemlerine yansımasını sağlamıştır. Medeni ayetlerin insanın ameli boyutuyla ilgili olması bunu göstermektedir. Bu aşamada insan sahip olduğu doğru kavramları eylem dünyasına yansıtmaya başlamıştır. Son aşamada ise tüm toplumsal hayatı dönüştürmüş ve sağlıklı bir toplum modeli ortaya koymuştur. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Mustafa İslamoğlu, a.g.e., s. 217.
~~~~ * ~~~~

     Dört aşamada gerçekleştirilen bu inşa faaliyetinde Kur’an insana dinamik bir uluhiyet anlayışı sağlamış, kazandırdığı bu anlayışla insanın da dinamik bir kişiliğe bürünmesini isteyerek, onu, tevekkül inancıyla çalışmaya teşvik etmiştir. Çünkü İslam’ın Allah’ı; çalışana emeğinin karşılığını adaletle veren, dualarını işitip icabet eden ilim ve irade sahibi aşkın bir güçtür. Kur’an insana böyle bir uluhiyet tasavvuru kazandırmakla onu, üzerine düşen tüm sorumlulukları yerine getiren, çalışan, eylemde bulunan ve tüm bunları yaptıktan sonra da Allah’a tevekkül eden bir aksiyon adamı olarak görmek istemektedir. Bunun içindir ki, bu doğru tasavvurla inşa edilmiş insanlar, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük fütuhatını yapmış, çok kısa bir zaman diliminde Doğuda Hindistan’a Batı’da İspanya’ya Kuzeyde ise Azerbaycan’a kadar uzanmışlardır. Müslümanların çalışma ve fedakarlıklarını motive eden bu büyük enerji, sahip oldukları doğru tasavvurdur.
     Onların oluşturduğu medeniyetin kurucu öznesi, temel dinamiği Kur’an olmuştur. Onların kendileri dışındaki toplumlara önderlik etmeleri ve o toplumları etkilemelerinin ana unsuru sahip oldukları tasavvur ve eylem ilişkisinin tutarlılığıdır. Ancak daha sonraki devirlerde Kur’an’ın inşa etmiş olduğu bu insanın yerini, tabiri caiz ise insanın inşa ettiği bir din almıştır. Yani fütuhat dönemlerinde kitabına uyulan bir din varken, sonraki dönemlerde kitabına uydurulan bir din tasavvuru inşa edilmiştir.
     Ünlü düşünür Erich Fromm’un ilginç bir tespitini burada paylaşmak istiyorum. Fromm derki, “her toplum kendine uygun karakteri yaratır” bu anlamada Fromm’a göre, İbrani ve Hıristiyan geleneklerinde peygamber dinlerinin temel konusu olan putperestlikle mücadele aynı zamanda narsizme karşı da bir mücadeledir. Putperestlikte insanın belli bir yanı mutlaklaştırılır ve bir puta dönüştürülür. İnsan daha sonra yabancılaşmış bir tarzda kendine tapmaya başlar. Önünde eğildiği, kutsadığı put, onun narsistçe tutkusunun nesnesidir. Halbuki der Fromm, tek tanrı görüşü narsizmin olumsuzlanmasıdır. Çünkü insan değil sadeece tanrı her yerde vardır ve her şeye kadirdir. Ancak tanımlanamaz ve anlatılamaz bir tanrı kavramının putperestliğin ve narsizmin olumsuzlanması olmasına karşın, Tanrı da zaman geçmeden tekrar bir put olmuş, insan narsistçe bir yoldan kendini tanrıyla özdeşleştirmiş ve böylece tanrı kavramının başlangıçtaki işlevinin tersine din de grup narsizminin bir dışa vurumu olmuştur. (1)
     Aynı şekilde tek tanrılı dinlerin ilk ortaya çıktıkları dönemlerde, onların sunmuş oldukları tanrı tasavvuru mükemmeldir. Ancak sonradan insanlar ya kendilerinde bulunan bir takım özellikleri Tanrıya atfederek onu antropomorfik bir varlığa dönüştürmüşler ya da onu tamamıyla aşkın, dünyadan bütünüyle bağımsız addederek kendilerinden uzaklaştırmışlardır. Bu şekilde tek tanrılı dinlerin uluhiyet anlayışları bozulmuş, bu bozuk tanrı tasavvurları da insanların eylemlerinde yansımasını bulmuştur.
     İşte İslam dünyasının eski ihtişamını kaybettiği sonraki dönemlerde durum buna benzemektedir. Kitabına uyulan bir din değil kitabına uydurulan bir din. Çünkü yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, İslam’da Allah çalışanın emeğinin karşılığını kat be kat veren bir mutlak varlık olarak sunulurken, sonraki anlayış adeta bu tasavvuru tersine çevirmiş, Allah çalışana emeğinin karşılığını adaletle veren olarak değil de, tembellik eden Müslümanın yerine sanki kendisi çalışan olarak düşünülmeye başlanmıştır. Böyle bir anlayış ise İslam dünyasının üzerine çökmüş en büyük felakettir.
     O halde bu gün yapılması gereken şey, insanların sahip oldukları tasavvurları tartışmadan, yaptıkları eylemleri ele almanın yetersizliğinin bilincinde olup, yanlış tasavvuru düzeltmeden eylemleri düzeltmeye kalkışmanın boşa harcanmış bir emek olduğunu bilip ona göre bir çaba içine girmektir.
    Örneğin, hayat ve ölüm, iyi ve kötü, adalet ve zulüm, kazanç ve kayıp, değerli ve değersiz, kalıcı ve geçici, tevekkül vb kavramlar, hayatı yönlendiren koordinatlar olduğu için bu koordinatların yanlış verilmesi, hayatı yanlış bir noktaya doğru götürecektir. Vahyin insan bilincini inşa etmeye dönük tüm çabası, insan hayatının koordinatlarını belirleyen bu kavramların içini doğru anlamlarla doldurmaktır. Nitekim, tasavvur atlanarak, eyleme yapılmış her düzeltme çabası sonuçsuz kalacaktır. Çünkü yanlış tasavvur ilk fırsatta aklı ve eylemi de kendisine uyduracak, düzeltilmiş eylemi, tekrar eski haline döndürecektir. (2) Örneğin İslam dünyasında ortaya çıkan yanlış tevekkül anlayışı, İslam’ın uluhiyet anlayışında paralel bir değişikliğin ortaya çıkmasına neden olmuş, tevekküle yanlış anlamlar yüklendiği için Müslümanlar, çalışmadan çalışanların gelebildiği seviyeye ulaşmayı, bilgili olmadan bilgili olanlarla eşit noktada olmayı ister hale gelmişlerdir. Böylece insanı çalışan olarak değil, Allah’ı, insanın yerine çalışan olarak düşünmeye başlamışlardır.
     Böyle olunca da kendisinin çalışmasına gayret etmesine gerek kalmamakta ve her işi Allah onun yerine yapmaktadır. Böyle bir uluhiyet ve tevekkül anlayışında ise insan Kur’an’ın muhatabı değil haşa sanki Kuran’ın muhatabı Allah’mış gibi bir algı ortaya çıkmakta Allah-insan ilişkisi ters çevrilmektedir. Oysa Allah’ın çalışmaya ihtiyacı olmamakla birlikte O her an yeni bir işte olduğunu söyleyerek insanların da çalışmasını istemektedir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Erich Fromm, Sevgi ve Şiddetin Kaynağı, çev. Selçuk Budak, Öteki Yayınevi, Ankara, 1995, s.89.
2) İslamoğlu, a.g.e., s.205-209.
~~~~ * ~~~~

     Pakistan’ın manevi kurucusu olan Muhammed İkbal Müslümanların dinamik uluhiyet ve dinamik insan anlayışlarını kaybetmelerini Yunan felsefesinin, özellikle de Platonun etkisine bağlamaktadır. İkbal’e göre Tanrı bu dünyayı yaratmış ve onunla bağlantısını devam ettirmektedir. Dolayısıyla Platon düşüncesinde Tanrı pasif bir konuma itilmiş, bu da dünyaya değer vermenin önemli olmadığı şeklinde bir tasavvurun ortaya çıkmasına neden olmuştur. (1) Platon’un “atı, akıl karanlığında kaybolmuş ve nalını vücut dağında bırakmıştır” diyen İkbal, onun varlık hengamesini inkar ettiğine ve görünmeyen dünyanın teorisyeni olduğuna işaret etmektedir. (2) Ona göre Platon’un ilk dönem düşünürler üzerinde bırakmış olduğu etki, Müslümanların gözlerini karartmış ve onların bu dünyaya yönelik faaliyetlerine darbe vurmuştur.
     Bilindiği gibi Platon, gerçek alemin ideler alemi olduğunu, bu dünyanın ise bir gölgeden ibaret bulunduğunu belirterek, önemli olanın ideler alemine yönelik faaliyette bulunmak olduğunu ifade etmiştir. Bu yaklaşım tarzı da görünen bu dünyayı ikinci plana itmiştir. Müslüman dünyaya bu etkinin olması Müslümanların da dünyayı öteleyerek, gerçek olanın ahiret olduğunu dolayısıyla onu kazanmanın daha yerinde olacağı şeklinde bir anlayışın yaygınlaşmasına neden olmuş, bu da Müslümanları geri bırakmıştır. Oysa Allah Kur’an’da bal arısından tutun da bir sineğe varıncaya kadar verdiği örneklerde bu dünyanın önemine vurgu yapmaktadır. Kur’an’ı Kerim gözle görülür, elle tutulur gerçeklere ağırlık veren bir ruh taşırken, Yunan felsefesi hayal ve faraziyelere dayanır ve gerçeklere göz yumar. Onun için der İkbal, bu tür çabalar eninde sonunda başarısız olmaya mahkumdur. Bu yüzden İkbal’e göre daha sonraki zamanlarda Yunan felsefesine karşı zihni ve ilmi bir isyan başlamış ve bu her alanda hissedilmiştir. (3)
     İslam dünyasında statikliğin oluşumuna ahiretin ebediliğini, dünyanın geçiciliğini vurgulayan ayetlerin, dünyanın tamamen önemsiz olduğu şeklinde yorumlanmasının payı da oldukça büyüktür. Böyle bir yorum, dünyanın terk edilmesi gerektiği gibi bir yanlış tasavvura yol açmış Müslümanları dünya karşısında pasif bir konuma getirmiştir. Oysa dünya ve ahiretin bir denge içinde var olduklarını, birinin bir diğeri için feda edilmesinin yanlış olacağı şeklindeki tasavvur daha önceki zamanlarda Müslümanların ortaya koydukları başarıda kendisini göstermektedir.
     Sonuç olarak diyebiliriz ki, tasavvurun insan eylemlerini belirlemede ana unsur olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, gerek İslam gerekse Batı dünyasında sosyal, siyasal ve ekonomik hayatın şekillenmesi sahip olunan tasavvurun bir sonucudur. İslam dünyasında başlangıçta var olan doğru tasavvurların ortaya çıkardığı olumlu durum, daha sonraki zamanlarda bu tasavvurların dönüştürülmesiyle olumsuz bir havaya bürünmüştür. Batı dünyasında ise Aydınlanma süreciyle birlikte akla çok farklı bir anlam yüklenmiş, daha önceki zamanlarda bir araç olarak tasavvur edilen akıl, amaç haline getirilmiştir. Aklın bu şekilde tasavvur edilmesi, bu kültürde var olan manevi her şeyi ortadan kaldırmış, seküler ve paragmatist bir dünya görüşünün ortaya çıkmasına neden olmuştur. Gerek İslam gerekse Batı dünyasında var olan bu anlayışın her ikisi de kanaatimize göre kaygı vericidir. İslam dünyasında bizce yanlış olan, kavramların yanlış içeriklerle doldurulması ve bunun sosyal hayatta çıkardığı olumsuz durumdur. Burada yapılması gereken şey, İslam dünyasındaki bu yanlış algılayış biçimini düzeltmek, kavramların anlamlarını yeniden gündeme almaktır. Batı düşüncesinde ise bu kavramları dışlama yerine onları yeniden gündeme almak ve doğru yaklaşımlarla onları yeniden ıslah etmektir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Muhammed İkbal’in dinamik Tanrı anlayışıyla ilgili bu düşünceler Batı düşüncesinin önemli bir siması olan Alfred North Whitehead’ın görüşleriyle benzerlik arz etmektedir. Bu konuyla ilgili bkz, Ruhattin Yazoğlu, “Süreç Teolojisinde Kötülük Sorunu”, EKEV Akademi Dergisi, yıl. 10, sayı.29, 2006, s.135 vd.
2) Muhammed İkbal, Benlik ve Toplum, Çev. Ali Yüksel, Eksen Yayıncılık, İstanbul, 1990, s.47.
3) Muhammed İkbal, İslamda Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu, çev.Ahmet Asrar, İstanbul, tarihsiz, s.176 vd. 
~~~~ * ~~~~
 
bus

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri & Grand Alfa Karadeniz Turu

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri  &  Grand Alfa Karadeniz Turu      5 Gün - 4 Gecelik (3 gece otel konakla...