23 Eylül 2020 Çarşamba

PSİKOLOJİ (4)

DİNİ PSİKOLOJİ ve
İSLAM PSİKOLOJİSİ BAĞLAMINDA
DİN PSİKOLOJİSİNİ
YENİDEN DÜŞÜNMEK
*4*
Dr. Sevde Düzgüner
Psikoloji | Biruni Üniversite Hastanesi
     Burada şu noktayı netleştirmek gerekir. Wundt, psikolojinin ayrı bir bilim olması gerektiğini söyleyerek ve bir psikoloji laboratuvarı kurup buradan yüksek lisans öğrencisi yetiştirerek psikolojinin bilim dalı haline gelmesini sağlamıştır. Ancak o, dini tecrübe dahil insanın pek çok tecrübesinin deneysel çalışmalarla açıklanamayacağını savunarak psikolojinin alanını deneyle sınırlı tutmadığı için bilimsel açıdan eleştirilmiştir. Bu kadar eleştirilmesine rağmen Wundt’un, psikolojinin resmen kurucusu sayılması, zamanın ruhuna işaret etmektedir. Çünkü o dönemde psikolojinin temel konuları ele alınmaya başlamış, farklı yaklaşımlar ortaya çıkmış ve psikolojini ayrı bir disiplin olarak kurulması yönünde yaygın bir kanaat oluşmuştur.
     Katı pozitivisit yaklaşımı kabul etmese de Wundt’un laboratuvarı bu kanaatin fiiliyata dökülmesi şeklinde tarihe geçmiştir. Wundt’un laboratuvarında yetişmiş ve deneysel araştırmalara önem veren pek çok araştırmacı dünyanın farklı yerlerinde psikoloji laboratuvarları kurarak psikolojinin gelişmesine ciddi katkı sağlamıştır. Örneğin bu araştırmacılardan ilki olan G. Stanley Hall, Harvard Üniversitesi’nde psikoloji eğitimi alarak 1883 yılında Johns Hopkins Üniversitesi’nde Amerika’daki ilk psikoloji laboratuvarını kurmuştur. Dört yıl sonrasında Amerika’nın ilk psikoloji dergisini yayınlamaya başlamıştır. Dahası o, 1892 yılında –psikoloji alanında otorite olma özelliğini bugün dahi koruyan- 1892’de Amerikan Psikoloji Derneği’nin (American Psychology Association, APA) kurulmasına büyük destek vermiş ve başkanlığına seçilmiştir.
     İleride değinileceği üzere Hall, din psikolojisi alanında da öncü adımlar atmıştır. Bilim dalı haline gelişinin ardından psikoloji çalışmaları pek çok üniversitede yapılmaya başlanmıştır. İlk dönem psikoloji çalışmaları olarak nitelendirilebilecek bu dönemde ele alınan konular daha ziyade görme, duyma, dokunma duyuları, tepki ve algı süreleri, dikkat ve kelime çağrışımı üzerine yoğunlaşmıştır ve iç gözlem metodu benimsenmiştir.
     Bu araştırmalar, deneysel psikoloji, bilişsel psikoloji ve insan ve hayvan davranışlarının ölçülmesi alanlarının gelişmesine yardımcı olmuş ve psikolojinin temel konuları böylece ortaya çıkmaya başlamıştır ve bu görüş psikolojinin sadece gözlenebilen davranışlara odaklanması gerektiğini savunan davranışçı yaklaşıma kadar böyle devam etmiştir.
     Wundt’tan günümüze kadar psikolojinin ele aldığı konu, metod ve teoriler çok gelişmiş ve farklı yönlere doğru evirilmiştir. 19. Yüzyıl psikoloji için kuruluş yüzyılı, 20. Yüzyıl ise farklı yaklaşımların ortaya çıkması neticesinde gelişme yüzyılı olmuştur. Bu ekollerin psikolojiye kazandırdığı yeni teori, bulgu ve ölçekler bilim dalını çok daha farklı noktalara taşımıştır. Psikolojinin konusu da insana dair farklı yaklaşımlara dayalı olarak değişiklik göstermiş ve zaman içerisinde çeşitlenmiştir. Örneğin Wundt’un içe bakış yöntemini bilimsel olmadığı gerekçesiyle eleştiren davranışçı yaklaşım psikolojinin sadece gözle görülebilen ve ölçülebilen davranışları konu edinmesi gerektiğini iddia etmiştir. Psikanalitik yaklaşım ise bilinçaltı süreçlere işaret ederek psikolojinin konusunu bilinçten bilinçaltına doğru genişletmiştir. İnsanın olumlu yönlerine ve kendini gerçekleştirme potansiyeline vurgu yapan Hümanist yaklaşım ise bilincin ötesine işaret ederek, psikolojinin kapsamını daha farklı bir yöne doğru uzatmıştır. Yapıcı ve yıkıcı özellikleri bir arada bulunduran insanı ele alma iddiasındaki psikolojinin kapsamının, yaklaşımların çeşitlenmesi aslında doğal bir sonuçtur. Günümüzde psikoloji, en genel haliyle, insanın duygu, düşünce ve davranışlarını ele alan bilim dalı olarak tanımlanmaktadır.
     Ortaya çıktığı günden bu yana psikoloji, her bir yeni çalışmayla geliştiği için kısa süre içerisinde farklı yaklaşım ve çeşitli alt dallara ayrılmıştır. Bu dalların ortaya çıkışı da zamanın ruhunun izlerini taşımaktadır. Nitekim insanın belli bir yönüne odaklanan çalışmalar derinleştikçe ortaya münferit bir araştırma alanı olacak kadar bulgu ve sonuç çıkmaktadır. Alanın isminin verilmesi, çoğu zaman bu çalışmaları sistematik olarak ele alınması için yeni bir sınıflamaya gidilmesinin son aşamasıdır. Bilişsel psikoloji, gelişim psikolojisi, eğitim psikolojisi, kültürel psikoloji, sosyal psikoloji, nöro-psikoloji ve din psikolojisi, bunların bazılarıdır. Her bir alt dal, spesifik bir araştırma alanına işaret etmektedir. Örneğin gelişim psikolojisi, insanın farklı yaşlardaki psikolojik özelliklerine odaklanırken sosyal psikoloji bireyin duygu, düşünce ve davranışlarının diğer insanların varlığından etkilenmesine odaklanır. Din psikolojisi ise bireyin bir dini inanca bağlanmayı tercih edip etmemesinin onun hayatı üzerindeki etkilerini inceler.

     İnsanın yüce bir güce yönelik inancı da kendini anlama çabası kadar eski bir olgudur. Tarih boyunca insanlar, kutsal gördükleri birtakım varlık ve manalara inanmış; hayatlarını bu inanç çerçevesinde belirlemişlerdir. İsimleri, içerikleri ve pratikleri değişse de dini veya mistik inançlar, her dönem ve kültürde var olmuştur. Bu inançlar, bireyi etkileme, onu değiştirme, dönüştürme ve yeniden inşa etme gücüne sahiptir. Dolayısıyla insanın duygu, düşünce ve davranış örüntüsü, dini inancının etkisiyle şekillenmektedir.
     Din ile kültür arasındaki sıkı ilişki, dini inancın sosyal boyutuna da dikkat çekmektedir. Dini inancın bireysel ve toplumsal hayatta göz ardı edilemeyecek etkisinin farkında olan psikologlar da ilk dönemden itibaren dini, psikolojik araştırmanın konusu olarak görmüşlerdir. Psikoloji alanında dine yönelik yaklaşımlar, dinin lehine veya aleyhine olacak şekilde farklılık gösterse de psikoloji ile dinin her zaman ilişki içinde olduğu söylenebilir. Köse’nin “bir dargın bir barışık kardeşler” olarak betimlediği din ve psikoloji ilişkisi günümüzde güçlenerek sürmektedir.
     Psikolojinin bir bilim olarak kabul edilmesi ile onun bir alt dalı kabul edilen din psikolojisinin ortaya çıkışı neredeyse eş zamanlıdır. Nitekim psikolojinin kurucusu kabul edilen Wundt’tan günümüze kadar olan süreçte James, Watson, Skinner, Freud, Jung, Fromm ve Maslow gibi psikolojinin öncülerinin hepsi din ile ilgili konularla ilgilenmişler, bu konuda kendi teorilerini ileri sürmüş ve çeşitli araştırmalar yapmışlardır.
     Burada şu husus hatırda tutulmalıdır ki tıpkı insanın kendi hakkındaki sorgulamasında olduğu gibi din ile ilgili konularda da tarih boyunca pek çok düşünür sayısız eser vermiştir. Ancak din psikolojisi, dini inancın psikolojik açıdan ele alınmasını kapsamaktadır. James’in 1902 yılında yayınladığı eseri Varieties of Religious Experience (Dini Tecrübe Çeşitleri), din-psikoloji ilişkisini bilimsel bir çerçevede sunduğu için bu alanın başlangıcı kabul edilmektedir. Bu eser, James’in 1901-1902 yıllarında Doğal Din başlığı altında Edinburg Üniversitesi’nde vermiş olduğu bir dizi konferansın yayınlanmasıyla oluşmuştur. Lord Gifford sponsorluğunda yürütüldüğü için “Gifford Konferansları” ismiyle anılan bu konferanslardan oluşan eser, bugün din psikolojisinin en temel konuları sayılan dua, mistisizm, din değiştirme, din ve ruh sağlığı gibi konuları içermektedir.
     Psikoloji açısından James’i diğer düşünürlerden ayıran, onun organize dini kurumlardan ziyade bireysel dini tecrübeye odaklanmasıdır. Ona göre din, “bireylerin ilahi olduğunu düşündükleri herhangi bir şey ile kendilerini ilişki içinde görmeleri bakımından tek başlarına yaşadıkları duygular, eylemler ve tecrübeler” bütünüdür. Dahası o, kiliseye giderek ibadet etmediğini, İncil’in Tanrı’nın kutsal sözü olduğuna inanmadığını belirterek dinin kurumsal boyutunu ilgi alanı dışına iterek bireysel deruni tecrübeyi öne çıkarmıştır.
     Onun bu vurgusu, din psikolojinin halen geçerli olan ilkelerinin temelini oluşturur. Kutsal olanın mahiyeti, dini inanç ve uygulamaların doğruluğu veya yanlışlığı gibi konular, din psikolojisinin alanı dışındadır; din psikolojisi sadece inanç ve inançsızlığın bireyin hayatındaki yansımalarını psikolojik araştırma yöntemleriyle inceler.
     Dinin değil dini tecrübenin araştırılmaya başlanmasıyla din psikolojisinin kapsam ve yöntemi de belirmeye başlamıştır. Din psikolojisinde yorumcu (interprative) ve istatistiksel-deneyci (statistical-empirical) olmak üzere iki temel geleneğin olduğu ileri sürülmüştür. James, din psikolojisinde yorumcu yaklaşımın öncüsü sayılırsa G. Stanley Hall da deneyci geleneğin öncüsüdür. Wundt’un laboratuvarında yetişen ilk öğrencilerden olan Hall, aynı zamanda James’in de ilk doktora öğrencisidir. Ancak James’in aksine o, ampirik araştırmalara önem vermiştir. Dini gelişim ve ifade biçimlerini merak eden Hall, Galton’un anket metoduna dayanarak çocuk ve ergenler üzerine bir araştırma yapmıştır ve böylece istatistiksel analizlerin din psikolojisi alanında kullanılmasında ilk adımı atmıştır.
     Hall, daha çok ampirik çalışmasıyla anılsa da yorumcu yaklaşımda eserler de vermiştir. İki ciltlik son eseri, Psikoloji Işığında İsa Mesih (Jesus, the Chirst in the Light of Psychology, 1917) isimli kitabında o, İsa peygamber ve ona inananları temel psikolojik kavramlar kullanarak yorumlamıştır. Hall’ın alana katkıları bunlarla da sınırlı değildir. O 1904 yılında Amerikan Dini Psikoloji ve Eğitim Dergisi’ni (The American Journal of Religious Psychology and Education) kurmuş, 1912 yılında ise derginin ismini Dini Psikoloji Dergisi (Journal of Religious Psychology) olarak değiştirmiştir. Ancak iki yıl sonra derginin başkanının vefatının ardından dergi yayınına son vermiştir.
     Diğer taraftan Hall, Amerikan Psikoloji Derneği’nin (American Psychology Association, APA) yanı sıra Clark Üniversitesi’nde, Clark Dini Psikoloji Okulu’nun (Clark School of Religious Psychology) da ilk başkanıdır. Din psikolojisi ona ve onun açtığı yolda ilerleyen öğrencilerine çok şey borçludur.

     Din Psikolojisini Yeniden Düşünmek
     Görüldüğü üzere psikolojinin kurulmasının ardından olduğu gibi din psikolojisinin kurulmasının ardından da farklı yaklaşımlar kısa sürede ortaya çıkmıştır. Din psikolojisinin kurucusu olan James, dinin kurumsal boyutuna değil de kişinin inandığı varlıkla kurduğu kişisel iletişim deneyimine odaklanarak temel bir yaklaşım ortaya atmıştır. Diğer taraftan Hall, Hristiyan öğretiyi esas alan çalışmalar da yapmış, dergi ve araştırma merkezinde de dini psikoloji ifadesini kullanmıştır.
     Din psikolojisi ile dini psikoloji farkını sonraki çalışmalarda da görmek mümkündür. Hall dini psikoloji yaklaşımını benimsese de öğrencileri tercihlerini farklı yönde kullanmışlardır. Örneğin hem James hem de Hall’ın öğrencisi olan Starbuck’ın 1899 yılında yayınladığı Din Psikolojisi (Psychology of Religion) isimli eseri, alanın ismini taşıyan ilk eser olarak önemlidir. Nitekim Hall daha ziyade dini psikoloji ismini tercih etmişti. Ancak Starbuck din psikolojisi ifadesini popüler hale getirmiştir. Onun 1912 yılında, son ergenlik dönemindeki 1200 Protestan üzerinde anket çalışması kayda değer bir araştırmadır. Bu çalışma, kendinden sonraki çalışmalara örnek teşkil etmiştir. Hall’ın Clark Okulu’nda yetişen Leuba ise, din değiştirme konusunu mülakat yöntemiyle incelemiştir.
     Bu arada belirtmek gerekir ki hocası Hall’ın aksine Leuba, dine olan inancını yitirmiş ve Dinin Psikolojik Kökeni ve Doğası (Psychological Origin and the Nature of Religion, 1921) isimli eserinde dinin insan zihninin bir ürünü olduğunu açıkça iddia etmiştir. Böylece dini inanca bağlılığını koruyan Hall, dini bir inanca sahip olmayan Leuba veya dini kurumlardan bağımsız bireysel dini inancı savunan James gibi psikologların bakış açılarıyla din psikolojisinin kapsamı genişlemiştir. James’in öğrencisi olan Pratt ise, Dini İnancın Psikolojisi (The Psychology of Religious Belief, 1907) isimli tezinde, farklı dini tutum, değer ve ilişkilere sahip kişilerden oluşturduğu örneklemiyle neyin dini inanç olarak kabul edileceğini neyin edilmeyeceğini belirlemeye çalışmış ve dini inançta duygu ve heyecanların önemine dikkat çekmiştir.
     Ardından yayınladığı Dini Bilinç (Religious Consciousness, 1920) isimli eseri de, din psikolojisinin temel kavramlarını yansıtması açısından James’in Dini Tecrübenin Çeşitleri isimli eserinden sonra ikinci önemli eser olarak kabul edilmiştir. Böylece din psikolojisi, dinin psikolojik kökenleri, din değiştirme, dini inancın yapısı ve dini bilinç gibi konularla netleşmeye başlamıştır. Diğer taraftan din psikolojisi çalışmaları içerisinde dini psikoloji çalışmalarını da görmek mümkündür.

Aynı Eserden alınan önceki Konular:



21 Eylül 2020 Pazartesi

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER ♥ ✿ܓ ♥ KADINLARA İYİ DAVRANMAK (1)

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN
(34)
KADINLARA İYİ DAVRANMAK
(1)
  • Âyet-İ Kerimeler
1. “Kadınlarla iyi geçinin.”  
Nisâ sûresi (4), 19

     İnsanlarla iyi geçinmek için önce onlara güzel ve tatlı söz söylemek, sonra da elden geldiğince iyi ve nâzik davranmak gerekir. Peygamber Efendimiz’in ortaya koyduğu ölçüye göre insanların en hayırlısı, aile fertlerine karşı iyi davrananlar, onlarla iyi geçinenlerdir.
     Bu ölçüyü iyice pekiştirmek isteyen Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem, aile fertlerine en iyi davranan kimsenin kendisi olduğunu belirtmiştir (Tirmizî, Menâkib 63; İbni Mâce, Nikâh 50).
     Resûlullah Efendimiz’in hanımlarıyla gülüp şakalaşması, akşamları zaman zaman hanımlarından birinin evinde diğer eşlerini de toplayıp onlarla birlikte yiyip içmesi, şakalaşması, Hz. Âişe ile -bilindiği kadarıyla- iki defa koşu yapması, Habeşlilerin gösterilerini seyretmeye onu dâvet etmesi ve hatta zaman zaman hanımlarının kaprislerine katlanması Âyet-i Kerîmede tavsiye edilen iyi geçimin en güzel örnekleridir.
     Kadınlara iyi davrananların değerli kişiler, kötü davrananların ise âdî kimseler olduğu; insanın evinde çocuk gibi, fakat dışarıda erkek gibi davranması gerektiği İslâm büyükleri tarafından ortaya konmuş sağlam ölçülerdir.

2. “Hanımlarınız arasında adaleti sağlamak için ne kadar uğraşsanız da bunu başaramazsınız. Bâri onlardan birine aşırı gönül verip de ötekini kocası yokmuş gibi büsbütün ortada bırakmayın. Eğer iyilik yapar ve günahtan sakınırsanız, Allah şüphesiz çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”
Nisâ sûresi (4), 129

     Birden fazla kadınla evlenen kimse, eşleri arasında adaleti ve eşitliği sağlamak zorundadır. Yemelerinde, içmelerinde, giyim ve kuşamlarında fark gözetmeyecektir. Her birinin yanında aynı miktarda kalacaktır. Bunları yapmak zaten o kadar zor değildir. Fakat eşleri aynı derecede sevmek mümkün değildir. Sevgiyi aynı oranda paylaştırmak insanın tabiatına da aykırıdır. Bu sebeple Allah Teâlâ birden fazla kadınla evlenen erkeklere, eşlerini aynı derecede sevme mecburiyetini getirmemiştir.

  • Hadisi Şerifler
275. Ebû Hüreyre radiyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Kadınlara iyi davranmanızı tavsiye ediyorum; vasiyyetimi tutunuz. Zira kadın kısmı kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en eğri yeri üst tarafıdır. Eğri kemiği doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Kendi hâline bırakırsan, yine eğri kalır. Öyleyse kadınlar hakkındaki tavsiyemi tutunuz.”
Buhârî, Enbiyâ 1, Nikâh 80; Müslim, Radâ’ 60.
Ayrıca bk. Tirmizî, Radâ` 11,
Tefsîru sûre (9) 2; İbni Mâce, Nikâh 3

     Buhârî ile Müslim’deki diğer bir rivayete göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Kadın kaburga kemiği gibidir. Onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Eğer ondan faydalanmak istersen bu hâliyle de faydalanabilirsin.” Buhârî, Nikâh 79; Radâ` 65

     Müslim’deki bir başka rivayete göre ise Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu:
     “Kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Hep seni hoşnut edecek şekilde davranamaz. Eğer ondan faydalanmak istersen bu hâliyle de faydalanabilirsin. Şayet doğrultayım dersen kırarsın. Kadının kırılması da boşanmasıdır.” Müslim, Radâ` 59
  • Açıklamalar
     Kadının neden yaratıldığı konusu çok tartışılmıştır. Aslında bir insan olarak kadının da tıpkı erkek gibi topraktan yaratıldığında şüphe yoktur. İslâm âlimlerinin bu konu üzerinde uzun uzun durmasının sebebi, Peygamber Efendimiz’in bu hadisidir.
     Hz. Peygamber “kadın kısmı kaburga kemiğinden yaratılmıştır” derken acaba bunu gerçek mânasında mı söylemiştir? Yoksa bu sözle kadının hırçınlığını ve istenen kıvama zor geldiğini mi anlatmak istemiştir? İşte bu soruların kesin cevabı bilinmemektedir.

     Siyer âlimi İbni İshâk’ın haber verdiğine göre Peygamber Efendimiz’in amcasının oğlu Abdullah Ýbni Abbas:
     “Havvâ Âdem aleyhisselâm uyurken, onun sol tarafındaki kaburga kemiğinden yaratılmıştır” demiş (ibni Hacer, Fethü’l-bârî, IX, 219). Fakat güvenilir hadis kitaplarında bu konuda doyurucu bilgi yoktur.

     Erkekle kadının yaratılışını Kur’ân-ı Kerîm şöyle anlatmaktadır:
     “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da eşini meydana getiren, ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinize karşı gelmekten sakının” [Nisâ sûresi (4), 1].

     Bu âyet-i kerime Hz. Havvâ’nın Hz. Âdem’den yaratıldığını bildirmekle beraber, onun kaburga kemiğinden meydana getirildiğini haber vermiyor.

     Bizi bu konuda tereddüde sevk eden husus Peygamber Efendimiz’in:
     “Kadın tıpkı kaburga kemiği gibidir. Kemiği doğrultayım dersen kırarsın. Eğer ondan faydalanmak istersen bu hâliyle faydalanabilirsin” buyurmasıdır. Acaba Resûl-i Ekrem Efendimiz bu hadisiyle şunu mu anlatmak istemiştir:
     Kadın kaburga kemiğinden yaratıldığı için huyu da kaburga kemiği gibi biraz eğricedir. Ona istediğiniz şekli veremezsiniz!..

     Hadîs-i Şerîfin bize öğretmek istediği nedir?
     Efendimiz bize kadının yaratılışına dair biyolojik bilgi vermek istememiştir. Bize kadınla nasıl geçinmek gerektiğini anlatmıştır. Dövmekle sövmekle kadını arzu edilen şekle koymanın mümkün olmayacağını belirtmiştir. Hiddet ve şiddet yerine, ülfet ve şefkat yolunu tutmayı tavsiye etmiştir. Kadına ancak bu yolla yaklaşmanın ve ona tesir etmenin mümkün olabileceğini ifade etmiştir. Aile yuvasının huzuru, ailedeki fertlerin saâdeti için tutulacak yol budur. Fakat kadının dünyasına ve âhiretine zarar verecek hususlarda doğruyu anlatmak ve ona yardımcı olmak gerekir. Zaten Allah Teâlâ, doğruyu bulmakta aile fertlerinin birbirine yardımcı olmasını tavsiye ederek “kendinizi ve ailenizi cehennem ateşinden koruyunuz” [Tahrîm sûresi (66), 6] buyurmaktadır.

     Bazı âlimler hadîs-i şerîfteki;
     “Kaburga kemiğinin en eğri yeri üst tarafıdır” ifadesini, kadının en problemli tarafı dilidir, şeklinde yorumlamışlardır. Kadının cehenneme dili yüzünden gireceğni belirten şu hadîs-i şerîf bu yorumu desteklemektedir:
     “Siz çok lânet eder ve kocanızın iyiliklerini görmezden gelirsiniz” (Buhârî, Hayız 6).

     Lânet ve iyiliği inkâr dille yapılır. Kocasının maddî durumunu düşünmeden konu komşuda gördüğünü kendi evinde de isteyen, dediği olmazsa hırçınlaşan, aile sırlarını olur olmaz kimselere açan, sağda solda dedi kodu yapan kadın bütün bu kötü davranışları diliyle yapar. şu hâle göre “kaburga kemiğinin en eğri yeri üst tarafıdır” sözünü dil olarak anlamak mümkündür.

     Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:

1. Erkekler kadınlardaki bazı kaprislerin tabii olduğunu düşünerek onlara karşı anlayışlı davranmalıdır.
2. Kadında kusur olarak görülen hususları düzeltmeye kalkmak, aile içinde huzursuzluğa ve dolayısıyla mutsuzluğa yol açabilir. Bu sebeple en iyisi, bağışlanabilecek kusurlara göz yummaktır. “Kadınlarla iyi geçinin” âyetiyle emredilen de budur.


276.
Abdullah İbni Zem`a radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber aleyhisselâm’ı birgün hutbe okurken dinledi.

     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Sâlih aleyhisselâm’ın dişi devesinden ve onu öldüren adamdan bahsederek:
     “Onların en azgını ileri atıldı” âyetini okudu ve Semûd kavminde gücü kuvveti ile tanınan ve son derece fena olan bir adam deveyi öldürmek için ileri fırladı, diye açıkladı.
     Sonra kadınlardan bahsetti. Onlar hakkında nasihat ederek şöyle buyurdu:
     “Sizden biriniz karısını köleyi döver gibi dövmeye kalkışıyor. Belki de o akşam onunla aynı yatakta yatacaktır.”
     Sonra yellenmeden ötürü gülmemelerini tavsiye ederek şöyle buyurdu:
     “İnsan bizzat kendisinin de yaptığı bir şeye ne diye güler?”

Buhârî, Tefsîru sûre (91)1; Müslim, Cennet 49.
Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîru sûre 91; İbni Mâce, Nikâh 51

     Abdullah İbni Zem`a
     Annesi Peygamber Efendimiz’in hanımı Ümmü Seleme’nin kızkardeşi Karîbe (veya Kureybe)dir. Bu sebeple Abdullah Peygamber Efendimiz’e yakın sahâbîlerden biridir. Medine’de oturduðu bilinmekte ve kendisinden birkaç hadis rivayet edilmektedir. 35 (655) yılında Hz. Osman’ın şehit edildiği sırada o da hayatını kaybetmiştir. Hakkında fazla bilgi yoktur. Allah ondan razı olsun

     Açıklamalar
     Resûl-i Ekrem Efendimiz’in bu hutbesinde üç konuya temas ettiği görülmektedir.
     Birinci konu: Semûd kavminden bazılarının yaptığı azgınlıklardır. Semûd kavmi Hicr şehrinde oturuyordu. Onlara peygamber olarak Sâlih aleyhisselâm gönderilmişti. Sâlih peygamberi dinlemediklerini görünce Allah Teâlâ onları önce dişi bir deve ile imtihan etti. Görünüşte diğer develerden farkı olmayan bir deveyi mûcizevî bir şekilde onlara gönderdi. şehirde bir kuyu vardı. Herkes içme suyunu buradan sağlıyor, hayvanlarını bu kuyudan suluyordu. Sâlih aleyhisselâm’ın onlara bildirdiği ilâhî emre göre kuyudan birgün deve içecek, ertesi gün kuyuyu kendileri kullanacaklardı. Devenin kuyudaki suları bir defada içip bitirmesi Semûd halkını pek öfkelendiriyordu.
     Bu azgın insanlardan birkaç tanesi bir araya gelerek:
     Bu iş böyle gitmez. Bu deve kuyunun suyunu içip kurutuyor. Hayvanlarımız susuz kalıyor. En iyisi hem bu deveyi, hem Sâlih’i, hem de ona iman edenleri öldürelim diye anlaştılar.

     Efendimiz, diğer rivayetlerden öğrendiğimize göre, deveyi öldüren kimseyi bu hadisin râvisi Abdullah İbni Zem`a’nın dedesi Ebû Zem`a’ya benzetti. Ebû Zem`a’nın adı Esved olup müslümanlarla alay ederdi. Aşere-i mübeşşereden Zübeyr İbni Avvâm’ın amcasıydı. Oğlu Zem’a Bedir Gazvesi’nde müşriklerin safında canverdi. Onun oğlu ve hadisimizin râvisi ise çok değerli bir sahâbî idi. Ölüden diriyi yaratan Allah, onların soyundan böyle değerli bir insan çıkarmıştı. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Hz. Sâlih’in devesini öldüren günahkâr adamın tıpkı Ebû Zem`a gibi güçlü kuvvetli ve kavminin içinde sözü dinlenen biri olduğunu söyledi ve onun deveyi öldürmek için nasıl ileri atıldığını tasvir etti.

     Neml sûresinin 48-52. âyetlerinde anlatıldığı üzere Sâlih peygamber ile ona iman edenler aleyhindeki komplo sonuç vermedi. Allah Teâlâ peygamberiyle birlikte dört bin mü’mini kurtardı; Semûd diyarını da içindeki imânsızlarla birlikte helâk etti.

     Efendimiz’in temas ettiği ikinci konu, kadınların haksız yere dövülmesidir. Birbirine gönül vermiş, birbirinin mahremiyetine girmiş, dert ve sıkıntılara birlikte göğüs germiş iki hayat arkadaşının birbirini anlayıp hoş görmesi gerekir. Bir erkeğin eşini dövmesi demek, huzurunu kendi elleriyle yok etmesi demektir. İnsan dış âlemin sıkıntılarından kaçarak huzur bulma arzusuyla sığındığı bir yuvayı nasıl yıkabilir? Bu ne kadar mânasız bir davranıştır.

     Peygamber Efendimiz burada, aile ilişkilerinde psikolojik duyguların ihmâl edilemeyeceğine temas etmekte ve belki de aynı gece beraber olacağı eşini insan nasıl dövebilir? diye hayretini belirtmektedir.

     Ahlâk dışı bir hareket yapan kadını, aşırı olmamak şartıyla ve onu yola getirmek düşüncesiyle dövmeye Allah Teâlâ izin vermiştir [Nisâ sûresi (4), 34].
     Peygamber Efendimiz işte bu izne dayanarak kadının bir miktar hırpalanmasına göz yummuştur. Fakat kendisi hayatı boyunca hiçbir hizmetçiyi dövmemiş, hiçbir hanımına tokat atmamış, hiçbir kimseye eliyle vurmamıştır. Bunu on yıllık eşi Hz. Âişe söylemektedir (İbni Mâce, Nikâh 51).

     Kadını dövmek şöyle dursun, kocasının ona küsmesini bile doğru bulmayan bir Peygamber’in kadının birazcık hırpalanmasına izin vermesinin önemli bir sebebi vardır. O da öğütten ve yumuşak davranıştan anlamayan bazı kadınları, yine onların yuvalarını korumak maksadıyla anlayacakları biraz sert bir yöntemle eğitmektir. Konuya 278 ve 281. hadis-i şeriflerde tekrar temas edilecektir.

     Hadisimizdeki, “Kadını köle döver gibi dövmeyiniz”, emrine bakarak, dinimizin köleyi dövmeye izin verdiği sanılmamalıdır. Köleyi efendisinin kardeşi sayan bir din, onun ezilmesine nasıl izin verebilir? Bu ifadeyle Efendimiz, kadının hür olduğunu, ona köle muamelesi yapılamayacağını anlatmaktadır.

     Peygamber Efendimiz daha sonra bir görgü kuralına temas etmiş, yellenme gibi tabii bir olayı alay konusu yapmamak gerektiğini söylemiş, yellenen kimseyi de utandırmanın doğru olmayacağına işaret etmiştir.

     Büyük velîlerden Hâtem-i Esam hazretleri’nin bu konudaki bir hâli pek ibretlidir. Söylendiğine göre onun sağır anlamındaki Esam lakabını almasına şu olay sebep olmuştur: 

     Bir kadın Hâtem’e bir mesele sormak üzere gelmişti. İnsan hâli bu ya, kadıncağız elinde olmadan yelleniverdi. Sonra da yaptığına pek utandı, âdeta perişan oldu. Yer yarılsa da dibine geçsem, diye düşündü. Fakat Hâtem-i Esam hazretleri kadını utandırmamak için bu sesi duymamış görünerek:

     Biraz yüksek sesle konuş kızım, duyamıyorum. Kulaımğ ağır işitiyor, deyince kadın rahatladı. Sanki dünyalar onun oldu. Hâtem’in gerçekten ağır işittiğini zannederek sevindi.

     Büyük veli, kadının izzet-i nefsini korumak için daha sonraları da sağır taklidi yapmaya devam etti ve bu yüzden Esam diye şöhret buldu.

     Hadis-i Şeriften Öðrendiklerimiz
1. Kadınları eğitmek için öğüt ve nasihat yolunu tutmalıdır.
2. Yaratılışları gereği tatlı dilden değil, zorbalıktan anlayan bazı kadınları, yüzlerine vurmamak ve bir yerlerini incitmemek şartıyla eğitme yoluna gitmek mümkündür.
3. Kendisinde de bulunan hâlleri başkalarında görünce insan gülmemeli ve bunu alay konusu yapmamalıdır.

16 Eylül 2020 Çarşamba

KELİMELER ~ KAVRAMLAR : ZEVCE

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
ZEVCE

     Sözlükte zevc kelimesi “çift, çiftin teki, eş, karı” anlamına gelmektedir. Kocadan ayırt edilmesi bakımından evli kadına zevce denilmişse de her ikisi için zevc kelimesinin kullanılması dil bakımından daha fasih bulunmuştur.

     Kur’ân-ı Kerîm’de karı ve koca için zevc (meselâ el-Bakara 2/35, 102, 230; en-Nisâ 4/1, 20; ez-Zümer 39/6; el-Mücâdile 58/1), ikisini ifade etmek için zevceyn (en-Necm 53/45; el-Kıyâme 75/39), çoğul sîgasıyla ezvâc (el-Bakara 2/25, 232, 234, 240) kelimeleri yer almaktadır. Hadislerde zevc, zevce ve ezvâc yukarıdaki anlamlarıyla yaygın biçimde geçmektedir (Wensinck, el-Muʿcem, “zvc” md.).

     Ayrıca “zvc” kökünden türeyen birçok kelime âyet ve hadislerde evlilik anlamında kullanılmaktadır (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “zvc” md.; Wensinck, el-Muʿcem, “zvc” md.). Kur’an’da halîlenin çoğulu halâil ayrıca imrae ve nisâ gibi kelimeler de zevce/zevceler anlamlarında geçmektedir (en-Nisâ 4/23, 128; el-Ahzâb 33/30).

     Evlenilecek olan zevce adayında şu özelliklerin aranması İslâm âlimlerince müstehap görülmüştür:

1. Dindarlık.

     “Bir kadınla malı, güzelliği, asaleti veya dindarlığı için evlenilir; sen dindar olanı seç” hadisi (Buhârî, “Nikâḥ”, 15) bu hususu ifade eder.

2. Doğurganlık.

     Bu özelliğe de, “Cana yakın ve doğurgan eşlerle evlenin; zira ben kıyamet gününde sizin çokluğunuzla diğer peygamberlere karşı övüneceğim” hadisinde (Müsned, III, 245) dikkat çekilmiştir.

3. Asalet.

     “Nesliniz için hayırlı olanı arayın; denk olanla evlenin ve onlarla evlendirin” hadisi (İbn Mâce, “Nikâḥ”, 46) bu konuda delil gösterilir.

4. Güzellik.

     Güzellik eşler arasındaki sevgiyi arttırır. “Müminin Allah korkusundan sonra elde edeceği en iyi şey sâlih bir eştir; ondan bir şey istediğinde itaat eder, ona baktığında içi açılır, ona yemin verdiğinde yerine getirir, onun yanında değilken kendisini ve çocuklarını korur” hadisi de (İbn Mâce, “Nikâḥ”, 5) bu hususa işaret eder.

     Evlilik sürekli birliktelik olduğundan genel anlamda geçimsizliğe yol açan davranışlardan sakınılması ve evliliğin devamlılığını sağlayacak özelliklerin tercih edilmesi tavsiye edilmiştir. Kız çocukları da evlenirken kocasını seçme hakkına sahiptir. Velisi tarafından görüşüne başvurulduğunda bâkire kızın rızasını gösterecek şekilde susması yeterli görülürken dul kadının sözlü beyanda bulunması şart sayılmıştır. Velâyeti altındaki kızı/kadını evlendirirken velinin dindar ve ahlâklı olan adayı seçmeye ihtimam göstermesi gerekir.

     Evlilik akdi sahih şekilde tamamlanınca eşler arasında hukuk düzeninin belirlediği karşılıklı hak ve yükümlülükler doğar. Eşler arasında cinsî açıdan helâl olması, mirasçılık, hurmet-i musâhere, doğan çocuğun nesebinin sahih olması, mehir, nafaka ve süknâ hakkı gibi hukukî ve malî sonuçların yanı sıra iyi geçinme, birbirine saygı ve sevgi gösterme, birbirinin güvenini sarsacak davranışlardan sakınma, aile birliğinin korunması için çaba gösterme gibi ahlâkî niteliği ağır basan hak ve sorumluluklar da söz konusudur. Klasik literatürde kadının kocasına karşı yükümlülükleri arasında normal ve meşrû (mâruf) olan hususlarda ona itaat etmek, ev ve aile hayatında huzurun devamı için gerekli özeni göstermek ve ihtiyaçlarını karşılamak, kocasının malını israf etmemek, kanaatkâr olmak, çocukların bakımı, terbiyesi ve gözetiminde kocasıyla birlikte üzerine düşen görevleri yerine getirmek, kocasının akrabalarına iyi davranmak gibi hususlar sayılır ve kocanın da karısına karşı bunlara denk yükümlülüklerinden söz edilir. Nitekim eşlerin genel olarak birbirlerinin haklarına riayet etmeleri, sorumluluklarını yerine getirmeleri, birbirlerinin dünya ve âhiret işlerinin salâhı için yardımlaşmaları ve fedakârlıkta bulunmaları üstlendikleri emanete riayetin bir parçası görülmüştür.

     “Hanımlarınıza karşı iyi davranın” meâlindeki âyetle (en-Nisâ 4/19), “Sizin en iyileriniz hanımlarına karşı en güzel ahlâkla davrananlarınızdır” hadisi (Tirmizî, “Raḍâʿ”, 11) ve, “Kadınların kocalarına karşı yükümlülükleri kadar onların üzerinde meşrû hakları da vardır” âyetiyle (el-Bakara 2/228), “Hepiniz yöneticisiniz ve hepiniz yönettiklerinizden sorumlusunuz” hadisi (Müslim, “İmâre”, 20) bu hususlara işaret eder.

     Zevcenin mirastaki payı âyetle belirlenmiş (en-Nisâ 4/12), bu sebeple her durumda mirastan pay alan ashâbü’l-ferâizden sayılmıştır. Çocuğu olmayan zevce mirastan dörtte bir, çocuğu olan ise sekizde bir pay alır. Zevce birden fazla ise her iki durumda belirlenen payı aralarında eşit biçimde bölüşürler. Ceza hukuku bakımından kocasının malından çalan zevceye hırsızlık haddi uygulanmaz. Muhakeme hukuku yönünden zevcenin kocası lehine şahitliği geçersizdir.

     Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2013 yılında İstanbul'da basılan 44. cildinde, 306-307 numaralı sayfalarda yer almıştır.

14 Eylül 2020 Pazartesi

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ✿ ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ / Nuzûl, Sûre Adı, Ayet Sayısı, Konular ve Fazileti

TEFSİR DERSİ
Âl-i İmrân Sûresi

     Nüzûl
     Mushaftaki sıralamada 3, iniş sırasına göre 89. sûredir. Enfâl sûresinden sonra, Ahzâb sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur.

     Müfessirlerin çoğunluğuna göre, sûrenin önemli bir bölümünün geliş sebebi, Necran hıristiyanları adına Medine’ye gelen heyetle Hz. Peygamber arasında geçen Allah inancı konusundaki tartışmalardır. Bu vesileyle nâzil olan âyetlerin sayısı ve sûrenin iniş zamanı hakkında farklı görüşler vardır. Necran heyetiyle ilgili rivayetten sonra bunlara yer verilecektir.

     Coğrafî kaynaklar Yemen’de, Kûfe civarında ve Havran’da Necran adını taşıyan birden fazla yerleşim biriminin bulunduğunu kaydeder. Burada söz konusu olan kişiler, Yemen Necranı’ndan heyet halinde gelen hıristiyanlardır. Hıristiyanlık aslî şekliyle Arap yarımadasının önce bu kasabasında yayılmış ve başlangıçta Yemen hükümdarlarının sert tepkileriyle karşılaşmıştır. Daha sonra burası Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri olmuştur. Nitekim tarih kaynakları burada inşa edilen ve Kâbe-i Muazzama’ya karşılık olmak üzere “Kâbe-i Necrân” adıyla anılan görkemli kilisede çok sayıda piskoposun görev yaptığını belirtmektedirler.

     Aralarında bu kiliseye mensup din adamlarının da bulunduğu altmış kişilik bir Necran heyeti (aşağıda açıklanacağı üzere hicretin 9. yılında veya daha önceki bir tarihte) Medine’ye bir ziyarette bulunmuştu. Bu heyet içinde on dört kişi temsilci konumundaydı. Bunlardan üçü heyetin en yetkilileri idi: Başkan Abdülmesîh (el-Âkıb), başkan yardımcısı Eyhem (es-Seyyid) ve piskopos Ebû Hârise b. Alkame.

     Bir gün ikindi namazını müteakip süslü ve ihtişamlı elbiseler içinde mescide gelip Hz. Peygamber’in huzuruna çıkan bu heyet mensupları, kendi ibadet vakitleri geldiğinde doğuya doğru dönüp hıristiyan usulüne göre âyin yapmak istediler. Resûlullah onlara müsaade etti. Heyet birkaç gün Medine’de kaldı ve müslümanlar tarafından ağırlandı. Bu süre içinde heyetin ileri gelenleriyle Hz. Peygamber arasında Allah inancı ve Hz. Îsâ’nın durumuna dair önemli tartışmalar cereyan etti. Heyet mensupları arasında tam bir inanç birliği olmadığı gibi, sorulan sorulara verdikleri cevaplar da tutarlı değildi. Hz. Îsâ için bazan “Allah” bazan “Allah’ın oğlu” bazan da “üçün üçüncüsü” diyorlardı.

     Hz. Peygamber onların iddialarını çürüttükten sonra, kendilerini bağlayacak sorular yöneltti. Sonunda sükût etmek zorunda kaldılar. Bunun üzerine Resûlullah onları İslâm’a davet etti. Bu teklife karşı direnme yollarını denediler:

     - “Ey Muhammed! Sen Îsâ’nın, Allah’ın kelimesi ve O’ndan bir ruh olduğunu söylemiyor musun?” dediler. Resûlullah:
     - “Evet” deyince:
     - “İşte bu bize yeter” dediler. Allah Teâlâ resulüne onları “mübâhele”ye (açık biçimde lânetleşme) davet etmesini vahyetti (bu konuda ayrıntılı açıklamaya 61. âyetin tefsirinde yer verilecektir). Resûl-i Ekrem bu çağrıyı yapınca bir gün süre istediler.

     Bu konuda ne yönde bir karar alabileceklerini kendi aralarında müzakere ederlerken içlerinden biri şöyle dedi: “Îsâ efendimizle ilgili çekişmeyi çözüme bağlayışından anlaşılmış oldu ki Muhammed gerçekten Allah’ın gönderdiği bir peygamberdir. Bilirsiniz ki bir toplum peygamberle lânetleşmeye kalkışırsa Allah, büyüğüyle küçüğüyle onları mahveder. Dinimizde kalmaya kararlıysanız, bu zatla lânetleşmeye girmeyiniz ve iyilikle ayrılınız.”
     Sonunda Hz. Peygamber’e gelip şöyle dediler:
     - “Ey Ebü’l-Kasım! Seninle lânetleşmeye girmemeye, seni dininle baş başa bırakıp kendi dinimiz üzere kalmaya karar verdik. Fakat biz senden hoşnuduz ve sana güveniyoruz. Ashabından uygun birini aramızdaki malî ihtilâfları çözmek üzere bize gönder.”

     Resûlullah bu talep üzerine Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı bu iş için görevlendirdi. Rivayete göre Hz. Ömer, hiçbir zaman yöneticilikten hoşlanmadığı halde, Hz. Peygamber’in söz konusu görev için karar verdiği gün, hayatında ilk defa içinde bu arzuyu duyduğunu ve kendisinin tayin edileceğini umduğunu ifade etmiştir (bk. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, II, 222 vd.; İbn Atıyye, I, 396-397; Râzî, VII, 154-155; Elmalılı, II, 1011-1015; Necran’la ilgili bilgi için bk. A. Moberg, “Necrân”, İA, IX, 165-167).

     Necran heyetiyle yapılan tartışmalar vesilesiyle nâzil olan bölümün 1-61, 1-82 ve 1-84. âyetler olduğu yönünde görüşler vardır (bk. Şevkânî, I, 345; İbn Âşûr, III, 143-144; Elmalılı, II, 1011). Necran heyetinin Medine’ye hicretin 9. yılında gelmiş olduğu yönündeki yaygın bilgiye mukabil, İbn Hişâm’ın bu heyet hakkındaki bilgileri tarih vermeksizin aktarması, Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu hususunda âlimler arasında görüş birliğinin bulunması ve sûrenin içerik ve üslûbu bazı müellifleri bu sûresinin ne zaman nâzil olduğu konusunda farklı değerlendirmeler yapmaya sevketmiştir.

     İbn Âşûr’un bu konudaki açıklamalarını şöyle özetlemek mümkündür (III, 143-144, 146): Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu ve bazı âyetlerinde Uhud Savaşı’ndan söz edildiği hususunda âlimler arasında görüş birliği vardır. Enfâl sûresinden önce veya sonra indiği konusu ise ihtilâflıdır. Fakat Âl-i İmrân sûresinin, Bedir Savaşı sırasında indiği ittifakla kabul edilen Enfâl sûresinden de önce nâzil olduğuna dair rivayetin kabulü halinde, bu sûrede Uhud Savaşı’ndan söz edildiğini ve Bedir’de müslümanların kazandığı zaferin hatırlatıldığını söylemek mümkün olmayacaktır.

     Daha önce açıklandığı üzere aynı süre içinde birden fazla sûrenin inmesi mümkündür ve tefsir kitaplarında yer alan “Bu sûre filân sûreden sonra inmiştir” şeklindeki ifadeler, “Bu iki sûreden ilki tamamlanıp sonra diğeri inmeye başladı” anlamında değil, “Birincinin nüzûlü diğerinin nüzûlünden önce başlamıştır” anlamındadır. Necran heyetiyle ilgili bölümün iniş zamanının da bu ölçüye göre değerlendirilmesi uygun olur. Şu var ki, bu bölümün hicretin 9. yılında inmiş olduğuna dair ifadelerin, bu yılın “senetü’l-vüfûd” (elçiler yılı) olarak tanınmasından kaynaklandığı ve Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu dikkate alınınca, Necran heyetinin sözü edilen elçiler yılından önce (muhtemelen hicretin 3. yılında) gelmiş olduğu söylenebilir.

     Derveze, Necran heyetinin, müslümanların Bedir Savaşı’nda Kureyş müşriklerine karşı zafer kazandıkları haberini yerinde tahkik etmek için–Uhud Savaşı öncesinde– Medine’ye gelmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur. Aynı müfessir, Ebû Süfyân’ın –Mekke’nin fethinden sonraki bir zamanda– Hz. Peygamber’in Necran hıristiyanları için yazılı bir belge düzenlediğine tanıklığı ile ilgili haberin doğru olması halinde ise hicretin 9. yılında başka bir Necran heyetinin daha gelmiş olmasını muhtemel görür (VIII, 70-71). Abdülhamîd Mahmûd Tahmâz ise bunu zorlanmış bir yaklaşım olarak değerlendirir ve bir sûrenin âyetlerindeki sıralamanın daima nüzûl sebebi ve sırasına göre olmadığı noktasından hareketle burada Necran heyeti hakkında hicretin 9. yılında inen baş kısmın Uhud Savaşı hakkındaki orta kısımdan sonra inmiş olduğunu düşünmeye bir engelin bulunmadığını savunur (et-Tevrât ve’l-İncîl ve’l-Kur’ân fî sûreti Âli İmrân, s. 9-10).

     Âl-i İmrân sûresinin baştan 120. âyetine kadar olan bölümün hicretin ilk yıllarında nâzil olduğunu gösteren bir içeriğe sahip bulunduğuna işaretle, sûrenin ilk seksen küsur âyetinin Bedir Savaşı’ndan bile önce nâzil olduğu, muhtemelen Hz. Peygamber’in daha önce inen Âl-i İmrân âyetlerini Necran heyetine okuduğu için bunu duyan bazı kişilerin bu âyetlerin o zaman (hicretin 9. yılı) indiğini zannettikleri de ileri sürülmüştür. Fakat bu görüşün sahibi olan Süleyman Ateş’in konuya ilişkin açıklamaları kendi içinde tutarlı görünmemektedir. Zira Ateş “hicrî 5. yıldan sonra Medine’de yahudi kalmadığı” noktasından hareketle “bu sûrede yahudilerin yerinin bulunmadığı” tarzında ve kendisinin başka ifadeleriyle bağdaşmayan kesin bir kanaat de ortaya koymaktadır (krş. II, 6, 33, 60, 61, 65, 69, 70, 71, 84, 85; II, 48, 61, 62; II, 29-30; II, 63).

     Öte yandan bazı âyetlerin içeriği ile tarihî bilgiler arasında uyum arama çabasıyla, meselâ 64. âyetin bir Hudeybiye Antlaşması’ndan önce, bir de Mekke fethinden sonra olmak üzere iki defa inmiş olmasına ihtimal veren müfessirler de vardır (bk. İbn Kesîr, II, 46).

     Kanaatimize göre Âl-i İmrân sûresinde “Ehl-i kitap” olumlu ve olumsuz yönleriyle geniş bir biçimde ele alınmış, inanç esasları bakımından hıristiyanlara ağırlık verilmekle beraber birçok yerde yahudilere de atıfta bulunulmuştur. Özellikle Hz. İbrâhim hakkındaki tartışmaya gönderme yapan âyetler (65-68) bunun açık bir kanıtıdır. Hatta 64. âyetin tefsirinde açıklanacağı üzere Ehl-i kitaba yapılan diyalog çağrısını, aslî şekliyle tevhid inancına dayalı din mensuplarına yapılmış genel bir davet biçiminde anlamak mümkündür.
     Şevkânî’nin de belirttiği üzere, bu sûrede geçen Ehl-i kitap ifadelerinin sadece hıristiyanlar hakkında olduğuna dair bazı ilk dönem bilginlerinden nakledilen rivayeti mutlak biçimde doğru saymak mümkün değildir (I, 391); bu rivayeti, Bakara sûresiyle karşılaştırıldığında burada hıristiyanlara ağırlık verilmiştir şeklinde anlamak daha uygun olur. Âyetlerin sıralaması konusunda yukarıda işaret edilen bilgiler dikkate alındığında, daima nüzûl sırasına ilişkin rivayetlerden hareketle zaman tesbiti yapmanın isabetli olmayacağı açıktır.
     Âyetlerin anlaşılmasında tarihî bilgiler ve nüzûl bilgileri önemli bir yardımcı role sahip olmakla beraber, yorumu bu bilgiler içine hapsetmeksizin ve öncelikle Kur’an’ın içerdiği mesajlar üzerinde dikkatle durulduğu takdirde yorumun ufkunu genişletme ve sağlıklı sonuçlara ulaşma ihtimali artar. Tabii ki, bu yorumların da kesinlik taşıyan verilerle çatışmamasına özen gösterilmesi gerekir. Buna göre, sûrede geçen ifadelerin de kimlere uygun düştüğü noktasının esas alınması, kesinlik kazanmamış rivayet veya ihtimaller dolayısıyla yoruma kesin bir üslûp katılmaması uygun olur.

     Sonuç olarak sûrenin nüzûlü hakkında şu söylenebilir: Bakara ve Enfâl sûrelerinin ardından hicretin 3. yılında Uhud Savaşı’ndan sonra nâzil olmaya başlayan sûrenin tamamlanması muhtemelen hicretin 9. yılına kadar sürmüştür (Emin Işık, “Âl-i İmrân Sûresi”, DİA, II, 307).

     Adı/Ayet Sayısı
     Sûre adını 33. âyetinde geçen “Âlü İmrân” tamlamasından almıştır. Âl-i İmrân, İmrân ailesi demektir. “İmrân ailesi” ile kimlerin kastedildiğine ilişkin görüşlere ilgili âyette değinilecektir.

     Bu sûrenin “Emân”, “Kenz”, “Mücâdile”, “İstiğfâr”, “Ma‘niyye” ve “Tayyibe” gibi isimleri de vardır. Hz. Peygamber bir hadislerinde Bakara sûresi ile birlikte Âl-i İmrân sûresini “Zehrâvân” (iki çiçek; nurlu, parlak iki sûre) olarak nitelendirmiştir.

     Konusu
     Başlangıcında yüce Allah’ın “hay” ve “kayyûm” olduğu hatırlatılan ve Kur’ân-ı Kerîm’in önceki ilâhî kitapları onaylama özelliğinden söz edilen bu sûrede, vahye dayalı dinler arasındaki tekâmül ilişkisine işaret edilmekte, Allah katında yegâne geçerli dinin İslâm olduğu vurgulanmakta, İslâm’ın inanç esasları (özellikle ulûhiyyet ve nübüvvet) ile (birr ve takvâ gibi) bazı temel ahlâk kavramları üzerinde durulmakta, Mekke’deki kutsal evden (Kâbe) söz edilmekte, hac vecîbesine ve başka bazı amelî görevlere değinilmektedir.
     Sûrede özellikle, hıristiyanların Hz. Îsâ’yı tanrılaştırmaları, yahudilerin de ona iftira ve karalamalarda bulunmaları, bu suretle her iki din mensuplarının da onun hakkında aşırılıklara sapmaları karşısında İslâm ümmetinin gerçekten ayrılmayan ve orta yolu gösteren bir hakem görevi üstlenmiş olacağı ima edilmekte; Bakara sûresinde Ehl-i kitap’tan yahudilere ağırlık verildiği gibi burada da hıristiyanlara ağırlık verilmekte, bu din mensupları ortak bir ilkeyi (Allah’tan başkasına kulluk etmeme ve hiçbir şeyi O’na ortak görmeme ilkesini) kabulden hareketle yürütülebilecek bir diyaloga davet edilmektedir.
     Diğer taraftan müslümanlara da yüce Allah’ın lutfettiği nimetler hatırlatılıp, düşmanların tuzaklarına düşmemeleri ve üstlendikleri misyonun bilincinde olmaları gerektiği hatırlatılmaktadır. Bu temalar işlenirken Hz. Meryem, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ ve Hz. İbrâhim’in hayatlarından ve İslâm tebliği açısından önemli bir dönüm noktası olan Uhud Savaşı’ndan kesitler verilmektedir. Bu arada Uhud Savaşı sırasında ve sonrasında müslümanların, münafıkların ve müşriklerin davranışları tahlil edilip değerlendirilmektedir.

     Bu sûre ile önceki sûre (Bakara sûresi) arasındaki bağlantı konusu üzerinde duran müfessirler özellikle şu noktalara değinmişlerdir:
     a) Her ikisinin başlangıcında “kitab”ın anılıp insanların “iman edenler ve etmeyenler” şeklindeki tasnifine yer verilmiş olması (birincisinde iman edenlere öncelik verildiği halde, ikincisinde –artık İslâm’a çağrının yayılmış olması sebebiyle– kalplerinde eğrilik bulunanlar önce zikredilmiştir),
     b) Her ikisinin Ehl-i kitabın bazı inanç ve tutumlarını tartışmaya ağırlık vermesi (birincisinde yahudilere geniş yer verilip hıristiyanlara kısaca değinildiği halde, ikincisinde –hıristiyanlar gerek tarih sahnesindeki varlıkları gerekse İslâm mesajına muhatap olmaları itibariyle yahudilerden sonra geldiklerinden– hıristiyanlara geniş yer ayrılmıştır),
     c) Her ikisinin, önceki bir yaratma kanununa göre olmaksızın gerçekleşen iki olaya (Hz. Âdem ve Îsâ’nın yaratılışına) –sırasına uygun olarak– yer verip, bu açıdan ikincinin birinciye benzerliğini hatırlatması,
     d) Her ikisinin –dikkatli bir karşılaştırma yapan kişinin öncelik-sonralık uygunluğunu farkedebileceği şekilde– aynı türden (meselâ savaş ahkâmı gibi) hükümlere yer vermiş olması,
     e) Birincinin başlarken müttakilerin kurtuluşa ermiş olduklarını haber vermesine uygun olarak, ikincinin takvâyı öğütleyerek son bulması (Reşîd Rızâ, III, 153).

     Fazileti
     Bu sûrenin ve bazı âyetlerinin faziletleri hakkında birçok rivayet bulunmaktadır. Bakara ile Âl-i İmrân sûrelerinin önemine değinen hadisler sebebiyle İslâm bilginleri bu iki sûrenin tefsirine ayrı bir ilgi göstermişler ve bunları konu edinen özel tefsirler kaleme almışlardır.
     Bir hadîs-i şerifte Resûlullah, Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini iyi bilip gereğince davrananlara bu sûrelerin kıyamet gününde şefaatçi olacağını haber vermiş (Müslim, “Salâtü’l-müsâfirîn”, 42; Tirmizî, “Fezâilü’lKur’ân”, 4), bir başka hadiste de yüce Allah’ın “ism-i a‘zam”ının Bakara sûresinin 163. âyeti ile Âl-i İmrân’ın başında bulunduğunu belirtmiştir (Tirmizî, “Daavât”, 64; Ebû Dâvûd, “Salât”, 352).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1  Sayfa: 449-456
[​IMG]
    Kur'an-ı Kerim - Diyanet İşleri Başkanlığı
    kuran yolu tefsiri ile ilgili görsel sonucu

    11 Eylül 2020 Cuma

    PSİKOLOJİ (3)

    DİNİ PSİKOLOJİ ve
    İSLAM PSİKOLOJİSİ BAĞLAMINDA
    DİN PSİKOLOJİSİNİ
    YENİDEN DÜŞÜNMEK
    *3*
    Dr. Sevde Düzgüner
    Psikoloji | Biruni Üniversite Hastanesi
         Psikolojinin inceleme alanına dair çalışmaların sayısı artarken yeni yaklaşımların felsefi spekülatif yöntemin dışına doğru kaydığı gözlenebilir hale gelmiştir. Bu ihtiyaca ilk işaret kişinin, psikolojinin kurucusu kabul edilen Wilhelm Wundt’un olmaması ilginçtir. Aslen eğitim felsefecisi olan Herbart, 1825 yılında, Psikoloji’nin felsefenin bir dalı olarak değil, başlı başına bir doğa bilimi olarak kabul görmesi gerektiğini fikrinin ileri sürerek zihnin içeriğinin çok sayıda basit fikirden oluştuğunu, her bir fikrin enerji deposu olduğunu ve insan tecrübesinde yer edinmek için diğer fikirlerle mücadele ettiğini ileri sürmüştür.
         Onun geliştirdiği eğitim sürecinin beş basamağı olan hazırlık, sunum, ilişkilendirme, genelleme ve uygulama aşamaları günümüz eğitim psikolojisi için halen önem taşımaktadır.
         Herbart’ın psikolojik araştırmalarda matematiksel işlemlere ihtiyaç olduğu yönündeki iddiası Weber ve Fechner’i etkilemiştir. Bu iki araştırmacı psikofizik adını verdikleri bir araştırma alanında uyarıcının şiddetine organizmanın verdiği tepkiler üzerine deneyler yapmışlardır. Aynı dönemde Helmholtz, duyular üzerine pek çok deney gerçekleştirmiş, zihnin bedeni beyin aracılığıyla etkilediği düşüncesiyle nöronlar ve beyini incelerken fizikçi bakış açısını korumuştur.
         Görüldüğü üzere 19. Yüzyılın sonlarına gelindiğinde, psikolojinin konuları istatistiksel olarak ve deney yöntemiyle ele alınmaya başlanmıştır. Yapılan deneysel araştırmalar ve fizyolojik ölçümler, insanın davranış ve düşüncelerine dair yeni teorilerin ileri sürülmesine neden olmuştur.
         Psikolojinin bağımsız bir bilim dalı olarak yoluna devam etmesinin bir ihtiyaç olduğu görüşü genel olarak kabul edilmiştir. Wundt’un, felsefe ve fizyoloji gibi alanlarda çalışsa da yeni bir bilim dalının sınırlarını çizdiğini iddia etmesi ve araştırmalarına sadece fizyolojik açıdan değil psikolojik açıdan da yaklaşması onu diğer düşünür ve araştırmacılardan ayırmıştır.
         Wundt, yeni bir bilim olarak psikolojiyle ilgili ilk düşüncelerini Beitrage zur Theorie der Sinneswahrnehmung (Duyusal Algılama Teorisine Katkılar, 1858) isimli kitabında kaleme almıştır. Ardından Psikoloji için önem arz eden diğer kitabı Vorlesungen über die Menschen-und Thierseele’yi (İnsan ve Hayvan Zihinleri Üzerine Dersler, 1863) yayınlanmıştır. Psikolojinin ayrı bir disiplin haline gelmesi gerektiğini savunan Wundt, nihayet 1874 yılında yayınladığı Grundzüge der physiologischen Psychologie (Fizyolojik Psikolojinin İlkeleri) isimli kitabının önsözünde de bu düşüncesini açıkça ifade etmiştir.
         İnsanın duyusal ve bilişsel süreçlerine odaklanmış olan çalışmalarıyla 1875 yılında Leipzig Üniversitesi’nde felsefe profesörü unvanı alan Wundt, 1879 yılında aynı üniversitede kurmuş olduğu psikoloji laboratuvarı ile psikolojinin ayrı bir disiplin olarak kurulmasını sağlamıştır. Leipzig Üniversite binasının son katında yer alan üç odadan ibaret olan laboratuvarın kuruluş yılı olarak 1879’un ilan edilmiş olması, odaların o tarihte laboratuvar haline getirilmesinden değil; bir yüksek lisans öğrencisinin ilk bağımsız araştırmasını bu yılda tamamlamış olmasından kaynaklanmıştır. Aslında Harvard Üniversitesi’nde fizyoloji dersleri veren ve sonraları psikolojiye ilgi duyan William James, bir dönem Wundt’u ziyaret etmiş ve ondan dört yıl önce 1875’te kendi laboratuvarını kurmuştur. Ancak James burayı, araştırma yapmak ve araştırmacı yetiştirmekten ziyade uygulama yapmak için kullandığından bilimsel psikolojinin kuruluşu James’e değil Wundt’a atfedilmiştir.
         Wundt, 1881 yılında, laboratuvarının yayın organı olan Philosophistiche Studien (Felsefe Çalışmaları) isimli dergiyi çıkarmaya başlamış; 1906 yılında da derginin ismini Psychologie Studien (Psikoloji Çalışmaları) olarak değiştirmiştir. Değinilen gelişmelere rağmen ayrı bir bilim dalı olan psikolojinin hızla kabul görüp yaygınlaştığı söylenemez. Çünkü 1879’da kurulan laboratuvar, alanın resmi başlangıcı kabul edilse de Alman üniversitelerinde psikoloji dersleri 1941 yılına kadar felsefe bünyesinde okutulmuştur. Leipzig Üniversitesi’nde psikiyatri derslerinin 1811 yılında okutulmaya başladığı göz önünde tutulursa psikolojinin kabulü ve gelişmesinin daha uzun sürdüğü söylenebilir.
         Bu noktada belirtmek gerekir ki tarih yazımı söz konusu olduğunda hemen hiçbir alanda tek tip bir anlatım yoktur. Psikolojinin bir bilim olarak kabul edilmesi konusunda da farklı görüşler mevcuttur. Görüldüğü üzere Wundt’a yakın dönemlerde duyum ve algı üzerine deneyler yapan başka araştırmacılar, kurulmuş laboratuvarlar ve hatta psikolojinin ayrı bir bilim dalı olması gerektiğini ileri süren başka isimler de vardır.
         Üstelik Wundt, psikolojiyi ayrı bir bilim dalı olarak görse bile onu bir doğa bilimi olarak görmemesi sebebiyle de eleştirilmiştir. Gerçekten de psikolojinin bilimsel kimliği, Wundt’tan sonra gelen psikologların ölçülebilir ve ampirik çalışmalara önem vermesiyle netleşmiştir. Wundt’un ciltler dolusu eseri Völkerpschologie (Topluluklar Psikolojisi, 1920) ve kullandığı içe bakış yöntemi sonraki yıllarda bilimsel bir yaklaşım içermemekle eleştirilmiştir.
         Eser uzun yıllar içerisinde tamamlandığı için birbiriyle tutarsız bölümler içerdiği, sağlam bir metodolojiye sahip olmadığı, üst düzey psikolojik fenomenlerin incelenmesinde deney yönteminin yetersiz olduğunu iddia ettiği ve bireysel psikoloji değil kolektivist psikolojiyi savunduğu için de eleştirilmiştir. Ancak psikolojinin ayrı bir disiplin olarak kurulmasının Avrupa ve Amerika’da genel olarak kabul görmüş olan gelişim süreci yukarıda değindiğimiz şekildedir.

    10 Eylül 2020 Perşembe

    RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER ♥ ✿ܓ ♥ YETİMLERİ ve KİMSESİZLERİ KORUMAK (2)

    RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN
    33
    YETİMLERİ ve
    KİMSESİZLERİ KORUMAK
    YETİMLERİ, KIZ ÇOCUKLARINI,
    ZAYIF, YOKSUL ve GÖNLÜ KIRIK KİMSELERİ
    HOŞ TUTMAK, ONLARA İYİLİK EDİP
    ŞEFKAT GÖSTERMEK,
    KENDİLERİNE MÜTEVAZİ DAVRANIP
    KOL KANAT GERMEK
    (2. Bölüm)

         267. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’dan rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
         “Kocasız kadınlarla, yoksulların işlerine yardım eden kimse, Allah yolunda cihâd etmiş gibi sevap kazanır.”
         Râvi diyor ki, hatta Hz. Peygamber’in:
         “O kimse tıpkı geceleri durmadan namaz kılan, gündüzleri hiç ara vermeden oruç tutan kimse gibidir” buyurduğunu da sanıyorum.

    Buhârî, Nafakât 1, Edeb 25, 26; Müslim, Zühd 41.
    Ayrıca bk. Tirmizî, Birr 44;
    Nesâî, Zekât, 78; İbni Mâce, Ticârât 1
    • Açıklamalar:
         Hayat bir imtihandan ibarettir. Ne gariptir ki, bu imtihanda soruların en çetini az sevilene değil, çok sevilene sorulmaktadır. İnsanı yoran, bunaltan, terleten bu ağır imtihanlar kâh bize, yakınlarımıza, eş ve dostumuza, bazen de tanımadıklarımıza rastlamaktadır. İşin bize garip gelen bir yanı da şudur: Kulunu imtihana tâbi tutan Yüce Mevlâ, ona dayanmasını, sabretmesini tavsiye ederken, seyirci durumundaki kimselere de, onu yalnız bırakmamalarını, dert ve sıkıntılarına ortak olmalarını tavsiye etmektedir.
         Hadîs-i Şerîfimizde imtihan edilen kullardan sadece ikisi, kocasız kadınlarla yoksullar ele alınmaktadır.
         Kocasız kadınlar ifadesinin içine, kocası öldüğü için dul kalan kadınlarla, evlenmemiş kızlar girer. Bu iki gurubun içinde hiç problemi olmayanlar bulunduğu gibi, hayatın acı darbesini yiyen, üstelik bu darbeyi hafifletecek maddî imkâna sahip olmayan kimseler de vardır. İşte bu savunmasız durumdaki kimseler, diğer insanların ilgisine ve yardımına muhtaçtır. Bizden bu ilgi ve yardımı isteyen, yukarıda işaret edildiği gibi, her şeyin idaresi elinde olan Kudretli Rabbimizdir. 
         İnsanların derdini, ancak sıkıntı çekenler anlayabilir. Hayatta başı ağrımayan zavallılar, değil yardıma muhtaçları, kendilerini bile anlayamazlar.
         Bir akrabamızın, komşumuzun, tanıdığımız veya tanımadığımız birinin hayatta yalnız kalan hanımı, hele bir de çocukları varsa, acaba onlar ne sıkıntılar çekmektedir? Ne gibi zorluklara göğüs germektedir? Hayatta yalnız kalmış bazı kadınlar için parası olmak bile yetmez. Hatta onların etrafta “paralı kadın” diye bilinmeleri problem doğurabilir. İnsanın odun kömür parası olabilir. Ama odunu kömürü alıp eve getirmek, evin sağını solunu tâmir ettirip boyatmak, yine insanla ve tanıdıkların yardımıyla yapılabilecek işlerdir. Bazen değil bir kadının, güçlü kuvvetli erkeklerin bile yapmakta zorlandığı işler vardır. Etrafımızda, tanıdıklarımızın arasında bulunan yardıma muhtaç yalnız kadınlara el uzatırsak, toplumun kanayan bir yarasına merhem oluruz. Onların iffet ve namuslarını koruruz.
         Peygamber Efendimiz dul ve yaşlı kadınlarla fakirlerin ihtiyaçlarını karşılamak için özel bir gayret gösterirdi. Zaten o, hayatı boyunca gönlü kırıkların yanında oldu. Onlarla ağladı, onlarla güldü. Allah’ın rızasının böyle kimselerin yanında olduğunu bildiği için, onlara yardımcı olanların Allah yolunda cihâd etmiş gibi sevap kazanacaklarını söyledi. Zira Allah yolunda cihâd edebilmek için sabırlı ve dayanıklı olmak, nefsin ve şeytanın caydırıcı tavırlarına karşı koymak nasıl gerekli ise, kocasız kadınlarla yoksullara devamlı surette yardım edebilmek için de öyle dayanıklı ve kararlı olmak gerekir.
    • Hadisten Öğrendiklerimiz
    1. Dul ve evlenmemiş kadınlarla yoksul ve fakirlere yardım eden kimse, Allah yolunda cihad etmiş gibi sevap kazanır.
    2. Böyle fedakâr bir mü’min geceleri durmadan namaz kılmış, gündüzleri ara vermeden oruç tutmuş sayılır.
    3. Güçsüz ve korunmaya muhtaç kimselerin yardımına koşmak, Allah’ın rızasını kazanmayı sağlar.


         268. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu:

         “Yemeklerin en fenası, davet edildiği zaman gelecek olan kimselerin çağrılmadığı, gelmeye pek arzulu olmayanların dâvet edildiği düğün yemekleridir. (Canı istemediği için dâvete gitmeyen kimse, Allah’a ve Resûlü’ne karşı gelmiş sayılır.”)
    Müslim, Nikâh 110.
    Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Et`ime 1

         Sahîh-i Buhârî ve Sahîh-i Müslim’de Ebû Hüreyre’nin şöyle dediği rivayet olunmuştur:
         “Zenginlerin dâvet edilip fakirlerin çağırılmadığı düğün yemeği ne fena bir yemektir.”
    Buhârî, Nikâh 72; Müslim, Nikâh 107.
    Ayrıca bk. İbni Mâce, Nikâh 25
    • Açıklamalar:
         Peygamber Efendimiz dâvete gitmeye büyük önem verirdi. Muhtelif hadislerinde “Biriniz dâvete çağırılınca hemen gitsin” buyurmuştur. Yukarıda zikredilen hadislerin geçtiği yerlere bakıldığında, bu konuda pek çok hadis görülür.
         Düğün yemeğine pek önem veren Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem, her evlendiğinde mutlaka düğün yemeği vermiş, ashâbını da “bir koyun kesmek suretiyle de olsa” düğün yemeği vermeye teşvik etmiştir. Zengin fakir ayırımı yapılmaksızın tanıdıkların bu yemeğe dâvet edilmesini emretmiştir. Düğün yemeklerine mutlaka gidilmesini tavsiye etmekle kalmayan Resûl-i Ekrem Efendimiz, hiçbir özrü bulunmadan, sırf canı istemediği için bu yemeğe katılmayan kimselerin Allah’a ve Resûlü’ne karşı gelmiş sayılacağını belirtmiştir. Demek ki mü’minlerin düğün yemeği vermelerini ve bu yemeğe mutlaka katılmalarını arzu eden sadece Peygamber Efendimiz değildir; bunu Allah Teâlâ da istemektedir. Mesele bu kadar önemli olduğu için Resûlullah Efendimiz oruçlu olanların bile dâvete katılmalarını, yemeseler bile dua edip dönmelerini istemiştir (Müslim, Nikâh 106.)
         Dâvete gidilmesi niçin bu kadar önemlidir?
         Bunun en kestirme cevabı şudur: Allah Teâlâ kullarının bir araya gelmesini, birbiriyle kaynaşmasını dilemektedir. Namazların, bayramların, en büyük beraberlik olan haccın hikmeti budur. İnanan gönüller bir araya gelince, cemâat rûhu gelişince, mü’minler birbiriyle kaynaşınca ve böylece birlik ve beraberlik ideali gerçekleşince, işte o zaman müslümanlar en üstün olacaklardır. Zira en üstün olmaya lâyık onlardır.
         Düğünler, düğün yapan kimselerin en fazla sevindiği günlerdir. Mü’minler birbirlerinin acılarına ortak oldukları gibi, sevinçlerine de ortak olmalıdır. Sevinç ve kederlerin birlikte paylaşılması, sevinci artırır, kederi azaltır. Netice itibariyle mü’minlerin birbirilerine gösterdikleri bu ilgi, onları daha fazla kaynaştırır.
         İnsanların kaynaşmasını sağlayan dâvetler, bu özelliklerini kaybedince güzelliklerini de kaybederler. Düğün yemeklerine hatırlı insanlar, varlıklı kimseler dâvet edilip fakirler çağırılmayınca, gönül koymalar, incinip kırılmalar, hatta ikilik ve guruplaşmalar başlar. Neticede istenen ve özlenen birlik ve beraberlik kaybolur.
         Burada hatırlatılması gereken bir husus da şudur:
         Günümüzde yapılan bazı düğünler İslâmî örf ve geleneklerimize uymamaktadır. Haram içkilerin içildiği, insanların gayr-i meşrû şekilde eğlendiği bir düğüne gitmemek ve gerektiğinde neden gidilmediğini söylemek gerekir. Bizi dâvet eden kimsenin geleneklerimize uymayan düğününe katılmadık diye biz ezileceğimize, yaptığı yanlışı düşünerek o üzülsün...
    • Hadisten Öğrendiklerimiz
    1. Yemek dâvetlerine, özellikle de düğün yemeği dâvetlerine katılmak gerekir.
    2. Meşrû mâzereti olmadan düğün yemeğine gitmeyen kimse, Allah’ın ve Resûlü’nün tavsiyesine uymamış olur.
    3. Dâvetlere sadece varlıklı ve hatırlı kimseleri çağırıp fakirleri çağırmamak dinimizin uygun görmediği bir davranıştır.
    4. Fakir ve yoksullar her zaman korunup gözetilmelidir.


        269. Enes İbni Mâlik radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
         “Her kim iki kız çocuğunu yetişkinlik çağına gelinceye kadar büyütüp terbiye ederse, kıyamet günü o kimseyle ben şöyle yan yana bulunacağız” buyurdu ve parmaklarını bitiştirdi.
    Müslim, Birr 149.
    Ayrıca bk. Tirmizî, Birr 13
    • Açıklamalar
         Çocuk, insana Allah’ın bir emanetidir. Onları himâye edip büyütmek yetişkinlerin vazifesidir. Çocukları hayata hazırlamak, yıllarca devam eden bir sabrı gerekli kılar. Kızları büyütüp yetiştirmek daha fazla bir dikkat ve îtina ister.
         Çocuğu himâye edip yetiştirmek iki şekilde olur. Biri maddî ihtiyaçlarını temin etmek, diğeri onu mânevî bakımdan besleyip iyi bir terbiye almasını sağlamaktır.
         Kız çocuklarının himâyesi, onların dürüst ve namuslu bir kişiyle bir yuva kurmasını sağlayıncaya kadar devam eder. Hatta Resûlullah Efendimiz’in işaret buyurduğuna göre bu himâye daha sonraları da devam eder. Merhamet Pınarı Efendimiz şöyle buyuruyor:
         “Her kim üç kız çocuğunu himâye edip büyütür, güzelce terbiye eder, evlendirir ve onlara lutuf ve iyiliklerini devam ettirirse, o kimse cennetliktir”
    (Ebû Dâvûd, Edeb 121;
    Ahmed İbni Hanbel, Müsned, III, 97).

         Yetiştirilmesi tavsiye buyurulan kız çocukları insanın kendi çocuğu olabileceği gibi, kız kardeşleri, sonradan evlendiği eşinin çocukları, hatta başkalarının himâyeye muhtaç çocukları olabilir. Bu konuda yakınlık veya uzaklık önemli değildir. 265 numaralı hadîs-i şerîfte Resûl-i Ekrem Efendimiz’in “Kendi yetimini veya başkasına ait bir yetimi himâye eden kimseyle ben, cennette şöyle yan yana bulunacağız” buyurduğu görülmüştü. Aşağıdaki hadiste de aynı konu bir başka açıdan ele alınacaktır.
    • Hadisten Öğrendiklerimiz:
    1. Kız çocuklarını yetiştirip hayata hazırlamak Allah’ı ve Resûlullah’ı memnun eden bir davranıştır.
    2. Kızlarının İslâm esaslarına göre büyütülmesini ve eğitilmesini sağlayan anne babalar, âhirette Resûl-i Ekrem Efendimiz’e komşu olacaklardır. Ne mutlu onlara!..


         270. Âişe radıyallahu anhâ şöyle dedi:
         Yanında iki kız çocuğu bulunan bir kadın gelerek bir şeyler istedi. Evde bir hurmadan başka bir şey yoktu. Onu çıkarıp kadına verdim. Kendisi hiç tatmadan hurmayı ikiye bölerek çocuklarına verdikten sonra kalkıp gitti. Bu sırada Peygamber aleyhisselâm yanımıza geldi. Ben bu olup biteni kendisine anlatınca şöyle buyurdu:
         “Her kim kız çocukları yüzünden bir sıkıntıya uğrar da onlara iyi bakarsa, bu çocuklar onu cehennem ateşinden koruyan bir siper olurlar.”

    Buhârî, Zekât 10, Edeb 18; Müslim, Birr 147.
    Ayrıca bk. Tirmizî, Birr 13
         Bir sonraki hadis-i şerif ile beraber açıklanacaktır.

         271. Âişe radıyallahu anhâ şöyle dedi:
         Sırtına iki çocuğunu almış yoksul bir kadın çıkageldi. Ona üç hurma verdim. O da çocuklarına birer hurma verdi; öteki hurmayı yemek için ağzına götürmüştü ki, çocukları onu da istediler. Kadıncağız yemek istediği bu hurmayı çocuklarına bölüştürdü. Kadının bu tutumuna hayran kaldım ve yaptığını Resûlullah’a anlattım. Şöyle buyurdu:
         “Bu şefkati sebebiyle Allah Teâlâ o kadına mutlaka cenneti vermiş (veya) bu sebeple onu cehennemden âzâd etmiştir.”
    Müslim, Birr 148
    • Açıklamalar:
         Günümüzde bile soğukluğunu hissettiğimiz bir Câhiliye devri âdeti vardır: Kız çocuklarını hor görmek. Bu kaba ve çirkin âdet, Peygamber Efendimiz’in yaşadığı devirde Arabistan’da pek yaygındı. Çöl bedevileri, kız çocuklarının doğumunu büyük bir felâket sayarlardı. Onların ileride kötü yollara düşeceği zannıyla üzülür, utanırlardı. Kur’ân-ı Kerîm’in pek güzel tasvir ettiği üzere, bir kızları dünyaya geldiğini öğrenince yüzleri kararır, hiddetlerinden köpürürler, kendilerine verilen bu felâket haberinden dolayı halktan gizlenmeye çalışırlardı. Daha sonra da acaba bu kızı, herkesten utanmayı göze alarak büyütüp beslesem mi, yoksa toprağa gömüp ondan kurtulsam mı diye ince bir hesaba girerlerdi [bk. Nahl sûresi (16), 58-59]. Kızını diri diri gömmeye karar verince de o mâsum yavruyu alıp çöle götürürler, elleriyle kazdıkları bir çukura iterek üstüne yığın yığın kum atarlar, sonra da ellerini kollarını sallayarak evlerine dönerlerdi.
         İnsanlıkla hiçbir şekilde bağdaşmayan bu âdet bazı bölgelerde oldukça tabii karşılanırdı. Evlilikten önce oğlan ve kız tarafı bu konuyu gündeme getirir, kız çocuğu doğarsa onu anne mi yoksa baba mı gömecek diye konuşup bir karara bağlarlardı. Şayet çocuğu gömme işini anne üstlenmişse, olayı seyre gelen bir sürü kadının gözü önünde cinayetini işlerdi.
         Şükürler olsun İslâmiyet geldi de bu çirkin âdeti yerle bir etti.
         Bir önceki hadiste Hz. Âişe’nin kadıncağıza bir hurma, bu hadiste ise üç hurma verdiği görülmektedir. Demek ki annemiz, bazen üç ay boyunca ocağı yanmayan, çoğu zaman yiyecek bir şey bulunmayan evinde, önce bir hurma bulup vermiş, sonra bir yerlerden iki hurma daha bulup vermiştir. Yahut bu olay iki defa meydana gelmiştir.
         270 numaralı hadîs-i şerîfteki “Her kim kız çocukları yüzünden bir sıkıntıya uğrar da onlara iyi bakarsa” ifadesinde geçen sıkıntı sözüyle Peygamber Efendimiz acaba neyi kast etmiştir?
         Bir ailede fazla sayıda kız çocuğunun bulunması, onlar için bir sıkıntı ve hoşnutsuzluk sebebi olabilir. Kızların himâyesi, yetiştirilmesi, evlendirilmesi gibi konular bazı ailelerin bütçesini zorlayabilir. Hele o aile kız çocuğunu istemiyorsa, bu yük daha ağırlaşabilir. İşte bu sebeple Efendimiz kızları büyütüp beslemenin, aile yuvası kurana kadar onlara yardımcı olmanın insanı cehennem azâbından kurtaracağını haber vermiştir.
         Kız çocukları yüzünden sıkıntıya uğramanın bir başka şekli de o yavrulardan birinde veya birkaçında maddî veya rûhî bir rahatsızlığın bulunmasıdır. O takdirde bu çocukların bakımı, tedâvisi, korunup gözetilmesi birçok sıkıntı doğurabilir. Bu hâli Cenâb-ı Hakk’ın bir cilvesi, kulunu denemesi kabul ederek sabreden, bu ağır imtihana isyan etmeyen insanlar -Efendimiz’in buyurduğuna göre- cehennem azâbından kurtulmuş olurlar.
         269 numaralı hadiste okuduğumuza göre, normal ve sağlıklı iki kız çocuğunu büyütüp yetiştiren kimse Resûl-i Ekrem Efendimiz’e komşu olacaktır. Öyleyse yetiştirilmesi problemli olan kız çocuklarını himâye edenler bu bahtiyarlığı daha öncelikle ve daha fazlasıyla elde edeceklerdir.
         Merhamet ne büyük, ne ulvî bir duygu yâ Rabbî!
         Elindeki bir tane hurmayı hiç tatmadan ve kendi açlığına bakmadan yavrularına veren bu annenin şefkati ne yüce, ne asildir değil mi? Ya evindeki üç hurmayı hiç düşünmeden fakire veren Âişe annemizin merhameti!..
         Ebedî kurtuluşun merhamet sayesinde mümkün olacağını ifade buyuran Efendimiz’in şu hadîs-i şerîfi ne kadar düşündürücüdür:
         “Merhamet edenlere, Cenâb-ı Hak merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet ediniz ki, göktekiler de size merhamet etsin...” (Tirmizî, Birr 16; Ebû Dâvûd, Edeb 58).
         Rabbim! Bizim gönlümüzü de merhamet duygusuyla yeşert!..
    • Hadis-i Şeriflerden Öğrendiklerimiz
    1. Kız çocuklarını korumak, onlara şefkatli davranmak iyi mü’minin özelliğidir.
    2. Çocuklara, bilhassa kız çocuklarına beslenen merhamet, insanın cehennemden kurtulup cennete girmesini temin eder.
    3. Anneler yavrularına pek merhametlidir. Allah Teâlâ’nın rahmet sıfatı, en güzel şekilde onların yüreğinde tecelli etmiştir.
    4. Yiyecek bir şeyi bulunmayan kimselerin dilenmesinde sakınca yoktur.
    5. Evinde hurmadan başka yiyecek bulunmadığı hâlde, onun tamamını fakire veren Hz. Âişe’nin cömertliği ve yoksulu kendine tercih etmesi ne kadar ibret vericidir.
    6. Sadakanın azı çoğu olmaz. Herkes imkânı nisbetinde yardım eder.


         272. Ebû Şüreyh Huveylid İbni Amr el-Huzâ`î radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu:

         “Allahım! İki zayıf kimsenin, yetimle kadının hakkını yemekten herkesi şiddetle sakındırıyorum.”
    Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, ‘İşretü’n-nisâ, 64, (V, 363).
    Ayrıca bk. İbni Mâce, Edeb 6

         Ebû Şüreyh el-Huzâ`î
         Huzâa kabilesinden olan Ebû Şüreyh Huveylid İbni Amr, Mekke’nin fethinden önce İslâmiyet’i kabul ederek Medine’ye yerleşti ve Hz. Peygamber’den yirmi hadis rivayet etti. 68 (687) yılında yine Medine’de vefat etti. Hakkında fazla bilgi yoktur. Allah ondan râzı olsun.
    • Açıklamalar:
         Hz. Peygamber hayatı boyunca güçsüzün yanında olmuş, himâye edilmesi gerekenlere kol kanat germiştir. Yetimlerin ve kadınların korunup gözetilmesine pek önem vermiştir.
         Yetimler henüz erginlik çağına gelmeden babalarını kaybetmiş yavrular oldukları için, hem kendilerinin hem de mal varlıklarının korunup gözetilmesi icap etmektedir. Onları himâye etmeyi üstlenen kimselerin, mallarını titizlikle koruması, haklarını hiçbir şekilde yememesi, kimseye de yedirmemesi şarttır.
         Kadınlara gelince; Allah Teâlâ onları saygı değer birer varlık yapmak istemiş ve kendilerine analık özelliği vermiştir. Bu sebeple onların bedenlerini, erkeklere nispeten daha nârin, ruhlarını daha ince ve hassas yaratmıştır. Bunun sonucu olarak da maddî bakımdan daha güçlü olan erkeklerden kadınları koruyup himâye etmelerini istemiştir.
         Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîfte işte bu gerçeğe dikkatimizi çekmektedir. Yetim ile kadına karşı son derecede nâzik ve haklarına saygılı olunması gerektiğini hatırlatmaktadır. Sanki bu ifadesiyle Peygamber Efendimiz, yetimlerle kadınlara karşı iyi davranılması gerektiğini insanlara defalarca anlattığını Allah Teâlâ’ya rapor etmektedir.
    • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
    1. Yetimleri ve kadınları incitmekten, haklarını çiğnemekten şiddetle sakınmak gerekir.
    2. Allah Teâlâ güçsüzlere sahip çıktığı için, onlara haksızlık edenler karşılarında Allah Teâlâ’yı bulurlar.


         273. Sa`d İbni Ebû Vakkâs’ın oğlu Mus`ab radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
         (Babam) Sa`d, daha aşağı seviyedekilere göre kendisinin üstün olduğunu düşünürmüş. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş:
         “Allah size yardım edip rızık veriyorsa, bu, aranızdaki zayıflar sâyesinde değil midir?”
    Buhârî, Cihâd 76

    • Mus`ab İbni Sa`d İbni Ebû Vakkâs:
         Mus`ab tâbiîn neslindendir. Babasından, Hz. Ali’den ve Abdullah İbni Ömer’den hadis öğrenmiş ve pek çok hadis rivayet etmiş güvenilir bir muhaddistir. 103 (721) tarihinde vefat etmiştir.
         Allah ondan da, babasından da razı olsun.

         Hadîs-i şerîf bir sonraki hadisle beraber açıklanacaktır.

         274. Ebü’d-Derdâ Uveymir radıyallahu anh şöyle dedi:
         Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken duydum:
         “Fakirleri kollayıp gözetiniz. Aranızdaki zayıflar sâyesinde Allah’dan yardım görüp ve rızıklandığınızdan şüpheniz olmasın.”
    Ebû Dâvûd, Cihâd 70.
    Ayrıca bk. Tirmizî, Cihâd 24; Nesâî, Cihâd 43

         Ebü’d-Derdâ
         Adı Uveymir İbni Zeyd olmakla beraber Ebü’d-Derdâ künyesiyle tanındı. Bedir Gazvesi esnasında müslüman oldu. İlk zamanlar ticaret yapardı. Fakat ticaretle ibadeti bir arada yürütemeyeceğini anlayınca ticareti bıraktı. Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyerek tamamını Resûl-i Ekrem’in huzurunda okudu. Peygamber Efendimizle birlikte birçok savaşa katıldı.
         Hz. Ebû Bekir devrinde yapılan Yermük harbinde ordu kadısı (kazasker) olarak bulundu. O tarihten itibaren de ordu kadılığı müessesesi başlamış oldu. Hz. Ömer devrinde Şamlılara Hz. Peygamber’in sünnetini ve Kur’ân-ı Kerîm kırâatini öğretmek üzere oraya gidip yerleşti. Daha sonra da Şam kadısı oldu. 28 (649) yılında Kıbrıs’ın fethine katıldı.
         Ebü’d-Derdâ zâhidâne bir hayat yaşardı. Yaptığı her işte Allah’ın rızasını arar, âhiret hesabını gözetir, halkı iyilik ve ibadet etmeye teşvik eder, kendisi de ailesini ihmâl edecek kadar ibadet ederdi. Hz. Peygamber’in onunla kardeş yaptığı Selman-ı Fârisî bir gün Ebü’d-Derdâ’yı ziyarete gelmişti. Hanımı Ümmü’d-Derdâ’yı pejmürde bir kılıkta görünce, bunun sebebini sordu. O da:

         - Kardeşinin dünyaya baktığı yok. Geceleri namaz kılar, gündüzleri oruç tutar, dedi.

         Selmân-ı Fârisî Ebü’d-Derdâ’nın yanına vardı. Ebü’d-Derdâ onun gelişine pek sevindi ve kendisine yemek getirdi.
         Selmân:
         - Sen de ye, dedi.
         Ebü’d-Derdâ:
         - Ben oruçluyum, deyince,
         Selmân:
         - Sen yemezsen ben de yemem, dedi ve ona orucunu bozdurdu. Selman o geceyi Ebü’d-Derdâ’nın evinde geçirdi. Gece olunca Ebü’d-Derdâ namaza kalktı. Fakat Selman ona engel oldu ve Resûl-i Ekrem’in buyurduğu gibi:
         - Vücudunun senin üzerinde hakkı vardır. Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır. Ailenin senin üzerinde hakkı vardır. Bazan oruç tut, bazan tutma. Namazını kıl, ailenle meşgul ol ve böylece her hak sahibine hakkını ver, dedi. Sabah vakti yaklaşınca Selmân kalktı, ona da şimdi kalkıp namaz kılabileceğini söyledi. Bir miktar nâfile namaz kıldılar. Sonra da sabah namazını kılmak üzere Mescid-i Nebevî’ye geldiler.

         Namazdan sonra Ebü’d-Derdâ Hz. Peygamber’e yaklaşarak Selmân-ı Fârisî’nin kendisine yaptıklarını anlattı. O zaman Resûl-i Ekrem Efendimiz:

         - Ebü’d-Derdâ! Selmân’ın da dediği gibi, vücudunun senin üzerinde hakkı vardır, buyurdu.

         Ebü’d-Derdâ’nın ibadeti, daha çok düşünme ve ibret alma şeklindeydi. “Bir saat düşünmek, bütün gece namaz kılmaktan hayırlıdır” derdi. Sabah namazını kıldıktan sonra Kur’ân-ı Kerîm’den bir cüz okur, sonra talebelerini okutmaya başlardı. Dünyaya, dünyalığa değer vermezdi.
         Kızı Derdâ’ya Yezid İbni Muâviye gibi zengin biri tâlip olduğu hâlde kabul etmemiş, onu fakir bir müslümanla evlendirmişti.
         Hz. Peygamber’in kendisi hakkında “ümmetimin hakîmi” dediği rivayet edilen Ebü’d-Derdâ, insanın bildikleriyle amel etmesine büyük önem verirdi.

         İlim öğrenmeye pek meraklı idi; bu maksatla uzak yerlere gitmekten çekinmezdi. Hz. Peygamber’den 179 hadis rivayet etti. Ebü’d-Derdâ 31 (651) veya 32 (652) yılında Şam’da vefat etti. Allah ondan razı olsun.
    • Açıklamalar:
         Bir önceki hadîs-i şerîfte, cennetle müjdelenen on bahtiyardan biri olan Sa`d İbni Ebû Vakkas’la ilgili bir haber okumuştuk. Oğlu Mus`ab’ın söylediğine göre, Hz. Sa`d bir defasında, kendisinin bazı müslümanlara göre daha üstün olduğunu düşünmüştü. Ashâb-ı kirâmın en cesurlarından ve en cömertlerinden biri olması, herhâlde onda böyle bir duygu uyandırmıştı. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem onun bu düşüncesini öğrenince kendisini derhal uyardı:
         - Eğer savaşta Allah size yardım ediyorsa, düşmanlarınızı yeniyor ve ganimetler kazanıyorsanız, zenginlerinizin serveti çoğalıyorsa, bütün bunlar sadece sizin yiğitliğiniz ve gayretiniz sebebiyle değil, içinizdeki zayıf ve gösterişsiz kimselerin Allah katındaki değeri sebebiyledir, buyurdu. Böylece ashâb-ı kirâm, birçoklarının beğenip önem vermediği o gösterişsiz, boynu bükük, gönlü kırık insanların Allah katında hatırlı, değerli ve duaları makbûl birer insan olduğunu öğrendi.

         Bir defasında Hz. Peygamber bu gerçeği şöyle dile getirdi:
         “Allah bu ümmete, aralarındaki zayıfların duası, ibadeti ve ihlâsı sebebiyle yardım etmektedir” (Nesâî, Cihâd 43).

         Bu gerçeği şöyle anlamak gerekir: Böylesi insanların gözü ve gönlü dünyaya tok olduğu için, onların duası daha içten, ibadetleri daha samimidir. Bir savaşta “Allahım! Müslümanları muzaffer eyle!” diye dua ettikleri zaman, Allah Teâlâ onların hatırını kırmaz, dua ve niyazlarını kabul eder.
         Onlar yoksulluğu bir fâcia saymaz ve hâllerinden kimseye şikâyet etmezler. İçinde bulundukları durumu, Allah’ın bir takdiri diye benimserler. Fakirlere yardım eden zenginlere Allah Teâlâ’nın daha çok vermesi için dua ederler. Ümmet-i Muhammed sıkıntıya düşmesin diye Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakarırlar. İşte onların gönlü böylesine zengin ve insanlar için böylesine sevgi doludur.
         Peygamber Efendimiz çok sevdiği sahâbîsi Sa`d İbni Ebû Vakkâs’ın şahsında ümmetini uyarmış oluyor. Fakir ve kimsesiz müslümanları hor görmenin, küçümsemenin, onlara karşı kibirli davranmanın aslâ doğru olmayacağını hatırlatıyor ve ümmetine sanki şöyle sesleniyor:

         - Fakir, yoksul deyip geçmeyin. Onların arasında Allah’a çok yakın olanlar vardır. O gönlü kırıkların duası, hiçbir engele çarpmadan doğrudan Cenâb-ı Hakk’ın yüce katına ulaşır. Onlar “paramız, pulumuz yok” diye sızlanmazlar. Dünyada sahip olamadıklarının kat kat fazlasını âhirette elde edeceklerinden şüphe etmezler. Bu sebeple alın yazılarından dolayı şikâyette bulunmazlar. Her şeyin Allah’dan geldiğini ve onun öyle münasip gördüğünü bilirler. Onun asla kuluna zulüm etmeyeceğine gönülden inanırlar ve hâllerine hamd ederler.
        İşte bu sebeple ey müslümanlar, fakir ve çâresiz mü’minlerin sizin için bir nimet olduğunu bilin. Onların sevgisini kazanmaya ve dualarını almaya bakın!..
         Kâinâtın Güneşi Efendimiz’in bu konudaki buyruklarından çıkan sonuç işte budur.
    •      Hadis- Şeriflerden Öğrendiklerimiz
    1. Öyle yoksul ve çâresiz kimseler vardır ki, dünyaya aşırı bağlı olmadıkları için duaları daha samimi, ibadetleri daha içtendir.
    2. Bu sebeple onların gönlünü kazanmalı ve dualarını almalıdır.
    3. Bütün insanlara, özellikle de güçsüzlere ve gönlü kırıklara karşı mütevâzi olmalıdır.
    Riyazüs Salihin, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, Hadis-i Şerifler,Tercüme Ve Şerh, İmam Nevevi, Mehmet Yaşar Kandemir, 8 Cilt Takım Büyük Boy


    14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri & Grand Alfa Karadeniz Turu

    14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri  &  Grand Alfa Karadeniz Turu      5 Gün - 4 Gecelik (3 gece otel konakla...