1 Mayıs 2021 Cumartesi

ORUÇ İLMİHALİ / II. RAMAZAN AYININ DEĞERİ ve ÖNEMİ

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI YAYINLARI / 764
Kaynak Eserler: 40

ORUÇ İLMİHALİ

     II. RAMAZAN AYININ DEĞERİ ve ÖNEMİ
     Ramazan ayını önemli ve değerli kılan hususların başında son ilahî mesaj Kur’ân’ın bu ayda indirilmeye başlamış olması gelir. İslâm’ın beş temel esasından biri olan oruç ibadeti, bu ayda tutulur. Bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi Ramazan ayı içersindedir. Bu ayda yapılan ibadetlere diğer aylara göre daha çok sevap verilir. Bu ay af ve mağfiret, sosyal yardımlaşma ve dayanışma, bolluk ve bereket ayıdır. Bu bölümde bu hususları dile getirmeye çalışacağız.

     1. Kur’ân, Ramazan Ayında İndirilmeye Başlanmıştır.
     Kur’ân’ın Ramazan ayında indirildiği, Bakara suresinin 185. ayetinde şöyle ifade edilmektedir:
     “O Ramazan ayı ki, Kur’ân o ayda indirilmiştir.” (Bakara, 2/185)

     Kur’ân-ı Kerim’in indirilmesi miladi 610 yılında Ramazan ayının Kadir Gecesi’nde sabaha karşı, Hıra’da ibadetle meşgul olduğu sırada, vahiy meleği Cebrail’in Peygamberimize Alak suresinin ilk beş ayetini getirmesiyle başlamıştır.

     Acaba bu olay Ramazanın hangi gününde gerçekleşmişti?

     Duhân suresinin ikinci ve üçüncü ayetlerinde Kur’ân’ın mübarek bir gecede indirildiği bildirilmektedir:
     “Hâ Mîm. Apaçık olan kitaba yemin olsun ki, biz onu (Kur’ân’ı) mübarek bir gecede indirdik. Şüphesiz biz, insanları uyarıcıyız.” (Duhân, 44/1-3)

     İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre, ayette sözü edilen “mübarek gece” Kadir Gecesi’dir. Kur’ân’ın Kadir Gecesi’nde indirildiği ise Kadir suresinde açıkça bildirilmiştir. 
     “Şüphesiz, biz onu (Kur’ân’ı) Kadir Gecesi’nde indirdik.”

     Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e verilmesi “inzal” ve “tenzil” kelimeleri ile ifade edilmektedir. (bk. En’âm, 6/92; Nahl, 16/89)

     Kur’ân’ın Ramazan ayında mübarek bir gece olan Kadir Gecesi’nde “inzal” edildiğinin bildirilmesi genel olarak iki şekilde izah edilmiştir:
     a) Kur’ân Kadir Gecesi’nde, bir defada Levh-i Mahfuzdan, dünya semasına (Beytü’l-İzze’ye) indirilmiş, buradan da 23 senede Peygamberimize verilmiştir. Kur’ân’ın Levh-i Mahfuz’da bulunduğu Bürûc suresinin 21-22. ayetlerinde açıkça bildirilmektedir:
     “Hayır, o (kitap), şanı yüce bir Kur’ân’dır. O, Levh-i Mahfuz’dadır.”

     Kur’ân’ın Beytü’l-İzze’ye toptan indirildiğini ve buradan Peygamberimize peyderpey verildiğini sahabeden Abdullah ibn Abbas söylemiştir:
     “Kur’ân, Kadir Gecesi’nde yakın semaya toptan bir seferde indirildi, bundan sonra yirmi (küsur) senede (peyderpey Hz. Peygamber’e) indirildi.” (Hâkim, “Tefsir”, 1, No: 2879; bk. Süyûtî, el-İtkân, I, 127-158)

     “Kur’ân Ramazan ayında indirildi”, “mübarek bir gecede indirildi” ve “Kadir Gecesi’nde indirildi” demek, Kur’ân bu ayda indirilmeye başladı demektir. Kur’ân’ın tamamı zikredilmiş bir kısmı kastedilmiştir. Belagat ilminde buna “mecaz-i mürsel” denir.
     Bakara suresinin başında olduğu gibi birçok ayette, Kur’ân’ın bir parçasına da “Kitap” ve “Kur’ân” denilmektedir. Kur’ân’ın toptan değil ayet ayet, sure sure indirildiği Kur’ân’da açıkça bildirilmektedir:
     “İnkâr edenler, “Kur’an, ona bir defada toptan indirilmeli değil miydi?” dediler. Biz, Kur’ân’la senin kalbini sağlamlaştırmak için onu böyle parça parça indirdik ve onu (sana) ağır ağır okuduk.” (Furkan, 25/32) 
     “Biz Kur’ân’ı, insanlara dura dura okuyasın diye âyet ayet ayırdık ve onu peyderpey indirdik.” (İsrâ, 17/106)
     Âyetler, hem Kur’ân’ın parça parça indirildiğini hem de parça parça indirilmesinin gerekçesini beyan etmektedir. Kadir Gecesi’nin Ramazan ayı içerisinde olduğu ayetle sabittir. Ancak Ramazan ayının kaçıncı gecesi Kadir Gecesi’dir, kesin olarak belli değildir, bu konuda ittifak da yoktur. Ancak ağırlıklı görüş, Kadir Gecesi’nin Ramazan ayının 27. gecesi olduğu yönündedir. (bk. İbn Sa’d, I, 94)
     Kur’ân bütün insanların kılavuzu, yol göstericisidir. (Bakara, 2/185) İnsanları en doğru olana iletir. (İsrâ, 17/9) Okunması ibadettir, her harfine bir hasene / güzel amel sevabı verilir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.),
     “Kim Allah’ın kitabından bir harf okursa ona on hasene (sevabı) verilir. Haseneye (güzel amele) on katı ile mükâfat verilir. Size elif lam mim bir harftir demiyorum. Elif bir harf, lam bir harf, mim bir harftir.” (Tirmizî, “Fedâilü’l-Kur’ân”, 16) buyurmuştur.

     Her Müslümanın bu emirlere uyarak Kur’ân’ı öğrenmesi ve sürekli okuması gerekir. Bu emri yerine getirenler ilahî övgüye mazhar olurlar. Çünkü Yüce Allah Kur’ân okuyanları övmektedir:
     “Şüphesiz, Allah’ın kitabını okuyanlar, namazı dosdoğru kılanlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden, gizlice ve açıktan Allah yolunda harcayanlar, asla zarar etmeyecek bir ticaret umabilirler. Allah kendilerine mükâfatlarını tam olarak versin ve kendi lütfundan daha da artırsın diye (böyle yaparlar.) Şüphesiz o Allah, çok bağışlayandır, şükrün karşılığını çokça verendir.” (Fâtır, 35/29-30)

     Peygamberimiz (s.a.s.), “Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir” (Tirmizî, “Fedâilü’l-Kur’ân”, 15) anlamındaki hadisi ile Kur’ân’ın okunmasını ve hükümlerinin öğrenilmesini teşvik etmektedir.

     Yine sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) Kur’ân’ı öğrenen, okuyan, emir ve yasaklarına riayet eden kimselerin en hayırlı ve en faziletli kimseler olduğunu, okunan Kur’ân’ın kıyamet gününde sahibine şefaatçi olacağını bildirerek müminleri Kur’ân öğrenmeye ve okumaya teşvik etmiştir:

     “Kur’ân’ı öğrenin ve okuyun.” (Tirmizî, “Fedâilül-Kur’ân”, 2)

     “Evlerinizi namaz ve Kur’ân okuma ile aydınlatın, süsleyin.” (Süyûtî, Câmi’u’s-Sağîr, No: 9291)

     Kur’ân okunan evde manevi bir aydınlık, huzur ve ferahlık olur. Çünkü Kur’ân okunan evde rahmet melekleri bulunur, şaytanlar uzak durur.
     “Ancak iki kişiye gıpta edilir. (Birincisi), Allah’ın kendisine Kur’ân(ı öğrenme imkânı) verdiği kimsedir. Bu kimse, gece gündüz Kur’ân’ı okur ve hükümleriyle amel eder. (İkincisi ise), Allah’ın kendisine mal mülk verdiği kimsedir. Bu kimse, onu gece gündüz (hayır ve helal yollarda) harcar.” (Müslim, “Salâtü’l-Müsâfirîn”, 266)

     Kur’ân’ı okumaktan maksat, onu anlamak, anlamaktan maksat hükümlerini uygulamaktır.
     Allah’ın kelamını okumak, onun ışığından yararlanmak her Müslümanın en büyük arzusu olmalıdır.
     Kur’ân’ı okumanın amacı hayatımızı ondaki ilahî emir ve yasaklara uydurmaktır. Bunun için de Kur’ân’ı anlamak ve üzerinde gereği gibi düşünmek gerekir. Kur’ân’ı anlamaksızın onun sadece metnini okumak sevap olmakla birlikte asıl amaç onu anlamak ve uygulamaktır.
     Kur’ân, asla dünyalık amaçlarla okunmamalı, bir kazanç aracı yapılmamalıdır.
     Kur’ân’ın inmeye devam ettiği süreçte sahâbîler inen sure ve ayetleri titizlikle takip eder, onları öğrenir ve hükümlerini uygulamaya koyarlardı. Anlayamadıkları, tereddüt ettikleri yerleri Rasûlullah’a sorarlardı.
     Peygamberimiz (s.a.s.), “Ahir zamanda Kur’ân’ı okuyan, ancak okudukları gırtlaklarını aşmayan (okuduklarına inanıp onlarla amel etmeyen) bir topluluk gelecektir.” (Ahmed, II, 621 ) buyurmuştur.
     Kur’ân’ı orijinal metninden anlamak Arapça’yı ve Kur’ân’a has bazı ilimleri bilmeyenler için mümkün değildir. Ancak, bu gibi kimseler Kur’ân meallerinden ve tefsir kitaplarından yararlanabilirler.
     Kur’ân; öğrenmek, okumak, anlamak ve hükümlerini uygulamak isteyenler için zor değildir. Çünkü Yüce Allah, “Andolsun, biz Kur’ân’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?” (Kamer, 54/40) buyurmaktadır.
     Kur’ân’ın Ramazan ayında indirilmeye başlanması itibariyle Müslümanlar bu aya Kur’ân okumaya daha fazla önem verirler, evlerde ve camilerde mukabele ve hatimler okurlar.
     “Mukabele”, Kur’ân’ı birinin yüzünden veya ezbere okuması diğerlerinin de onu Kur’ân’dan veya ezbere takip etmesi veya dinlemesidir. Mukabele geleneği, Peygamberimiz ile vahiy meleği Cibril’in uygulamasına dayanır. Cibril, her yıl Ramazan ayında inen Kur’ân ayetlerini Peygamberimize okuyarak arz eder, böylece yazılan ve ezberlenen Kur’ân bölümleri kontrol edilirdi. Cibril, Kur’ân’ı Peygamberimize vefat ettiği yılın Ramazan ayında iki defa arz etmişti. (bk. Buhârî, “Fedâilü’l-Kur’ân”, 7; “Bed’ü’l-vahy”, 1; Hâkim, “Tefsir”, No:2903)

     2. Farz Olan Oruç Ramazan Ayında Tutulur
     Kur’ân’da; “İçinizden kim bu aya ulaşırsa onu oruçlu geçirsin” buyrularak orucun Ramazan ayında tutulması emredilmiştir.

     Oruç ibadetinin değeri ve önemi konusu birinci bölümde ele alınacaktır. Burada oruç ibadetinin mutlaka Ramazan ayında tutulması gerektiğini, Ramazan orucunun af ve mağfirete vesile olacağını ve bu ayda tutulmayan oruçların başka aylarda tutulmakla aynı sevabın kazanılamayacağını ifade edelim ve şu iki hadisi zikretmekle yetinelim:

     “Kim inanarak ve sevabını umarak Ramazan orucunu tutarsa Allah o kimsenin geçmiş günahlarını bağışlar.” (Müslim, “Salâtü’l-Müsafirîn”, 175)

     “Kim hastalığı ve bir ruhsatı olmaksızın Ramazan ayından bir gün oruç tutmasa bütün günleri oruç tutsa yine bu orucu yerine getiremez.” (Ebû Dâvûd, “Savm”, 38; Tirmizî, “Savm”, 27; İbn Mâce, “Savm”, 14)

     Hadis hem Ramazan ayında tutulan orucun Allah katındaki değerini ve sevabının çokluğunu hem de Ramazanda bilerek oruç tutmamanın ne kadar veballi ve günah olduğunu ifade etmektedir.

     3. Bin Aydan Hayırlı Olan Kadir Gecesi Ramazan Ayı İçindedir
     “Şüphesiz, biz onu (Kur’ân’ı) Kadir Gecesi’nde indirdik. Kadir Gecesi’nin ne olduğunu sen ne bileceksin! Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh (Cibril) o gecede, Rab’lerinin izniyle her türlü iş için iner de iner. O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir.” (Kadr, 87/1-5)

     Peygamberimiz Kadir Gecesi’ni ihya eden kimsenin bağışlanacağını bildirmiştir: “Kim inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek, Kadir Gecesi’ni ibadetle ihya ederse, geçmiş günahları bağışlanır.” (Müslim, “Salâtü’l-Müsafirîn”, 175)

     Kadir Gecesi’nin Ramazan ayında olduğu kesin, ancak hangi günde olduğu kesin değildir. Hz. Aişe validemiz Peygamberimizin Kadir Gecesi’ni Ramazan ayının son on gününde aradığını ve “Kadir Gecesi’ni Ramazanın son on gününde arayın” diye buyurduğunu bildirmiştir. (Tirmizî, “Savm”, 71)

     Yine Hz. Aişe validemiz Peygamberimizin “Kadir Gecesi’ni Ramazanın son on gününün tek günlerinde arayın” (Tirmizî, “Savm”, 71) buyurduğunu söylemiştir.

     “Kadir Gecesi’ni Ramazanın son on gününde arayın” demek, bu gecenin Ramazanın son on gününden birinde olduğu, dolayısı ile bu günlerde ibadete yoğunlaşılması gerektiği anlamına gelir.
     Kadir Gecesi’nin Ramazan ayının yirmi yedinci gecesinde olduğu görüşü yaygınlaşmış olup İslâm dünyasında bu gece Kadir Gecesi olarak ihya edilmektedir. Peygamberimiz Kadir Gecesi’ni ibadetle geçirir, aile fertlerini de ibadet etmeleri için uyarırdı. (Tirmizî, “Savm”, 72)

     Kadir Gecesi’ni ihya etmek, feyiz ve bereketinden azami ölçüde faydalanmak gerekir. Kadir Gecesi’ni ihya edemeyen manevi nimetlerden mahrum olur. Bu konuyu Peygamberimiz şöyle dile getirmiştir: “Ramazan ayı size yaklaştı. Onda bin aydan daha hayırlı olan bir gece vardır. Kim Kadir Gecesi’nin hayır ve bereketinden mahrum kalırsa bütün hayır ve bereketten mah- ORUÇ İLMİHALİ 28 rum kalır. Onun hayırından ancak hayırdan mahrum olan kimseler yararlanamaz” (İbn Mâce, “Savm”, 2)

     Kadir Gecesi’ni; yatsı namazını camide kılmak, tövbe ve istiğfar etmek, salât ve selam getirmek, dua ve zikretmek, Kur’ân okumak, namaz kılmak, hayır ve hasenat yapmak suretiyle değerlendirebiliriz.

     4. Ramazan Ayında Cennet Kapıları Açılır, Cehennem Kapıları Kapanır, Şeytanlar Zincire Vurulur Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:
     “Ramazan ayının ilk gecesi olduğu zaman şeytanlar ile cinlerin azgınları zincire vurulur, cehennem kapıları kapatılır, onlardan hiçbiri açılmaz. Cennet kapıları açılır ve onlardan hiçbiri kapanmaz. Bir münadi şöyle seslenir: Ey hayırlı şeyler yapmak isteyen kimse! Bu isteğini yerine getir, hayırlı işleri yap, ey kötü işler yapmak isteyen insan! Bu isteğinden vazgeç. Allah Ramazan ayında birçok insanı cehennemden azat eder. Bu durum Ramazanın her gecesinde devam eder. Ramazan ayı girdiği zaman sema kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır, şeytanlar zincire vurulur.” (Tirmizî, “Savm”, 1; bk. Buhârî, “Savm”, 5)
     Hadiste geçen cennet kapılarının açılması, cehennem kapılarının kapanması, şeytanların ve cinlerin azgınlarının zincire vurulması mecazi anlamda olup Ramazan ayının Allah katındaki değerine, ilahî rahmetin tecellisinin çokluğuna, müminlerin bu ayda daha fazla sorumluluk bilinciyle hareket etmesi, Allah ve Peygambere itaat edip ibadete sarılması, günahlardan uzak durması gerektiğine işaret eder.

     5. Teravih Namazı Ramazan Ayında Kılınır
     “Teravih” kelimesi rahatlatmak, dinlendirmek anlamlarına gelen “tervîha” sözcüğünün çoğuludur. Din ıstılahında ise teravih; Ramazan ayında, yatsı namazı ile vitir namazı arasında kılınan nafile namazdır. Her dört rekâtının sonunda bir miktar oturulup dinlenildiği için bu namaza “teravih namazı” adı verilmiştir.
     Teravih namazı, erkek ve kadınlar için sünnet-i müekkededir. Hz. Peygamberimiz kendisi teravih namazı kılmış ve müminlerin de teravih namazını kılmalarını teşvik etmiştir.
     Bir hadis-i şerifte; “Kim inanarak ve sevabını Allah’tan umarak teravih namazını kılarsa, geçmiş günahları bağışlanır” (Buhârî, “Salâtü’t-Teravih”, 1; Müslim, “Salâtü’l-Müsafirîn” 174) buyurulmuştur.

     Hz. Aişe validemiz Peygamberimizin teravih namazı kılması ile ilgili olarak şu bilgiyi vermiştir: “Bir gece yarısı camiye gidip teravih namazı kıldı, insanlar da onunla birlikte kıldılar. Sabah olunca insanlar bunu birbirlerine anlattılar. Bunun üzerine ertesi gece camide daha çok cemaat toplandı. Hz. Peygamber mescide geldi teravih namazı kıldı, halk da ona uyup teravih namazı kıldı. Sabah olunca bu durumu halk yine birbirine anlattı. Üçüncü gecede camiye daha çok insan geldi. Hz. Peygamber mescide gelip teravih namazı kıldı, cemaat de onunla birlikte teravih namazı kıldı. Dördüncü teravih namazı kılmak üzere gelen halkı cami almadı. Fakat Hz. Peygamber teravih kılmak üzere camiye gitmedi. İnsanlar “namaz!” diyle seslenmeye başladılar. Hz. Peygamber yine de camiye gitmedi. Nihayet sabah namazına gitti. Sabah namazını kıldırdı, cemaate döndü, kelime-i şahadet getirdi. Sonra şöyle konuştu. “Dün geceki durumunuzdan haberdarım. Sizin cemaatle teravih namazı kılmaya olan arzunuzu gördüm. Sizinle teravih namazı kılmaya engel bir durumum yoktu. (Müslim, “Salâtü’l-Müsafirîn”, 177) Fakat gece namazı (yani teravih namazı) size farz olur da bundan aciz olursunuz diye korktum.” (Müslim, “Salâtü’l-Müsafirîn”, 178)

     Peygamberimizin zamanında bu üç günün dışında teravih cemaatle kılınmadı. Herkes kendisi kıldı. Bu durum Hz. Ömer’in devlet başkanlığı zamanına kadar devam etti. Hz. Ömer halife olunca, halkın camide dağınık bir şekilde kıldığı teravih namazının cemaatle kılınmasının daha hoş olacağını düşündü. Übey ibn Ka’b’ı imam yaptı. Halkın Übeyy ibn Ka’b’in arkasında teravih namazı kıldıklarını görünce,
     “Ne güzel bir uygulama oldu” dedi. (Malik, “Salât fi Ramazan”, 2)

     Teravih namazı nafile bir ibadettir. Bu nedenle, yorgunluk, meşguliyet ve benzeri sebeplerle, teravih namazı evde 8, 10, 12, 14, 16 veya 18 rekât olarak kılınabilir. Bu şekilde kılınması halinde yine sünnet yerine gelmiş olur. Ancak cemaatle camide kılmanın sevabı daha çoktur.

     Peygamberimiz nafile olarak kıldığı gece namazlarını ikişer ikişer veya dörder dörder kılmıştır. (Malik, “Salâtü’l-Leyl”, 2; Müslim, “Salâtü’l-Müsafirîn”, 12) Bu itibarla teravih namazı iki veya dört rekâtta bir selam verilerek kılınabilir. Dört rekât kılınınca biraz dinlenmek Müstehaptır. Bu dinlenmelerde lâ ilâhe illâllah ve salât ve selam cümleleri okunur.

     Teravih namazını kıldıran imam, okuyuşu uzatarak cemaati bıktırmamalı; çabuk kıldırarak namaza noksanlık getirmemelidir. Teravih namazında da diğer namazlarda olduğu gibi, kıraatin gereği gibi yapılmasına ve ta’dil-i erkâna riayet edilmesine özen gösterilmelidir.
     Teravih namazı Ramazan ayının bir sünnetidir, bu itibarla mazeretleri sebebiyle oruç tutamayanlar da teravih namazı kılabilirler.

     6. Ramazan Ayını İhya Eden Müminin Günahları Bağışlanır
     Ramazan ayını ihya etmek, son derece önemlidir. Kur’ân okumak, zikir ve tefekkürle meşgul olmak, Hz. Peygamber’in hayatını okumak, ilimle meşgul olmak, dinî sohbetlere, ahlakî ve sosyal içerikli etkinliklere katılmak Ramazan ayını ihya etmek kapsamındadır.
     Şu hadis bunun açık delilidir: 
     “Beş vakit namaz, cuma namazı diğer cuma namazına kadar, Ramazan ayı diğer Ramazan ayına kadar büyük günahlardan kaçındığı zaman işlenen küçük günahlara kefarettir.” (Müslim, “Tahâre”, 17)

     İçki, kumar, zina, hırsızlık, yalan ve gıybet, namaz kılmama, malın zekâtını vermeme gibi büyük günahlardan kurtulmak için şartlarına uygun tövbe ve istiğfar yapılması gerekir.

     7. Ramazan Rahmet ve Bereket, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Ayıdır 
     Peygamberimiz (s.a.s.) Ramazan ayının rahmet, mağfiret ve bereket, sosyal yardımlaşma ve dayanışma ayı olduğunu ashabına yaptığı şu konuşmasında veciz bir şekilde ifade etmiştir:
     Sahabeden Selman el-Farisî (r.a.) anlatıyor:
     Allah’ın elçisi Şaban ayının son günü bize bir konuşma yaptı ve şöyle buyurdu: Ey insanlar! Bereketli ve büyük bir ayın gölgesi üzerinize düşmüştür. Bu öyle bir ay ki onda bin aydan daha hayırlı olan bir gece vardır. O öyle bir ay ki Allah o ayda oruç tutmayı farz kılmış, gecelerini nafile ibadet (teravih namazı) ile geçirmeyi teşvik etmiştir. Kim Ramazan ayında hayır işlerse Ramazan ayı dışında farz bir ibadeti yapan kimse gibi sevap kazanır. Kim Ramazan ayında bir farzı eda ederse Ramazan ayı dışında yetmiş farzı eda eden kimse gibi sevap kazanır. Ramazan ayı sabır ayıdır. (Ebû Dâvûd, “Savm”, 55) Sabrın sevabı ise cennettir. Ramazan, yardım etme ve ihsanda bulunma ayıdır. Bu ayda müminin rızkı artar. Kim bu ayda oruç tutan bir mümine iftar yemeği verirse bu, günahlarının bağışlanması ve cehennem ateşinden azat olmasına vesile olur, iftar verdiği kimsenin oruç ile kazandığı kadar sevap kazanır, oruç tutanın sevabında da eksilme olmaz. Sahabe, “Ey Allah’ın elçisi! Hepimiz iftar verecek güce sahip değiliz ki” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Allah, bu sevabı bir tek hurma veya bir bardak su veya bir içimlik süt ikramı ile de verir” buyurdu. (Konuşmasına şöyle devam etti): Ramazan, evveli rahmet, ortası mağfiret ve sonu cehennem ateşinden kurtulma ayıdır. Kim bu ayda işçisinin / hizmetçisinin işini hafifletirse Allah onu bağışlar ve cehennem ateşinden azat eder. (Ey insanlar!) Ramazan ayında dört şeyi çok yapın. Bunlardan ikisi ile Rabb’inizi razı edersiniz. Diğer ikisine ise sizin ihtiyacınız var. Rabb’inizi razı edeceğiniz şeyler; kelime-i şahadet ve tövbe-i istiğfardır. Sizin muhtaç olduğunuz iki şey ise, Allah’tan cenneti ister, cehennemden O’na sığınırsınız. Kim oruç tutan bir mümine su ikram ederse Allah da onu benim (Kevser) havuzumdan içirir. Bu havuzdan içen cennete girinceye kadar bir daha susamaz.” (Münzirî, II, 94-95)

     Bir başka hadiste Peygamberimiz Ramazan ayının faziletini şöyle dile getirmiştir: “Ramazan ayında ümmetime daha önceki ümmetlere verilmeyen beş şey verildi. Bunlar:
     a) Ramazan ayının ilk gecesi oldu mu Allah ümmetime rahmetiyle nazar eder. Allah kime rahmetiyle nazar ederse ona azap etmez.
     b) Akşama doğru ağızlarında oluşan koku, Allah katında miskten daha güzeldir.
     c) Melekler ümmetim için her gündüz ve gece af ve mağfiret dilerler.
     d) Allah cennetine şöyle emir buyurur: Kullarım için hazırlan ve süslen ki onların dünya yorgunluğundan kurtulup cennetime ve nimetlerime gelip kavuşmaları yaklaşmıştır.
     e) Ramazan ayının son gecesi olduğunda ümmetimin hepsine mağfiret eder.
     Bir sahabinin, bu gece Kadir Gecesi midir ey Allah’ın Elçisi! diye sorması üzerine Peygamberimiz, “Hayır Kadir Gecesi değildir. Görmüyor musunuz? İşçiler işlerini tamamlayınca ücretlerini alıyorlar.” (Münzirî, II, 92)
     Bu hadisten anlıyoruz ki Ramazan ayını hakkıyla ihya eden mümin; Allah’ın rahmet, nimet, af ve mağfiretine, cennet ve nimetlerine nail olmaktadır.

     8. Ramazan Ayında İbadetlere Daha Çok Sevap Verilir
     Allah’ın kullarına af ve mağfireti hesap edilemeyecek kadar çoktur. Rabbimiz yaptığımız amellere on katından yedi yüz katına ve daha fazlasına varan oranlarda sevap verir. Sabrın sevabı ise sınırsızdır. Ramazan ayında yapılan ibadetlere verilen sevaplar diğer aylara göre daha fazladır. Bu gerçek aşağıdaki ayet ve hadislerde şöyle ifade edilmiştir:
     “Kim güzel, iyi ve salih bir amel (hasene) getirirse ona on katı sevap vardır. Kim de kötü bir amel getirirse o da sadece o kötü amelinin misliyle cezalandırılır ve onlara zulmedilmez.” (En’âm. 6/160)

     Bu ayete göre namaz, oruç, hac gibi salih bir amel işleyen kimseye on katı ile sevap verilir. Mesela bir ay oruç tutan bir Müslüman on ay oruç tutmuş gibi olur. Ramazandan sonra altı gün daha oruç tutarsa iki ay daha oruç tutmuş olur. On katı sevap ile yıl boyu oruç tutmuş gibi sevap kazanır. Peygamberimiz bu hususu şöyle ifade etmiştir.
     “Kim Ramazan orucunu tutar, sonra Şevval ayından altı gün oruç tutarsa bütün yıl boyunca oruç tutmuş gibi olur.” (Tirmizî, “Savm”, 53)

     Allah yolunda infak etmenin sevabı ise yedi yüz katıyladır:
     “Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak bitiren ve her başakta yüz tane bulunan bir tohum gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2/261)

     Bir başka hadiste de şöyle buyurulmuştur:
     “Kim Ramazan ayında hayır işlerse Ramazan ayı dışında farz bir ibadeti yapan kimse gibi sevap kazanır. Kim Ramazan ayında bir farzı eda ederse Ramazan ayı dışında yetmiş farzı eda eden kimse gibi sevap kazanır. Ramazan ayı sabır ayıdır. Sabrın sevabı ise cennettir.” (Münzirî, II, 94-95)

     9. Ramazan Ayı Nefsi Terbiye Etme ve Sabır Ayıdır
     Yüce Rabbimiz “Ancak sabredenlere mükâfatları hesapsız verilir.” (Zümer, 39/10) buyurmuştur. Peygamberimiz ise bunu “Ramazan ayı sabır ayıdır. Sabrın sevabı ise cennettir.” (Münzirî, II, 94-95) sözü ile teyit etmekte ve sabrın sevabının cennet olduğunu bildirmektedir.
     Ramazan ayında oruç tutan, nefsanî arzularına mukavemet gösteren, kötü söz ve davranışlardan uzak duran Müslüman nefsini terbiye etmiş ve sabırlı olmayı öğrenmiş olur.

     10. İtikâf İbadeti Özellikle Ramazan Ayında Yerine Getirilir
     “İtikâf”, bir camide ibadet niyetiyle ve belirli kurallara uyarak ibadetle meşgul olmak üzere mescit ya da mescit hükmündeki bir yere çekilmek demektir. Kur’ân’da bu ibadet,
     “Mescitlerde itikâfta iken eşlerinize yaklaşmayın” (Bakara, 2/187) anlamındaki ayette geçmektedir.

     Hz. Aişe validemiz Hz. Peygamber’in Medine’de her yıl Ramazan ayının son on gününde itikâf ibadetini ifa ettiğini bildirmiştir. (Buhârî, “İtikâf”, 6)

     Oruç tutan Müslümanın Ramazanın son on gününde itikâfa girmesi sünnet-i kifayedir.
     İtikâf ibadetinin geçerli olabilmesi için itikâfa giren kimsenin mükellef olması, itikâfa bir mescidde girmesi ve niyet etmesi gerekir. Kadınlar evlerinin bir odasında itikâfa girerler.
     İtikâfa giren kimse vaktini namaz kılarak, Kur’ân ve kitap okuyarak, dua yaparak, zikir ederek, vaaz dinleyerek geçirir. Mescidde yer, içer ve orada istirahat eder. Mescidin içinde giderilmesi mümkün olmayan banyo yapma, tuvalete gitme ve abdest alma gibi doğal ihtiyaçları için cami dışına çıkabilir. Ancak ihtiyaçlarını giderdikten sonra hemen itikâf mahalline döner. İhtiyacı olmadıkça cami dışına çıkmaz. (Buhârî, “İtikâf”, 3)
     Nafile itikâflar cami dışına çıkmakla bozulmaz. Ancak adamak suretiyle yerine getirilmesi gereken vacip itikâflar, zorunlu ihtiyaçlar dışında itikâf mahallinin dışına çıkmakla bozulur.

     İtikâfa giren insan dünyevî meşgalelerden uzaklaştığı için daha fazla ibadet etme ve tefekkürde bulunma imkânı elde eder. İtikâfa girmekte bir irade eğitimi söz konusudur.

     Sonuç olarak; ayların sultanı olan Ramazan Kur’ân, oruç, sabır, yardımlaşma, dayanışma, rahmet, bereket, af ve mağfiret ayıdır. Müminler bu ayda daha çok ibadet eder, tövbe ve istiğfar ile günahlardan arınmaya, hayır ve hasenat ile Allah’ın rızasını kazanmaya çalışır.

     Kitabın bu konudan önceki sayfası:

cicek-hareketli-resim-0155

30 Nisan 2021 Cuma

ORUÇ İLMİHALİ / Önsöz / Ramazan Ayı ve Fazileti / I. KAVRAMSAL ÇERÇEVE

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI YAYINLARI / 764
Kaynak Eserler: 40

ORUÇ İLMİHALİ

Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ
Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ


     Ön Söz

     Bu dünyada varoluşumuzun gerçek amacı, yaratanımızı tanımak ve O’na ibadet etmektir. İbadet, inanan insanın inandığı varlıkla iletişimidir; Allah’a olan sevgi, saygı ve bağlılığın bir göstergesidir.
     Hiç şüphesiz, yerine getirdiğimiz ibadetin anlamını, amacını ve hikmetini bilmek ve bunu gözetmek de ibadet etme bilincinin bir parçasıdır. Dinî bir görev olması yanında ibadet, hem bireysel hem de toplumsal olarak eğitici ahlakî bir işleve sahiptir. Söz gelişi, İslâm’ın beş temel esasından biri olan oruç ibadeti, diğerlerinden farklı olarak bazı şeyleri yapmama esasına dayanır. Diğer bir ifade ile oruç pasif bir yapı arz eder. Bu bakımdan dinin vaz geçilmez prensibi olan samimiyet ve gösterişten uzak oluş, en üst düzeyde oruç ibadetinde kendini gösterir. Bu niteliği ile oruç bir irade, sorumluluk, sabır ve samimiyet eğitimi programı, Ramazan ayı da bu programın uygulandığı süreç konumundadır.
     Geçmişten günümüze Müslümanlar, oruç ibadeti ve oruç ayı olan Ramazan’a layık olduğu önemi atfetme gayret ve samimiyeti içinde olmuşlardır.
     Ramazan ve oruç ibadetinin kültür hayatımıza bıraktığı izler yüzyıllardan beri varlığını sürdürmektedir. Ne mutlUki milletimiz asırlardan beri yaşanan Ramazan ve oruç heyecanını aynen yaşamaya devam etmektedir. Gelişen bilişim imkânları sayesinde bu azim ve heyecan daha büyük kitleler halinde yaşanır olmuştur.
     Dinî hayatın yaşamasında bilgilenme aşaması her şeyden önce gelir. Hakkında bilgi sahibi olunmayan ya da gereği kadar bilinmeyen bir şeyin uygulanması ve ondan sonuç alınması mümkün değildir. Bu diğer ibadetlerde olduğu gibi oruç ibadeti için de söz konusudur. Önemli olan günün belli saatlerinde “aç ve susuz” durmak değil oruç ibadeti ile elde edilmesi amaçlanan yararlara ulaşmaktır. Bu da Peygamber Efendimizin uygulayıp öğrettiği esaslara uygun olarak oruç tutmakla sağlanabilir. Böyle yapıldığı takdirde oruç ibadetinin manevi tadına ulaşılacak, inşallah yapılan ibadet kabul edilecektir.
     Elinizdeki eser, oruç ibadetinin gerektiği şekilde yerine getirilmesi konusunda Müslüman milletimize yardımcı olmak amacıyla kaleme alınmıştır. Eserde mümkün olduğu kadar sade ve anlaşılır bir dil kullanılmaya çalışılmıştır.
     Eser, bir giriş ve dört bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümünde “Ramazan ayı ve fazileti”, birinci bölümde “oruç ibadeti, önemi ve fazileti”, ikinci bölümde “orucun farz oluşu ve çeşitleri”, üçüncü bölümde “oruçla ilgili dinî hükümler”, dördüncü bölümde “Ramazan ve oruç sevinci: Bayram” konuları işlenmiştir. İşlenen konulara delil teşkil eden ayet ve hadisler orijinal metinleri ile birlikte verilmiştir.
     Çalışmanın milletimize yararlı olması en büyük dileğimizdir. Başarı Allah’ın lütfu iledir.
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI


Giriş
Ramazan Ayı ve Fazileti

     Ramazan ayı, kamerî aylardan adı Kur’ân’da geçen tek aydır. (Bakara, 2/185) İslâm’ın beş temel esasından biri olan oruç ibadetinin Ramazan ayında yerine getiriliyor olması, bu ayın önemini ortaya koymaktadır.

     I. KAVRAMSAL ÇERÇEVE
     1.  “Ramazan” Kelimesinin Anlamı
     Bu kelimenin hangi kökten geldiği dolayısı ile anlamının ne olduğu konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır:
     a) Ramazan kelimesi, güz mevsiminin başında yağıp yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur anlamındaki “ramdâ ضى َم ْر “َkelimesinden türetilmiştir. Bu yağmur, yeryüzünü yıkayıp temizlediği gibi Ramazan ayı da iman edenleri günahlardan yıkayıp temizler.
     b) Ramazan kelimesi, güneşin şiddetinden taşların son derece kızması anlamındaki “ramada ض َمَر “َkelimesinden türetilmiştir. Bu kökten türeyen “Ramazan” kelimesi, kızgın yerde yalın ayak yürümekle yanmak demektir. Bu kelime, İslâm’ın beş temel esasından biri olan orucun tutulduğu aya özel isim yapılmıştır. Bu ayda Allah için oruç tutularak açlık ve susuzluk çekilir ve böylece orucun harareti ile günahlar manen yakılır.
     c) Ramazan kelimesi, kılıcın namlusunu veya ok demirini inceltip keskinleştirmek için iki kaygan taş arasına koyup dövmek anlamındaki “ramada ض َمَر “َkelimesinden türetilmiştir. Araplar silahlarını bu ayda bileyip hazırladıkları için bu isim verilmiştir.
     d) Ramazan kelimesi, Allah’ın güzel isimlerinden biridir. Allah’ın rahmeti sayesinde âdeta yanıp yok olması dikkate alınarak oruç tutulan aya bu isim verilmiştir. Bu anlamda “şehr-i Ramazan”, “Allah’ın ayı” demektir. (Yazır, I, 642-644)
     Ramazan kelimesinde; temizlik, yanmak ve keskinlik anlamları vardır. Ramazan ayında oruç ve diğer ibadetlerle Allah’a yönelen müminler, günahlarından temizlenir, arınır, bilinçlenir, iman ve ahlak bakımından keskinleşir, kuvvetlenir.

     2. Ramazan Ayı
     Kamerî ayların başlangıcı ve bitişi ayın hareketleri esas alınarak belirlenir. Ayın hilal şeklinde görülmesinden itibaren tekrar hilal şeklinde görülmesine kadar geçen süre bir “ay”dır. Bu süre, bazen 29 gün, bazen 30 gün olur. Bu sebeple Ramazan ayında oruca başlayabilmek için ayın gökte hilal (yeni ay) halinde göründüğü zamanı belirlemek gerekmektedir. Ne var ki hilali görmek her zaman mümkün olmamakta bu sebeple Ramazanın girip girmediğinde, ya da sona erip ermediği konusunda şüphe doğmaktadır.

     Hz. Peygamber (s.a.s.) Ramazanın başını ve sonunu belirleme yöntemini bildirmek ve hilalin görülemediği durumlara da pratik bir çözüm getirmek üzere şöyle buyurmuştur: 

     “Hilali Ramazanın başında görünce oruca başlayınız ve onu Şevval ayının başında görünce bayram ediniz. Hava bulutlu olur da hilali göremeyecek olursanız ayın sonunu takdir ederek belirleyiniz (ayı otuza tamamlayınız.)” (Buhârî, “Savm”,5 )

     “(Ramazan) Hilalini görmedikçe oruca başlamayın, (Şevval) hilalini görmedikçe oruca son vermeyin. Hava bulutlu olursa ayın sonunu takdir ederek belirleyiniz (ayı otuza tamamlayınız.)” (Buhârî, “Savm”, 11)

     Buna göre Ramazanın girdiğini tespit emek için Şaban ayının 29’unda hilali gözlemek gerekmektedir. Yine Ramazanın çıktığını, Şevvalin girdiği ve bayramın geldiğini anlamak için de Ramazanın 29’unda hilali gözlemek gerekmektedir.
     Hilalin güneşin batışından sonra görülmesi esastır. Gündüzün görülen hilale itibar edilmez. İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğu bu görüştedir.
     Acaba, Ramazanın -ve diğer ayların- başladığını yahut bittiğini belirlemek için hilalin mutlaka biyolojik gözle görülmesi şart mıdır, yoksa hilalin “görülmesi”nde astronomik hesap yöntemine başvurulabilir mi?
     Yukarıda zikrettiğimiz hadisin zahiri (ilk bakışta bıraktığı intiba) esas alınacak olursa hilali biyolojik gözle görmenin şart olduğu söylenebilir. Çünkü hadiste açıkça “hilali görmek”ten bahsedilmekte ve hilal görülmedikçe oruca başlanmaması veya son verilmemesi emredilmektedir.
     Aslolan hilalin görülmesi olup, görülme yöntemi değildir. Kur’ân dili Arapça’da görmek anlamındaki “rü’yet” kökü, “bilmek”, “inanmak” anlamlarına da gelmektedir. Şu halde zikrettiğimiz hadis-i şerif, hilali mutlaka çıplak gözle görme konusunda bağlayıcı değildir. Bunu Hz. Peygamber’in şu hadis-i şerifi desteklemektedir:

     Peygamberimiz (s.a.s.)
     “Biz ümmî bir toplumuz, hesap ve okuma yazma bilmeyiz. Ay şöyle ve şöyle yani bazen 29 bazen 30 gün olur” (Buhârî, “Savm”, 11) buyurmuştur.

     Hadisten anlıyoruz ki, ayların belirlenme yöntemlerinden biri de hesaplama yöntemidir. Ancak bu yöntem bilinmediğinden uygulanamamıştır. Fakat Peygamberimizin döneminde hesap yapma imkânı olmadığı için Rasûlullah biyolojik gözle görme yöntemini öngörmüştür.
     Ne var ki bu yöntem de -havanın bulutlu ve tozlu olması gibi sebeplerle- sonuç vermeyebilmektedir. Bu sebeple de Hz. Peygamber (s.a.s.) içinde bulunulan ayı otuza tamamlamayı emretmiştir. Dikkat edilirse bu uygulamada Ramazanın girmemiş yahut çıkmamış olması durumu söz konusudur. Çünkü hava bulutludur ve yeni hilalin doğmadığı var sayılarak mevcut ayın devam ettiği kabul edilmektedir. Hâlbuki yeni ayın doğmuş olması ihtimali de söz konusudur.
     Böyle olmak zorundaydı, çünkü Rasûlullah’ın dönemi için başka seçenek yoktu. Tekrar ederek söyleyelim ki, yeni hilalin doğduğunu kesin olarak ortaya koyan hesap yöntemi bilinseydi Rasûlullah böyle bir riskin ortaya çıkmasına izin verir miydi?
     Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz: Sırf hadisin zahiri, hilali biyolojik gözle görmeyi gerektiriyor diye, bu riske katlanarak illa da gözle görmekte ısrar etmek sünnetin ruhuna aykırı düşer.
     Ayı gözlemleme işi astronomik bir işlemdir. Astronominin esası ise hesaptır. Çünkü gök cisimlerinin hareketleri belli bir ölçü ve hesaba göre gerçekleşmektedir. (Enbiya, 21/33; Yasin, 36/40) Özellikle çağımızda son derece gelişmiş bulunan astronomi bilimi verileri sayesinde gelecek birkaç yıl içinde hilallerin doğuş zamanları rahatlıkla ve kesin bir şekilde belirlenebilmektedir.
     Ramazan hilalinin tespitinde hesap yönteminin esas alınması ibadetlerde kolaylık prensibini bu açıdan hayata geçireceği gibi her yıl Ramazan öncesi Müslümanlar arasına ortaya çıkan tereddüt ve ayrışmalara da engel olacaktır.
     Ramazan hilalinin tespiti konusunda gündeme gelen başka bir problem de “ihtilaf-ı metali” meselesidir. İhtilaf-ı metali, dünyanın yuvarlak olması sebebiyle hilalin doğuş vaktinin ve yerinin farklı olması demektir. Bu küresel gerçeklik sebebi ile bir yerde görülen yeni hilal, aynı anda dünyanın başka bir bölgesinde görülemez. Bu durum şöyle bir soruyu ortaya çıkarıyor:
     Dünyanın farklı yerlerinde yaşayan Müslümanlar, hilalin kendi bölgelerinde görülmesini esas alacaklar (ihtilaf-ı metalie itibar edecekler) mi; yoksa dünyanın herhangi bir yerinde hilalin görülmesi ile diğer bütün bölgelerdeki Müslümanlar için hilal görülmüş kabul edilecek (ihtilaf-ı metalie itibar edilmeyecek) midir?
     Bu soruya İslâm âlimlerinin çoğu “ihtilaf-ı metalie itibar edilmez, yani dünyanın bir yerinde hilal görülünce diğer yerlerde de görülmüş kabul edilir” cevabını vermişlerdir.
     Şafiî mezhebine göre ise ihtilaf-ı metalie itibar edilir. Dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan Müslümanlar, hilalin kendi bölgelerinde görülmesi ile oruca başlarlar. (Şirâzî, II, 593- 594)
     Ramazanın başlayıp başlamadığı konusunda ortaya çıkan farklı görüşler Müslümanların ibadet şevkini kırmakta, Giriş 19 Ramazan ayının ve orucun Müslümanlarda sağlaması beklenen birlik ruhunu zedelemektedir. Bu sebeple “ru’yet-i hilal” tartışmalarına son vermek ve ibadetin sağlayacağı manevi havadan olabildiğince yararlanmak gerekiyor. Bunun en pratik yolu ise, ihtilaf-ı metalie itibar etmemek ve hilalin çıplak gözle görülebilirliği esasına dayalı olarak yapılan astronomik hesap yöntemini uygulamaktır. Müslümanlar arasında gerginlik ve ayrılıklara sebep olmamak kaydı ile dileyenler bireysel olarak hilali gözle görme yöntemini uygulayabilirler.
cicek-hareketli-resim-0155

9 Nisan 2021 Cuma

Adli Tıp Kurumu Başkanlığı 79 Personel Alacak. (Başvurular 12 Nisan-22 Nisan 2021 Arasında)


T.C.
ADALET BAKANLIĞI
Adli Tıp Kurumu Başkanlığı’ndan

     1) Adli Tıp Kurumu Merkez ve Taşra Teşkilatında 6/6/1978 tarihli ve 7/15754 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla yürürlüğe giren “Sözleşmeli Personel Çalıştırılmasına İlişkin Esaslar”a göre, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 4/B maddesi uyarınca sözleşmeli personel statüsünde istihdam edilmek üzere; Ek-1’de yeri, unvanı, niteliği ve özel şartları belirtilen 18 Diğer Teknik Hizmet Personeli (Kimyager), 24 Laborant, 30 Koruma ve Güvenlik Görevlisi, 3 Teknisyen ve 4 Destek Personeli (Hizmetli) pozisyonu için Adli Tıp Kurumu Başkanlığınca yapılacak sözlü sınav sonucuna göre sözleşmeli personel istihdamı yapılacaktır.

     2) Adli Tıp Kurumu Başkanlığınca yapılacak sözlü sınavlara 2020 yılı KPSS’ye giren ve her pozisyon için aranan puan türünden en az 70 puan alan adaylar başvurabilecektir. Başvuruda bulunacakların Adalet Bakanlığı Memur Sınav, Atama ve Nakil Yönetmeliğinin 5 ve 6’ıncı maddelerinde yazılı olan şartlar ile bu ilanın 4’üncü maddesinde belirtilen şartları taşımaları gerekmektedir.

     3) Sözlü sınavlara, merkezi sınavda alınan puanlar esas olmak kaydıyla, en yüksek puandan başlamak üzere her pozisyon için ilân edilen pozisyon sayısının 3 katı kadar aday çağrılacaktır.

     4) Başvuruda bulunacakların aşağıdaki genel ve Ek-1’de belirtilen özel şartları taşımaları gerekmektedir. Genel şartlar:

     a) Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak,
     b) Son başvuru günü olan 22 Nisan 2021 tarihinde 657 sayılı Kanunun 40’ıncı maddesindeki yaş şartlarını taşımak ve merkezi sınavın yapıldığı yılın ocak ayının birinci günü itibarıyla 35 yaşını bitirmemiş olmak. (01 Ocak 1985 ve sonrası doğumlular müracaat edebilecektir.) Koruma ve Güvenlik Görevlisi pozisyonu için merkezî sınavın (KPSS-2020) yapıldığı yılın Ocak ayının birinci günü itibarıyla 30 yaşını bitirmemiş olmak.(01 Ocak 1990 ve sonrası doğumlu olanlar sınava müracaat edebilecektir.)
     c) Askerlikle ilgisi bulunmamak veya askerlik çağına gelmemiş olmak, askerlik çağına gelmiş ise muvazzaf askerlik hizmetini yapmış yahut ertelenmiş ya da yedek sınıfa geçirilmiş olmak,
     ç) 657 sayılı Kanunun değişik 48/1-A/5 bendinde sayılan suçlardan mahkûm olmamak,
     d) 657 sayılı Kanunun 53’üncü maddesi hükümleri saklı kalmak kaydı ile görevini devamlı yapmasına engel olabilecek akıl hastalığı bulunmamak,
     e) Kamu haklarından mahrum olmamak,
     f) Son müracaat tarihi itibarıyla atanılacak pozisyon için gerekli öğrenim niteliğini taşıyor olmak. 

     5) Başvuru yeri ve şekli: Başvurular Adli Tıp Kurumunun www.atk.gov.tr adresli resmi internet sitesi üzerinden yapılacaktır. İnternet sitesi üzerinden yapılan başvuru sonrasında posta veya diğer iletişim kanallarıyla herhangi bir belge gönderilmeyecektir. Başvuru esnasında fotoğraf, KPSS sonuç belgesi, diploma veya geçici mezuniyet belgesi ile Koruma ve Güvenlik Görevlisi pozisyonu için özel güvenlik kimlik kartının (silahlı ibareli) sisteme yüklenmesi gerektiğinden adayların bu belgelerin pdf ya da resim formatındaki hallerini hazır bulundurmaları gerekmektedir. Başvuru işlemini uygun şekilde yaparak tamamlayan adaylara başvuru kayıt numarası sistem tarafından otomatik olarak verilecektir. Adaylar her bir sözleşmeli pozisyon ve unvan için yalnızca bir başvuru yapabileceklerdir. Aynı adayın birden fazla pozisyon ve unvan için başvuru yapması halinde tüm başvuruları geçersiz sayılacak, bu şekilde sınava girenler kazanmış olsalar dahi göreve başlatılmayacaktır.

     6) Başvuru tarihleri:
     Başvurular 12 Nisan 2021 Pazartesi günü saat 10:00'da başlayıp, 22 Nisan 2021 Perşembe günü saat 17:00 itibarıyla sona erecektir.

     7) Başvuruların değerlendirilmesi: Başvuruda bulunan ve başvuruları kabul edilen adayların öğrenim durumuna göre KPSSP3, KPSSP93, KPSSP94 puanları esas alınarak en yüksek puandan başlayarak en düşük puana göre sıralama yapılacaktır. Bu sıralama sonucunda Diğer Teknik Hizmet Personeli (Kimyager), Koruma ve Güvenlik Görevlisi, Laborant, Teknisyen ve Destek Personeli (Hizmetli) pozisyonları için ilan edilen pozisyon sayısının 3 katı kadar sıralamada yüksek sırada bulunan aday, sözlü sınava girmeye hak kazanacaktır. Sıralamalar pozisyon yeri ve unvan bazında ayrı ayrı yapılacaktır. Koruma ve Güvenlik Görevlisi pozisyonuna başvurup, puan sıralaması sonucu sözlü sınava katılmaya hak kazanan adayların boy-kilo ölçümleri sözlü sınav tarihinde yapılacaktır. Gerekli boy-kilo şartını sağlayamayan adaylar sözlü sınava alınmayacaktır. Başvuru ve işlemler sırasında gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu veya eksik evrak verdiği sonradan tespit edilen adayların müracaatları kabul edilmeyecek, sözleşmeleri yapılmış olsa dahi feshedilecektir. Bu durumdaki adaylar hakkında genel hükümlere göre yasal işlem yapılacaktır. Başvuru sonuçları ve sınav sonuçları Adli Tıp Kurumunun internet sitesinden yayımlanacaktır. Yayımlanacak duyuru, ilan ve bilgilendirmeler tebligat mahiyetinde olacağından, adaylara ayrıca bir tebligat yapılmayacaktır.

     8) Sözlü sınav yeri, tarihi ve saati:
     İlan edilen tüm pozisyonlar için sözlü sınavlar Adli Tıp Kurumu Başkanlığının İstanbul Bahçelievler’de bulunan merkez binasında yapılacak olup, sözlü sınav tarihleri daha sonra ilan edilecektir.

İLAN OLUNUR.
05.04.2021



7 Nisan 2021 Çarşamba

KELİMELER ~ KAVRAMLAR: ZÜHD (2)

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
ZÜHD (2)
الزهد
Kulun Hakk’ın dışındaki
her şeyi terk etmesi anlamında
bir tasavvuf terimi.
Müellif: KÜRŞAT DEMİRCİ
     Diğer Dinlerde.
     İlâhî hakikate ve kurtuluşa ermek amacıyla seküler dünyaya ait her türlü nimetten uzak durulması gerektiğini öngören bir tutum veya yorum olarak zühd anlayışı neredeyse bütün dinlerde mevcuttur. Zühd ağırlıklı dinî yorum geleneği büyük oranda mistik, gnostik ve bâtınî unsurlardan beslense de bazan geleneksel dinî kuralların egemen olduğu anlayışlarda da zühd hayatının ortaya çıktığı bilinmektedir. Basit bir tanımla zühd ilâhî hakikate ve buna paralel olarak kurtuluşa ermek için az yeme, az uyuma, cinsellikten uzak durma, bedeni zorlayıcı hareketler yapma gibi eylemleri içeren bir tutumdur. Bu şekliyle zühd anlayışının egemen olduğu dinî yorumlar dünya-âhiret dengesini esas alan geleneksel dinî anlayıştan oldukça farklıdır. Şüphesiz bu farklılık sadece iki anlayış arasındaki teorik meselelerle sınırlı kalmaz, her iki anlayışın geliştirdiği insan tipinden, çok özel kurumların varlığına kadar geniş bir yelpazeyi içine alır. Çoğu durumda bu anlayışların birbiriyle çatışma içinde olduğu bilinmektedir. Batı dillerinde zühd için kullanılan asceticism kelimesi Grekçe’de “şekil vermek” anlamındaki askêo fiilinden türetilen askêsisten gelir. Kelime Homeros gibi klasik yazarlarca “düzeltme, şekillendirme” anlamında kullanılsa da Helenistik döneme doğru spor eğitimi terminolojisinde “bedeni eğitme” anlamında özel bir mahiyet kazanmıştır. Kelime, milâttan önce II. yüzyıl civarında Grek pagan zâhidlerin bedenlerini kontrol etmesine işaret etmeye başlamış, böylece klasik zühd hayatı karşılığında kullanılır olmuştur.

     Zühd, daha çok tek tanrılı dinlerle ilişkili bir kavram gibi görülse de çok tanrılı dinlerde de sıkça rastlanan bir olgudur. Porphyry (m.s. III. yüzyıl) De abstinentia ab esu animalium adlı eserinde eski Grek zühd hayatından bahsederken “litotes” (sade bir hayat), “katastole” (kaçınma), “enkrateia” (nefis kontrolü) ve “karteria” (sabır) gibi bazı kavramları zikreder. Stoacı, Kinik, Platoncu, Pisagorcu birtakım felsefe çevreleriyle Eleusis, Orfeus gibi bazı sır cemaatlerinde zühd hayatının önemli olduğu bilinmektedir. Benzeri bir hayat tarzı Roma döneminde doğudan gelen sır cemaatleri aracılığıyla yaygınlaşmıştır. Antik Batı geleneğinde zühd hayatını öngören yorumların varlığı büyük oranda Hindistan’a kadar uzanan bir etkiyle açıklansa da kırsal Grek dinindeki natüralist mistisizmin zühd hayatına yol açmış olma ihtimali göz ardı edilmemelidir.

     Zâhidâne hayatın bilindiği kadarıyla ilk ve en klasik örnekleri Hint dinlerinde ortaya çıkar. Hinduizm, Budizm, özellikle Jainizm zühd hayatını öngören referanslarla doludur. Hinduizm’in kutsal kitaplarından Vedalar’da bulunan Rig Veda koleksiyonunun onuncu “mandala”sı “keşin” ve “muni” adıyla bilinen uzun saçlı, çıplak, münzevi ve şamanik birtakım ritüeller yapan kişilerden bahseder. Yine Rig Veda’da “yatîn” denilen münzevilerden söz edilir. Atharva Veda’da değişik bir münzevi figürüne “vratya” adı verilir. Upanişad ve Aranyaka adıyla bilinen mistik Hindu metinlerinde zühd hayatı Hinduizm’in temeli haline getirilmiştir. Bir erkeğin yaşamının dördüncü evresinde ormanda zâhidlik yapması gerektiği vurgulanır. Aynı metinlerde “saddhu” ve “yogi” diye geçen figürler hayatını zühde adayan kutsal kişiler olarak ortaya çıkar. Bugünkü Hinduizm’de zühd hayatının klasik temsilcileri saddhulardır. Saddhu her türlü arzudan kurtulmuş, bedenine hükmedebilen ve tanrılarla iletişim kurduğunu söyleyen özel kişidir. Genellikle manastırlarda yaşayan saddhuların bütün eşyası bir bastonla su kabından ibarettir. Resmî Hinduizm’in çok olumlu bakmadığı saddhular veya yogiler Hıristiyanlık’taki marjinal keşişlere benzer. Hinduizm’de resmen tanınan zâhidlerin Şiva mezhebine mensup olanları “sannyasi”, Vişnu mezhebine mensup olanlarıysa “vairagin” adıyla bilinir.

     Zühd yaşantısının önemli olduğu bir başka Hint dini Budizm’dir. Budizm, Buddha’nın daha dengeli bir hayatı tebliğ etmeye başladığı aydınlanmaya (nirvana) ermesinden sonraki yaşantısını esas alarak orta halli bir zühd hayatı önermiştir. Budizm’de zühd daha çok “bihikku”/“bihikkhuni” adını alan erkek veya kadın keşişlerle sınırlıdır. Zühd yaşantısını sürdürebilmek için şu on üç görevi yerine getirmek gerekir. Lüks elbiseyi terketmek (pamsu kula), keşişlere ait üç parçalı elbise giymek (tecivarika), kâse ile günlük yiyeceklerini tedarik etmek (pindapata), dilenerek yiyecek toplamak (sapadanacarika), tek öğün yemek (ekasanika), her şeyi bir bohçada toplamak (pattapindika), fazla hiçbir şey yememek (kalupacchabhattika), ormanda yaşamak (arannika), bir ağacın altında hayatını sürdürmek (rukkohamula), hiçbir şeyden korunma ihtiyacı hissetmemek (abbhokasika), mezarda meditasyon yapmak / uyumak (susanika), sert zeminde uyumak (yathasantatika), uzanarak oturmamak (nesajjika).

     Hint dinleri içerisinde zühd hayatını en yüksek noktasına vardırmış olan inanç Jainizm’dir. Bedenî olan her şeyi aydınlanmanın ve kurtuluşun önündeki en büyük engel gören Jainizm kurtuluşun ancak ruhsal uyanıklık hali ile elde edilebileceğini öngörür. Jainizm’deki zühd anlayışının esası bedeni terketmek (samyana) kavramına dayanır. Az yemek, az uyumak, cinsel ilişkiden uzak durmak, hiçbir canlıyı öldürmemek, şahsî eşya ve mülk edinmemek gibi temel kuralları içeren samyanaya bir yeminle girilir. Samyanaya ancak “muni” denilen keşişler girebilse de Jainist öğreti tamamıyla zühd hayatını öngördüğünden din adamı statüsünde olmayan kişiler de daha basit bir samyana uygulama imkânına sahiptir. Zühd hayatını devam ettiren sıradan Jainler “sravaka” adını alır. Kadınlar da katı bir samyanaya girebilirler ve “saadhivi” adıyla özel bir keşişlik unvanı alabilirler. Jainizm’de zühd hayatının zirvesini “santhara” denilen uygulama temsil eder. Santhara yeme ve içmeyi gittikçe azaltarak bilinçli bir şekilde intihar etmektir.

     Ortadoğu coğrafyasında Yahudilik söz konusu olduğunda zühd hayatının mahiyeti tartışmalıdır. Yahudiliğin ilk evrelerinde ahlâkî ölçülülük ve dinî emirlere bağlılık kuralı önemliyse de o dönemde zühde varan bir anlayış geliştirildiğini söylemek zordur. Açık bir zühd hayatı ancak ikinci diyaspora (büyük sürgün) öncesi ortaya çıkan bazı sofu ve mistik gruplarda, Ortaçağ Kabalacı çevrelerde, sofu Aşkenaz cemaatlerinde ve XVIII. yüzyıldan itibaren ortaya çıkmaya başlayan Hasidik çevrelerde görülür. Bu tip marjinal yahudi çevrelerinin uygulamalarına kaynaklık teşkil eden inanç kalıpları da net değildir. Muhtemelen Grek gnostisizmi ile bazı Hint uygulamalarının erken zamanlardan itibaren yahudi kültürüne sızmaya başlaması mistik ve zühd hayatını öngören inançların ortaya çıkmasını kolaylaştırmıştır. Bununla birlikte yahudi zühd hayatına dair birtakım uygulamaların Kutsal Kitap’ta yer aldığı bilinmektedir. Herhalde bu referanslarla dış etkilerin sentezi yahudi zâhid tipini oluşturmuştur. Eski Ahid’de zühd hayatına kaynaklık teşkil etmiş olması mümkün referanslardan biri Rekabi adıyla bilinen cemaatten gelir. Medyenli bir kabile olan Rekabiler (Nehemya, 3/14; Yeremya, 35/1-19; I. Tarihler, 2/55) Arabistan civarındaki yahudileşmiş Arap gruplarındandır. Şehirlerde yerleşmeye karşı çıkan Rekabiler şarap içmez, keyif verici yiyeceklerden uzak durur, sade giyinir ve çölde yaşarlardı. Muhtemelen bir nevi kâhin (kohen) kabilesi olan Rekabiler, Mekhilta de-Rabbi Yishmael gibi bazı Ortaçağ midraşlarında yahudi zâhidliğinin prototipi olarak sunulur. Eusebius gibi hıristiyan tarihçiler Îsâ’nın kardeşi Ya‘kūb’un zâhid ve Rekabi olduğuna dair bazı bilgiler rivayet eder. Modern tarihçiler Ölüdeniz civarına yerleşen Essenî gibi yahudi gruplarını Rekabi geleneğiyle ilişkilendirir. Ayrıca Tevrat’ta geçen (Sayılar, 6/1-21) Naziriler’in de yahudi zühd hayatına öncülük etmiş olabileceği ileri sürülmüştür. Bununla birlikte geçici bir süre için yemin ederek kendini Yahve’ye adayan ve zühd hayatı yaşayan Naziriler’in kalıcı bir zühd anlayışı oluşturma ihtimali zayıftır. Kökeni ne olursa olsun yahudilikteki zühd hayatına ait ilk bilgiler milâttan önce I. yüzyıl civarında ortaya çıkan Essenî ve Terapöt gibi mistik gruplara aittir. Pesimist (dünya hayatını olumsuzlayan) bir öğretiye sahip olmasalar da Essenîler’in özellikle Ölüdeniz civarındaki Kumran mağaralarında, Terapötler’in de Mısır çölünde zühd hayatına benzer bir hayat yaşadıkları bilinmektedir. I. yüzyıl civarına ait Ölüdeniz yazmaları, Yeni Ahid, Assumption of Moses, Martyrdom of Isaiah, II. Baruch, I. Enoch ve Testament of Joseph gibi metinlerde bu dönem zühd hayatına dair referanslar mevcuttur. Bazı tarihçilere göre Hıristiyanlık da çıkışı itibariyle mistik bir yahudi hareketidir.

     İkinci diyasporadan sonra sürgün psikolojisi yahudi zühd hayatına hız vermiştir. Erken Ortaçağ’larda İslâm coğrafyasındaki Karaîler’in zâhidâne bir hayat yaşadığı bilinmektedir. Yahudi zühd hayatına ait Ortaçağ Avrupası’ndaki ilk ayrıntılı bilgi daha çok mistik çevrelerden gelir. Kısmen İslâm sûfîliğinin etkisiyle şekillenen bu anlayışın klasik isimleri Bahya İbn Pakuda, İbn Cebirol, Abraham ben David, Abraham ben Hiyya ve İbn Meymûn ile oğlu Abraham ben Moşe ben Meymûn’dur. Bu gruptan pek çok yahudi zâhidi büyük oranda İspanya ve Mısır kökenlidir. Aynı yüzyıllarda Almanya’da, İtalyan yahudi kökenli Kolonymus ailesinin şekillendirdiği Hasidey Aşkenaz hareketi de bir zühd akımıdır. XV. yüzyıldaki İspanyol sürgününden XVIII. yüzyıla kadar yahudi çevrelerinde egemen olan anlayış tamamen olmasa da büyük oranda rasyonalitedir. Zühd hayatı ancak Marano ve Sabataycılık gibi Kabalist konverso hareketlerde kısmen devam etmiştir. XVIII. yüzyılda İtalyan kökenli Mose Hayim Luzzatto panteizmle karışık bir zühd yorumunu benimseyerek aradaki geçiş döneminin figürlerinden birini temsil eder. Bazı Kabalacı unsurlarla Aşkenaz mistisizminin karışımı sonucu Doğu Avrupa’da ortaya çıkan Hasidilik hareketi XVIII. yüzyılın sonlarında güçlenmeye başlamış, Kotzklu Menachem Mendel, Bratislavalı Nachman gibi önemli Hasidik liderler Yahudiliği zühd anlayışına dayalı bir perspektiften yorumlamaya çalışmıştır. Fakat bu bağlamda en önemli Hasidik lider Dov Baer’dir. Baer, kendini alçaltma (bittul hayeş) ve sadece Tanrı’ya adanma (devekut be Elohim) doktrinleri çerçevesinde tam bir zühd modeli ortaya koymuştur. Cinsel ilişkiye bütünüyle karşı olan Baer, Hasidik cemaate az yeme, az uyuma, dua ederek ve yalnız kalarak sadece Tanrı’yı düşünmeyi öngören bir yaşam modeli sunmuştur. Bununla birlikte Şneur Zalman’ın kurduğu rasyonel Hasidik ekolün zühde karşı olduğunu söylemek gerekir. Bugün yahudi zühd hayatı da büyük oranda bu tip Hasidik gruplar arasında devam etmektedir. Geleneksel Yahudilik ise aşırı zühd hayatına karşıdır.

     Tek tanrılı dinler içerisinde zühd hayatının çok önemli olduğu ve kurumsallaştığı inanç Hıristiyanlık’tır. Hıristiyanlık ortaya çıkışından itibaren mistik bir yahudi ekolü arasında gelişmiş, gnostik çevrelerden gelen etkiyle Protestanlık hariç pek çok hıristiyan mezhebi zühd hayatını öngören bir model benimsemiştir. Bu tarz bir tutum zamanla kurumsallaşarak manastır hayatına kadar uzanan geniş bir etki alanı meydana getirmiştir. Zühd anlayışı hiçbir zaman Hıristiyanlığın marjinal yorumu olmamış, aksine ana Hıristiyanlık akımı resmî görüş olarak bu fikri benimsemiştir. Sadece Protestan gruplar katı zühd hayatını tercih etmemiştir. Bu bağlamda Protestanlık “zühd Hıristiyanlığı” yorumuna karşılık “sosyal sofuluk” diye nitelendirilebilecek bir anlayış geliştirmiştir. Hıristiyan zühd hayatı Ortaçağ’da teolojisi oluşturulan, fakat pratiği daha öncelere giden birtakım kavramlardan esinlenir. Bunların en önemlisi Îsâ’yı taklit etmek (imitatio Christi), dünya nimetlerini terk (contemptus mundi) ve melekvâri yaşamdır (angelikos bios). Bir zâhidin yaşama prensibi olan bu temel kurallar, hayatın geçiciliği, yaşamın aslî günaha kadar uzanan kirli bir yanının bulunduğu ve Tanrı’ya yakınlaşmak için dünyaya ait her şeyden uzak durulması gerektiği şeklindeki bir inançtan kaynaklanır. Hıristiyan teolojisi bu inancın kutsal kitap temelli olduğunu ispatlamak için Matta (10/28; 19/12), Markos (8/34), Pavlus’un Korintoslular’a Birinci Mektubu (9/24-27) ve Korintoslular’a İkinci Mektubu’ndaki (1/4-7; 11/23-29) pasajları delil gösterir. Yeni Ahid’de tasvir edildiği şekliyle ilk hıristiyanları mistik ve münzevi bir yahudi cemaatinin teşkil ettiği düşünülmektedir. Muhtemelen bu ana tema ile ilk hıristiyanların kıyametin yaklaştığı şeklindeki inancı ile birleşince dünyadan el etek çekme psikolojisi uygulamaya dönüştürülmüştür. Gerek Pavlus’un gerekse I. yüzyıldan itibaren içerisinde geliştiği gentile gnostisizminin hıristiyan teolojisine yaptığı mistik katkı hıristiyanların erken dönemden itibaren zâhidâne bir hayat tarzını benimsemesine yol açmıştır. Çoğu II. yüzyıla ait olan Barnabas’ın Mektubu, Pavlus ve Tekla’nın İşleri, Hermas’ın Çobanı, Didache gibi erken dönem hıristiyan metinleri zühd yaşantısının yaygınlığına ait referanslar içermektedir.

     Origen, Ignatius, John Chrysostom, Augustine gibi erken dönem kilise babalarının zühd hayatını öven yazıları neredeyse çıkışından itibaren Hıristiyanlığın bu kültürden beslendiğine işaret eder. Zühd kültürünün henüz sistemleştirilmediği bu dönemde müminlerin kendi başlarına geliştirdiği yaşam tarzları vardı. Yemeden içmeden uzak duran, az uyuyan, çöllerde yaşayan, cinselliği terkeden ilk zâhidler çöl sakini (hermit), dünyadan uzaklaşan (ankorit), tek başına yaşayan (monk) gibi adlarla anılmaktaydı. Açık bir alanda yaşayarak bedenini bir yere zincirleyen ve ömrünün sonuna kadar orada kalan zâhidlere “hypaitraes”, ömrünü bir ağaç üzerinde tamamlayanlara “dendritae”, bir sütun üzerinde yaşayanlara “stylite” denilirdi. Bütün zâhidlerin prototipi her şeyden önce Îsâ, Vaftizci Yahyâ, Meryem, Mûsâ, Hanok ve Melkizedek gibi Eski ve Yeni Ahid şahsiyetleridir. Özellikle Mûsâ’nın kırk yıl çölde dolaşması zâhidlerin hayatlarını çölde geçirmelerine kaynaklık eden temel örnektir. Hıristiyan geleneği, gerek uygulaması gerek teolojisi ile zühd hayatının kökenini yahudi-hıristiyan kaynaklarına çıkarsa da bu kültürün içinde pagan-gnostik zâhidlerinin ve belki Hint dinlerinin etkisinin bulunduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Öte yandan Hıristiyanlığın ilk asırlarındaki bu uygulamalara bütün hıristiyanların dahil olduğu söylenemez. Fakat hıristiyan inançlarının özündeki tanrı krallığının öteki dünyada kurulacağı tezi ile aslî günah doktrini sıradan insanların da hayata karamsar bakmasına yol açmıştır. Bu sebeple marjinal örnekler kadar olmasa bile mutedil hıristiyanların da yumuşak bir zühd yaşantısını benimsediği bilinmektedir.

     İmparator Konstantin’in Hıristiyanlığı serbest din olarak tanımasından itibaren (313) erken dönem zühd hayatının sistemleştirilmeye başlandığı görülmektedir. Şehirlerde daha rahat yaşama imkânının ortaya çıkması, imparatorluğun sosyal-ekonomik yapısına entegrasyon ve kilise kurumunun kökleşmesi gibi hususlar bazı hıristiyanların daha dengeli bir hayat tarzını benimsemesine yol açarken daha az sayıda insanın özelleşmiş bir zühd hayatına eğilim gösterdiği anlaşılmaktadır. Bu noktada zühd kültürü manastır hayatına dönüşmeye başlar. Mısır, Filistin, Suriye çöllerinden Anadolu ve Avrupa’ya yayılan manastırlar V. yüzyıldan itibaren zâhidlerin merkezi haline gelmiştir. Erken dönem zühd ve manastır hayatıyla ilgili en önemli klasik eserlerin başında V. yüzyılda bugünkü haline ulaşan Apophthegmata Patrum (çöl babaları) adlı eser gelir. Patrum’da bu dönem zâhidlerinin sık sık tuttukları oruçlardan, sürekli dua edişlerinden, cinsellikten ve her türlü zevkten kaçındıklarına dair yüzlerce örnek vardır. Hıristiyan mezheplerinin ortaya çıkışından itibaren kurumsal olarak zühd hayatına yönelik unsurlar farklılaşmaya başlasa bile zâhid tipolojisi söz konusu olduğunda teolojik argümanlar arasında farklılık yoktur; bu tipoloji Îsâ’yı taklit ederek dünyaya ait her türlü nimetten uzak durmaktan ibarettir.

     Ortaçağ’lardan itibaren zühd hayatının alışılmış unsurlarına bedeni zorlamanın doruk noktasına ulaşacağı yeni uygulamalar dahil edilmiş, vücuda işkence yapma anlamına gelebilecek birtakım ritüeller icat edilmiştir. Pavlus’un Korintoslular’a Birinci Mektubu (9/27) ve Koloseliler’e Mektup (1/24) gibi kaynaklara dayanarak özellikle Katolik kilisesinde varlığını sürdüren birtakım uygulamalar ortaya çıkmıştır. Acı aracılığı ile hem Îsâ’nın çilesine ortak olma hem de onunla bir olma tecrübesini sağlayan bu uygulamaların başında kendini kırbaçlatma gelmektedir. Bu geleneğin bilinen ilk örneklerinden biri XI. yüzyıl azizlerinden Saint Dominik Lorikatus’tur. Assisili Francis ise elinde Îsâ’nın çarmıhtaki çivi izlerine benzer izler açabilen bir kişidir. Sirenalı Catherina (XIV. yüzyıl) kendini kırbaçlatmış, günlerce uyumamış, Loyolalı Ignatius (XVI. yüzyıl) üzerine vücudunu tahriş eden kıldan elbiseler giymiş ve bedenine ağırlık takarak yaşamış, Avilalı Teresa acı seanslarıyla kendinden geçmiştir. Özellikle Haçlı seferlerinden sonra Avrupa coğrafyasında yayılan bu akıma Latince “kırbaçlamak” fiilinden esinlenerek “flagellare” denmektedir. Bu akım günümüzde Opus Dei, Guardica Sanfromondi, Penitentes gibi Katolik gruplarda hâlâ devam etmektedir.

     XVI. yüzyıldan itibaren Protestanlık zühd hayatına şiddetli eleştiriler getirmiştir. Her ne kadar bu mezhepte Îsâ’nın yaşadığı saf hayata dönüş ve kontrollü yaşam gibi kavramlar mevcut olsa da bunlar Protestanlık’ta hiçbir zaman zühd hayatına varacak şekilde radikalleşmemiştir. Katolik, Ortodoks, Süryânî, Ermeni gibi pek çok hıristiyan mezhebince benimsenen gerek aslî günah kavramını kabul gerekse acı yoluyla Îsâ ile birleşme teolojisi Protestanlık tarafından reddedilmiştir. Luthercilik gibi bazı Protestan gruplarında var olan manastır hayatı daha çok müşterek bir sadelik anlayışı üzerine oturmaktadır. Muhtemelen çok eski çağlarda, tanrısal güçlerle ilişki kurmak için bedene ait birtakım dünyevî hazları terketme anlayışına dayalı olarak ortaya çıkan zühd hayatı zamanla dinlerin mistik yorumları içerisinde şekil değiştirerek kurumsallaşmış ve günümüze kadar gelmiştir. Toplumların sosyal-psikolojik sarsıntı dönemlerinde birtakım sıkıntıları telâfi etme rolünün keşfedilmesi zühd anlayışının gelişmesindeki en önemli sebeplerden biri olmuştur. Bu anlayış, Hint ve hıristiyan geleneklerinde marjinal bir fenomen haline bürünürken Yahudilik ve İslâm gibi dinlerde daha dengeli bir kültür haline gelmiştir.

4 Nisan 2021 Pazar

SOSYOPSİKOLOJİ * Erken Dönem İslâm Âlimlerinin Psikolojiye Katkıları; Akıl, Nefs ve Ruh Kavramları * 9 / Dr. Nazife VARLI

Erken Dönem İslâm Âlimlerinin
Psikolojiye Katkıları
Akıl, Nefs ve Ruh
Kavramları
9
Nazife VARLI
Doctor of Philosophy
Community Psychology/America
Makale Bilgisi/Article Info:
Geliş/Received: 06.03.2019
Düzeltme/Revised: 13.05.2019
Kabul/Accepted: 14.05.2019
(Bu yazı; Dr. Nazife Hanımın
rızası alınarak sitemizde yayınlanmıştır.
Bu sayfa 9. ve son bölümdür.)

SONUÇ
     Bilim, kâinatta meydana gelen olayları farklı disiplinler altında ele alıp belirli bazı yöntemler yardımıyla birtakım deneysel uygulamaları kullanır ve böylece gerçeğe dayanan bazı sonuçlara ulaşır. Bilim, insanı bilgiye götüren yoldur ve aynı zamanda hem düzenli hem de tutarlıdır. Gözlenebilen olayları inceleyen bilim, bu olaylar arasında kurulun ilişkiyi inceler. Bu olayları meydana getiren kural, kanun ve bağlantıların ne olduğunu tespit etmeye çalışır. Bu açıdan bakıldığında, tüm canlıların duygu, düşünce ve davranışları, çeşitli bilim dallarından biri olan Psikolojinin konu kapsamına girer. Ancak, psikoloji, uzun zaman ‘iç dünya olaylarının bilimi’ veya ‘zihinsel olayların bilimi’ şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanımlardan yola çıkarak, klasik dönemde kapsadığı alan bakımından düşünüldüğünde, psikolojinin konusu hakkında, ‘insanın iç âleminin tahlili’ demek yanlış olmayacaktır. Aslında bugün, Psikoloji bilimi modern dönemini yaşamaktadır. Bunu bu şekilde belirtmenin nedeni, Psikolojinin tabiat bilimlerinin metotlarından faydalanmak suretiyle deneysel bir bilim dalı hâline gelmesidir.
     Modern dönemin ilk işaretleri de, bu bilimsel metotların psikolojiye adapte edilmesiyle birlikte, 19. yüzyılın son çeyreğinde kendisini göstermeye başlamıştır. Bütün bunlara ek olarak belirtilmelidir ki, davranış bilimi olması dolayısıyla psikoloji, davranışların temelinde yatan sebepleri ortaya çıkararak, muhtemel hastalıklara karşı tedaviler geliştirir. Bir anlamda, ruhsal bunalımlara düşülmeden önce, ‘koruyucu hekimlik’ gibi bir görevi de üstlenir. Modern psikolojinin başlangıç tarihi, 1879 yılında Leipzig’de William Wundt tarafından ilk psikoloji laboratuvarının kurulmasına dayandırılır (Schultz & Schultz, 2002). Ancak konu insan olunca insanlık tarihinin tamamını içine alma zarûreti doğar. Çünkü Psikoloji biliminin konusu insanın ruhî hayatını ve davranışlarını anlama gayretidir. Dolayısıyla psikolojinin insanlık tarihi kadar eski olduğunu söylemek mümkündür. Çoğu modern dönemin üzerine eğildiği konular gibi dursa da, aslında filozoflar, düşünürler ve âlimler yüzyıllar önce idrak, çatışma, öğrenme, hâfıza, mücadele, varlık, yokluk, madde, düşünme, motivasyon, algı, rüyalar, rasyonel ve irrasyonal tutumlar gibi insan tabiatı hakkındaki konular üzerine araştırmalar yapmaya başlamışlardır (Schultz & Schultz, 2002).
     Modern psikoloji yavaş yavaş kendisini hissettirmeye başladığında, bilim adamları dinî olaylara da eğilim gösterme ihtiyacı duymuşlar ve insanı bir bütün olarak tahlil edebilmenin yolunun, onu dinî inanç ve deneyimlerinden soyutlamadan ele almaktan geçtiğini vurgulamışlardır. İşte tam bu noktada, Din Psikolojisi devreye girer. Kısaca tanımlamak gerekirse Din Psikolojisi, bireyin kutsal olarak kabul ettiği varlık veya varlıklarla kurduğu ilişkiye bağlı olarak ortaya koyduğu her tür tecrübe, tutum ve sözü deneysel (tecrübî) yöntemle inceleyen disiplindir. Bireyin dinî tecrübelerini konu alır. Bu kapsamın içine inanç, idrak, his, düşünce, tutum, algı ve davranışlar girer. Dolayısıyla, bu konular kapsamına dâhil edilebilecek geçmişten bugüne kadar incelenip araştırılmış bütün düşünce, yorum, görüş ve açıklamalar Din Psikolojisi’nin nasıl bir tarihî süreçten geçtiğini anlama açısından önem arz eder.
     Psikologların bireyin dinî inanç ve yaşayışını incelemeye yönelmeleri, modern psikolojinin doğuşu sürecine rastlar. Bu tarihe kadarki devrede -ki kaynaklarda psikolojinin ‘klasik dönemi’ olarak geçer- teolog ve filozoflar tarafından işlenen ve tartışılan konular, dinî hayatın psikolojik yönüyle bağlantılı düşünceler, yapılan gözlem ve incelemeler, ortaya konan açıklama ve yorumlar, eserlerde işlenen psikolojik yaklaşımlar, tümü birden insanın ne olduğunu ve yüce varlık ile arasındaki münasebeti anlamaya yöneliktir. Ancak, modern psikolojinin gelişimiyle birlikte, ruh kavramını irdelemek ve ruh-beden ilişkisini ortaya koymak gibi karmaşık meseleler tamamen Felsefe dalına devredilmiştir. Bu ayrımın yapılmasından sonra da deneysel psikoloji ile din arasında doğrudan bir ilişki kalmamıştır. Oysa Din Psikolojisinin amacı, din ile psikolojiyi tekrar buluşturmaktır (Adıvar, 1969). Böylece, Dinler Tarihi ve Felsefeden ayrılarak başlı başına bir bilim hâlini alan Psikolojinin çabaları sonucunda Din Psikolojisi doğmuştur.
     Edwin Starbuck, 1899 yılında, Din Psikolojisi (Psychology of Religion) isimli eserini yayınlayarak ‘Din Psikolojisi’ terimini ilk kullanan psikolog olarak kaynaklara girmiştir (Strung, 1992). Fakat ortaya çıkışından sonra, çeşitli sosyal ve toplumsal nedenlerden dolayı Din Psikolojisi çok yavaş bir ilerleme kaydetmiş, ancak 1960 yılından sonra hızlı bir yükselişe geçmiştir.
     Sonuç olarak, bu çalışmada da ortaya konduğu şekilde, İslâm âlimleri 7. yüzyıldan başlayarak felsefe, kelâm ve tasavvuf başlıkları altında, psikoloji alanında çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu makalede düşüncelerine yer verilen, Hâris elMuhâsibî, Mevlanâ, Gazzâlî, el-Kindî, İbn Sînâ, İbn Rüşd ve Farabî, bu isimlerden sadece birkaç tanesidir. Bu düşünürlerin birçoğu, kendi yaşam deneyimlerinden yola çıkarak sistemli incelemelerde bulunmuşlar ve elde ettikleri sonuçları eserlerine kaydetmişlerdir. Daha önce de vurgulandığı gibi, tercüme hareketlerinin başlamasıyla Antik Yunan düşünürlerin düşünce, görüş ve yorumlarından İslâm âlimleri etkilenmiş olsa da, onların düşüncelerini İslâm inanç ve düşüncesiyle harmanlayarak kendi özgün fikirlerini ortaya koymayı başarmışlardır. Tekrar ifade etmek gerekirse, burada ele alınan ‘akıl, nefs, ruh’ kavramlarını derinlemesine incelemek her bireyin yapması gereken bir araştırma değildir. Bu görevi, araştırma vasıflarını üzerinde taşıyan bilim adamlarına bırakmanın faydalı olacağı her zaman vurgulanmalıdır. Kısa ve öz olarak bu kavramların ne anlama geldiği ve görevlerinin bilinmesi birey için yeterli olacaktır. Buna ek olarak, İslâm âlimlerinin cevabını arayıp hakkında sayısız eser ortaya koyduğu, ‘akıl, nefs, ruh cisim midir, değil midir?’ sorusunu sormanın bir Müslüman için zarurî olup olmadığı konusunu düşünmekte fayda vardır. Ya da bu üç kavramı beyin ve kalp gibi organlarla ilişkilendirmeye çalışmanın ne gibi yarar sağlayacağı incelenebilir. Bu, tıpkı, Kur’ân mahlûk mudur, değil midir tartışmasına benzer. Veya bir zamanlar insanların, ‘kadın düşünen bir varlık mıdır; hatta insan mıdır, değil midir?’ sorularını sormaları gibidir. Hiç şüphesiz akıl da, nefs de, ruh da yaratılmışlardır. Kimi yaratılmışlar soyuttur, kimi yaratılmışlar da somuttur. Yani kimi cisimdir, kimi de cisim değildir. Onların varlığını kabul etmenin ötesinde derin münakaşalara girilmemelidir.

     NOTLAR:
1. Pew Araştırma Merkezi, Amerika Birleşik Devletleri ve dünyayı şekillendiren konular, tutumlar ve eğilimler hakkında bilgi sağlayan Washington, D.C. merkezli bir Amerikan düşünce kuruluşu.
2. el-Âni, el-İslâm ve İlmu’n-Nefs, s. 45.
3. Kur’ân-ı Kerîm, Rûm, 30/30.
4. Kur’ân-ı Kerîm, Ankebût, 29/35.
5. Bkz. Bakara 2/44, 73, 76, 242; Âl-i İmrân 3/65, 118; En’âm, 6/32, 151; A’râf, 7/169; Yûnus 10/16
6. Kur’ân-ı Kerîm, Bakara, 2/286.
7. Kur’ân-ı Kerîm, Bakara, 2/37.
8. İbn Rüşd, (1997). Eş-Şerhu’l-Kebîr li Kitabi’n-Nefs li Aristo, (çev. İ. Garbi Kartaca). Beytü’l-Hikme. Tunus.
9. Kur’ân-ı Kerîm, İsrâ, 17/85.

3 Nisan 2021 Cumartesi

MİLLİ SAVUNMA ÜNİVERSİTESİ Sözleşmeli 200 Personel Alacak /// BAŞVURU KILAVUZU

MİLLİ SAVUNMA ÜNİVERSİTESİ
Sözleşmeli 200 Personel Alacak
Başvurular 21 Nisan'da sona erecek.

     Milli Savunma Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü Personel Temin Dairesi Başkanlığının internet sitesindeki personel teminine ilişkin başvuru kılavuzuna göre, adaylarda Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) Başkanlığınca geçen yıl yapılan Kamu Personeli Seçme Sınavı'na (KPSS) katılmış ve puan almış olma şartı aranacak.

     Bugün başlayan başvurular, 21 Nisan'a kadar Personel Temin Dairesi Başkanlığının internet sitesinden çevrim içi yapılacak. İnternet ortamı dışında dilekçe, mektup, posta vb. yöntemlerle yapılacak önbaşvurular kabul edilmeyecek, bu dilekçelere cevap verilmeyecek ve işlem yapılmayacak.
     Adaylar, https://personeltemin.msb.gov.tr sitesine girerek e-Devlet şifresi ile başvuru ekranını açtıktan sonra başvuru sihirbazını kullanarak ilerleyip ve tüm aşamaları tamamlayıp "Tercih Yap" ekranına yönlendirilecek. Buradan ilgili alım tıklanarak tercih yapılabilecek.
     Tercih işlemi tamamlandıktan sonra "Tercihlerimi Göster" butonuna tıklanarak kayıtlı tercihler kontrol edilebilecek.
     Sözlü sınava girmeye hak kazananların, sözlü sınav tarihi ve yeri, Personel Temin Dairesi Başkanlığının internet sitesinde tebliğ niteliğinde yayımlanacak. Ayrıca Milli Savunma Bakanlığının sosyal medya hesaplarında ön başvuru sonuçlarının açıklandığına dair duyuru da yer alacak. Adayların elektronik posta adreslerine ve cep telefonlarına kısa mesaj ile bilgilendirme gönderilecek.
     Başvuru kılavuzunda bulunan şartları taşıyan tüm adaylar, ilgili KPSS puan türü esas alınarak en yüksek puandan başlanıp en düşüğe doğru sıralanacak, sözlü sınava atama yapılacak kadro sayısının en fazla 10 katına kadar aday çağrılacak. Son sıradaki adayla eşit puan alan adaylar da sözlü sınava çağrılacak.
     Ankara, İstanbul, İzmir, Balıkesir ve Yalova'da destek personeli, diyetisyen, tekniker, teknisyen unvanıyla hizmetli, aşçı, berber, garson, şoför, terzi/ütücü, kaloriferci, boya/badana, elektrik, çevre, gıda harita ve kadastro, fotoğraf ve kameraman, matbaa, makine, inşaat, iklimlendirme, marangoz, metal işleri ile sıhhi tesisat branşında 200 sözleşmeli personel alınacak.
     Sözleşmeli personel alımıyla ilgili bütün detaylar, Personel Temin Dairesi Başkanlığının internet sitesindeki kılavuzda yer alıyor.

     Duyuruya İlişkin Dosyalar:

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri & Grand Alfa Karadeniz Turu

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri  &  Grand Alfa Karadeniz Turu      5 Gün - 4 Gecelik (3 gece otel konakla...