26 Ekim 2020 Pazartesi

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ✿ Âl-i İmrân Suresi 8. ve 13. Ayet-i Kerimeler Arasının Meal ve Tefsiri

Âl-i İmrân Suresi
8-13. Ayet-i Kerime Arasının
Meal ve Tefsiri

  • Âl-i İmrân Suresi 8. ve 9. Ayet-i Kerimelerin Meali
     "Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi eğriltme, bize tarafından bir rahmet bağışla. Hiç kuşku yok, lütfu en bol olan yalnız sensin."
     "Rabbimiz! Muhakkak sen insanları geleceğinde asla şüphe olmayan bir günde toplayacaksın. Şüphesiz Allah sözünden dönmez."

  • Âl-i İmrân Suresi 8. ve 9. Ayet-i Kerimelerin Tefsiri
     Önceki âyette Allah tarafından bildirilenlere inanma konusunda mutlak bir teslimiyet tavrı gösteren müminler övüldükten sonra burada onların içtenlikle yakarışlarına değinilmekte ve hidayete erişebilmenin de hidayette kalmanın da Allah’ın lutfuyla olduğuna inanmak gerektiğine işaret edilmektedir. Bazı müfessirlere göre yüce Allah önceki âyette iki zıt tutuma temas ettikten sonra burada hak yol üzere kalabilmek için müminlerin nasıl dua etmeleri gerektiğini öğretmektedir.
     İmana da küfre de yönelmeye elverişli olan kalbin bunlardan birine yönelişi bunu meydana getiren bir sebep ve iradeye bağlıdır. Ehl-i sünnet’e göre, dünya hayatında bir sınav içinde bulunan kulun cüz’î iradesini hangi yönde kullandığı onun sorumluluğu açısından önem taşımakla beraber, sonuçları yaratan küllî iradenin yüce Allah’a ait olduğu unutulmamalıdır. Şayet bu noktada ilâhî lutuf göz önüne alınmayıp kulun her sonucu kendi iradesiyle meydana getirebileceği kabul edilirse kulluğun ve Allah’a yalvarmanın anlamı kalmaz, her insan hidayeti kendisinin güvence altına alabileceği bir pâye olarak görmeye başlar. Bu sebeple âyet-i kerîmede hidayetin yüce Allah’tan geldiğine dikkat çekilmektedir. Nitekim Hz. Peygamber’in, “Ey kalplere yön veren Allahım! Kalbimi senin dinin üzere sabit kıl!” şeklinde dua ettiği ve ardından bu âyeti (8. âyet) okuduğu rivayet edilmiştir (Tirmizî, “Kader”, 7, “Daavât”, 89, 124; İbn Mâce, “Duâ”, 2). Yine âyetten anlaşıldığına göre gerçek mânada kulluk, sadece (meselâ bir iş ilişkisinde olduğu gibi) Allah’ın buyruklarını yapıp yasaklarından kaçınmaktan yani şeklî bir görevden ibaret olmayıp kişinin her an Allah’ın lutfuna muhtaç bulunduğunun bilincinde olması ve vazifelerini bu bilinç içinde yerine getirmesidir.

  • Âl-i İmrân Suresi 10. Ayet-i Kerimenin Meali
     "İnkâr edenlerin malları da evlâtları da Allah katında onlara hiçbir yarar sağlamayacaktır. İşte onlar cehennemin yakıtıdır."

  • Âl-i İmrân Suresi 10. Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     Önceki âyetlerde müminlerin dua ve yakarışlarına değinilmiş, burada da inkâr edenlerin durumu ve karşılaşacakları azabın ne kadar şiddetli olacağı açıklanmıştır.
     “İnkâr edenler” ifadesi hakkında değişik açıklamalar yapılmış ve bununla, sûrenin nüzûl sebebine değinilirken zikri geçen Necran heyetinin kastedildiği de ileri sürülmüştür (Şevkânî, I, 356). Siyer kaynaklarında bu heyetin üyesi Ebû Hârise’nin kardeşine şöyle dediği nakledilir: Ben kesinlikle biliyorum ki o (Hz. Muhammed) gerçekten Allah’ın peygamberidir. Fakat bunu açıklarsam Bizans yetkilileri bana verdikleri mal ve mevkii geri alırlar (bk. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, II, 223). Âyetin inişine vesile olan bir olay bulunsa bile, mal ve evlâtlarının inkârcıları âhiret azabından kurtaramayacağı anlamının genel olduğu kuşkusuzdur.
     Burada psikolojik tahlile dayalı bir uyarının bulunduğu görülmektedir. Şöyle ki: Mal ve çocuklar, insanoğlunun daraldığında destek almak için genellikle başvurduğu dayanaklar olup bunlar insandaki güvence arama arzusunu ve fikrini temsil etmektedir. Sigorta ve sosyal güvenlik kurumlarının oluşturulması ve bununla da yetinmeyip reasürans (sigortanın sigorta edilmesi) usulüne başvurulması, şirketlerde ve bütçelerde ihtiyat akçesi (yedek fon) ayrılması, borç ilişkilerinde kişisel veya malî teminat (kefalet veya –değişik şekilleriyle– rehin) istenmesi, yargılama hukukunda üst mahkeme denetiminin, hatta insan hakları ihlâlleri karşısında milletlerarası düzeyde organların devreye sokulması, elektrikle çalışan sistemlerde otomatik şarteller konması, bilgisayar teknolojisiyle yapılan çalışmalarda o ana kadar ortaya konan emeğin zayi olmasını engelleyecek yöntemler geliştirilmesi gibi çağdaş olanları da dahil olmak üzere alınan önlemler hep insanoğlunun ya sahip olduğu imkânları ve değerleri koruma veya karşılaşabileceği tehlikeleri yahut zararlarını önleme veya azaltma uğruna değil midir? Burada ve yakın içerikteki birçok âyette (meselâ bk. En‘âm 6/94; Kehf 18/46; Meryem 19/80; Şuarâ 26/89), dünya hayatında kişiye güvence sağlayabilen hiçbir yolun kıyamet gününde bir yarar sağlayamayacağı, herkesin tek başına yaptıklarının hesabını vermek durumunda kalacağı, sadece iman dolu bir kalp ve sâlih amellerle Allah’ın huzuruna gelmiş olmanın bir değer ifade edeceği belirtilmiştir.
     Âyet-i kerîme, inkârcıların karşılaşacakları cezanın ağırlığını da ince bir üslûpla tasvir etmektedir. Zira cezalandırma kişinin eziyet görmesini sağlamaktan ibaret değildir. Gerçekte en ağır ceza, bir taraftan kişinin yararlanageldiği imkânlardan yoksun bırakılması, diğer taraftan da acılara mâruz bırakılmasıdır. İşte âyette inkârcıların hem dünya hayatındaki mutluluklarını âhirete taşıyamayacakları hem de çok çetin bir azaba çarptırılacakları belirtilerek uğrayacakları cezanın ağırlık derecesi ortaya konmuş olmaktadır. Azabın şiddeti ise, onların “yanacakları” şeklinde değil “cehennem ateşinin yakıtını teşkil edecekleri” şeklinde ifade edilerek açıklanmıştır (Râzî, VII, 184-185).
     Küfür ve kâfir kavramlarının geniş anlamı esas alınırsa âyetteki “inkâr edenler” ifadesiyle gerek müşriklerin gerekse Ehl-i kitap’tan olan inkârcıların kastedildiği söylenebilir. Bununla birlikte bazı müfessirlere göre Kur’an’daki genel kullanım ışığında bu ifadeden maksat müşriklerdir. Diğer bir yoruma göre ise, müteakip âyette Firavun’un durumu örnek gösterildiğine göre burada yahudi olan Kurayza ve Nadîr kabileleriyle hıristiyan Necranlılar kastedilmiş olmalıdır. Çünkü Araplar nezdinde Âd ve Semûd kavimlerinin haberleri, yahudi ve hıristiyan muhitinde ise Firavun’un başına gelenler daha yaygın olarak bilinmekteydi. Bu yorumu destekleyen diğer bir delil de, hıristiyanların bazı telakkilerinin yanlışlığını ortaya koymanın bu sûrenin başlıca hedeflerinden birini teşkil etmesidir (İbn Âşûr, III, 172).
     Âyetin “... Allah katında onlara hiçbir yarar sağlamayacaktır” şeklinde tercüme edilen kısmına “... Allah’ın azabına karşı hiçbir yarar sağlamayacaktır” anlamı da verilmiştir.

  • Âl-i İmrân Suresi 11. Ayet-i Kerimenin Meali
     "Firavun hânedanının ve onlardan öncekilerin durumu gibi; onlar bizim âyetlerimizi yalanladılar, Allah da günahları yüzünden onları yakalayıverdi. Allah’ın cezası çok şiddetlidir."

  • Âl-i İmrân Suresi 11. Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     Bu âyette Firavun hânedanı ve onlardan önceki inkârcılarla 10. âyette belirtilen (Kur’an’ın muhatabı olan) inkârcılar arasında kurulan benzerlik ilişkisinin hangi açıdan olduğu hususunda farklı yorumlar yapılmıştır. Âyette geçen de’b kelimesinin “çaba sarfetme, devamlılık, âdet, durum” gibi anlamlarının bulunması bu yorumlarda etkili olmuştur. Buna göre her iki gruptaki inkârcıların: a) Peygamberleri yalanlamada çok büyük çaba harcadıkları, b) bu tavır ve tutumda farklılık göstermedikleri, c) mal ve evlâtlarının Allah’ın azabına karşı kendilerini koruyamayacağı, d) cehennemde sürekli kalacakları ve cehennem ateşine yakıt olacakları, e) Allah tarafından aynı muameleye tâbi tutulacakları, f) dünyada da birtakım benzer cezalara çarptırılacakları şeklinde anlamlar verilmiştir (Râzî, VII, 185-187; Şevkânî, I, 356-357).
     Söz konusu kelimenin sözlük mânası ve cümle yapısı içindeki yerinden hareketle verilen bu farklı anlamların özü ve ortak noktası şudur: Kur’an’ın muhatabı olan inkârcılar, Firavun ve yandaşlarıyla örneklendirilen önceki inkârcıların durumlarından ders çıkarmalı ve kendi âkıbetlerinin de onlarınkine benzer olacağına dikkat etmelidirler.

  • Âl-i İmrân Suresi 12. Ayet-i Kerimenin Meali
     "(Resulüm!) İnkâr edenlere de ki: Yakında mağlûp olacaksınız ve cehenneme sürükleneceksiniz. Orası ne kötü bir kalacak yerdir!"

  • Âl-i İmrân Suresi 12. Ayet-i Kerimenin Tefsiri
Âyet-i kerîmenin gerek Mekke müşrikleri gerekse Medine’deki yahudiler hakkında indiğine dair rivayetler bulunmaktadır. Müşriklerle ilgili rivayetlerden birine göre, bu âyet inince Hz. Peygamber Bedir Savaşı günü müşriklere mağlûp olacaklarını ve âhirette cehenneme sevkedileceklerini bildirmiştir. Diğer bir rivayete göre Bedir Savaşı’nı takiben Ebû Süfyân’ın bir topluluk oluşturması üzerine bu âyet indirilmiştir (Hâzin, I, 464). Müteakip âyette tasvir edilen olayı (Bedir Savaşı) bizzat müşahede edenlerin Mekke müşrikleri olduğu ve “teravnehüm” (onları görüyordunuz) şeklindeki kıraat dikkate alınınca, burada kendilerine hitap edilen kâfirlerin de onlar olduğu anlaşılmaktadır (İbn Âşûr, III, 175).
     Âyetin Medine’deki yahudiler hakkında inmiş olduğunu gösteren rivayetlerden birine göre Bedir Savaşı’ndan sonra Benî Kaynuka yahudileri ahitlerini bozup ileri geri konuşmaya ve kıskançlıklarını dışa vurmaya başladılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber onları toplayıp Kureyş’in başına gelenlerin kendilerinin başına gelmeden müslüman olmalarını önerdi. Onlar, “Ey Muhammed! Savaş bilmeyen bir grup Kureyşli’yi öldürmüş olman seni aldatmasın.
     Bizimle karşı karşıya gelirsen savaşmanın nasıl olduğunu görürsün” şeklinde karşılık verdiler. Bunun üzerine bu âyet indi (Ebû Dâvûd, “Harâc”, 22; Elmalılı, VII, 4860). Bu konudaki diğer bir rivayete göre Bedir Savaşı’nda müslümanların muzaffer olduğunu gören yahudiler, “Bu Hz. Mûsâ’nın Tevrat’ta bize haber verdiği ümmî peygamberin ta kendisi” dediler. Bazıları ise bu konuda aceleci davranılmamasını önerdi. Uhud’daki başarısızlık üzerine de “Demek ki bu o değilmiş” deyip müslüman olmaya yanaşmadılar. Kâ‘b b. Eşref kumandasında altmış süvari Hz. Peygamber’le aralarındaki antlaşmayı bozup müşriklerle iş birliği yapmak üzere Mekke’ye hareket etti. Bunun üzerine yüce Allah bu âyeti indirdi (Taberî, III, 191-192; Râzî, VII, 187). Öte yandan âyetin, kim oldukları bildirilmeyen muayyen bir kâfirler grubu hakkında indirildiği de rivayet edilmiştir (Râzî, VII, 188).
     Bir görüşe göre de, burada Hz. Muhammed’den çağdaşı olan bütün inkârcılara bu hakikati vurgulu biçimde duyurması istenmektedir (İbn Atıyye, I, 406).
     “Yakında mağlûp olacaksınız” ifadesi yakın gelecekte karşılaşılacak bir olayı haber vermekte ve Kur’ân-ı Kerîm’in mûcizevî özelliklerinden birini ortaya koymaktadır. Nitekim kısa bir süre sonra İslâm mesajının yayılmasına karşı direnen inkârcılar kesin bir yenilgiye uğramışlar, bunlardan Mekke müşrikleri ancak Mekke’nin fethine kadar mukavemetlerini sürdürebilmişler, Medine’deki yahudi kabileleri ise müslümanlarla yaptıkları antlaşmaları ihlâl durumlarına göre değişik muamelelere tâbi tutulmuşlar ve Resûlullah’ın dünya hayatına veda etmesinden önce bu kabilelerin Medine ve çevresindeki etkili konumları son bulmuştur. Kur’an’da yer alan ve karşılaşılacak başka bir mağlûbiyet haberi Bizanslılar hakkındadır (bk. Rûm 30/1-3).
     Âyette dünya hayatında tevhid inancına karşı tavır göstermede birleşen inkârcıların âhirette de cehenneme sürülme ve hep birlikte çok çetin azaplarla dolu bir ortamı paylaşma noktasında birleşecekleri bildirilmiş olmaktadır.
  • Âl-i İmrân Suresi 13. Ayet-i Kerimenin Meali
     "(Bedir’de) karşı karşıya gelen şu iki grupta sizin için büyük bir ibret vardır: Biri Allah yolunda çarpışan bir grup, diğeri ise gözleriyle bunları kendilerinin iki misli imiş gibi gören kâfir grup. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Elbette bunda basiret sahipleri için büyük bir ibret vardır."

  • Âl-i İmrân Suresi 13. Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     Tefsir kaynaklarında bu âyette geçen “iki grup”tan maksadın Bedir Savaşı’nda karşı karşıya gelen müslümanlarla Mekke müşrikleri olduğu belirtilir. Hatta Râzî müfessirlerin bu yorum üzerinde görüş birliği içinde olduklarını yazmaktadır (VII, 189). Bununla birlikte müfessirler, karşı tarafı kendilerinin iki katı olarak görenlerin gerek müslüman gerekse müşrik taraf olabileceği yönünde izahlar yapmışlardır. Yine, “iki kat”tan maksadın ne olduğu hususunda farklı açıklamalar yapılmıştır. Öte yandan “onları görüyorlardı” anlamına gelen “yeravnehüm” cümlesinin “onları görüyordunuz” demek olan “teravnehüm” şeklindeki okunuşunu dikkate alan müfessirler, burada hitap edilenlerin müşrikler veya müşriklerle birlikte yahudiler olabileceğini belirtmişlerdir.
     Bu husustaki bilgilerin ve tartışmaların Bedir Savaşı hakkında daha geniş tasvirler içeren Enfâl sûresindeki âyetlerle bağlantısı bulunduğundan bu konunun Enfâl sûresinin ilgili âyetleriyle birlikte değerlendirilmesi gerekir (bk. Enfâl 8/5-12, 41-44). Burada şu kadarını belirtmekte yarar görüyoruz: Müfessirler bu âyette “gören” tarafın müşrikler, “görülen” tarafın müminler olduğu, yani müşriklerin müminleri olduklarının iki katı veya kendi sayılarının iki misli gördükleri yorumunu daha kuvvetli bulmakta ve Enfâl sûresinin 44. âyetindeki “az gösterme” ifadesini de savaşın aşamalarına göre açıklayıp iki âyet arasında çelişki bulunmadığına dikkat çekmektedirler (meselâ İbn Atıyye, I, 407; Râzî, VII, 191; Şevkânî, I, 357-358). Buna karşılık âyette işaret edilen olayın, Bakara sûresinde anlatılan Tâlût ve Câlût olayı olduğu da ileri sürülmüştür. Fakat bu görüşün sahibi olan Süleyman Ateş, bu hususta yeterli ve ikna edici açıklama getirmemekte, kanaatini sırf “görenler”i müminler ve “görülenler”i kâfirler şeklinde anlayan bazı müfessirlerin bu yorumuna yönelttiği bir eleştiriye dayandırmaktadır. Bu tutumun ise kendisinin “yeravnehüm” cümlesi ve bunun “teravnehüm” şeklindeki okunuşu hakkında yaptığı açıklamalarla bağdaşmadığı görülmektedir (bk. II, 20-21).
     Âyet-i kerîmede bu olayda insanlar için bir “âyet” (delil, mûcize) bulunduğu vurgulanmış ve sonunda bundan ibret alınması ve dersler çıkarılması gerektiği belirtilmiştir. Müfessirler bu ifadeyle dikkatlerin hangi hususlara çekilmek istendiği hakkında değişik izahlar yapmışlardır. Bu açıklamaların başlıcaları şunlardır:

     a) Maddî şartlar tamamen müşriklerin lehine olduğu halde müslümanların galip gelmesi bir mûcizedir ve imanın verdiği moral gücün her şeyin üstünde olduğunu göstermektedir. Gerçekten Bedir Savaşı’nda müslümanların sayısı 300’ün biraz üzerinde olmasına karşılık müşriklerin sayısı 1000’e yakın idi. İki ordunun sahip olduğu binek, zırh, silâh vb. imkânlar açısından da müslümanlar aleyhine olmak üzere büyük fark vardı. Müslümanlar savaş kastıyla yola çıkmadıklarından harp için psikolojik olarak da hazır değillerdi; müşrik ordusu ise savaşmak üzere toplanmıştı (bk. Enfâl 8/5, 42). Yine müslümanlar iman ekseni etrafında buluşmuş olmakla birlikte gelenekleri ve toplumsal telakkileri bakımından farklılıklar taşıyan bu kompozisyon içinde ilk defa savaşa giriyorlardı; müşriklerin ise insan unsuru bakımından bulundukları durumda edinilmiş savaş tecrübeleri vardı.

     b) Hz. Peygamber’in Enfâl sûresinin 7. âyetiyle Allah’ın zafer vaad ettiğini hatırlatıp, daha savaş başlamadan önce bu savaşta müşriklerden kimlerin öldürüleceğini haber vermiş olması ve bu haberlerin aynen gerçekleşmesi büyük bir mûcizedir. Bu da Allah’ın ve resulünün bildirdiklerinden asla kuşku duyulmaması gerektiğini ortaya koymaktadır.

     c) İman ve küfür mücadelesinde sayısal değerlere aldanmamak gerekir. Nitekim bu âyette ve konuyla ilgili başka âyetlerde, –Allah dilediğinde– karşı tarafı farklı algılamayı sağlama, meleklerle müminlere destek gönderme gibi yollarla kendisine bel bağlanan sayısal dengelerin altüst edilebileceğine dikkat çekilmektedir (Râzî, VII, 189-190).

     Allah’ın dilediğini yardımıyla desteklemesi daima maddî destek vermesi olarak anlaşılmamalıdır. Yeterli sayının ve silâh gücünün teminiyle diğer maddî hazırlıklar sebeplere sarılma çerçevesinde kullar için bir görev olmakla beraber, zafer ve başarının doğrudan doğruya bunlara bağlanmaması, yardımın Allah’tan geldiği inancının daima zinde tutulması gerekir. Zira müminler için en büyük yardım ve destek kaynağı, dünya hayatındaki sonuç ne olursa olsun yüce Allah tarafından âhirette zafer ve mutlulukların kendileri için vaad edilmiş olmasıdır ki gerçek muzafferiyet ve başarı da buna ulaşabilmektedir, çünkü kalıcı olan âhiret hayatıdır.

     Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 505-513
[​IMG]
    Kur'an-ı Kerim - Diyanet İşleri Başkanlığı

    23 Ekim 2020 Cuma

    RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER ♥ ✿ܓ ♥ KOCANIN KARISI ÜZERİNDEKİ HAKLARI (1)

    RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN
    (35)
    KOCANIN KARISI
    ÜZERİNDEKİ HAKLARI
    (1)
    • Âyet-i Kerime:
        “Allah Teâlâ’nın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması ve bunların ötekilere mallarından harcama yapması sebebiyle, erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için iyi kadınlar itâatkârdır. Allah’ın kendilerini korumasına karşılık onlar da kocalarının haklarına saygı gösterirler ve namuslarını korurlar.” Nisâ sûresi (4), 34

         Cenâb-ı Hakk’ın erkeklere verdiği maddî ve mânevî bazı özellikler, onların aile reisi olmalarını tabiî kılmıştır. Erkek bu özellikleri sebebiyle kadını himâye edip korur, destekler ve işlerini yönetir.

         Aile küçük bir toplumdur. Bu küçük toplumun huzur içinde yaşayabilmesi için bir düzene ve disipline ihtiyacı vardır. Düzen ve disiplin kendiliğinden olmaz. Onu birinin sağlaması gerekir. Erkeği kadından daha güçlü yaratan Allah Teâlâ, ailede düzeni sağlama görevini de ona yüklemiştir. Buna karşılık kadına da erkekte bulunmayan duygular, mânevî özellikler ve incelikler vermiştir.

         İyi insan olmanın ilk belirtisi, Allah’ın buyruğuna baş eğmektir. İyi bir kadın da Allah’ın bu konudaki emirlerine baş eğer. Allah’ın buyruğuna uyarak kocasına itaat eder. Ona karşı görevlerini yerine getirir. Kocası evde bulunmadığı zamanlarda onun namusunu, malını ve aile sırlarını korur.
    • Hadis-i Şerifler
         283. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

         “Bir erkek karısını yatağına çağırır da karısı gelmez ve erkek ona dargın olarak gecelerse, melekler o kadına sabaha kadar lânet ederler.”
    Buhârî, Bed’u’l-halk 7; Müslim, Nikâh 122.
    Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Nikâh 40
         Buhârî ile Müslim’in bir başka rivayeti şöyledir:
         “Kadın geceyi kocasının yatağını terk ederek geçirirse, melekler sabaha kadar ona lânet ederler.”
    Buhârî, Nikâh 85;
    Müslim, Nikâh 120

         Bir başka rivayete göre de Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
         “Canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, bir erkek karısını yatağa çağırır da kadın gelmezse, kocası ondan memnun olana kadar Kâinâtın Sahibi o kadına lânet eder.”
    Müslim, Nikâh 121
    • Açıklamalar
         Yüce Rabbimiz kadını ve erkeği mutlu olmaları için yaratmış, bahtiyarlığı birbirinde bulmalarını istemiştir. Bunun için onları birbirine muhtaç kılmış ve kendilerine verdiği güzel duygularla bu ihtiyacı hissettirmiştir.
         Bu birlikte oluşun âhenkli yürümesi için erkeği evin reisi yapmış, kadına da yuvanın huzuru için kocasıyla iyi geçinmeyi emretmiştir. Zaten dinimiz, birden fazla insanın bulunduğu yerde, içlerinden birinin başkan olup diğerlerinin ona uymasını prensip edinmiştir. Birliğin ve dirliğin sağlanması için bunu zaruri görmüştür. İşte bu sebeple kadın, dinî bakımdan yasak olmayan her konuda kocasının sözünden çıkmayacaktır. Kocasının sevmediği şeyleri yapmayacak, onu memnun ve mutlu etmeye çalışacaktır. Erkek de aynı şekilde karısını üzmemeye, onu kırmamaya, yapılması uygun olan isteklerini yapmaya gayret edecektir.
         Peygamber Efendimiz bu hadiste kocanın cinsî duygularına değer vermenin ve bunun gereğini yapmanın önemini dile getirmiştir. “Yatağa çağırma, yatağı terk etme” şeklindeki nezih ifadeleriyle Resûl-i Ekrem, cinsî beraberliği anlatmak istemiştir. Kocasının bu yöndeki isteğini yerine getirmeyen kadının, ilâhî gazabı üzerine çektiğini ve dolayısıyla ağır bir günah işlediğini belirtmiştir.
         Karı koca genellikle geceleri yalnız kaldıkları için hadîs-i şerîfte “geceleme, sabahlama” ifadeleri kullanılmıştır. Kocasını geceleyin öfkelendiren kadına ilâhî lânet sabaha kadar devam ettiğine göre, onu gündüz öfkelendiren kadına ilâhî lânetin sabahtan akşama kadar devam edeceği sözün gelişinden anlaşılmaktadır.
         Kocanın cinsî arzularına kadının saygılı olmasını yadırgayanlar olabilir. Kadının bir robot olmadığı, kendisini eşiyle beraber olmaya her zaman hazır hissedemeyeceği, zira onun da bir dünyası, zevki ve arzusu bulunduğu söylenebilir. Bu itiraz doğrudur. Kadın da bir insan olduğuna göre, zaman zaman onun da sıkıntıları, üzüntüleri, sinirlilik hâlleri bulunabilir. Ama bu hâller ona kocasını öfkelendirme, yuvanın huzurunu tehlikeye atma hakkını vermez. Rûhî bir gerginlik içinde bulunuyorsa, bunu kocasına söyler ve ondan anlayış bekler. O zaman ilâhî lânetten de kurtulmuş olur. Sebepsiz yere kocasını reddeden, onu darıltacak şekilde davranan kadınlar haklı görülemez.

         Konuya bir de şu açıdan bakmalıdır:
         İnsanın maddî ve rûhî yapısını herkesten fazla onu yaratan bilir. Belli mâzeretleri dışında kadının kocasını reddetmemesi ısrarlı bir şekilde emredildiğine göre, cinsî arzuları frenleme bakımından erkeğin daha zayıf, kadının daha güçlü olduğu anlaşılmaktadır.
         Burada bir başka gerçek daha hatırlanmalıdır.
         Âyet-i kerîmede “kadının erkek için bir elbise, erkeğin de kadın için bir elbise olarak yaratıldığı” belirtilmektedir [Bakara sûresi (2), 187]. Elbise insanı her türlü dış tesirden koruyan bir mahfazadır. Demek ki eşler birbirini her türlü tehlikeden ve özellikle günâha götürecek kötü duyguların etkisinden korumakla yükümlüdür.

         Hadis-i Şerîfi 1753 numarayla tekrar göreceğiz.

         Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
    1. Kadın kocasının beraber olma isteğini geri çevirmeyecektir.
    2. Kocasını reddeden bir kadın onu günaha itmiş olur.
    3. Böyle bir kadın hem Allah’ın gazabına hem de meleklerin lânetine uğrar.


         284. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
         “Bir kadın kocası yanındayken onun izni olmadan oruç tutamaz. Kocasının izni olmadan bir kimseyi evine alamaz.”

    Buhârî, Nikâh 84, 86; Müslim, Zekât 84.
    Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Savm 73;
    Tirmizî, Savm 64; İbni Mâce, Sıyâm 53
    • Açıklamalar
         Eşlerin bahtiyarlığı çok önemlidir. Aile yuvası bunun için kurulmuştur. Eşler bir bütünün iki parçası oldukları için birbirlerine her zaman ihtiyaç duyarlar. Huzuru ancak birlikte yakalayabilirler. Gönül huzuruna kavuşmanın önemli bir yolu cinsî beraberliktir. Bir koca karısından -belli özürleri dışında- bu beraberliği her zaman isteyebilir.
         İşte bu sebeple bir koca seyahat ve benzeri sebeplerle evinden ayrılmadıkça, nâfile oruç tutmak isteyen bir kadın ondan izin almalıdır. Kocası bir başka yere gitmişse, oruç tutmak için ondan izin almasına gerek yoktur.
         Ebû Dâvûd, Tirmizî ve İbni Mâce’deki rivayetlerde ramazan orucu için kocadan izin alınmayacağı açıkça belirtilmiştir. Çünkü ramazan orucu farz bir oruçtur. Tutulmasını Allah emretmiştir. Allah emri söz konusu olunca, onu yapmak için kulun izni gerekli değildir. Fakat nâfile dediğimiz, sevap kazanmak niyetiyle yapılan ibadetler böyle değildir. Zira bir kadın en büyük sevabı kocasını memnun ederek kazanır. Farz ibadetler dışında onun en çok sevap kazanma yolu, kocasının gönlünü almak, onu kendinden memnun etmektir.
         Bazı âlimler hadiste geçen “Kocasının izni olmadan bir kadının oruç tutması helâl değildir” ifadesine bakarak, kocadan izin almadan tutulan nâfile orucun haram olduğunu, bazıları ise mekrûh olduğunu söylemişlerdir.
         Hadîs-i şerîfte ele alınan ikinci konu, kocanın izni olmadan hanımın eve misafir alamayacağıdır. Sadece erkek misafirleri değil, hanım misafirleri kabul etmesi de kocanın iznine bağlıdır. Zira bir kocanın huyunu suyunu beğenmediği, karısının yanında bulunmasından rahatsızlık duyduğu kadınlar olabilir. Hanımın onları eve alması kocayı huzursuz edebilir. Bu da dargınlığa, kırgınlığa, huzursuzluğa yol açacağı için bir hanımın böyle bir davranıştan kaçınması gerekir.

         Bu Hadisi Şerifi 1754 numarayla tekrar okuyacağız.

    • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz
    1. Kocanın kadın üzerinde hakları vardır. Bu haklar, onun yapacağı nâfile ibadetlerden önce gelir.
    2. Bir koca eşiyle beraber olmayı her zaman isteyebilir. Bu sebeple nâfile oruç tutmak isteyen bir kadın, kocasından izin alarak oruca başlamalıdır.
    3. Bir hanım kocasının uygun görmediği hiç kimseyi eve alamaz.


         285. İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu:
        “Hepiniz çobansınız. Hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Âmir memurlarının çobanıdır. Erkek ailesinin çobanıdır. Kadın da evinin ve çocuğunun çobanıdır. Netice itibariyle hepiniz çobansınız ve hepiniz idâre ettiklerinizden sorumlusunuz.”
    Buhârî, Cum`a 11, İstikrâz 20, İtk 17, 19,
    Vesâyâ 9, Nikâh 81, 90, Ahkâm 1;
    Müslim, İmâre 20.
    Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, İmâre 1, 13;
    Tirmizî, Cihâd 27
    • Açıklamalar
         Dünyada sorumsuz kimse yoktur. Yaşadığı sürece herkes ya yönetici veya yönetilendir. Yönetenler idâre ettiklerinden, yönetilenler de kendilerine emanet edilen işlerden sorumludur.
         Peygamber Efendimiz sorumlu olan kimseyle sorumlu olduğu şeyleri çoban - sürü benzetmesiyle anlatmıştır. Çoban saflığı ve samimiyeti temsil eder. O güttüğü koyunlara derin bir şefkat ve merhamet besler. Koyunlarını en güzel otlaklarda yaymaya çalışır. Su içme zamanı gelince onları sular. Dinlenme zamanı eğrek yerine götürüp yatırır. Kurda kuşa kaptırmaz. Onların hastalanmamasına dikkat eder. Hasta olanlara da özel ihtimam gösterir.
         Kendisine bir şey emanet edilen kimse de, o emanete tıpkı çoban gibi iyi duygularla sahip çıkmalı, onları koruyup gözetmelidir. İdaresine verilen kimselerin kendisine bir Allah emaneti olduğunu düşünmeli, onlara şefkat ve merhamet göstermelidir.
         Bir âmir idaresindeki memurlar için iyi ve temiz duygular beslemeli, onların iyiliğini istemeli, onları mutlu edecek ve görevlerini en iyi şekilde yapacak imkânları hazırlamalıdır. Hadisin birçok rivayetinde âmir yerine “imâm” yâni devlet başkanı ifadesi geçmektedir. Buna göre bir devlet başkanı idaresi altındakilerin inanç ve düşüncelerinin farklı oluşuna bakmadan, onların refah ve saadetini te’min etmeye, kendilerini âdil bir yönetimle idare etmeye, haksızlığa uğrayanların hakkını korumaya, onları mutlu edecek her imkânı sağlamaya çalışmalıdır.
        Aile reisi aile fertlerini mutlu etmeyi hedef almalıdır. İnsanın mutlu olması her şeyden önce iyi bir din kültürü almasıyla mümkündür. Bu sebeple aile reisi idaresi altındakilere öğrenilmesi farz olan bilgileri öğretmeli ve böylece onları -âyet-i kerîmede belirtildiği üzere- yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden korumalıdır. Sonra onları en iyi şekilde yedirip giydirmeli, en iyi meskenlerde yaşatmaya gayret etmeli ve onların birbirleriyle iyi geçinmelerini sağlamalıdır.
        Bir kadın kocasına karşı sorumlu olduğunu düşünerek evini imkânları ölçüsünde en güzel şekilde tanzim etmeli, kocasının haklarını korumalı, malını israf etmemeli ve ona her türlü ihânetten sakınmalıdır. Onun önemli bir görevi de çocuklarını iyi bir insan ve iyi bir müslüman olarak yetiştirmeye çalışmak, bilgi, görgü, eğitim ve öğretimleriyle ilgilenmektir.
        Hadîs-i şerîfin diğer rivayetlerinden öğrendiğimize göre bir hizmetkâr veya bir işçi, yanında çalıştığı kimsenin malının çobanıdır ve o malın korunmasından sorumludur. İdâresine bırakılan şeyleri kendisine emanet bilmeli ve onları gözü gibi korumalıdır. Yapması istenen işleri de kusursuz şekilde yapmaya gayret etmelidir.
         Yine bir başka rivayette belirtildiğine göre bir evlat babasının malının çobanıdır ve onu gözetmek zorundadır. Babamın malıdır diye istediği gibi çalıp çırpmaya, saçıp savurmaya hakkı ve yetkisi yoktur. O da yaptıklarının hesabını Allah’a verecektir.
         Bu ölçüye göre herkes etrafındakilere karşı sorumludur. Arkadaş arkadaşa, esnaf müşterisine, öğretmen öğrencisine, memur iş güç sahibi olarak karşısına çıkan kimselere karşı sorumludur. Hatta insan, kendisine birer Allah emaneti olarak verilen vücudundaki organlardan sorumludur. Gücünü, kuvvetini, gençliğini ve enerjisini nerede harcadığının hesabını verecektir.
        Kısaca ifade etmek gerekirse, devlet başkanından hamala varıncaya kadar herkes, işinden ve yaptığı görevinden sorumludur. Hadisimiz, 302 ve 654 numarayla tekrar görülecektir.

    • Hadis-iten Öğrendiklerimiz:
    1. Herkes üstlendiği görevi yapacaktır.
    2. Hadisin konumuzla ilgili yanı ise şudur: Evli bir kadın, evliliğin gereği olarak kocasına karşı bazı sorumluluklar taşır. Evin idaresi, eşyaların muhâfazası, namus ve iffetin korunması, görev ve sorumluluklarının başlıcasıdır.
    3. Eşlerin birbirlerine karşı görevleri vardır. Mutlu bir hayat sürebilmek için bu görevleri kusursuz yapmaya çalışmaları gerekir.
         Not: Bundan bir önceki konu (KADINLARA İYİ DAVRANMAK) aşağıdaki başlıklara tıklayıp ulaşabileceğiniz 3 bölümde yayınlanmıştı.

    19 Ekim 2020 Pazartesi

    KELİMELER ~ KAVRAMLAR: ZEYDÎLER (2)

    KELİMELER ~ KAVRAMLAR
    ZEYDÎLER
    الزيديّة
    * 2 *
         Zeydîliğin Yemen’de kurulan kolu.
         Zeydîler’in, kendine özgü bir sosyokültürel yapısı olan Yemen bölgesine intikal edip devlet kurmalarından itibaren günümüze kadar devam eden varlığı, siyasî bakımdan dönem dönem muğlak ve istikrarsız bir seyir izleyerek kesintilere uğramıştır. Bu seyir I. Zeydî İmamlar Devleti, II. Zeydî İmamlar Devleti ve sonrası, Osmanlı hâkimiyeti ve son dönem olmak üzere başlıca dört dönem halinde ele alınabilir. Yemen’de Zeydî imâmeti ayrıca Ressîler ve Kāsımîler şeklinde iki döneme ayrılabilir. Zeydîliğin Yemen’deki kurucusu Yahyâ b. Hüseyin’in doğum yeri olan Medine yakınındaki Ress dağına nisbetle Ressîler, 1006’dan (1597) sonraki dönem ise Kāsım b. Muhammed’e nisbetle Kāsımîler diye adlandırılır.

         I. Zeydî İmamlar Devleti (897-1052).
         Zeydîler’in Yemen’deki ilk siyasî faaliyetleri Hz. Hasan’ın soyundan Yahyâ b. Hüseyin’in 280 (893) yılında Yemen’e gelmesiyle başladı. Yahyâ bazı kabile önderlerinin, aralarındaki ihtilâfları çözmesi için kendisini davet etmesi üzerine Yemen’e gitti. İlk vardığı Sa‘de’de bir süre kalıp karışıklıklara son verdi. Bir müddet San‘a yakınlarındaki Şerefe’de kaldıktan sonra kendisine tâbi olanlar arasında itaatsizlik çıkınca Hicaz’a döndü. Ancak Yemenliler kendisine elçi gönderip Karmatîler’le mücadele etmesi için onu tekrar davet edince 6 Safer 284’te (15 Mart 897) Sa‘de’ye ulaşarak “emîrü’l-mü’minîn” unvanı ve Hâdî-İlelhak lakabıyla halktan biat aldı.
         Böylece yaklaşık on bir asır sürecek olan Yemen Zeydî imâmeti kurulmuş oldu. Sa‘de’de hâkimiyetini sağlamlaştırarak Yemen’de siyasî birlik oluşturmaya çalışan Hâdî-İlelhak, Necran, Hayvân ve Esâfit gibi şehirleri egemenliği altına aldı. 288’de (901) Abbâsîler’in San‘a valisinin şehri kendisine terk etmesinin ardından Zemâr ve Ceyşân’ı da ele geçirdi. 293’te (906) San‘a’nın Karmatîler tarafından zaptedilmesi üzerine onlarla mücadeleye girişip birkaç defa şehri ele geçirdi, fakat 298’de (911) vefat etti.
         Hâdî-İlelhak, sadece siyasî bakımdan değil kaleme aldığı eserlerle ve fetvalarıyla fikrî bakımdan da Zeydîliğin halk arasında yayılmasında önemli rol oynadı. Zeydîler’in başşehri ve davetlerinin merkezi olan Sa‘de bu tarihten itibaren hem ilmî hem iktisadî açıdan büyük gelişme gösterdi. Hâdî-İlelhak’tan sonra imâmetini ilân eden oğlu Ebü’l-Kāsım Muhammed el-Murtazâ hâkimiyetini Havlân’a kadar genişletti, ancak 301 (913) yılında idareyi kardeşi Ebü’l-Hasan Ahmed b. Yahyâ en-Nâsır’a bıraktı. Nâsır Ahmed, Karmatîler’e karşı üstünlük kazanmasına rağmen Ya‘furîler tarafından yenilgiye uğratıldı (322/934). Ardından oğulları arasında baş gösteren anlaşmazlıklar her ikisinin de sonunu getirdi ve devlette ciddi siyasî zaaflar ortaya çıktı (366/976).
         Devletin yeniden canlılık kazanması, Mansûr-Billâh Kāsım b. Ali el-İyânî’nin 389 (999) yılında imâmetini ilân etmesiyle başladı. Çevredeki yerleşim merkezlerinde egemenliğini pekiştiren Mansûr-Billâh’ın vefatından (393/1003) sonra Mehdî-Lidînillâh lakabını alan genç yaştaki oğlu Hüseyin b. Kāsım imâmete geçti. Birçok eser telif eden ve Zeydî düşüncenin gelişmesine katkı sağlayan Hüseyin b. Kāsım kendisinin beklenen mehdî olduğu yönündeki görüşleri yüzünden tepki çekti. Onun savaşta öldürülmesinin (404/1013) ardından imâmette yirmi yıldan fazla sürecek bir fetret devresi başladı.
         Bu esnada Hüseyin b. Kāsım’ın ölmediğini iddia eden ailesi ve taraftarları ona nisbetle anılan Hüseyniyye adlı bir grup oluşturdular. Hüseyin’in ağabeyi Ca‘fer ve onun iki oğlu tarafından yayılan Hüseyniyye fırkası, merkezden uzak bölgelerde sınırlı bir taraftar bulduysa da siyasî bir güç haline gelemedi ve sonraki dönemlerde ortadan kalktı. Ebû Hâşim Hasan b. Abdurrahman’dan sonra 1039’da Ebü’l-Feth ed-Deylemî, en-Nâsır-Lidînillâh unvanıyla imâmetini ilân ederek devletin başına geçti. Deylemî’nin 1052’de vefatı üzerine İsmâilî-Fâtımî bir çizgiye sahip Suleyhîler bölgeye hâkim oldu. Zeydîlik ise siyasî gücünü kaybetti (bu dönemin imamlar listesi için bk. el-Mevsûʿatü’l-Yemeniyye, II, 1520).
         Diğer taraftan, kaynaklarda farklı rivayetler bulunmakla birlikte ağırlıklı görüşe göre Mansûr el-İyânî zamanında Ali b. Mahfûz ile Ali b. Şuhr arasında arazların mahiyeti üzerine çıkan tartışma giderek zümreleşmeye yol açmış, ilkinin görüşlerini kabul edenler Mutarrif eş-Şihâbî’ye nisbetle Mutarrifiyye, ikincisinin görüşlerini benimseyenler Muhtâriyye adıyla anılmıştır. Ancak her ikisi de güçlü bir varlık gösterememiştir.
         II. Zeydî İmamlar Devleti (1138-1538) ve Sonrası. Suleyhîler karşısında iktidarı kaybetmiş olmalarına rağmen dinî düşüncelerini canlı tutmaya devam eden Zeydîler imâmet anlayışlarının verdiği dinamizmin de etkisiyle yeniden güç kazandılar ve 532’de (1138) Yahyâ b. Hüseyin’in torunlarından Ahmed b. Süleyman’ın Mütevekkil-Alellah lakabıyla imâmetini ilân etmesi üzerine II. Zeydî İmamlar Devleti’ni kurdular. İlmî ve edebî kişiliğiyle de tanınan Mütevekkil-Alellah Süleyman 540’ta (1145) mücadelesini hızlandırdı ve Sa‘de ile Necran’dan sonra San‘a’yı da zaptederek egemenliğini 566 (1170) yılına kadar sürdürdü.
         Ardından Mansûr-Billâh Abdullah b. Hamza 583’te (1187) imâmetini ilân ettiyse de imâmeti Zeydî ulemâsı tarafından ancak daha sonraki yıllarda kabul edildi. Zemâr’ı da ele geçiren Mansûr-Billâh 614 (1217) yılına kadar hâkimiyetini devam ettirdi. Fakat Yemen’de öteden beri bazı hânedanların egemenlik mücadelesi dolayısıyla siyasî istikrar sağlanamıyordu, Zeydîler de bundan etkilendi. Fâtımîler’e tâbi olan Suleyhîler saltanatlarını 1098’lere kadar sürdürdü; ardından San‘a ve çevresinde çoğunluğu Zeydî halktan oluşan Hemdânîler kuruldu ve Zeydîler bunlara bağlı olarak yaşadı.
         Zebîd ve çevresinde 1229-1454 yılları arasında Sünnî Resûlîler hüküm sürdü, bunlar önce Eyyûbîler’e, ardından Memlükler’e bağlandılar. Zeydîler, siyasî gücü kaybettikleri zamanlarda imâmet sistemini işletmek suretiyle bir taraftan toplumun dinî inanç ve yaşayışında diğer taraftan siyasî hayatında etkili olmaya çalıştılar. Resûlîler ve Tâhirîler devrinde kaynaklarda imâmet dönemleri kaydedilen yirmi dört imam bu görevde bulundu (a.g.e., II, 1527-1528). İmamlar çıkardıkları isyanlarla zaman zaman Resûlîler ve Tâhirîler gibi hânedanlara büyük sıkıntılar yaşattılar. 1538’de Osmanlılar Yemen’e girdi. Ayrıca San‘a Zeydîleri’nden ayrılan Yahyâ Şerefeddin’in 912’de (1506) Kevkebân’da kurduğu hânedan 1569’da Osmanlılar’a tâbi oldu.
         Osmanlı Hâkimiyeti (1538-1918). Osmanlılar’ın 1538’de Yemen’e girmesiyle Zeydîlik varlığını bu süreçte farklı bir mecrada devam ettirdi. Bölgede ilk Osmanlı hâkimiyeti 1538-1636 yılları arasındadır. Zebîd’in başşehir olduğu bu dönemde Osmanlı paşalarının bir kısmı fazilet ve adaletleriyle halkın gönlünü kazanırken bazılarının idarî bakımdan beceriksizliği Zeydî halkında isyan düşüncesi uyandırdı. İlk isyan girişimi 1545’lerde başladı. Rıdvan Paşa 1565 tarihli bir hükümle Yemen’i idarî bakımdan San‘a ve Yemen vilâyetleri olarak iki bölgeye ayırdı. Bu dönemde kişisel anlaşmazlıklar ve birtakım adaletsizlikler yüzünden geniş çaplı bir ayaklanma ortaya çıktı. Zeydî imamı Muhammed b. Yahyâ el-Mutahhar (1556-1572) büyük başarılar kazanarak Zebîd ve Tihâme bölgesi dışında Osmanlı hâkimiyetine son verdi (975/1567). Aynı yıl göreve getirilen Özdemiroğlu Osman Paşa sağlıklı politikalar geliştirip halkın desteğini kazandı ve kaybedilen bazı yerleri geri aldı. Koca Sinan Paşa 1570’te büyük başarı göstererek Yemen’i tekrar fethetti. Bundan sonra Zeydîler Osmanlılar’a bağlandı, ancak isyanlar ve iç karışıklıklar sürdü. Osmanlı Valisi Haydar Paşa’nın İmam Muhammed b. Kāsım el-Müeyyed-Billâh’a 1629’da yenilmesiyle Osmanlı hâkimiyeti kesintiye uğradı.
         Diğer taraftan 1597’de Hadîdülkāre’de imamlığını ilân eden Kāsım b. Muhammed, Yemen’in kuzeyindeki kabilelerden aldığı destekle büyük bir isyan başlattı. Önce Osmanlı kuvvetlerine yenilen Kāsım 1016’da (1608) tekrar harekete geçti. Hâkimiyeti Ehnum, Azr, Vâdia ve Hayme gibi bölgelerde Osmanlılar tarafından tanındı. İlerlemeye devam eden İmam Kāsım Sa‘de, Hamîr ve Kevkebân gibi şehirleri de ele geçirdi. Bu karışıklıklar 1635’te Osmanlılar’ın bölgeden tamamen çekilmesine yol açtı. Ardından Zeydî imamları tekrar etkili oldu, ancak kabileler arasındaki problemlerin yol açtığı dağınıklık son bulmadı. İmamlardan İsmâil b. Kāsım Mütevekkil-Alellah, Muhammed b. Ahmed el-Mehdî ve Abbas b. Hüseyin el-Mehdî’nin imâmetleri nisbeten daha güçlü ve daha etkili oldu.
         Gazi Ahmed Muhtar Paşa askerî güçle bölgeyi tekrar Osmanlı hâkimiyetine bağlamayı başardı (1872). Ancak Şerefeddin Muhammed b. Abdullah el-Hâdî 1878’de imamlığını ilân edip Osmanlılar’a karşı mücadeleye girdi. Onun 1890’da vefatının ardından imâmet yeniden Hamîdüddin ailesine geçti. Muhammed b. Yahyâ Hamîdüddin, el-Mansûr-Billâh lakabıyla imam olunca Osmanlılar’a karşı mücadelesini vefat ettiği 1904 yılına kadar devam ettirdi.
         Bu arada, daha önce Hindistan yolunun kontrolünü sağlamak amacıyla Aden’i işgal eden İngilizler 1905’te Osmanlılar’la anlaşıp Yemen’i ikiye böldüler. Güney Yemen İngilizler’de kalırken Kuzey Yemen Osmanlılar’a bırakıldı. Mansûr-Billâh’ın ardından oğlu Mütevekkil-Alellah Yahyâ Hamîdüddin imâmete geçti. İç karışıklıkların ve isyanların sürdüğü bu dönem I. Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlılar’ın Yemen’i tamamen terketmesiyle neticelendi.
         Son Dönem (1918-1962). Osmanlı kuvvetleri Yemen’den çekildikten sonra Kuzey Yemen resmen bağımsızlığını ilân etti, Güney Yemen ise İngiliz işgalinde kaldı. Türkiye Lozan Antlaşması’yla Yemen’deki fiilî durumu kabul etti. İmam Yahyâ Hamîdüddin, Osmanlılar’ın I. Dünya Savaşı’nda pek çok cephede savaşması ve yıpranmasından faydalanıp 1918’de San‘a’yı ele geçirdi; böylece uluslararası siyasette önemli bir başarı sağladı. İmam Yahyâ 1920’de kendini Yemen kralı ilân etti. Onun hâkimiyeti 17 Şubat 1948 tarihinde öldürülmesine kadar sürdü. Ardından oğlu Ahmed imâmete geçti. İmam Ahmed bir taraftan sınırları koruma altına almaya çalışırken bir taraftan da Batı’dan istediği iktisadî ve askerî desteği göremeyince Doğu bloku ülkeleriyle anlaşmalar yaptı. Ancak artan iç karışıklıklar onu 18 Eylül 1962’de tahttan çekilmeye mecbur bıraktı. Ardından oğlu Seyfülislâm tahta geçtiyse de sadece dokuz gün tahtta kalabildi ve 27 Eylül 1962 tarihinde gerçekleşen bir darbe ile tahttan indirildi ve cumhuriyet ilân edildi. Böylece Yemen’de Zeydî imâmeti sona ermiş oldu.
    Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2013 yılında İstanbul'da basılan 44. cildinde, 326-328 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.
    İlgili resim
    TÜRKİYE DİYANET VAKFI
    İSLAM ANSİKLOPEDİSİ

    16 Ekim 2020 Cuma

    PSİKOLOJİ (7)

    DİNİ PSİKOLOJİ ve
    İSLAM PSİKOLOJİSİ BAĞLAMINDA
    DİN PSİKOLOJİSİNİ
    YENİDEN DÜŞÜNMEK
    * 7 *
    Dr. Sevde Düzgüner
    Psikoloji | Biruni Üniversite Hastanesi

    Günümüzde Din Psikolojisi Konuları

         Din psikolojisi ile ilgili kurum ve dergilerin sayısının artması, araştırma ve yayınların artmasına da imkan sağlamıştır. Diğer taraftan din psikolojisinin tüm dünyada aktif bir araştırma alanı haline gelmesi, araştırmacılar arasındaki bilgi paylaşımını artırmıştır. Başta Amerikan Psikoloji Derneği olmak üzere araştırma kurumlarının tüm ülkelerden çalışmacılara açılması, dünya genelinde inanç araştırmalarının yapılması da dini fenomenlere daha geniş bir perspektiften bakılmasını sağlamıştır.
         Farklı dini ve kültürel arka plana sahip örneklerle yapılan çalışmalar, bunların bireyler üzerindeki etkisini ortaya koymuştur. Diğer taraftan İnsanın içinde bulunduğu zaman ve mekandan etkilenerek değişmesi de psikolojinin kapsamını genişletmiştir. Bireyin din dünyası da aynı şekilde dinamik bir olgudur ve sosyal, ekonomik, siyasi, küresel ve daha pek çok alandaki değişmelerden etkilenmektedir.
         Din psikolojisinin kapsamı da sürekli yenilenmektedir. Yeni yaklaşım ve yöntemler, bireyin inanç dünyası ile ilgili açıklamalarda da kullanılmaktadır. Din psikolojisi, genel olarak, “kutsala yönelik inancın bireyin duygu, düşünce, davranışlarına etkisini inceleyen bilim dalı” olarak tanımlanmaktadır. Kutsala yönelik inancın yokluğu da bireyi etkilediğinden inançsızlık da din psikolojisinin temel konuları arasındadır. Şu halde din psikolojisi, “bireyin inanmayı tercih edip etmemesinin onun hayatı üzerindeki etkileri inceleyen bilim dalı” olarak da tanımlanabilir.
         Din psikolojisinin başlıca konuları, inanç ve inançsızlık, dindarlığın türleri ve boyutları, dua ibadet, tevbede psikolojik süreçler, din değiştirme ve dini değişim, dini ve ahlaki gelişim aşamalı, gelişim dönemlerinde dine bakış ve mistik tecrübe şeklinde sıralanabilir. Ancak inancın insan üzerindeki etki alanı oldukça geniş olduğu için din psikolojisinin araştırma alanı da aynı ölçüde geniştir. Bugün gelinen noktada din psikolojisi zengin bir konu ağına ve farklı yaklaşımlara ev sahipliği yapmaktadır. Çünkü dini inanç, bireyin her anına nüfuz ederek onu değiştirme ve dönüştürme gücüne sahiptir. Literatürdeki çalışmalar bu gerçeğin arka planına ışık tutmaktadır.
         İnsanın çok boyutlu bir varlık olması, onun da çok yönlü olarak ele alınması gerekliliğini ortaya koymuştur. Bu nedenle ayrı bir bilim olarak kuruluşunun akabinde psikoloji, kendi alt dallarını oluşturmuştur. Din psikolojisi de bu alt dallardan biridir. Ancak zaman içerisinde ortaya çıkan literatür dini inancın veya inançsızlığın, yeme içme alışkanlıklarından kişilik yapılarına, başa çıkma mekanizmalarından, bilişsel yetilerine kadar insanın her yönüne nüfuz ettiğini ortaya koymuştur. Dolayısıyla psikolojinin bir alt dalı olsa bile din psikolojisinin alanı, psikolojinin araştırma alanı kadar geniştir.
    Din Psikolojisinin Psikolojinin Alt Dallarıyla İlişkisi
    Din Psikolojisinin Psikolojinin Alt Dallarıyla İlişkisi


         Günümüzde insana dair ne varsa din psikolojisi alanında ele alınabilmektedir. Bu nedenle de psikolojinin her bir alt dalına dair konuya din psikolojisi çalışmaları içerisinde rastlamak mümkündür. Din psikolojisi araştırmacıları tarafından Türkçe’ye kazandırılan önemli eser din psikolojisinin diğer psikoloji alt dallarıyla ilişkisine dair önemli veriler sunmaktadır.
         Bunun dışında, bazı kaynaklar bilişsel psikoloji ile din psikolojisinin kesiştiği noktada yer almaktadır. Benzer şekilde başka eserler de sosyal din psikolojisi olarak isimlendirilebilecek bir çalışma alanına işaret etmektedir. Diğer taraftan, psikolojik sağlık ile dini inanç arasındaki ilişkiye dair pek çok çalışma yapılmıştır. Danışan veya hastanın dininin, problemle başa çıkma ve iyileşme sürecine olumlu katkıları olduğu pek çok araştırma ile ortaya konmuştur. Bazı eserler de bu alana örnek olarak verilebilir. Psikolojinin inceleme alanına giren diğer konuları din psikolojisi çerçevesinde ele alan çalışmaları artırmak mümkündür. Değindiğimiz örnekler, din psikolojisinin araştırma alanının oldukça geniş bir alanı kapsadığını ortaya koymaktadır.
         Diğer taraftan din psikolojisi, 21. Yüzyılda bireysel, sosyal ve kitlesel boyutlarda yaşanan psikolojik değişimlerin etkisiyle de yeni araştırma alanlarına sahip olmaktadır. Burada değinmemiz gereken ilk konu, maneviyat (spirituality) kavramının son yıllarda dinden farklı anlamlara gelmesidir. Kurumsal dini yapılardan uzak bireysel bir aşkınlık ve evrenle bağlı olma hislerine dayanan yeni maneviyat kavramı, özellikle kuzey Avrupa ve Amerika’daki insanları etkilemiş ve kendini dindar değil ancak maneviyatı güçlü olarak tanımlayanların sayısında ciddi artış tespit edilmiştir. İçsel ve bireysel bir tecrübeye işaret eden maneviyatın yeni anlamı psikoloji alanında da çokça araştırılmıştır.
         Din psikolojisi ise ismini dahi değiştirme noktasına gelerek bu yeni kavramın etkilerini araştırmaya koyulmuştur. Ancak bu değişimin farklı kültürlere uygun olup olmadığı henüz üzerine çalışılan bir konudur ve yeni nesil maneviyat kavramı daha uzun yıllar üzerine çalışılacak bir konu olarak görülmektedir.
         Din psikolojisi alanındaki güncel konulardan bir diğeri ise pozitif psikoloji yaklaşımıdır. Affedicilik, yardımseverlik, tevazu, şükran gibi değerlerin psikolojik arka planını inceleyen din psikolojisi, bilimsel psikolojinin verileriyle kadim gelenekler ve dinlerin bu erdemlere bakışlarını bir arada ele almaktadır. Her bir yeni çalışma, erdemlerin kişilik yapıları üzerinde derinden izler bıraktığını göstermekte ve daha derin çalışmaların kapılarını aralamaktadır.
         Din psikolojisi alanındaki diğer bir güncel gelişme de inançsızlık psikolojisi üzerinedir. Son zamanlarda özellikle batıda ortaya çıkan kurumsal dinden uzaklaşma yönündeki sosyal hareketin bir sonucu olarak pek çok ateizm, agnostisizm, septisizm gibi yaşam biçimlerini tercih etmektedir. Hastane, bakım evi, hapishane gibi kurumlarda manevi bakım ve destek verilmesi şeklindeki uygulamalar da şüphesiz din psikolojisinin en güncel konuları arasındadır. Diğer ülkelerde olduğu kadar Türkiye’de de manevi bakım hizmetleri yaygınlaşmaktadır.
         Sanal alemde dinin temsili konusu ise başlı başına araştırılması gereken dev bir konu olarak karşımızda durmaktadır. Özetle denilebilir ki din psikolojisi çalışma alanı gün geçtikçe gelişmektedir. Yakın bir gelecekte, dini gelişim psikolojisi sosyal din psikolojisi, bilişsel din psikolojisi, nörolojik din psikolojisi, manevi danışmanlık ve rehberlik, sanal din ve siber maneviyat gibi din psikolojisinin alt araştırma dalları kendi sınırlarını daha net çizecek gibi görünmektedir.

    Aynı Eserden alınan önceki Konular:

    15 Ekim 2020 Perşembe

    TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ✿ Âl-i İmrân Suresi 7. Ayet-i Kerimesinin Meal ve Tefsiri

    Âl-i İmrân Suresi
    7. Ayet-i Kerimenin Meal ve Tefsiri

    • Âl-i İmrân Suresi 7. Ayet-i Kerimenin Meali
         Sana kitabı indiren O’dur. Onun (Kur’an) bir kısım âyetleri muhkemdir, ki bunlar kitabın esasıdır; diğerleri ise müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve onu (kişisel arzularına göre) te’vil etmek için ondaki müteşâbihlerin peşine düşerler. Halbuki onun te’vilini ancak Allah bilir; bir de ilimde yüksek pâyeye erişenler. Derler ki: Ona inandık, hepsi rabbimiz katındandır. (Bu inceliği) yalnız aklıselim sahipleri düşünüp anlar.

    • Âl-i İmrân Suresi 7. Ayet-i Kerimenin Tefsiri
         Kitabın âyetleri “muhkem olanlar” ve “müteşâbih olanlar” şeklinde iki kısma ayrılmakta ve muhkem olanlar hakkında “ümmü’l-kitâb” (kitabın esası, temeli) dendiği halde müteşâbih olanlar için herhangi bir nitelendirme yapılmaksızın kötü niyetle bunların peşine düşenler kınanmaktadır. Daha sonra müteşâbihatın te’vilinin (hangi anlama yorumlanabileceğinin) sadece Allah tarafından bilindiği yahut Allah’ın bilmesi yanında, ilimde yüksek mertebeye erişmiş kişiler tarafından da bilinebileceği şeklinde iki farklı tefsire imkân veren bir ifade yer almaktadır.
         Bu âyeti yorumlayan İslâm bilginleri âyette geçen “kitap” kelimesiyle Kur’an’ın kastedildiği hususunda fikir birliği içindedirler (İbn Atıyye, I, 400; Süleyman Ateş’in bu konudaki farklı görüşüne aşağıda değinilecektir). Muhkem sözlükte “engellenmiş, dış etkilere karşı korunmuş, güvenilir, sağlam, bozulamaz” gibi anlamlara gelir.
         Müteşâbih ise sözlükte “aralarında birbirinden ayırt edilemeyecek ve zihin karıştıracak derecede benzerlik bulunan iki şey” demektir. 
         Muhkem ve müteşâbihin terim anlamları ve bu âyette hangi mânada kullanıldıkları hakkında âlimler arasında fikir birliği bulunmamaktadır. Şevkânî yedi tanıma yer verip bunları eleştirir ve kendi tercihini şöyle belirtir: Muhkem, “ister kendi başına ister başka ifadeler dikkate alındığında mânası ve delâleti açık seçik anlaşılan”; müteşâbih ise, “gerek kendi başına gerekse başka ifadeler dikkate alındığında mânası ve delâleti açık seçik anlaşılmayan”dır (I, 348-349). Bu sebeple Râzî her ekolün kendi görüşüne uygun âyetleri muhkem, karşı görüşe uygun olanları ise müteşâbih olarak niteleme gayreti içinde olduğuna dikkat çeker (VII, 169). Aşağıda açıklanacağı üzere, âyetin son kısmında yer alan müteşâbihatın anlamının kimler tarafından bilindiğine ilişkin ifadenin tefsiri, bu iki kelimenin buradaki terim anlamlarının belirlenmesinde temel etkeni oluşturmaktadır. 
         Esasen Kur’ân-ı Kerîm’de bu yüce kitabın bütün âyetlerinin muhkem kılındığını (Hûd 11/1), yine onun müteşâbih olduğunu (Zümer 39/23) belirten ifadeler de bulunmaktadır. Fakat buralardaki “ihkâm” (muhkem kılma) ve “müteşâbih” kelimelerinin bu âyet-i kerîmedeki anlamlarıyla kullanılmadığı açıktır. Genel kabul gören anlayışa göre Kur’an’ın bütününü kapsayan “muhkem” nitelemesiyle, onun dil özellikleri ve anlam derinliği açısından başka sözlerden üstün olduğuna ve benzerinin ortaya konamayacağına dikkat çekilmektedir. Bütününü kapsayan “müteşâbih” nitelemesiyle de üslûbundaki çeşitliliğe rağmen bir kısmının diğer kısmına tercihini imkânsız kılan bir güzelliğe sahip olduğuna, bakılmadan tekrar tekrar okunduğuna, her bir âyetinin iman sahiplerinin gönüllerinde ayrı bir heyecan ve mânevî haz uyandırdığına ve aynı kaynaktan geldiğini gösteren bir tutarlılık taşıdığına işaret edilmektedir.
         Elmalılı Hûd sûresinin 1. âyetinde kitabın “âyetleri sağlam kılınmış” (uhkimet âyâtuhû) şeklinde nitelenmesinden ve müteşâbihatın da sonuç itibariyle onun bir parçası olmasından hareketle, buradaki hikmetli üslûpla, bütünüyle düşünüldüğünde kitabın tamamının muhkem olduğuna işaret edildiğini belirtir. Daha sonra ise “bu hikmete aykırı olarak müteşâbihat ümmü’l-kitâb farzedilir de muhkematın müteşâbihatla te’viline gidilirse o zaman da hepsinin müteşâbih olacağını ve Zümer sûresinin 23. âyeti hükmünün tezahür edeceğini ifade eder (II, 1036-1037).
         Kanaatimize göre bu âyetle Hûd sûresinin 1. âyeti arasında böyle bir bağ kurulabilse bile Zümer sûresinin 23. âyetiyle müellifin düşündüğü bağı kurmak isabetli olmaz. Çünkü burada hikmete muhalif, yanlış bir yöntem izlenmesinden bahsetmekte, gönderme yaptığı âyette ise, –yukarıda belirtildiği üzere– Kur’an’a yürekten inanmış kişilerden ve bu kitabın onların gönüllerinde uyandırdığı mânevî haz ve heyecandan söz edilmektedir. Zümer sûresinin 23. âyetinin tefsirinde görüleceği üzere o bağlamda kitabın “müteşâbih” olarak nitelenmesi onun kendi içinde uyumlu ve çelişkilerden uzak olduğunu anlatmaktadır. Nitekim müellif de Hûd sûresinin 1. âyetiyle Zümer sûresinin 23. âyetini karşılaştırırken “... Bu cihetle ‘uhkimet âyâtühû’ ve ‘kitâben müteşâbihen’ mütekabil değil birbirinin izahıdır” demektedir (II, 1037). Bu âyet-i kerîmede muhkem ve müteşâbihle neyin kastedildiği hususunda tefsirlerde yer alan başlıca görüşleri şöyle özetlemek mümkündür: 
         a) Muhkem âyetler Allah’ın birliğine yürekten inanma, ana-babaya iyi davranma, kötülüklerden kaçınma vb. bütün ilâhî dinlerde ortak olan hükümleri içerenlerdir. Müteşâbih âyetler ise bazı sûrelerin başındaki harfler (hurûf-ı mukattaa) gibi mânası açıklanmamış âyetlerdir. Bu görüş İbn Abbas’tan nakledilmiştir (İbn Abbas’tan yapılan başka bir rivayette muhkem “helâller ve haramlar” şeklinde belirtilmiştir).
         b) Nâsih (başka âyetleri yürürlükten kaldıran) âyetler muhkem, mensuh (yürürlükten kaldırılmış) âyetler müteşâbihtir. Bu görüş İbn Abbas’tan ve Abdullah b. Mes‘ûd’dan nakledilmiştir.
         c) İçeriği hakkında bilgi sahibi olmanın mümkün olduğu âyetler muhkem, kıyametin ne zaman kopacağı gibi mahiyeti bilinemeyecek konular içeren âyetler müteşâbihtir.
         d) Verdiği bilgiyle ilgili delil açıksa bu âyet veya o bilgiyle ilgili kısım muhkem, şayet delili açık olmayıp derinlemesine düşünme ve incelemeyi gerektiriyorsa müteşâbihtir. Meselâ Zuhruf sûresinin 11. âyetinde baş kısım muhkem, son kısım müteşâbihtir.
         e) Anlam bakımından benzeşen âyetler müteşâbih diğerleri muhkemdir. 
         f) Mükerrer lafızlar içeren âyetler müteşâbih diğerleri muhkemdir.
         g) Kıssalar (öncekilerin başından geçen olaylar) ve meseller (muhakeme yapıp sonuç çıkarmaya yönlendiren örnekler) içeren âyetler müteşâbih diğerleri muhkemdir.
         İbn Atıyye İbn Abbas’tan ve İbn Mes‘ûd’dan bu konuda yapılan nakiller hakkında “kanaatimce bunlar örnek vermek üzere yapılmış açıklamalardır” der (İbn Atıyye, I, 400).

         İbn Âşûr tümevarım metoduyla Kur’ân-ı Kerîm’de on türlü müteşâbih tesbit ettiğini belirtip bunların mertebelerini gösterdikten sonra şu hususların müteşâbih kapsamında olmadağını ifade eder:
         a) Bizim bilgisine ulaşamayacağımız hususlar; “De ki: Ruh rabbimin emrindendir” (İsrâ 17/85) âyetindeki gibi. 
         b) Vaktinin bilinemeyeceği açıkça ifade edilen hususlar; “De ki: Onun (kıyamet) hakkındaki bilgi sadece rabbimin katındadır... Sizi ansızın yakalayacaktır!” (A‘râf 7/187) âyetindeki gibi.
         c) Aynı konuda farklı anlamlar taşıyan fakat deliller arasındaki çelişkileri giderme kurallarına göre birbiriyle bağdaştırılabilecek ifadeler (III, 158-160).
         İslâm bilginlerinin çoğunluğu “muhkem”le mânası açık ifadelerin kastedildiği noktasında birleşmekle beraber, “müteşâbih” hakkında başlıca iki gruba ayrılmışlardır: Bir gruba göre bu, “mânası ancak yüce Allah tarafından bilinebilecek ifadeler”dir; Allah bunlarla neyi kastettiyse onların gerçek olduğuna inanmak gerekir. Diğer grup ise bunun, “mânası kapalı ifadeler” olduğu kanaatindedir. Sonuncu anlayışa göre ilmî ehliyet ve dirayet sahibi kişiler için müteşâbih âyetleri veya bir kısmını anlamak ve yorumlamak mümkündür. Diğer âyet ve bilgilerin yardımıyla, özellikle ilimdeki gelişmeyle zaman içinde bunların mânası çözülebilecektir. Bu görüş ayrılığına paralel olarak, âyetin sonundaki “ve’r-râsihûne...” ifadesinin başında yer alan “ve” (vav) harfi ikinci anlayışı benimseyenlerce bağlaç olarak kabul edilmiş ve şu anlam verilmiştir: “... Halbuki onun te’vilini ancak Allah ve ilimde yüksek pâyeye erişenler bilir.” Birinci anlayışa göre ise buradaki vav yeni bir cümlenin başladığını göstermektedir ve âyetin anlamı şöyledir: “... Halbuki onun te’vilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık, hepsi rabbimizin katındandır, derler.” Kaynaklarda genellikle, birinci anlayışın sahipleri “selef” (sahâbe ve tâbiîn bilginleri) veya “mütekaddimîn” (ilk dönem bilginleri), ikinci anlayışa sahip olanlar “halef” veya “müteahhirîn” (ilk dönemden sonra gelen bilginler) şeklinde anılır. Bununla birlikte ikinci görüş bazı sahâbe ve tâbiîn âlimlerinden de nakledilmektedir (meselâ bk. Râzî, VII, 176). Yine bunlardan hangisinin çoğunluğun görüşü olduğu hususunda müfessirlerin farklı kanaatlere sahip oldukları görülmektedir.
         Kur’ân-ı Kerîm’de gerçek anlamını ancak Allah’ın bildiği veya mânasını sadece ilimde yüksek mertebelere erişmiş kişilere lutfettiği âyetlerin (müteşâbihat) bulunmasına birçok açıklama getirilmiştir. Bunların belli başlılarını şöyle özetlemek mümkündür: Kur’ân-ı Kerîm’in kıyamete kadar yürürlükte kalmak üzere gönderilmiş olması sebebiyle, müteakip bütün zamanlar için uygun sonuçların ve değişik anlamların çıkarılmasına kapı aralayan ifadelere sahip olması tabiidir. Yine her dönemin ihtiyaçlarına cevap verebilecek kudretli bilginlerin yetişebilmesi zor ifadelerden amaçları bulup çıkarabilme melekesini haiz kişilerin yetişmesine, bu da araştırma ve incelemeye yönelten motivasyonun bulunmasına bağlıdır. Şayet dinin bütün bildirimleri kolay bir üslûpla ve tek düze ifadeler içinde gelmiş olsaydı herkes önlerindeki hazır malzemeyle yetinme alışkanlığı kazanır, ilerleme ve gelişme mümkün olmazdı.
         Kur’ân-ı Kerîm’in bir taraftan çağrı, öğüt, öğreti ve hüküm kaynağı özelliklerini bünyesinde toplaması, diğer taraftan da bütün zamanlara meydan okuyan bir mûcize olması, zengin anlamlarla yüklü değişik üslûplardan oluşan bir ifade örgüsünü gerekli kılmıştır. Aynı şekilde, Kur’ân-ı Kerîm’in temas ettiği metafizik, psikoloji, felsefe, hukuk ve medeniyet tarihi gibi ilimler kapsamına giren konular, derinlemesine düşünmeyi ve ifade inceliğini gerektirir. Basit bir dilin dar kalıpları içinde bu ilimlerin perdesini aralamak ve yeni ufuklar açmak mümkün değildir.
         İnsanoğlu bilim ve medeniyette ne kadar ileriye giderse gitsin hep yeni şeyler bilmek ve öğrenmek ihtiyacı duyar. Bu ihtiyacı karşılarken bilinmeyen bir âlemin varlığını sezinlemesi, marifet yolunda ilerlerken ve ilimde yeni mertebelere ulaşırken önündeki meçhullerin tükenmediğini farketmesi, bir taraftan onu bu araştırmaları sürdürmesi için kamçılayacak, bir taraftan da ilimde ne kadar ileri giderse gitsin “her bilenin üstünde bir bilen olduğu”nu (Yûsuf 12/76) ve yüce Allah’ın ilminin sonsuzluğunu yürekten kabullenme erdemine ulaştıracaktır. Esasen insanın ilim ve irfan basamaklarında yükselmesini sağlayan öğrenme melekesinin gelişmesi de bilinenlerden hareketle bilinmeyenleri sezmek ve bu meçhuller hakkında ulaşılan sonuçların sağlamasını yine bilinenlere göre yapmak suretiyle gerçekleşir. Öğrencinin bilgi düzeyi yükselip öğrenme melekesi güçlendikçe öğretmen aşama aşama yeni meçhulleri önce ona sezdirip sonra çözdürür. Dolayısıyla meçhulü sezmek, onu bilme ve öğrenmenin ön şartı konumundadır. Yüce Allah kullarına önce kendi varlığını diğerlerinden ayırt ettiren muhkem bir bilgi sağlayıp sonra müteşâbih halde bulunan meçhulleri sezdirir ve kademe kademe bunları muhkeme dönüştürür. Bir başka anlatımla müteşâbihlerin bu özelliği görecelidir. Gerçekte ve sözün sahibi bakımından bunların anlamında hiçbir kuşku ve tereddüt bulunmayıp muhataba nisbetle kapalılık taşıyan ifadelerdir.
         Mümin kişi Kur’an’ın çelişkiler içermediğine yürekten inanır. Zaten Kur’ân-ı Kerîm de bu kitabın Allah’tan başkası tarafından gönderilmiş olması ihtimalini ortadan kaldıran çelişmezlik deliline bizzat işaret etmiştir: “Kur’an’ı inceleyip düşünmüyorlar mı? Eğer Allah’tan başka birinden gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık ve çelişki bulurlardı!” (Nisâ 4/82). İşte Kur’an’da zâhir (ilk anda hatıra gelen) anlamları açısından birbirleriyle uyumlu olmayan ifadelerle karşılaşan bir mümin bunların aynı kaynaktan geldiğini dikkate alarak ve müteşâbihleri muhkemlere arzederek görünürdeki çelişkinin gerçek olmadığını ortaya çıkaracak fikrî bir çalışma yapar, böylece inancı daha bir güçlenir ve gönlü huzurla dolar.
         Bu sûrenin 3. âyetinde Kur’ân-ı Kerîm için belirtilen “önceki ilâhî kitapları tasdik” özelliğinin pratik sonucu, Tevrat ve İncil’deki ifadelerin Kur’an’a aykırı olmayanlarının müslümanlar tarafından da kabulü olduğu gibi, Kur’an’dan ve hadislerden çıkarılan mânaların da makbul olması, Kur’an’ın esasını oluşturan muhkemata ters düşmemesiyle mümkündür. Bu sağlama yapılırken, muhkemlerin bütünü “ümmü’l-kitâb” (kitabın esası, temeli) olarak dikkate alınacaktır. Nitekim âyet-i kerîmede de “Onlar (muhkemler) kitabın esasıdır” buyurularak muhkemlerin topluca bu temeli oluşturduklarına işaret edilmiştir.
         İnsanoğlu akıl ve deney yoluyla pozitif bilimler alanında ne kadar ilerlerse ilerlesin daima vahyin yol göstericiliğine muhtaçtır. Vahiy aklı dondurmayı değil işletmeyi telkin ettiğine göre vahiyle bildirilenlerin anlaşılmasında farklılıklar olması kaçınılmazdır. Fakat fikir dünyasındaki bu geniş açılımın hiçbir değer tanımayan bir boyut kazanması vahyin bu yol göstericiliğini anlamsız kılar. Muhkematın önemi bu noktada daha açık bir biçimde hissedilir.
         Mahiyetini insan havsalasının kaldıramayacağı konularla (meselâ yüce Allah’ın sıfatları) ilgili müteşâbih âyetler ve insanlar tarafından bilinmesi dünyadaki nizamı altüst edebilecek konularla (meselâ kıyametin ne zaman kopacağı) ilgili müteşâbih âyetler, bir yönden Allah’ın kullarına rahmeti, bir yönden de insanoğlu için birer imtihan vesilesidir (bk. İbn Atıyye, I, 400-401; Zemahşerî, I, 174-175; Râzî, VII, 169-179; İbn Âşûr, III, 154-169; Elmalılı, II, 1035-1045).
         Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılması, dolayısıyla İslâm düşüncesi ve medeniyetinin oluşumuyla bu âyet-i kerîme arasında önemli bir bağ bulunduğu düşünülebilir. Zira âyetin Kur’ân-ı Kerîm âyetlerini muhkem ve müteşâbih şeklinde iki temel gruba ayırıp bu konuda bir kriter vermemesi, müteşâbih olanların anlamlarını bilmenin kullar için mümkün olup olmadığı hususunu yoruma açık bırakması ve mümkün olduğu ihtimalini de ilimde derinleşmiş olma şartıyla sınırlamış olması, bir taraftan düşünce hürriyeti diğer taraftan da yüce kudrete teslimiyet konusunda geniş ufuklar açmaktadır. Bizâtihî Kur’ân-ı Kerîm, kendisinin hem mânası açık hem mânası kapalı âyetlerden oluştuğunu ifade etmek suretiyle, önce muhatabını hangilerinin muhkem, hangilerinin müteşâbih olduğunu belirlemek üzere düşünmeye yöneltmekte, fakat bu konudaki tercih hangi yönde daha ileriye götürülürse götürülsün, hem tamamını müteşâbih sayma noktasına vardıracak yaklaşımı hem de hiçbir konuda farklı anlamlara müsaade etmeme noktasına varan yaklaşımı geçersiz kılan bir açıklama yapmış olmaktadır. İnançlı bir insan ne kadar araştırma ruhuna sahip olursa olsun kendisini, tâbi olduğu dinin kaynağındaki tahditlerle sınırlı sayar. Nitekim Ortaçağ Avrupası’nda kilisenin fikri hapseden ve hapisle uslanmazsa idam eden tahditlerinin sonuçları ortadadır. Şayet Kur’an, bu konuda –tevhid gibi temel inanış konuları dışında– düşünme özgürlüğünü kısıtlayan kesin sınırlar getirmiş olsaydı herhalde müslümanlar, İslâm’ın ilk devirlerinde gerçekleştirdikleri, felsefe ve bilimler tarihi içinde göz kamaştırıcı bir yer tutan atılım ve gelişmeyi başaramazlardı. Bununla birlikte Kur’an, Allah’ın şerîkinin (ortağı) bulunup bulunmadığı gibi bir konunun da tartışılabilirlik düzeyinde bırakılmasını, dolayısıyla din adamları ve onlardan destek alan yahut onlara destek veren bir kesim tarafından menfaat aracı olarak telakki edilmesini de onaylamamıştır.
         Düşünce için engin ufuklar açan âyetin teslimiyet konusunda getirdiği asgari sınır muhkemliğinde tereddüt olmayan hususlardır. Bunun yanı sıra müteşâbih kabul edilen hususlarda da yukarıda açıklandığı üzere âyetin bir yorumuna göre teslimiyet tavrı övülmüştür. Diğer bir yoruma göre ise müteşâbih sayılanların gerçek anlamlarını bilen yüce Allah olmakla beraber, O’nun sonsuz ilim ve kudretine içtenlikle teslim olma erdemine erişmiş, objektif yaklaşımlara sahip ve alanında derinleşmiş bilim adamları da bunların veya bir kısmının bilgisine erişebilirler.
         Kınanan tutum ise kötü niyetle, zihinleri karıştırmak için yola koyulmak, te’vili amaç haline getirmek yani ana hükümleri göz ardı edip hep müteşâbihata uymak, canının istediği mânalara Kur’an’ı alet etmektir.
         Esasen bizâtihî Kur’ân-ı Kerîm’in bu konuda kesin bir kıstas koymaması, bir zamanda veya bir kısım bilginlerce müteşâbih gibi düşünülen ifadelerin başka bir zamanda veya başka bilginler tarafından muhkem olarak telakki edilebilmesini ya da bunun aksinin meydana gelmesini tabii kılmaktadır. Fakat müteşâbihlerin mânasını bilebilmek için ilimde belirli pâyeye erişmiş olmak şart olduğuna göre, herhangi bir âyetin müteşâbihattan olduğuna hükmetmek için bu şart öncelikle gereklidir. Dolayısıyla fikir hürriyetinin anarşi derecesine ulaşması halinde bilimin hakemliği söz konusudur. Bu konuda görüşüne değer verilecek bilim adamları için âyette kullanılan ifade “râsihûn fî’l-ilm” şeklindedir. Bu, derinlemesine bilgi ve basiret sahibi anlamındadır. Ayrıca bu kişilerin âyette anılan ve övülen özelliği samimi bir iman sahibi olmaları ve hepsinin Allah katından olduğuna yürekten inanmış bulunmalarıdır. İşte bir taraftan çok çeşitli düşünce ve yorumlara açık geniş bir alan bırakılırken, bir taraftan da anılan özelliklerde ilim temsilcilerinin bulunmasının istenmesi, İslâm toplumlarını her dönemde, sapkın yorumları ve zihinleri örselemekten başka amacı olmayan fikirleri ayıklayan bir bilim kadrosu oluşturma görevi ile karşı karşıya getirmektedir. Bu, topluma yüklenmiş bir görev olduğu için “kifâî vecîbe”lerdendir. Bu görevi ifa edebilecek nitelik ve nicelikte bir kadronun yetiştirilmesiyle bütün toplum vebalden kurtulur, aksi halde tüm toplum sorumlu olur.
         Bu konuda dikkat çeken bir nokta da, müslümanların yorum metodolojisi konusunda çok önemli bir imkâna sahip olmuş bulunmalarıdır. Gerçekten müslümanlar kutsal kitapları olan Kur’ân-ı Kerîm’in sübûtu (dinin tebliğcisi Hz. Muhammed’in bildirdiği şekle uygunluğu) konusunda herhangi bir kuşku ve sorunları olmadığı için bu kitapta yer alan her kelimenin ve üslûbun söz sahibi yüce Allah tarafından özellikle seçilmiş olduğu esasından hareket edebilmişlerdir. Bu, müslümanlardan başka hiçbir dinin mensuplarına nasip olmamış bir özelliktir. Kitâb-ı Mukaddes üzerinde asırlardır büyük emek sarfeden bilim çevrelerinin, özellikle yahudi ve hıristiyan din adamlarının Tanrı sözü olmadığını kendilerinin de kabul ettikleri veya bu özelliği ve çelişkiler içerdiği bilimsel olarak ispat edilmiş dinî metinleri yorumlama uğruna çok büyük maddî ve mânevî imkânlar tahsis etmiş olmaları dinlerine olan bağlılığı gösterme açısından takdire şayan bir tutum olmakla birlikte, bu muhitlerde önce Kur’an’ın otantikliğini test etme imkânını veren eleştirel oryantalizm çalışmalarının gerçekleştirilmiş olması, daha sonra da Kur’an’ı anlamaya yönelik ciddi araştırmalara ağırlık verilmeye başlanması, bir başka anlatımla sübûtundan emin olunan dinî metinlere emek verme özleminin açığa vurulması ve İslâm muhitiyle diyalog ihtiyacının bilimsel düzeyde hissedilir olması, bu hususu kanıtlayan bir delildir. Bir taraftan Hıristiyanlığın tevhid esasına aykırı yaklaşımlarını mahkûm etme diğer taraftan da bu çevrenin bilginlerini diyaloga davet etme başlıca konuları arasında olan bu sûrenin başlarında bu âyet-i kerîmenin yer almış olması da bu açıdan dikkat çekicidir. Hıristiyan ilâhiyatı alanında son dönemlerde yapılan bazı araştırmaların ve girişimlerin, daha önceleri olduğu gibi Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Îsâ ile ilgili olarak yer alan ifadeleri çarpıtarak anlamaya çalışmak yerine, kendini sorgulayan bir sürece yönelmesi bu çevrelerin de artık müteşâbihat peşinde koşmak yerine bunları muhkematın ışığında kavrama yolunu tercih edeceğine işaret sayılabilir.
         Müteşâbihat İslâm bilginleri tarafından: 1. Lafız yönünden müteşâbih, 2. Mâna yönünden müteşâbih, 3. Her iki yönden müteşâbih (meselâ bk. Elmalılı, II, 1039-1040) şeklinde ayırımlara tâbi tutulduğu gibi; fıkıh usulü ilminde lafızlar açıklık ve kapalılık bakımından incelenirken muhkem ve müteşâbih terimleri üzerinde özel olarak durulmuştur (meselâ bk. Fethi Düreynî, el-Menâhic el-usûliyye fi’l-ictihâd bi’r-re’y fi’l-fıkh elİslâmî, s.154-161). Öte yandan, İslâm bilginleri müteşâbih âyetlerle ilgili özel eserler kaleme almışlar ve bu konuda geniş bir literatür oluşmuştur.
         Bazı yazarlara göre bu âyette geçen “kitap”tan maksat Kur’ân-ı Kerîm değildir. Bu görüşün sahibi olan Süleyman Ateş’in konuyla ilgili bazı ifadeleri şöyledir: “Şimdi Medine devrinin 9. yılında hıristiyan heyetiyle Hz. Peygamber arasında geçen tartışmalar üzerine indiği rivayet edilen bu âyetlerde zikredilen “el-kitab” ile Kur’an’ın değil, Kur’an’ın kaynağı olan ana kitabın, yani Tevrat ve İncil’in de esasının kastedildiği açıktır. İşte hıristiyanlara ve daha genel deyimiyle kitap ehliyle tartışma üzerine inen bu âyetlerde hıristiyanların kutsal kitabına işaret ediliyor, o kitabın muhkem âyetleri yanında müteşâbih (çeşitli anlamlara çekilebilecek tarzda birbirine benzer) âyetlerinin de bulunduğu... anlatılıyor” (II, 14); “Burada âyetlerinin müteşâbih olduğu bildirilen kitap Kur’an değil, ondan önceki kutsal kitaptır” (II, 15); “Fakat tefsirine çalıştığımız bu âyetteki müteşâbih (yani birbirine benzediği için çeşitli anlamlara gelebilecek) âyetlerden maksat, Kur’an’ın âyetleri değil, Kitâb-ı Mukaddes’in müteşâbih âyetleridir” (II, 15); “Bundan dolayı bu âyette sözü edilen müteşâbih âyetler, Kur’an’la ilgili değil, Kur’an’dan önceki kutsal kitapla ilgilidir” (II, 16); “Tabii bu sözümüzle biz... bu 7. âyetteki muhkem ve müteşâbihle Kur’an’dan önceki kutsal kitabın âyetlerinin kastedildiğini anlatmak istiyoruz” (II, 16-17). Yazarın bu ifadelerinde, âyet-i kerîmedeki “kitap” kelimesi için birbirini tutmayan şu açıklamaları yaptığı görülmektedir:
         1. “Kur’an’ın kaynağı olan ana kitap, yani Tevrat ve İncil’in de esası”,
         2. “Hıristiyanların kutsal kitabı”,
         3. “Kur’an’dan önceki kutsal kitap”,
         4. “Kitâb-ı Mukaddes.”
         Konuyla ilgili diğer açıklamalarından yazarı, kapsamı belirlenememiş açıklamalara yönlendiren temel etkenin, İslâm bilginlerinin üzerinde fikir birliği ettikleri mânanın kabulü halinde Hz. Peygamber’in ashabının Kur’ân-ı Kerîm’in diliyle kınanmış sayılacağı endişesi olduğu anlaşılmaktadır. Zira yazar iddiasını izah ederken “Bu müteşâbih âyetleri yorumlamaya kalkanların –hâşâ– Hz. Peygamber’in sahâbîlerinin olmadığı”nı belirtmekte (II, 15, 16), bu hususu desteklemek için de “Çünkü Hz. Peygamber devrinde hiç kimse Kur’an’ı, kendi istediği biçimde yorumlamaya cesaret edemeyeceği gibi henüz onların kültür düzeyleri de böyle yorumlara elverişli değildi” (II, 15) şeklinde bir açıklama yapmaktadır. Öte yandan yazar, âyet-i kerîmede geçen “ilimde râsih (derinleşmiş) âlimlerin kitap ehli âlimler olduğunu” iddia etmekte (II, 15, 16), bunu teyit için de “Kur’ân-ı Kerîm’de ‘ûtü’l-ilm, ehlü’z-zikr, er-râsihûne fi’l-ilm’ kendilerine bilgi verilenler, zikir ehli, ilimde derinleşmiş olanlar tabirleri, hep kitap ehli âlimleri hakkında kullanılmıştır. Bu âyette ‘ilimde râsih olanlar’ tabiriyle de onlar kastedilmiştir” (II, 16) demektedir. Oysa Kur’ân-ı Kerîm’de “er-râsihûn fi’l-ilm” ifadesi bu âyetin dışında sadece bir yerde (Nisâ 4/162) geçmekte fakat buradaki gibi genel şekliyle değil, “er-râsihûne fi’l-ilmi minhüm” (onlardan ilimde derinleşmiş olanlar) şeklinde, yani Ehl-i kitaba gönderme yapan bir zamirle mâna sınırlandırılarak kullanılmaktadır. Yazarın buradaki kullanımdan hareketle bir genelleme yapıp yukarıdaki sonuca ulaşması isabetli görünmemektedir. Kaldı ki, bu zorlanmış yorumuyla yazar, gerek bu âyette gerekse Nisâ sûresindeki âyette derin bilgi basiret sahibi âlimler anlamında kullanılan ve övgü içeren “râsihûn fi’l-ilm” ifadesini mânası dışına taşırmakta, ayrıca meâlindeki tercihi ile çelişen bir tefsir yapmış olmaktadır. Zira tefsirde böylesine yerdiği kişiler hakkında meâlde şu ifadeyi kullanmaktadır: “İlimde ileri gidenler, ‘Ona inandık, hepsi rabbimiz katındandır’ derler” (II, 12).
         Diğer yandan yazarın konuya ilişkin ifadelerinde şu çelişkiler de dikkat çekmektedir: 1. Yazar âyet-i kerîme için şöyle bir meâl vermektedir: “Kitabı sana O indirdi. O’nun bazı âyetleri muhkemdir... diğerleri de müteşâbihtir” (II, 12). Açıktır ki âyet-i kerîmede “sana” denirken Hz. Muhammed’e hitap edilmektedir ve yazarın da bu konudaki fikri farklı değildir. Hz. Muhammed’e indirilen kitabın Kur’an olduğu ise bellidir. “Kitap” kelimesinin hemen ardından gelen “minhü” ifadesindeki zamirin bu kitaba değil de başka bir kitaba delâlet ettiğini söyleyebilmek için ikna edici delil getirilmesi gerekir. Yazar bunun delilini açıklamayı tefsir kısmına bırakmış olsa bile tefsiri ve meâli arasında çelişki bulunmaması için “O’nun bazı âyetleri...” derken “O” zamiriyle neyin kastedildiğine dair parantez içinde bir açıklama koyması uygun olurdu. 2. Yazar “Fakat müteşâbih hakkında en doğru görüş, İbn Kesîr’in dediği gibi mânası kapalı olan âyetlerdir” derken (II, 12) kendisi “âyet” kelimesiyle hıristiyanların ve / veya yahudilerin kutsal kitaplarının âyetlerini kastetmiş olsa bile, İbn Kesîr’in bunu kastettiğini söylemek mümkün değildir. 3. Yazar, Râgıb elİsfahânî’nin müteşâbih taksimine ve (Resûlullah’ın Hz. Ali ve İbn Abbas için yaptığı duadan da delil getirerek) bir kısım müteşâbihleri ileri gitmiş bilginlerin bilebileceğine dair ifadesine yer verdikten sonra “Şüphesiz Râgıb’ın bu fikri daha isabetlidir” diyerek kendi tercihini ortaya koymakta (II, 13), dolayısıyla buradaki “müteşâbihat”la Kur’an’daki müteşâbihlerin kastedildiğini kabul etmektedir.
         Şu hususa dikkat edilmelidir ki, bu eleştiriler âyet-i kerîmede Ehl-i kitap âlimlerinin tevhid inancına aykırı fikirleri için Kur’an’daki bazı ifadelerden destek arama gayreti içine girdiklerine de işaret bulunduğunu kabul etmeme anlamında değildir. Burada Ateş’e katılmanın mümkün görünmediği husus, “kitap”la Kur’an’dan başka kutsal kitapların, “ilimde derinleşmiş kişiler” ifadesiyle münhasıran Ehl-i kitap âlimlerinin kastedilmiş olduğu iddiasıdır (Ehl-i kitap âlimlerinin bu istidlâlleri hakkında 5 ve 6. âyetlerin tefsiri esnasında bilgi verilmiştir. Bunlardan başka Necran heyetindeki hıristiyanların Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın kendisinden söz ederken –“biz hükmettik” gibi– çoğul fiil kullanılmasından hareketle çarpık bir yorum yaptıkları olayına da tefsir kaynaklarında yer verilir). Bir de yazarın, kitap kelimesine Kur’ân-ı Kerîm anlamı verildiğinde bundan sahâbe-i kirâmın –âyette tasvir edildiği şekilde– müteşâbihlerin peşinde koşmakta oldukları gibi bir mâna çıkacağını düşünüp bu yersiz endişeye binaen, Hz. Âişe’den nakledilen ve Buhârî dahil muteber hadis kitaplarında yer alan şu hadisi –başka bir delile dayanmaksızın ve bir çırpıda– uydurma hadisler arasına katıvermesinin (II, 12, 15) bilimsel bir yaklaşım olmadığı kanaatindeyiz: “Resûlullah ‘huvellezî enzele aleyke’lkitâbe...’ âyetini okuyup şöyle buyurdu: Kur’an’ın müteşâbihinin ardına düşenleri görürseniz bilin ki Allah’ın kitabında kastettiği kişiler onlardır; onlardan sakının” (Buhârî, “Tefsiru sûreti Âl-i İmrân”, 1; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 2). Oysa burada gerek Resûlullah’ın hayatında müşriklerin ve münafıkların yaptıkları gerekse kıyamete kadar kalplerinde kötü niyet taşıyanların yapacakları çarpık yorumların kastedildiğini dikkate almak yeterli olur, ayrıca sahâbe ile ilgili zorlanmış bir yoruma gerek kalmazdı.
         Âyet-i kerîmede yer alan ve sözlükte “kitabın anası” anlamına gelen “ümmü’l-kitâb” tamlaması Kur’ân-ı Kerîm’de üç yerde geçmektedir. Üm kelimesinin sözlük anlamları ve ifadenin akışı dikkate alınarak bu âyette ümmü’l-kitâb tamlamasına “kitabın aslı, esası, temeli” gibi mânalar verilmiştir. Şevkânî bu kapsamdaki ifadelerin Kur’an’a aykırı düşen mânaların tesbitinde başvuru kaynağı olma özelliğine işaret eder (I, 349). Diğer iki yerde geçen ümmü’l-kitâb tabiri ise özel bir anlama sahiptir (bk. Ra‘d 13/39; Zuhruf 43/4).
         Âyetin “kalplerinde eğrilik bulunanlar” diye çevrilen kısmında geçen zeyğ kelimesi sözlükte “eğilme, eğilim gösterme, eğrilme, amaçtan sapma, kayma” gibi anlamlara gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu kökten türetilmiş fiiller, –çoğul şekliyle– “kalp” ve –hem tekil hem çoğul şekliyle– “ basar” (görme duyusu ve basiret) kelimelerine bağlı olarak altı yerde (Âl-i İmrân 3/8; Tevbe 9/117; Ahzâb 33/10; Sâd 38/63; Necm 53/17; Saf 61/5) ve “emrimizden” cümlesinin yüklemi olarak da bir yerde (Sebe’ 34/12) kullanılmıştır (kalp konusunda bilgi için bk. Bakara 2/74; A‘râf 7/179).
         Fitne sözlükte “bir şeye aşırı düşkün olma” anlamına gelir; bu mânadan hareketle kelimeye daha birçok anlam verilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de otuz dört yerde (değişik türevleriyle altmış yerde) geçen bu kelime, gerek Kur’an ve hadislerde gerekse İslâmî ilimlerin değişik dallarında kaleme alınan eserlerde zengin içerikli bir kavram olarak kullanılmıştır (bk. Bakara 2/191-192). Bu âyette, kargaşa çıkarma, başkalarını saptırmaya çalışma, bazı sapkın fikirleri insanlara şirin gösterip onlara bağlanmalarını sağlama anlamlarında kullanıldığı genellikle kabul edilir.
         Te’vîl sözlükte “döndürmek, çevirmek, varacağı yere vardırmak, aslî durumuna döndürmek, eksiltmek, sonuç, âkıbet, ceza” gibi anlamlara gelir. Söz hakkında kullanıldığında onu varacağı mânaya, kendisiyle amaçlanan anlama ulaştırmak, yani yorumlamak kastedilir. Kurân-ı Kerim’de te’vil kelimesi on beş âyette on yedi defa geçmekte ve buradaki mânasının (“sözü açıklama” anlamı) yanı sıra, “sonuç” (meselâ Nisâ 4/59), “rüya tabir etme” (bk. Yûsuf 12/36-37), “olayın iç yüzünü haber verme” (bk. Kehf 18/78, 82) gibi mânalarda kullanılmaktadır. Te’vil ve tefsir terimlerinin içeriği konusunda görüş birliği yoktur. Bazı bilginler her ikisini aynı mânada kullanırken, bazıları tefsiri kesin delile dayalı açıklama, te’vili ise muhtemel anlamlardan birini tercih etme mânasında kullanmışlardır. Bir izaha göre de tefsir daha çok lafızlarda, te’vil ise mânalarda söz konusudur. İslâmî ilimler terminolojisinde te’vil bir nassı, özellikle Kur’an’daki bir ifadeyi, ikna edici bir delile dayanarak zâhir (ilk anlaşılan) mânasının dışında muhtemel mânalardan birine çekmek demektir. M. Reşîd Rızâ, Kur’an’ın hiçbir yerinde te’vil kelimesinin sonradan oluşan bu terim anlamıyla kullanılmadığına ve bu âyetteki te’vilin anılan terim anlamıyla izahının Bâtıniyye ve onun kollarına mensup kişilerin sapkın yorumlarına kapı aralama tehlikesine dikkat çeker (III, 172 vd.; ayrıca bk. “Tefsire Giriş” bölümünün “II. Tefsir, A) Tefsir ve Te’vilin Tanımları” başlığı).
         Bu âyet-i kerîmede te’vil kelimesi iki defa geçmekte ve bunların farklı anlamlarda kullanıldığı anlaşılmaktadır. Çünkü birincisi kötü niyetli (kalplerinde eğrilik bulunan), kargaşa meydana getirmek (fitne çıkarmak) isteyen, kişisel düşüncelerini ve arzularını kutsal kitabı vasıta kılarak seslendirmeyi planlayan (“te’vili amaç haline getiren”, yani te’vil ihtimal ve ihtiyacı olsun olmasın kafasına belli yorumlara ulaşmayı baştan yerleştirmiş olan) kişiler hakkında kullanılmıştır. İkincisi ise bir kısım Kur’ânî ifadelerin gerçekte ne anlam taşıdığını ve (ilim sahiplerini bu cümleye dahil kabul eden yoruma göre) bunların –eğip bükmeden– hangi mânalara vardırılabileceğini belirtmek içindir.
         Yukarıda açıklanan okunuş şekillerine göre “illallah”ta durulursa “te’vilini bilme” ifadesi için, müteşâbihatın künhüne vâkıf olma yani gerçek anlamını kuşatıcı biçimde ve derinlemesine bilme veya bütünüyle bilme anlamı tercih edilmiş olur. “Ve’r-râsihûn”daki vav harfi bağlaç kabul edilirse, “te’vilini bilme” yüce Allah açısından aynı anlamda olmakla beraber, ilim sahipleri bakımından sınırlı bir ilim söz konusu olur. Zira Allah’ın sıfatları ve ilmiyle ilgili Kur’an ifadeleri hiç kimsenin bilgisinin O’nun ilmiyle kıyaslanamayacağını gösterdiği gibi, âyette ilim sahiplerinin ulaştıkları sonuca kesin gözüyle bakmayıp mutlak doğrunun “Allah katındaki” olduğunu belirtmeleri ve imanı (vahiyle bildirilen) aklın ve muhakemenin üstünde, ona yol gösteren bir ışık olarak kabul etmeleri övülmektedir. İbn Atıyye de, bu tür kullanımın (olumsuz yükleme sahip bir cümlede istisna edatından sonra gelen öğeye bağlaçla atıf yapılması halinde fiilin tam anlamıyla bu öğe hakkında düşünülmesine karşılık, atfedilen açısından sınırlı bir mânanın kastedilmesi) Arap dili kurallarına uygun olduğunu belirtir (I, 403). Bu sebeple meâlinde “Halbuki onun te’vilini ancak Allah ve ilimde yüksek pâyeye erişenler bilir” denmeyip, “Halbuki onun te’vilini ancak Allah bilir; bir de ilimde yüksek pâyeye erişenler. Derler ki:...” şeklinde bir ifadeyle bu incelik bir ölçüde yansıtılmaya çalışılmıştır.
         Âyet-i kerîmede yerilen birinci anlamdaki te’vil, ilâhî dinlerin tevhid inancını yerleştirme ve insanlığa mutluluk yollarını gösterme hedefini baltalamak isteyenler için güçlü bir silâh olmuştur. Çünkü bu sapkın yorumlar dinin öğretilerine karşı çıkma değil aksine dinî metinlere bağlanarak ve dine sarılma maskesi altında yapıldığı için, geniş kitleleri etkileyebilmiş ve peşinden sürükleyebilmiştir. Bir kısım yahudi ve hıristiyan din adamları kendi kutsal kitaplarına tevhid

         Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 490-504
    [​IMG]
      Kur'an-ı Kerim - Diyanet İşleri Başkanlığı
      kuran yolu tefsiri ile ilgili görsel sonucu

      Kitap Tanıtımı ღ💗ღ Yazar Şüheda Derya Terzi ❀💗❀ A'MAK-I ERVAH

        Kitap Özgün <kitapokuyalim@gmail.com> okunmadı, 00:18 (10 dakika önce)     alıcı gonulerleri@googlegroups.com      2007 de birkaç...